Press "Enter" to skip to content

Göçler-Göçmenler / Emin Toprak

pay Misoprostol 07.11.2021

deliberately Göçler-Göçmenler

Coğrafyamız; binlerce yıldan beri göçlerin, göçmenlerin ve sürgünlerin yolu, durağı, kurağı olagelmiştir.

Göçler, doğal felaketler, savaşlar, salgınlar sonucunda oluşan; korku, acı, baskı, yokluk, hastalık gibi yaşam zorluklarından, zorunlu bir kaçıştır. Bu kaçış aslında, daha güvenli bir yaşam iklimi arayışıdır. 

Sürgünler ise; egemen güçlerin, kendileri için tehlikeli sayıp istemedikleri kültürlere sahip olan kişi ve grupları, coğrafyasından tüm değerlerinden koparmaktır. Bunlara götürüldükleri yerdeki dil, inanç ve yaşam tarzını benimseterek etkisiz kılmak, böylece sosyal bellekleri silmek, sindirmek ‘kendilerine benzer’ yapmak (asimile etmek) amacıyla yapılan faşistçe bir yok etme eylemidir. 

Bulunduğumuz coğrafyanın, Orta Asya’dan çokça göç aldığı söylenir. Çok eski yıllarda gerçekleşen bu göçlerin benim için çokça bilinmezlikleri olduğunu düşünerek daha çok yakın çağlara bakmak istiyorum.

Osmanlı dönemi ve kurtuluş savaşı sonrasında hem ülke içinde hem de dışından çokça göç ve sürgün olayı yaşandığı görülür. Örnek olarak: 1915, 1925, 1938, 12 Mart, 12 Eylül dönemleri verilebilir. Bu yıllar hem yurtiçi hem yurtdışı göçler için çok hareketli yıllardır. Kırım, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan …’dan, yurdumuza, bizden; Yunanistan, Almanya, Fransa, Avusturya, Hollanda, İsveç, İngiltere, ABD, Kanada vb. ülkelere akıp giden göçmen, mülteci, sığınmacı ve sürgünleri sayabiliriz.  

Göç eden ve sürgün edilenlerin, aşmak zorunda oldukları; yol, dağ, deniz, sınırlar pek çok doğal ve yapay tuzakla doludur. Çünkü dünyadaki tüm sınırlar tuzaklıdır, çünkü, sınırlar insani değerleri değil, faşizan-ırksal çıkarları korurlar. İşte bu tuzakları aşamayanlar ölür, kalanlar için ise acı dolu çileli günler başlar. 

Çünkü tuzakları aşarak ölümden kurtulanlar gittikleri diyarlarda, dilsiz, kimliksiz, kimsesizdirler. Bu psikolojiye sahip olarak; mülteci/göçmen/öteki olmayı kabul ederek yokluk ve korku içinde yaşarlar. 

Şimdi burada biraz nefes alıp, birazcık düşünelim:

Çünkü bu sosyolojik olayın ve onun yarattığı psikolojiyi birlikte ele alıp neden/niçin diye sorgulamak için sağduyulu bir düşünmeye ihtiyacımız var. 

Kim; evini, işini, hayvanını, toprağını, yurdunu, değerlerini bırakıp, ölüm tuzaklı yollardan geçerek bir bilinmeze doğru gitmek ister ki? 

Kim; dilenci yerine konulacağını, onursuz bırakılacağını, öteki sayılacağını bile bile göçmen olmak ister ki? 

Peki tüm bu gerçekler bilindiği halde neden göçler durmaksızın devam ediyor? 

Özet cevap: Ne yazık ki, çaresiz kalan insanlar; sadece sevdikleri ve çocukları yaşasın, onların daha iyi bir gelecekleri olsun diye bu zorluk dolu ve insanlık dışı oluşlara katlanıyorlar.   

Şimdi de bugünümüze gelelim: 

2021 yılına girerken TÜİK nüfusumuzun 83 milyon 614 bin kişi olduğunu ilan etti. Bugünlerde ise 50 milyon insanımızın yoksulluk standartlarının altında yaşadığı ve bunlardan da 16 milyon kişiye ‘sosyal yardım’ verildiği söyleniyor. 

Bunca yoksulumuza bir de 7-8 milyon göçmen nüfus eklenince:

Tabii ki, mutsuz olanların çığlıkları da artarak yükselmeye başladı. 

Sömürü çarkı dişlileri arasında ezilenlerin çığlıkları çok haklı. 

Haksızlık ise; göçmenleri yokluk ve yoksulluklara sebep görüp, onları hedef almaktır. Hem de çok büyük bir haksızlık! 

Doğru olan ya da olması gereken; geçinemeyenlerin sağduyuyla düşünüp, bu eşitsiz gelir dağılımına sebep olan politikaları ve sömürü çarklarını sorgulaması ve demokratik yollarla haklarını aramasıdır. 

Fakat ne yazık ki, yurdumuzun gerçeklerini unutan büyük bir çoğunluk, göç mağdurlarını kendi yoksulluklarının asıl nedeni olarak görüyor! 

Bu kolaycı ve sığ düşünceyle, lokmasının azıcık olmasına da göçmenlerin sebep olduğuna karar verip onları birer düşman olarak görüyor, belki bilmeden ırkçılık yapıyorlar. 

Peki, neden üniversitedeki her dört gençten birisinin göçmen, sığınmacı olarak başka ülkelere kaçma taraflısı olduklarını hiç düşünmüyorlar?  

İşte bu anlayıştır haksız ve yanlış olan.

Hele hele görevleri ayrımsız olarak halka hizmet etmek ve sosyal adaleti sağlamak olan bazı belediye başkanları ve politikacıların; insani olmayan, ayrımcı, ırkçı bir anlayış taşıyor olmaları çok üzücü ve düşündürücüdür. 

Eğer bir an olsun aşağıdaki karede olan objelere ve çocuğun bakışlarına bakıp, kendilerini o çocuk akranı sayarak, ya da onun annesi-babası olduklarını düşünerek bir niçin/neden sıralaması yapsalar o zaman bu insanlık dışı olayı ve olanları sanırım daha iyi anlarlar. 

İşte çok uzaklardan, yaşamak için yurdumuza sığınmış bir emekçi… Kim bilir ailesinin nasıl bir hikayesi var! Onun akranları şimdi okulda, oyunda, çünkü onlar henüz birer ana kuzusu. Ama ismini bilemediğim bu güzel çocuk, bu yaşta yüklenmiş acımasız bir yaşamın yükünü. 

***

İnsanlık tarihi boyunca sömürücüler, amaçlarına ulaşmak için sürekli olarak; gerginlik, çatışma ve savaşlar çıkarmıştır. Bunlara en büyük desteği de olup biteni sorgulamayan sağlıklı düşünmeyen yoksul halk kitleleri vermiştir.

Savaşlar yüzünden çok, çok acılar yaşadı, çok çileler çekti insanlık.

Savaş; çıkar sağlama ve öç alma amacı olan ego ve hırsların çarpışmasıdır, yani bir ilkellik ve bir tür kana susamışlıktır.

Böylesi savaşlara karşı olmak da ‘insan’ olmaktır!

Böylesi savaşlara karşı olan her direniş de kutsaldır!

Ülkece, belki de dünyaca “bana dokunmasın da…” anlayışının yarattığı bir geç kalmışlık, bir suskunluk yüzünden yaşanan yeniklik ve ezikliği, daha kaç nesil tadacak?

Belki zamanla açılan yaralar iyileşir, geçer, ama bunların hem yüzeyde izleri hem de derinlerde sızıları hep kalacak.

Bunlar bir yenilmişlik sonucu oluşan iz ve sızılardır. Bunlardır insanda; hiçlik, anlamsızlık, güvensizlik duygularını besleyen.

Yurdumuzdaki 6-7 milyon göçmen insan savaştan kaçarak yurdumuza sığınmıştır. Bunlar insandır ne bizim rakiplerimiz ne de düşmanımızdır.

‘İnsanlar da coğrafyalar da birbirine muhtaçtır’ derler, evet, eğer barışçı anlayışla işbirliği yapılır, bir coğrafyadaki eksik, diğerinin artılarıyla giderilirse, bu dünya herkese kolayca yetebilir. Farklılıklar da toplumsal gelişim, değişime renk ve güzellik katar, böylece bir barış bir huzur ortamı doğabilirdi.

Şu an yurdumuz bir göç merkezi olmuştur, bizim görevimiz: bu sonucun oluşmasında ülkemizin politik ve askeri katkılarını sorgulamak, barışçı komşuluk ilişkilerini geliştirecek demokratik çözümler için katkı vermek olmalıdır.

Barış yaşatır! Yaşamak kutsal bir direniştir!

Emin Toprak – DOSTÇA

 650 total views

Türk Sorunu / Emin Toprak

25.10.2021

Türk Sorunu

Yıllar önce alıp okumadığım kalınca bir eseri raftan indirip, sıcak yaz günlerinde okudum. ‘Otuzuncu Yaş’ (Yapı Kredi Yayınları) isimli bu eserde, ünlü şair-yazar İngeborg Bacmann’ın tüm öyküleri toplanmıştı. Ve “Ölüm Gelecektir” adlı öyküde ise yazar okurlarına sanki bir “insanlık dersi” veriyordu.

İşte o satırlar:

“… Bizim aile kendi kendisi için, kendi başına gelenler için gözyaşı dökmeyi sever en çok, başkalarının başına gelenlere ise ağladığı pek görülmez, bunlar yalnızca ürperti uyandırır onda, bu ürpertinin hazzını yaşamakla yetinir…

Katillerini ele versem, hırsızlarını gereken yere ihbar etsem, bu aileye layık biri olabilir miyim? Yabancı aileleri, bu ailelerde işlenen cinayet ve kötülükler dolaysıyla suçlayabilirim kuşkusuz, ama kendi ailemi içindeki o cılk yaralar dolaysıyla asla ele vermeyeceğim, asla. Ama başka her aileden daha çok bizim ailede bunları rahatlıkla gözlemleyebilirim… Susuyoruz.”

Sizi bilmem, ama ben bu satırları okurken çok etkilendim, sonra da insan neden gerçekçi bir gözle kendi ve toplumunda görünen “cılk yaraları” biraz biraz deşip sorgulayıp, yargılamaktan kaçınır, niçin susar, diye çok düşündüm.

***

Kim bilir, belki de “Kürt Sorunu” başlıklı yazımda: “Ülkemizin, ‘Kürt Sorununu’ çözümsüz bırakan, bir ‘Türk Sorunu’ var.” -derken, henüz yukarıdaki öykünün etkisindeydim.

Peki, ‘Türk Sorunu’ nedir?

Osmanlının son yıllarında kurulan, İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde Enver Paşaya bağlı “Teşkilatı Mahsusa” adıyla bir gizli örgüt kurulur. Bu kuruluş, 1911 yılından başlayarak Osmanlıdaki çok kültürlülük ve çeşitliliği yok ederek, Türkçü ve İslamcı bir ulus oluşturmak ister. İşte günümüze kadar sürüp gelen bu anlayışa: ‘Türk Sorunu’ diyebiliriz.

Şimdi bu anlayışın sebep olduğu, çoğumuzun bildiği, bilmeyenlerin de konuyu detaylarıyla internetten öğrenebileceği sadece birkaç örnek olayı sıralamak istiyorum:

• İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi ve Enver Paşa tutkunu olan Yakup Cemil’in 1914 yılında arkadaşlarıyla; Kastamonu, Sinop, Boyabat, Çankırı ve Çorum’da öldürme, gasp, tecavüz gibi ağır suçlardan mahkûm 2000 kişilik çeteler kurması. Bu çetelerin, Artvin, Ardahan, Kars, Oltu’daki yerleşik halklara çok ağır zulüm uygulaması, örneğin, yörenin en barışçı ve çalışkan üreticileri olan Malakan halkından kimilerini katlederek, kimilerini de göç ettirerek mallarına el koymaları ve Ermeni Tehciri…
• Çok kültürlülüğü ve yerinden yönetimi esas alan demokratik 1921 anayasasının 1924’te değiştirilmesi ve böylece Turancılık, ırkçı Güneş Dil Teorisi, tek dil, tek millet … anlayışlarının etkin kılınması, Dersim Katliamı…
• 12 Eylül 1980 Diyarbakır Cezaevinde yaşanan utanç verici olaylar…
• Trafik ışıklarındaki renklerin bile yasaklanması…
• Halka dışkı yedirilmesi, faili bilinen fakat açıklanmayan katliamlar…
• Vekillerin meclisten boyunlarından basılarak, sürüklenip çıkarılması..
• 19 Aralık 2000 günü ‘Hayata Dönüş Operasyonu’unda 29 tutuklu ve 2 polisin öldürülmesi…
• 2015’te çatışmalarda öldürülen kadının çıplak fotoğraflarının sosyal medyada paylaşılması ve bir erkek cesedinin katledenlerce tomalara bağlanıp gezdirilmesi videosu…
• Aramak için girilen ev duvarlarına “Türk’ün gücünü göreceksiniz”, yatak odalarına nefret suç olan yazılar yazılması…
• Bir annenin öldürülen 10 yaşındaki çocuğunun cesedini buzdolabında saklaması…
• 2020 HDP’nin ezici bir çoğunlukla kazandığı 65 belediyeden 59’una kayyum atanması, sadece 4 küçük ilçe ve 2 belde kalması…
• İnsanların helikopterden atılması…
• Kürtlerden birinin konuşması üzerine binlerce sayfa ‘iddianame’ yazan, fakat ortalığa saçılmış binlerce kirli dosyayı açmaya bile cesaret edemeyen savcılar…
• Ve tüm bu insanlık suçlarını işleyenlerin sorgulanmaması, sorgulansa bile cezasızlık uygulanarak suçlarının yanlarına kâr kalması…
• …

Birkaç örnekle anlatmaya çalıştığım bu sorunlar, büyük çoğunluğun yüzleşmekten korkup kaçtığı, dokunulmaz kıldığı, gizlediği birer vicdani yaradır. Bu sızıları toplum ve pek çok aile halen yaşamaktadır.

İşte bu vicdan yaralarının hangisini deşerseniz altında bir ‘Türk Sorunu’ olduğunu görürsünüz. Eğer buna karşı bir insani ses, bir duruşumuz yoksa ve her sıkıştığımızda “Kol kırılır yen içinde kalır” ilkel sözüne sığınıyorsak, bu sorun nasıl çözülür?

Kuşkusuz her insan; kendi kimliği, kültürü, inancı, yaşam tarzı ve bir ferdi olduğu toplumun değerleriyle övünüp, gurur duyabilir. Bu her insanda var olan “ben” duygusunun bir sonucu olduğundan hoşgörüyle karşılanabilir.

Fakat bazı sığ düşünceliler kendi; dili, dini, ırkı, inanç ve yaşam tarzının “en en en iyi” olduğunu, diğer kimlik değerlerin ise yalan-yanlış-eksik-önemsiz olduğunu varsayar onlara kendi değerlerini dayatırlarsa ne olur?

Bilinmelidir ki, başkasının kimlik ve kültürlerini benzer kılma uğraşları, asimilasyon, yani yok etmektir. Bu tür yok etmeler de birer insanlık suçudur. Kürt dili ve kültürü bu yöntemlerle yok edilmek isteniyor.

Oysa her insan kendi ismiyle anılmak, kimliğiyle kabul görmek, böylece saygın olmak ister. İnsan haklarının gasp edilmesiyle, ortak yaşamdaki barış, uzlaşma ve anlaşma iklimi yok olur, savaş nedeni düşmanlıklar başlar.

İnsan olmak ve insanca yaşamak için herkes; kendisine ayna tutup sorgulamalı, hesap verebilmeli, hem de hesap sorabilmelidir. Sadece “ben”, “biz” ile yetinmeden, karşımızdakilerin de insan hakları olduğunu düşünmeli, böylece komşuyla, toplumla ve dünya ile barış içinde yaşama çabası göstermeliyiz.

***

Yurdumuzun 19 yıllık iktidarı ülkeyi, İslamcı-Türkçü güvenlikçi-savaşçı bir anlayışla yönetiyor. Savaş araç gereçlerine, müttehitlere ve yandaşları için yaptığı müsrifçe harcamalar, hazineyi boşaltmış, tüm kaynakları tüketmiş, ekonomik sıkıntıları çoğaltmıştır. Ve iktidarın mahfillerdeki bazı yolsuzluk dosyaları da ortalara saçılmıştır.

Muhalefet partileri ise içte ve dışta yaşanan başarısızlıkları, yokluk ve yolsuzlukları anlatarak, halka dokunarak, halkın desteğini arttırmış durumda.

Bu yüzden iktidar bugünlerde çok zor günler yaşıyor!

Fakat algılar yaratıp, süreci yönetmekte çok başarılı olan iktidar, böylesi zamanlarda, komşu ülkelere asker gönderip, yerli ve milli duygularda bir dalgalanma yaratıp muhalefeti zora sokmakta çok mahirdir.

İşte tam da bu amaçla bugünlerde “Vatan Millet Sakarya!” hamasetiyle meclisten, yurtdışına asker göndermek için iki yıl sürecek bir yetki istiyor.

Bugünlerde yine çok ilginç olaylar olacak. Şöyle ki:

İktidarın iç, dış ve ekonomik politikalarını ve hiçbir işini beğenmeyen muhalefet (HDP hariç) şimdi yine “sonra bize ne derler” diye, meclisteki asker gönderme teskeresine kuzu kuzu “EVET” oyu verecekler.

Hani bu iktidarın her şeyine karşıydınız ne oldu?

Şimdi gel de “Sizi Gidi Sizi!” diyen rahmetli Erbakan’ı anma…

Emin Toprak – DOSTÇA

 759 total views

Kürt Sorunu / Emin Toprak

18.10.2021

Kürt Sorunu

Son günlerde ‘Kürt Sorunu’, çokça konuşulur oldu. Kimi, bu sorun vardır, kimileri de böyle bir sorun yoktur diyor. Ama neyse ki Kürtlerin var olduğu konusunda uzlaşmış görünüyorlar. Daha düne kadar, ‘Kart, kurt’ diyenlerin bugün “Kürt” demiş olmaları önemli bir gelişme sayılabilir.

Bu konuyu, vardır/yoktur diye konuşanlar, eğer bu sığlıktan kurtulmak isterlerse, birazcık Osmanlı ve Cumhuriyet tarihine bakmaları yeterlidir. O zaman ülkemizin kadim halklarından biri olan Kürtlerin zaman zaman, demokratik ve birer insan hakkı olan dil, kimlik, inanç ve kültürleri için bazı yönetsel ve hukuksal çözümler istediklerini görebilirler.

Fakat ne yazıktır ki onların bu istekleri egemen güçlerce tam 29 kez; hainlik, bölücülük, emperyalist emellere hizmet ve isyan olarak kabul edilmiş ve militarist anlayışla bastırılmıştır.

Birer insan hakkı olan demokratik taleplerin, her seferinde askeri güçle bastırılması sonucu olarak ülkemizde; asker-sivil çokça insan ölmüş, çok büyük acılar yaşanmış, derin yaralar açılmış, doğal çevre zarar görmüş ve çok büyük ekonomik kayıplar verilmiştir. Fakat bu asırlık sorun yine de ölüm, öfke, kin, düşmanlık, çatışma, savaş konusu olmaktan hiç de çıkıp, bitmemiştir.

Çünkü kişi ve toplumsal gruplara yapılan baskılar sonucu yaşanacaklar, yani fizikteki: ‘sıkılan her şey patlar’ evrensel gerçeği hiç hesaplanmamış ya da önemsenmemiştir.

***

Birinci Dünya Savaşı sonunda; Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Gürcü, Abaza, Arnavut, Boşnak, Roman, Ermeni, Rum, Arap, Süryani gibi çok kimlikli halkları olan Osmanlı İmparatorluğu, yenilgiye uğramış, sarayı çaresiz, ordusu dağılmış ve pek çok önemli toprakları ise emperyalist güçlerce işgal edilmiştir.

Başarılı bir Osmanlı subayı Mustafa Kemal, bu haksız emperyalist işgale karşıdır. Bu anlayış içinde görevli olarak 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a gider, orada gerekeli görüşmeler yapar ve sonra da birkaç asker arkadaşı ile 21-22 Haziran 1919 günleri Amasya’da toplanır, burada düşman işgaline karşı bir direnişi başlatma kararıyla, hareketin amaç, yol ve yöntemlerini bildiren “Amasya Genelgesi’ni hazırlayıp ilan ederler.

Anadolu halkıyla kucaklaşıp, onların desteğini alarak işgal altındaki yurdu düşmanlardan kurtarmak için her çevrede sevilen, sözü geçen; komutan, feodal ağalar, beyler, aşiret reisleri, din adamları gibi halk önderinin katılımıyla 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 günleri: ‘Erzurum Kongresi’, 4 -11 Eylül 1919 günlerinde ise de ‘Sivas Kongresi’ yapılır.

Bu kongrelerde alınan karalar uyarınca:

  • Ülkenin içinde bulunduğu durum, çok kimlikli halkın demokratik talepleri konuşularak uzlaşma sağlanır, karara bağlanır.
  • Her ili temsilcisi millet vekilleri belirlenir ve 23 Nisan 1920 günü Ankara’da Büyük Millet Meclisi toplanır.
  • 20 Ocak 1921’de Anayasası ile Türkiye Devleti resmen ilân edilir. 23 maddeden oluşan bu demokratik Anayasa’nın 11-21 maddeleriyle, ülkenin yönetimi, coğrafi ve ekonomik şartlarına göre: vilayet, kaza ve nahiyelere ayrılmış, vilayet ve nahiye ‘şuraları’ oluşturulmuş ve bunlara muhtariyet/özerklik verilmiştir. Böylece halkın yerel düzeyde ‘kendi kendini yönetme’ hakkı tanınmıştır.
  • 11 Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi ile İstiklal Savaşı son bulur.
  • 29 Ekim 1923’te yönetim şeklinin Cumhuriyet olduğu kabul edilir.
  • Ve elde edilen bu sinerji ile üç yıl (1919-1922) süren Kurtuluş Savaşı kazanılmıştır. Ve bu başarıyla da diğer mazlum halklara örnek olunmuştu.

Fakat 20 Nisan 1924 Anayasası ile 1921 Anayasası yürürlükten kaldırılır, böylece; yerinden yönetim ve özerklik gibi demokratik haklar yok edilir, Amasya Genelgesi, Erzurum Kongresi’ ve Sivas Kongresi’nde varılan uzlaşmalara uyulmamış olunur.

1924 Anayasasının kabulünden sonraki yıllarda ise ‘Türkçü’, ‘Turancı’, ‘Güneş Dil Teorisi’ akımları ve Mahmut Esat Bozkurt gibi ırkçı anlayış sahipleri ülke siyasetinde etkin olmuştur. Böylece Kürtlerin anadilleri ile eğitim almaları, çocuklarına istedikleri isimleri vermeleri yasaklamış, hatta asırlar öncesinden beri kullandıkları köy, ova, dağ, şehir, isimleri bile yasaklanarak değiştirilmiştir. Kısacası: Kürtler kandırılmıştır.

Şimdi gelelim ‘Kürt Sorunu’ dedikleri konuya:

Bu sorun, gasp edilen tüm kültürel ve demokratik insan haklarını kapsar.

Siz bir an olsa bile, bu haklarınızın gasp edildiğini hiç düşündünüz mü?

Peki, eğer düşündüyseniz neler hissettiniz?

İşte biz Kürtler de tam da bunları hissediyoruz!

Hemen “biz et ve tırnak gibiyiz” demeyiniz lütfen.

Çünkü şimdi hem et hem de tırnağın sorunları var.

Çünkü ülkemizin ‘Kürt Sorununu’ çözümsüz bırakan, bir ‘Türk Sorunu’ var.

Örneğin; ülkemizde 20 milyon Kürt olduğu halde, bunlar anadilleriyle eğitim alamıyor ve Mecliste Kürtçe konuşan vekilin konuşması kayıtlara: “bilinmeyen bir dilde” diye geçiyorken, bizden binlerce km. uzakta ve çok az Kürt nüfusun bulunduğu Japonya’da ise bir üniversitede Kürt Dil Bölümü açmıştır.

Ve Türkiye öyle bir dış politika geliştirmiş ki, dünyanın neresinde Kürtlere dair bir etkinlik, bir başarı hikayesi varsa oraya diplomatik müdahalede bulunuyor.

Biz ne savaş ne ayrılık ne de fazlalık haklar istiyoruz. Biz, ülkemizde; sadece önyargılardan uzak karşılıklı saygı içinde, barış ve demokrasinin sağladığı eşit insan haklarına sahip yurttaşlar olarak yaşamak istiyoruz.

Bakınız, 20 Nisan 1931 günü ülkemizin kurucu lideri Mustafa Kemal (daha Atatürk ismini almamıştı): “Yurtta barış, dünyada barış” diyerek barışı kutsamış, işgalci savaşları ise lanetlemişti. (Fakat aynı Mustafa Kemal 7 yıl önce, demokrasi ve çoğulculuğu savunan barışçı 1921 Anayasasını kaldıran, Türkçülüğü ve tekçiliği savunan 1924 Anayasasına destek vermiş, iç barışı demokrasi ile değil askeri yöntemlerle sağlamaya çalışmıştır.)

Ama yine de hepimiz “Yurtta barış, dünyada barış” demeliyiz:

Çünkü savaş; küçük bir azınlığın çıkarı için doğadaki ekosistemi bozar, canlıların yaşam hakkını ve kaynaklarını yok eder, büyük acılar yaşatır, insanları birbirine karşı öfkeli, kindar düşmanlar yaparak sömürü çarkının kolayca dönmesini sağlar.

Ama barış, doğadaki ekosistemi bozmadan canlıları yaşatır, içeride ve dışarıdaki insanları; eşit hakları olan paydaşlar kabul eder, kimlik ve çeşitlilikleri birer zenginlik kabul edip karşılıklı saygının huzur içinde yaşamalarını sağlar.

“Alavere dalavere Kürt Memet nöbete” dönemi bitmeli artık.

Kimsenin kimseyi küçümseyip yok saymadığı, herkesin önyargılardan arınmış bir barış iklimine ihtiyacı var.

Emin Toprak – DOSTÇA

 830 total views

Özgür İrade ve Eğitim / Dr. Bülent Avcı

16.05.2021

Özgür İrade ve Eğitim


Dr. Bülent Avcı


Özgür irade
kökleri çok eskilere dayanan ve farklı disiplinleri de kapsayan felsefi bir kavram ve tartışma konusu; bir yönüyle de her daim güncelliğini koruyan bir mevzu. Peki, nedir bu özgür irade dedikleri ve kimlere iradeli insanlar deriz? Dahası iradeli olmak öğrenilebilen-öğretilebilen bir şey midir?

Tarihsel olarak irade kavramı üzerine yapılan tartışmalar üç ana sonuca ulaşır. Birincisi geçmiş-şu an-ve geleceğin önsel olarak belirlendiği ve  özgür iradenin mevcut olmadığı görüşü. İkinci görüşe göre, özgür irade vardır fakat sınırlıdır: evrende bir çok alan önceden belirlenmiş bir düzen ve kıstaslar üzerinden çalışır. Sonuncusu ise özgür iradenin varlığını kabul eder: insan irade sahibi bir varlıktır ve davranışları önceden kestirilemez.

Bana ikinci yaklaşım daha gerçekçi gibi geliyor. İnsan iradesi ancak değiştirilebilir şeyler ve bunlara ait birden çok seçeneğin mevcut olması durumunda  anlaşılabilir-değerlendirilebilir. Örneğin, insan ne kadar iradeli olursa olsun oksijensiz bir ortamda yanma reaksiyonu gerçekleştiremez. Dolayısı ile iradenin sonuç getirmesi için ilgili aksiyonun eşyanın tabiatına uygun olması gerekir. Dolaysıyla iradenin bu anlamdaki sınırları bireysel olmak durumunda: eşyanın tabiatı gereği neyin mümkün olup neyin olmadığını ayırt etme yetisi kişinin kültürü, eğitimi, bilgisi ve ufkuyla ilgili bir sorundur. Aşağıda Hititlere ait olduğu söylenen duanın popüler olması belki de bu sebeptendir:

Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır ve ikisi arasındaki farkı anlayabilmek için de bilgelik ver.

İradeyi günlük hayat üzerinden okuyup bir tanım yapacak olsak, mevcut seçenekler arasından açık ve seçik olarak belirlenmiş amaçlar doğrultusunda,  dışsal faktörlerin etkisine aldırmadan, kararlı, planlı, ve tutarlı bir şekilde çalışmaktır şeklinde bir ön tanımlama yapılabilir.

-Bir tepsi baklavayı olduğu gibi yiyebilecekken bir dilimle yetinmek

-Metroda yürüyen merdiven yerine normal merdivenleri  kullanmak

-Kanepede yayılıp tembellik etmektense parkta yürüyüş yada spor salonunda egzersiz yapmayı tercih etmek…

Edebiyat dünyası İrade kavramını işleyen roman ve hikayelerle doludur.

İşlemediği bir suçtan yargılanan bir kürek mahkumunun hayatını anlatan Kelebek (https://www.kitapyurdu.com/kitap/kelebek/9289.html) adlı roman adeta bir irade destanıdır. Tatar Çölü (https://iletisim.com.tr/kitap/tatar-colu/9039) romanı ise irade kırılmasına çok iyi bir örnek…

İradeli olmak iyi bir şeydir. Peki irade doğuştan gelen bir özellik midir yoksa sonradan öğrenilebilecek bir yetenek midir? Yani irade geleneksel bir eğitim süreciyle kazanılabilecek bir şey midir? Bu sorunun herkesin üzerinde mutabık olduğu bir cevabı yok… Bence evet; irade okullarda disiplinler arası bir ders olarak okutulup öğretilebilir. Araştırma ve birlikte öğrenme yaklaşımıyla biçimlenecek müfredatta; matematik derslerinde toplumsal ve bireysel olayların neden sonuç ilişkileri olasılık kuramı üzerinden irdelenebilir; fen derslerinde ise genetik faktörlerin insan hayatı üzerindeki belirleyicilikleri gözden geçirilebilir; felsefe derslerinde özgür irade kavramının ahlaki boyutu çeşitli yönleri ile ele alınabilir; Edebiyat derslerinde klasik romanlardaki karakterlerin hayat hikayeleri irade kavramı üzerinden okunmaya çalışılabilir… Bütün bu çabalar her öğrenciyi çelik bir iradeye sahip bireyler haline getiremeyebilir, ama en azından kendilerini tanımalarına ve yön vermelerine vesile olabilir.

Fakat böylesi disiplinler-arası bir ders öğrencilerin insanı potansiyellerini keşfedip geliştirebilecekleri ortamları oluşturmaya odaklanmış bir eğitim sisteminde mümkün olabilir… Eğitimin ucuz iş gücü ve çırak yetiştirmeye odaklandığı neoliberal dünyada,  irade ve benzeri konuları kapsayan eğitimim gereksiz zaman ve para israfı olarak algılanır.

Fakat unutulmamalıdır ki kamu eğitimi vatandaşın ödediği vergilerle finanse edilir. Dolaysıyla çocuklarımız için nasıl bir eğitim tartışmasında söz ve karar sahibi olmalıyız…. Çocuklarımızın eğitim kararını küresel sermayenin efendilerine ve onların yerli işbirlikçilerine bırakmamalıyız… Bu konuda iradeli olmak zorundayız.

Dr. Bülent Avcı

Seattle, WA
Mayıs 2021

 1,257 total views,  1 views today

Öğretmenler Artık “Tehlikeli” Değil mi? / Sinem Canpolat

17.04.2021

Öğretmenler Artık “Tehlikeli” Değil mi?

Sinem Canpolat

Öğretmenin en tehlikeli emek gücü olduğu söylenir. Peki hangi öğretmendir tehlikeli olan? Bu sorunun cevabı elbette teknisyen rolündeki öğretmen değildir. Tehlikeli olan dönüştürücü, özgürleştirici olan entelektüel öğretmendir.

Düşünen, sorgulayan, eleştiren özgür bireyler yetiştiren de öğretmendir, devlete itaat eden yurttaş, piyasaya işgücü ve topluma uyumlu, neo-liberal toplumsal yatkınlıklara sahip girişimci bireyleri yetiştiren de. Dolayısıyla öğretmen egemenlerin hegemonyasını meşrulaştırma veya yıkma gücüne sahiptir.

Öğretmen sermayenin egemenliğini sarsma gücü nedeniyle tehlikelidir. Tehlikelidir çünkü kapitalist sistemin dayandığı emek gücünü şekillendiren rolündedir. Tehlikelidir çünkü bireysel gücün yanında kolektif, örgütlenme gücüne sahiptir.

Öğretmenlerin sistemleri sarsma gücü tarih boyunca egemenleri kaygılandırmıştır. Egemenler öğretmenlerin dönüştürücü, özgürleştirici gücünü kırmak için her dönem farklı yöntemler denediler. Sokrates’i öldürenler şimdi öğretmenlerin ruhunu öldürüyor. “Öğretmenlik mesleğini modernize etme reformları” yeni öğretmen kimlikleri tanımlarken öğretmenliği etkisizleştiriyor. Dönüştürücü entelektüel öğretmen rolünün yerini teknisyen öğretmen alıyor.

Pandemi süreci ile birlikte öğretmenlik rollerine yeni bir boyut kazandırılıyor. Bir açılıp bir kapanan okullar ve her gün değişen kararlar üzerinde öğretmenler söz hakkına sahip değiller. Verilen programı uygulamakla görevli teknisyenler olarak çalışan bir personel konumundalar.

Ne-oliberalizmin yaratmak istediği insanın en belirgin özelliği değişen koşullara ayak uyduran krizden etkilenmeyen bir yapıda olmasıdır. Böylece patronlarına daha fazla para kazandırabilir. Değişen öğretmen kimliğinin de bu beklentilerle şekillendiği açıktır. Her gün değişen eğitim uygulamalarına hızla uyum sağlayan, verilen görevi sorunsuz yerine getiren profesyoneller olmaları bekleniyor.

Öğrenciler üzerindeki etkilerini kaybeden öğretmenlerin başarısı uzaktan eğitim sistemine ne derece uyum sağladıkları ile ölçülüyor. Başarı, her gün değişen eğitim uygulamalarına hızlı uyum sağlamakla eş tutuluyor. Çevrimiçi eğitim platformlarını kullanmayı en hızlı öğrenen öğretmen, çevrimiçi derslerde en çok öğrenciye ulaşan öğretmen, teknolojiyi kullanamayan öğretmen, mesajlara en hızlı cevap veren öğretmen, en uzun süre çevrimiçi kalabilen öğretmen…

Eba uygulamasında yapılan işlemler için öğretmenlere puan veriliyor: “+1 puan kazandınız.” Dakika veya tıklama sayarak puan kazanıp başarılı olabiliyoruz. İnternette “eba puan kazanma ipuçları” gibi videolarla karşılaşmak da şaşırtıcı değil. Bu puanlar ne ifade ediyor. Öğretmenlerin öğrenciler üzerinde dönüştürücü ve özgürleştirici etkisi ile ilgili bir bilgi vermiyor. Öğrenci öğretmen etkileşimin niteliği hakkında bir bilgi vermiyor. Bir öğretmen yerine herhangi biri de bilgisayar başında aynı şifreyi girip tıklama işlemini yapabilir. Hiçbir anlamı olmayan bu uygulama ile teknisyen rolümüz pekiştiriliyor.

Oysa Freire der ki “Az sayıdaki insanın ötekilerin sorgulama sürecine girmesini engellediği her durum bir şiddet durumudur. İnsanları kendi karar almalarına yabancılaştırmak onları nesnelere dönüştürmektir.”

Öğretmenlerin özneleşmesinden korkan neo-liberal sistem onları etkisiz birer nesneye dönüştürüyor. Bunu yaparken salgın süreciyle yaşanan krizi fırsata çevirmekte oldukça başarılı. Elimizden alınan rollerimizle artık hiç tehlikeli değiliz. Kimliksiz bir profesyonel olmayı reddedip, tehlikeli ve rahatsız edici olmaya devam etmeliyiz.

1991 yılında Tunceli’de doğdum. Lisans eğitimimi Ankara Üniversitesi Zihin Engelliler Öğretmenliği Bölümü’nde tamamladım. Yükseklisans eğitimimi Mardin Artuklu Üniversitesi Eğitim Yönetimi Bölümü’nde tamamladım. Doktora eğitimime Gazi Üniversitesi Eğitim Yönetimi Bölümü’nde devam ediyorum ve Diyarbakır’da özel eğitim öğretmeni olarak çalışıyorum.

Sinem Canpolat

Mail: sinem0cnplt@gmail.com

 1,477 total views

Okulsuz Eğitim / Emin Toprak

10.10.2021

Okulsuz Eğitim

Emin Toprak

Herkese, hepinize: Merhaba! Günaydın! Tünaydın!

İki yıldır insanlığa meydan okuyup can alan ve maske taktıran salgın hastalığa, henüz dur yeter diyememiştik. Üstüne bir de yangınlar, seller, savaşlar, nefret suçu katliamlar, nedensiz tutsaklıklar, yalanlar, yasaklar, yokluk ve yolsuzlukların çokça olduğu, çok sıcak, çok uzun ve çok yorucu bir yaz geçirdik. 

Bu olaylardan çokça yara aldık, çok büyük acı, üzüntü ve öfkeli anlar yaşadık. Fakat henüz acı ve sızıları bitmedi, daha bunların artçıları, bir de soğuk-karanlık bir kışın yaşatacakları var. 

Evet işte bunlar hep uyarıyor ve uyutmuyor bizi.

Hani, Melih Cevdet Anday: “Uyumayacaksın / Memleketin hali / Seni seslerle uyandıracak…” -diyor ya…  

Ama uykumuz ne kadar kaçarsa kaçsın, yaşam devam ediyor, etmeli de. Çünkü doğanın yasası gereği her ölüm ve engellenmiş hayattan yeni bir yaşam doğar. Bunun için de herkesin kendisi ve çevresiyle barışık olduğu barışçı bir iklim gerekir. Öyleyse önce şimdiye, yani güne barışık başlamak gerek. Güne barışık başlamak, sokağın gürültüsünü, yaşamın zorluk ve çarpıklıklarını kısa süreli de olsa unutturup, dingin kılar insanı. 

Ben de barışık bir günüm olsun diye kendimle sözleştim ve aylardır uzak kaldığım klavyenin başına geçtim.

Yazmak istiyorum!

Ama hangi konuda ve neleri yazacağım? 

Yaşanmışlıkların mağdurlarını mı, tüm sorunlara çare bulmakla görevli mağrur yöneticileri mi, yoksa “eğer bu konulara dokunursam yanarım” diye görevleri alanında olup bitenlere dokunmak istemeyen savcıları-yargıçları mı yazmalıyım? 

Bunca derdin, sorunun hangisine ve hangi nedenle öncelik vereceğim? 

Şaşırdım! Şaşırdığım için de kolaycı yolu seçen içsesim bana: “Yazma, vazgeç!”-diyerek gerekçelerini sıralıyor bana.

“Eğer bu yaşanmışlıklardan hangisine dokunacak olsan, binlerce ah işitir, acılarla kavrulur, öfkelenir, çokça üzülür ve hem de bu üzünç duygularını okurlarına da yaşatırsın!”  

Sonra da gelişmeleri izledikçe ve düşündükçe doğal olaylar dahil yaşanan tüm olumsuzluklardan insanların sorumlu olduğunu görüyoruz. Kimi kendisi ve yandaşlarının çıkarı için, kimi görevinin gereğini yapıp yönetemediği için bu kadar ağır kayıplar yaşatıyor insanlara, doğaya, börtü böcek tüm canlılara. Demek ki tüm bu acıların odağında “eğitimsel sorunlar” var. Bu düşünceler beni adeta: ‘buldum, buldum!’-dedirtiyor.

İşte yazacak bir konu! 

Öyleyse en önce okullarımıza, öğrencilerimize, öğretmenlerimize, velilerimize ve okuldaki eğitime bakmalı onu yargılamalıyız. Zaten iki yıldan beridir covid salgını nedeniyle günlük yaşamlar ve ekonomiler büyük darbeler almış, çocuksuz kalan okullarımız da cıvıltısız kalmıştı. Salgının dünyaya dayattığı bu zorunlu kısıtlama, sanırım dünyada yıllardır tartışılan “Okulsuz Eğitim” konusunu da daha güncel bir hale getirmişti. 

O halde konumuz: “Okulsuz Eğitim” olsun. 

Biliyorsunuz yıllardır tüm dünyada yapılan okul eğitimi (örgün eğitim) karşıtı görüş ve yoğun eleştiriler var. Okullarda yapılan eğitim onları o kadar, yıldırmış ki: eğitim kalsın fakat okullar yok olsun deyip “Okulsuz Eğitim” istiyorlar.  

“Okulsuz Eğitim” isteyenler dünyadaki örgün eğitim sistemine karşı bir tepki olarak ortaya çıkan ve çokça taraftarı olan bir anlayıştır. 

Peki, “Okulsuz Eğitim” isteyenler okul eğitimine niçin karşı? 

İşte bu soru, binlerce soruna çözüm olabilecek pek çok kapıyı aralayabilir düşüncesiyle işe başlayalım:  

Bu anlayış sahipleri, okul eğitiminin özetle: 

Bireye toplumsal ve sosyal bazı “istendik davranışlar” kazandırmayı amaç edinerek, “benzer bireyler” yarattığını, böylece özgür ve özgün davranışların oluşmasını engellediğini…

Bilgilerin belleklere; ilgi, yeti ve duygusal farklılıklar düşünülmeden, gerçek hayattan uzak ezber kalıpları olarak yüklendiğini… 

Bireylerin; düşünmeyen, sormayan, sorgulayıp yorumlamayan, yani üretmeyen uydular olarak yetiştirildiğini…

Başarının ise, ezberlerin “aynen” tekrar edilmesi olarak görüldüğünü….

Söylerler.

Peki, bu tespitlere karşı çıkabilir misiniz?  

Bence karşı çıkamazsınız.

Ayrıca, “Okulsuz Eğitim” isteyenler:

Her şeyin sıklıkla gelişip değiştiği bu dijital çağda, önceden belirlenmiş müfredatlar ve konuları olmamalı. Yaşamın olduğu her alan bir okuldur ve her yerde öğrenme olabilir diyorlar.

Peki, bu tespitlere itirazınız var mı? 

Bence, epey kişi bunlara karşı çıkar.

Çünkü, yukarıda “istendik davranışlar” dedik ve fakat bunları açıklamadık. Biraz açıklama gerekir: dünyada okul eğitim başladı başlayalı egemen güçler müfredat ve konularla; hep kendi inanç ve kimliklerini önceleyen, başkalarını yanlış ve düşman gösteren davranışlar kazandırılmak isterler öğrencilere. İşte bu “Vatan, Millet, Sakarya” hamaseti eşliğinde hazırlanan içerikler: bireye “istenen davranış” olarak dayatılır. Böylece bu “ulu çıkarlar” uğruna bilime, sanata, barışa, tarihsel gerçeklere karşı çıkılır… İşte bugün de bu durumun devamını isteyenler, henüz o dayatmaların etkisinden kurtulmamış olanlarımızdır. 

***

Evet, okul eğitiminin ya da örgün eğitimin pek çok yanlışı eksiği vardır. Ama bunun yanında da çokça artıları da var. Çünkü okullar ve sınıflar çocuğun toplumsallaşması için en önemli alanlardır. Çocuk orada; iletişim kurmayı, uyum sağlamayı, empati yapmayı, paylaşmayı, oyun oynamayı, yenilip-yenmeyi, başarmayı, akran dayanışmasını, kendisini tanıyıp ayakta kalmayı, gelecek kurgulayıp yaşamayı ve insan olmayı öğrenir. Bu nedenle okullar bizim vazgeçilmezlerimizdir. 

Ancak vazgeçilmez olan bu okullarımızın, “Okulsuz Eğitim” isteyenlerin haklı istekleri doğrultusunda ele alınıp, yeniden düzenlenmesi, herkesin en değerlisi olan çocukların geleceği için zorunludur.     

Daha iyi bir gelecek için bu güncel eğitim konusunun, eğitimin paydaşları olan, öğretmen, öğrenci, veli, yöneticilerce yani herkesin bulunduğu konumdan hareketle ele alınması, sorunların çözümünü kolaylaştıracak yol ve yöntemler aranması bulması gerekir. 

***

Hani, “En çabuk çocuklar öğrenir, tabii ki onların dillerinden anlarsan” -derler ya. 

Günümüz okullarında çocukların dillerini anlamak yerine, onları yetersiz gören, onlara güvenmeyen, onları harekete geçirmeyen, onlara ulaşmayan diller kullanılıyor.

İşte asıl sorunumuz tam da bu!

 863 total views

Kalemim / Emin Toprak

31.05.2021

Kalemim

Emin Toprak

Yıllar önce almış olduğum bir mekanik kurşunkalemim vardı. Vardı dememe bakmayın, aslında o yine var, fakat yaralı, yorgun ve yaşlı. Onu, dış mahallelerdeki bir okula giderken bir kırtasiye dükkanında görmüş, beğenmiş ve almıştım. Hangi ülkede üretildiği belliydi, ama yaşı kaçtı, hangi emekçi usta üretmişti gibi bazı bilinmezleri vardı.

Bu bir kurşunkalemdi, fakat kalem açacağıyla ucu açılıp her gün biraz biraz tükenenlerden değildi. Bunun, iş birliği içinde çalışan birkaç mekanik parçası, bir de yazmasını sağlayan ince uçları vardı. Onun besini olan bu ince uçlar; grafit ile kil karışımının 900° C’de fırınlanmasıyla oluşurmuş.

Zamanla ben ona, o bana alıştık, birer sahip-arkadaş olduk. O, güzel dostluklar kuran mektuplarımın yazanı, sırlarımın da ortağıydı.

Sonra çokça yeniliği birlikte görüp yaşadık: Herkesin birinci hamur kâğıda ulaşamadığını, ‘saman’ kâğıtları, karbon kâğıt çoğaltıcıları, daktiloyu, mumlu kâğıtları, teksir makinasını, fotokopi makinasını, bilgisayarı, dijital telefonu…Fakat o, hep kalbimin üstündeki cebimde benimle  kaldı.

Kalemimi, üç parmağım arasına alışım, aramızda güvene dayalı bir bağ oluştururdu. İyi bir dinleyici olduğu için ona, cümleyi başlatacak bir duyguyu, bir düşünceyi fısıldamam yeterli gelirdi. Sonrasını o istediğim tarzda yazar, yazardı.

Bu, beni çok etkilemiş olacak ki: “Keşke çok önceleri, henüz çocukken; böyle halden anlayan, böyle hızlı yazan, bir kalemim olsaydı da ‘Gülizar Teyze’nin anlattığı o güzel masalları yazıp bugüne taşısaydım.” -deyip iç geçirdiğim de oldu.

Bazı yazdıklarını beğenmez, çizip silerdim, o, belli etmek istemese bile ben onun kızdığını anlardım. Haklıydı. Çünkü, yavaş yavaş tükenen onun parçaları, çizip sildiklerim de onun emeğiydi.

Aslında onun bilmediği, bilse çok kızacağı başka başka suçlarım da vardı benim (lütfen aramızda kalsın): Onun emeğiyle yazılan notları, önceleri daktilo tuşlarıyla, sonra da bilgisayar klavyesi yardımıyla kayıt altına alırken, ekleme-çıkarmalar yapar, sonra o kâğıdı parça parça edip sepete atardım.

İşte biz böyle iki arkadaş olmuş ve birlikte yaşlanmaya başlamıştık. Ben emekli olduğumda, o da yorgundu ve ona albeni kazandıran boya-cilaları dökülmeye başlamıştı. Bir gün yine onu üç parmağımın arasına almış heyecanla bir şeyler yazıyorduk ki birdenbire orta yerinden kırılıverdi! Çok üzüldüm! Bilmem hangi yapıştırıcıyla yapıştırdım, iki-üç gün sonra yine aynı yerden parçalandı. Bu kez yaralı yerini silikon yapıştırıcıyla birleştirdim.

Fakat olmadı, artık eski tutkusu, enerjisi kalmamıştı. Kim bilir belki de bu bana karşı: “Şuna bak hele! Kendisi emekli olduğu halde, daha benden hizmet istiyor!” -bir karşı duruştu!

Ben de bu olası düşünceye hak verdim ve onu özenle sarmalayıp, bir kutunun içinde dinlenmeye bıraktım. Ve ona göstermeden kendime yeni bir kalem aldım, şimdi onunla tanış olmaya çalışıyorum.

***

İnsanı diğer canlılardan farklı kılan özelliklerin başında, düşünme ve alet kullanması gelir. Benim en çok kullandığım alet kalemdir. Onunla yazar, çizer, düşünürüm. Bence yazı yazmak, yemek hazırlamak gibidir. Bir yemeğin tadı, tuzu, lezzeti, beğenisi nasıl isteniyorsa, yazı için de bunlar istenir. Kalemle beğeniye sunulan bir yazının; tadını, tuzunu, lezzetini de ancak sözcük ve imleri belirler.

Çocukluktan kalan bir tutkudur bendeki kalem sevgisi. 40 yıl eğitimcilik yaptım bu sürede, her öğrencinin kalem tutuşu, kalemin defterdeki izleri, eldeki, çantadaki kalem boyutları ilgimi çekmiş beni düşündürmüştür. Bu gözlemlerle ben, o öğrenci ve aldığı eğitim hakkında bilgi alırdım. Hem de 2-3 cm kalmış küçücük kurşunkalemle yazmaya çalışanı veya defteri olmayanları gördükçe içime kramplar girerdi.

Kim bilir; gerçek ve düş ürünü olan nice anı, şiir, öykü yazılmadıkları için toz olup uzayın derinliklerinde kaybolmuş. Ya da gerçeklikten uzaklaşıp söylenceye dönüşmüştür.

Eğer duygular, düşlenenler, yaşamda olup-bitenler not alınıp dile gelmese geleceğimiz söylencelerle çok fakir kalır.

*

Sevgili okurlarım-dostlarım;
Yaz başladı, içeride-dışarıda ortalık alev alev. Çıkar-nefret için kurulan ortaklıkların kirli-kanıl dosyaları ‘cee!’ dercesine aralanıp, kapanıyor! Çıkarcılar, ‘bir-beraber olup’ yeni saflarda buluşuyor başka yangın ve kaoslu günlere hazırlık için.

Ama sanmayın ki kalıcı olacaklar, gidiciler, gidici! Kirleriyle birlikte!

Dostlarım, sevgili kalemim gibi ben de yoruldum… Yeni kalemlerime alışmak, biraz dinlenmek için yazılarıma bir süre ara veriyorum.

Sevgi ve saygılarımla, kalın sağlıcakla…

 1,127 total views

Korona Virüsü ve Marmara Denizini Kaplayan Salya / Nurettin Nebati

08.06.2021

Korona Virüsü ve Marmara Denizini Kaplayan Salya

Nurettin Aybek

Bugün tüm dünya bir virüs ile boğuşuyor, baş etmeye çalışıyor. Peki bu virüsün, ya da hastalığın kaynağı nedir? Çağımızın en tehlikeli hastalığı, kapitalizmin çok kar etme hırsıdır ve diğer hastalıkların da kaynağıdır. Şöyle ki; emperyalist şirketler, ellerine geçirdiği üretim araçları ve kapitalleriyle toplumların üzerinde egemenlik kurarak, aşırı kar etme hırsıyla, doğal kaynakları talan ediyor.

Dünyayı yaşanamaz hale getiriyorlar. Bakın etrafınıza, gördüklerinizin vahameti karşısında şaşıracaksınız. Örneğin, Trakya bölgesine bakın; doğa harikası toprağın ve bölge ikliminin beslediği tüm canlı yaşamın nasıl yok edildiğini göreceksiniz. Ergene ve Meriç boylarına bakın, Çorlu ve köylerine bakın, Çerkezköy’e bakın. Sanayi kuruluşlarının etraflarına nasıl zehir kustuklarını görecek ve üzüleceksiniz. Çorlu dersinde hiçbir canlının yaşayamadığını göreceksiniz, zaten kokudan derenin çevresine yaklaşılamıyor. Çorlu’nun Sağlık mahallesinde yaşayanlar, dereden yayılan koku yüzünden evlerinden dışarıya çıkamıyorlar.

Bu bölgenin havasını, suyunu ve toprağını zehirleyen sanayi kuruluşları, yalnızca buradan sağlayacağı karı düşünüyor. Bölge halkına ve tüm canlı yaşama verdiği zararın hesabını yapmıyorlar. Çünkü bu sanayi kuruluşlarının kazançlarıyla, çevreye verdikleri zararı karşılamalarının mümkün olmayacağını kendileri de biliyorlar. Bu örneği çoğaltın; İzmit’e bakın, Bursa’ya bakın…

Kısacası Türkiye’ye bakın, benzer şeyleri göreceksiniz. Ülkemizin tüm kaynaklarının nasıl yağmalandığı, gözler önündedir. Bakın Kaz Dağları’na, bakın Soma’ya, İkizdere’ye bakın. Kurutulan derelere, kesilen ağaçlara, yakılan ormanlara ve çevreye verilen zararları görün. Marmara Denizi can çekişiyor, her yerini deniz salyası kaplamış. Marmara Denizi’ne boşaltılan kirli atıkların sonucudur, yaşanılan bu çevre felaketi. Marmara Denizi’nde yaşamı bitirdiler…

Bu örnekleri genişleterek Dünya’ya bakın. Petrol uğruna Ortadoğu halklarına yaşatılanlara bakın. Kirli savaşlarla, yerinden yurdundan edilen insanların yaşadıklarına bakın. Sınır kapılarında, soğuktan üşüyen, sularda boğulan bebelere bakın. İlaç ve tohum şirketleri, canlıların genetiğini kendi çıkarları doğrultusunda değiştirerek, tüm canlı yaşama zarar veriyor. Tüm canlıların yaşamı, tek bir organizma gibi bir bütündür. Birisinde yapılan değişiklik, diğerlerini de etkileyerek değişmesine neden olur. Bu da, ileride daha değişik virüslerin ve hastalıkların da ortaya çıkacağının habercisidir.

Dünya üzerinde yaşam bulan canlılık bir bütünlük içerisindedir, bu bütünün bir parçasını yok eder ya da değiştirirseniz, bütünün tamamı da değişir ve bozulur. Toplumlar ve toplumları oluşturan bireyler, doğaya ve doğal yaşama zarar vermeyecek şekilde, doğayla uyumlu yaşayabilme konusunda eğitilerek bilinçlendirilmelidirler. Üzerinde yaşadığımız doğal çevre, tüm canlı türlerinin ortak yaşam alanıdır. Bu yaşam alanının doğallığı korunmalı ve tüm canlı türlerinin soyunun devamına olanak verilmelidir. Ancak bu şekilde, tüm canlılar sağlıklı yaşayabilirler.

 975 total views

Laos’ta Yetişkin Eğitimi / Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin

09.09.2021

Laos’ta Yetişkin Eğitimi

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin
ulasbasar@gmail.com

Laos (tam adıyla Lao Demokratik Halk Cumhuriyeti), komünist parti ile yönetilen 5 ülkeden en az bilineni (diğerleri Küba, Vietnam, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve Çin Halk Cumhuriyeti). 7 milyon nüfuslu ülke, Tayland ve Vietnam’a komşu; bu iki bölgesel gücün bir çeşit çekişme arenası. Laoslular – ki kendilerine ‘Lao’ diyorlar- kültür ve dil olarak Tayland’a, yönetim biçimi, sömürgecilik ve karşıtı mücadele geçmişi dolayısıyla Vietnam’a daha yakınlar. Nüfusun yarıdan fazlası ateist Budist (çünkü Budizm, özünde tanrılı bir din değil – Hint yorumlarını saymazsak), üçte biri yerel halk dinine inanıyor. Türkiye’nin üçte biri bir yüzölçümüne sahip ülke, en yoksul ve son dönemde dışa açılma ve karma ekonomiye geçmeyle birlikte gelir dağılımı en eşitsiz ülkelerden. Bu kısa tanıtımdan sonra şimdi Laoların yetişkin eğitimini inceleyelim (*)

Laos-Vietnam-Çin

Laos’ta yetişkin eğitimi, 15-45 yaş arasındaki ekonomik olarak etkin olan nüfusu eğitmeyi hedefliyordu. Laos’un esin kaynağı, Kuzey Vietnam’da (diğer adıyla Vietnam Demokratik Cumhuriyeti) savaş sırasında uygulanan model. Bu model, savaş sonrasında geliştirilecekti. Modelin kökeni ise Çin’dedir.

Okumaz-Yazmazlık ve Anadilinde Eğitim

Laos, 1975’te krallığı devirip sosyalizmi kurduğunda, önünde büyük bir eğitimsiz ve özellikle de okumaz-yazmaz nüfus vardı. Okumaz-yazmaz oranı, dönemin Çin ve Vietnam’ınkinden daha yüksekti. Sosyalizm, eğitim sistemiyle, ‘yeni sosyalist insan’ı yaratmalıydı. Sömürgecilik ve krallık dönemi öğretmenleri ülkeyi büyük oranda terk ettikleri için, öğretmen açığı ciddi bir sorun olarak karşılarına çıktı. Diğer bir sorun, azınlıklardan oluşan nüfusun yoğun olduğu bölgelerde çoğunluk Lao dilinin ortak dil olarak kullanıma sokulması oldu. Nüfusun yaklaşık yarısı Lao, gerisi çeşitli etnik gruplardan oluşuyor. Bu nedenle, anadilinde eğitim önem kazanıyordu. Azınlık dillerinde radyo programlarıyla bu eğitim açığı kapatılmaya çalışılır. Zaten Lao devrimcilerin büyük bir bölümü azınlıklardan gelmeydi.

Tarafsız Kalamayan Eğitim

Lao halk eğitimi, Çin ve Vietnam örneklerinde olduğu gibi, okuma-yazma eğitimini yalnızca teknik bir iş olarak görmüyor, devrimi yaymanın bir aracı olarak da görüyordu. Halk eğitimi, devrim zamanında tarafsız olamazdı, bir taraf tutmak zorundaydı. Bu eğitim modeli, feodal kalıntılara, eski sömürgeci zihniyete ve gerici geleneklere savaş açacaktır.  

Bombalar Altında Halk Eğitimi

Savaş zamanında, diğer bir deyişle 1975 öncesinde, devrimcilerin kurtarılmış bölgelerinde bir yerel birimde okuma-yazma oranının düşüklüğü saptandığında, oraya bir halk öğretmeni atanır; öğretmen köylülerle ilk toplantısında, eğitimin bilgi demek olduğundan ve bilginin yabancı işgalini yenmek için gerekli olduğundan söz açardı. Köylüler içinde okuma-yazma bilenler gölge öğretmenler olurdu. Kimi örneklerde, okuma-yazma bilen çocukların gölge öğretmen olduğu da olurdu. Dersler zorunlu değildi, fakat akran baskısı ve yukarıdan gelen baskı, derslerin üstündeydi. Bombalar eğitim yılını sekteye uğratıyor, materyal yetersizliği doğaçlamayı özendirirken, yine de bu eğitim modeli, yerel nüfusun onda birine dokunarak bir yol almış sayılırdı.

Öğretmen Açığını Kapatmak

Devrim sonrasında, Laos’ta halk eğitimi, okumaz-yazmazlıkla mücadele programıyla başlatılıp ‘Kültürü Güncellemek’ adlı 3 dersle devam ediyordu. Bu 3 ders, ilkokula, sonraki 3 ders ise ortaokula karşılık geliyordu. Halk eğitiminde her 3 öğrenciye 1 öğretmen düşecek bir model söz konusu idi. Bu da, öğretmen açığı anlamına geliyordu. Bunu aşmak için, devlet, tüm okuryazarları göreve davet etti; ek iş gibi yapılan halk eğitimine katılan öğreticilere belli bir miktar ödeme yapıldı. Bunların içinde, memurlar, askerler, işçiler ve öğrenciler olduğu kadar Budacı rahipler de vardı.

Büyük Başarı

Etnik gruplar için ise iş daha da zordu; insan kaynağı açığı daha fazlaydı. Bu, şöyle bir modelle giderildi: Küçük bir gruba, başkalarına öğretmek koşuluyla okuma-yazma öğretiliyor. Bu koşulu yerine getirdikten sonra ‘Kültürü Güncellemek’ dersine geçiliyor; bunları bitirenler de yine, bilmeyenlere öğretiyorlardı. Bu ve önceki modelin başarıları, geçen yıllar içinde, önce % 80’lere sonra % 98.75 ulaşacaktı.

Kazananlar-Kaybedenler

Ders kitaplarına bakıldığında, bunların devrimci anlatılarla beslendiği ve yoldaşlık gibi değerlerin özendirildiği görülüyor. Halkın partiye, partinin halka yönelik sorumlulukları vurgulanıyor. Beden eğitiminin önemine dikkat çekiliyor. Devrimle birlikte, ülkenin eğitimsiz kesimlerinden gelme devrimciler, kralcı ve daha eğitimli kesimlere devrimci halk eğitimi veriyor; bu da, savaşın kaybeden tarafının eğitimi anlamına geldiğinden, çok verimli olamayabiliyor.

Partililer

Halk eğitiminden yalnızca halk değil, partililer de yararlanıyor. Eğitimsiz partililer çok fazla sayıda. Dolayısıyla, halk eğitiminin bir ayağı da devrimcilerin eğitimi. Devrim sonrasında, bakanlık görevlilerinin eğitimli değillerse halk okullarında eğitim görmeleri isteniyor. Fakat bir yandan da siyasal eğitim alan kadrolarda, fazla eğitime maruz kalmaktan kaynaklı bir isteksizlik söz konusu olabiliyor.

Sonuç

Asya’nın sosyalist ülkelerinde halk eğitimi okuryazarlıkla adeta özdeşleştiği için, okumaz-yazmazlık ortadan kalktığında, halk eğitiminin de önemi azaldı ya da öyle göründü. Fakat sonrasında, geçilen karma ekonomi modelleri, işgücünün sürekli olarak güncellenmesinin gerekliliğini gösterdi. Örneğin, Vietnam’da 2. dil Rusça’yken, İngilizce baskın çıkmaya başladı. Dil dışında, bilgisayar ve makine becerileri de oldukça hızlı güncelleniyor. Bundan sonrasında, Laos’u da içermek üzere Asya’nın sosyalist miraslı ülkelerinde okuryazarlık değil de piyasanın isterlerine bağlı olarak halk eğitiminin yine yükselişe geçeceğini ve kalkınma modelleriyle ilişkilendirileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Küreselleşmeyle hızla bütünleşen eğitimli işgücü gereksinimi, halk eğitimini yeniden gündeme getiriyor – fakat daha çok, yetişkinlere yönelik meslek eğitimi olarak…

(*) Bu konuda, dikkate değer bir katkı, Creak (2018). Bu yazıda, bu metni özetleyip geliştiriyoruz.

Creak, S. (2018). Abolishing Illiteracy and Upgrading Culture: Adult Education and  Revolutionary Hegemony in Socialist Laos. Journal of Contemporary Asia, DOI: 10.1080/00472336.2018.1470251

 872 total views

“Uyumayacaksın!” / Emin Toprak

24.05.2021

“Uyumayacaksın!”

Emin Toprak

Şiir okumayı, dinlemeyi ve sonra imgeleri üzerinde düşünmeyi çok severim. İşte, Melih Cevdet Anday’ın beni çok etkileyen bir şiiri: 

Telgrafhane

Uyumayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin… -diye devam eder.

Anday, bu şiiri 1952 yılında yazmış. O yıllarda insanlar arası iletişimi, iletken tellerdeki elektriğin elektromanyetik sinyalleri “tik-tak ve alo, alo” sesleriyle sağlardı. Bizleri, dünyanın her noktasıyla zaman-sınır-sırasız, sesli-görüntülü-belgeli olarak buluşturan, bazen de uykusuz bırakan dijital internet çok yeni. 

***   

3 Kasım 1996 günü akşam üstü saatleri, Balıkesir-Bursa arasındaki Susurluk ilçesinde, kimilerinin “Susurluk Kazası” kimileri de “Susurluk Skandalı” dediği bir trafik kazası oldu. 

DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak‘a ait siyah mercedesin yolcuları, toplandıkları tatil beldesinden çıkmış, İstanbul’a dönüyorlardı. Çok hızla yol alırken birdenbire yakıt istasyonundan yakıt alıp ana yola çıkmakta olan bir kamyonla çarpışırlar. Sedat Bucak yaralı olarak kurtulmuş, diğer üç kişi ise ölmüştü.  

Araçtaki oturma düzeni şöyleydi: 

Direksiyonda: İstanbul Polis Okulunun Müdürü Hüseyin Kocadağ

Hemen yanında: siyaset ve feodalite temsilcisi Sedat Bucak…

Önceliklilerin oturduğu arka koltukta ise ‘Mehmet Özbay‘ kimliği olan bir kişi ile sevgilisi vardı. Bu kişiye ait ‘silah taşıma belgesi’, dönemin en etkili isimlerinden biri olan İçişleri Bakanı Mehmet Ağar‘ın imzasını taşıyordu. 

Aracın bagajı bir cephanelikti: Özel Harekât Daire Başkanlığı envanterine kayıtlı iken “kaybolduğu” söylenen suikast silahları ve mühimmat vardı. Ayrıca, bagajda olduğu halde “kaybolan” belgeler dolusu bir çanta…   

Sonra, Mehmet Özbay kimlikli kişinin; karanlık ve çok kirli eylemleriyle ün almış bu nedenle de kırmızı bültenle aranan Abdullah Çatlı olduğu ortaya çıkmıştı.  

Abdullah Çatlı, 1978’de Ankara Bahçelievler’de 7 TİP’li öğrenci ve Doç. Dr. Bedrettin Cömert’in katledilmesi olaylarının firari sanığı iken yurt dışına kaçmış, orada da uyuşturucu ticareti nedeniyle birçok kez tutuklanmıştı. 1990’da İsviçre’deki bir cezaevinden firar etmiş, kırmızı bültenle aranan biriydi. 

Bu kaza sanki kirlilikleri ortaya çıkarmak için kurgulanmış bir senaryo idi.

Çünkü, devlet zırhı içinde güçlenip pek çok faili meçhul katliam yapan bir odak vardı. Bu odak vatandaşın-kamunun kaynaklarına el koyup korku salardı. Görünmez olduğu için derin devlet adını alan bu odak her zaman kirli, karanlık ve gizli kalmıştı. 

İşte bu trafik kazası sonunda Pandora’nın Kutusu’ açılmıştı. Böylece; gizli-saklı-kirli siyaset-polis-mafya ilişkileri apaçık ortaya çıkmıştı.

Kamuoyu bu olayla sarsılıp büyük bir tepki göstererek kaza ile ortaya çıkan devlet-siyaset-mafya ilişkilerinin ortaya çıkarılması için “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” ismi ile bir sivil toplum eylemi başlattı. 

Ülke çapında büyük bir destek alan bu ışık kapatma eylemi tencere, tava, ıslık ve protesto sesleri eşliğinde büyük bir katımla günlerce sürmüştü. 

Bu eylem sonunda:

Başbakanı Erbakan: “Gulu, Gulu Dansı” dedi.Mecliste komisyonlar kuruldu. Üç tane ‘Susurluk Raporu’ hazırlandı.  

Ayhan Çarkın, faili meçhul cinayetlerin özel harekât polisleri tarafından Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin’in talimatıyla “devletin bilgisi dâhilinde” işlendiğini açıkladı. Savcılık, Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Korkut Eken, Yeşil Kod adlı Mahmut Yıldırım ve özel harekât polislerinin arasında olduğu 19 kişi hakkında 18 faili meçhul cinayetten dava açıldı. 

İçişleri Bakanı Mehmet Ağar istifa etti ve hakkında ‘cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturmak’ suçundan 5 yıl hapis cezası verildi.

Ama, Susurluk, Yeşil, Jitem katliam dosyaları kirlerinden aklanmadan sırları ile birlikte karanlık raflarda yerini aldı. 

Erbakan’ın haksız “Gulu, Gulu Dansı” benzetmesi haklı çıktı!    

***

Aradan 26 yıl geçti. Gökyüzünü yine kapkara bulutlar sarmış. Bulutlar arası hedefsiz şimşekler çarpışırken, yeryüzünü yıldırımlar hedef almış durumda. 

Organize Suç Lideri Çakıcı ‘af’ ile hapisten çıkınca, o bilindik ‘yaşlı kurtlar’: Çakıcı-Ağar-Alan-Eken toplandı ve paylaşım paydaşlarını  ‘fotoğraf’ ile duyurdular. Bu karede yer bulamayan Organize Suç Lideri Turancı Sedat Peker ‘dönüş sözü’ alarak yurtdışına çıkmıştı.

‘Söz’ tutulmayınca ‘racona’ uyan Peker, ‘Bir tripot, bir kamera” eşliğinde; gülerek, suçlayarak, tehdit ederek, faillerin bütün kirliliklerini tanık, belge, yer, zaman sıralamasıyla ortaya döküp, meydan okudu. Hem de eğer söyledikleri gerçek çıkmazsa, parmak ve bilek kesme sözü bile verdi.  

Hedefinde: Soylu, Ağar, Ağar’ın ‘Bodrum Hatırası’ fotoğrafı, Pelikancılar, medya patronları ve yalaka gazeteciler var. 

*

Orta yerde ülkenin gerçekleri:

Ülkemiz dünyada yapayalnız kalmış.

Maliye, Ticaret, İçişleri Bakanları hakkında çokça söylenti var.

Esnaf kepenk kapatmış, ticaret durmuş, iflas-intiharlar artmış. 

Kolimbiya Savunma Bakanı, İzmir Limanına gidecek olan 4.900 kg. kokain yakalandığını söylemiş. Bizimkiler, ‘Kime?!’ diye soramaz olmuş.

Adalet, Hukuk, Yasama, Yargıya işlev kazandıran kuvvetler ayrılığı tek elde toplanınca: Meclis, yargıç-savcılar işlevsiz, akademi ve medya konuşamaz olmuş. 

Yoksulluk-Yolsuzluk-Yasakları yok etme sözleri unutulmuştur. ‘3Y’; ihale yasaları ve kapitülasyon benzeri taahhütler imzalanarak ‘resmileşmiş’ daha kalıcı olarak sisteme eklenmiştir.

*

Mahsuni Şerif, yıllar önce olup bitenleri sıralayıp faillere: Yuh! Yuh! -çekerken, halkına da: Uykuda mısın? Uyan! Uyan! –demişti. 

Evet, “öğrenilmiş çaresizlik” gereği bizler; 26 yıl önce sivil toplumun büyük bir katılımla yaptığı: “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” benzeri bir eylemi bile yapmıyoruz. 

Sadece bakınıp-yakınıp-umutla bekliyoruz! 

İşte, memleketin hali! Şimdi gel de uyu. 

 1,047 total views,  1 views today

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu