Press "Enter" to skip to content

Eğitimin Felsefesi ve Sosyolojisi (2): Eğitim Antropolojisi / Ulaş Başar Gezgin

buy legit accutane 03.05.2021

buy Lurasidone online Eğitimin Felsefesi ve Sosyolojisi (2): Eğitim Antropolojisi

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin
ulasbasar@gmail.com


Eğitim antropolojisi, adı üstünde, eğitime antropolojik kuram ve yöntemlerin uygulanmasından oluşuyor. Eğitim sosyolojisine göre daha az bilinen bu alanda sıklıkla bir ülkedeki etnik azınlığa ait öğrenciler konu ediliyor; kimi zamansa, başka ülkelerin çoğunluk kültürleri ele alınabiliyor. Bu yazıda, eğitim antropolojisine ilişkin çalışmalardan kimi örneklere yer veriyoruz.

Yerlilerin Eğitimi ve Yerli Dillerinin Canlandırılması

Yerlilerden eğitim adına öğreneceğimiz neler var? Barnhardt ve Oscar Kawagley (2005) bu soruyu Alaska yerlileri tikelinde yanıtlamaya çalışmış. Lipka (1991), Eskimo öğretmenlere ilişkin bir araştırmanın bulgularını paylaşıyor. Au (1980) ise Hawaili çocuklarla çalışmış; onların okuma dersini geleneksel törenlerle uyuşacak biçimde planlayıp bunun eğitim performansını arttırıp arttırmadığına bakmış. Benzer bir biçimde, Eder (2008), Navajo geleneksel anlatı geleneğini eğitime uyarlamış. McCarty ve ark. (1991), Navajo çocuklara uygulanan çift-dilli bir eğitim programının sunumunu yapıyor. Spolsky (2008) ise, İngilizce eğitim, din ve ticari yaşam gibi etmenler nedeniyle gerileyen Navajo dilinin yeniden uyanışı için neler yapılabileceği sorusunu masaya yatırıyor. Aynı dilsel uyanış tartışması, Hawai dili (Warner, 2008; Wong, 2008) ve Athabasca dilleri (Dementi-Leonard ve Gilmore, 1999) için de yapılıyor. Bir Navajo araştırmacı tarafından gerçekleştirilen bir başka çalışmada, kendi kaderini tayin hakkı ile anadilinde eğitim arasındaki kopmaz bağ ele alınıyor (Manuelito, 2008). Bir diğer Kızılderili dili olan Ojibwe kimi okullarda ek ders olarak veriliyor. Hermes (2005)’te bu durumun her derste anadilinde eğitim yararına eleştirildiğini, yetersiz bulunduğunu görüyoruz. Lipka & McCarty (1994)’te ise, Navajo ve Yup’ik dillerinde eğitim veren öğretmenlerin öğretim yöntemleri karşılaştırmalı bir biçimde inceleniyor.  

Doğu Asyalı Öğrencilerin Eğitimi

Schneider ve Lee (1990), Doğu Asyalı ilkokul öğrencilerinin neden Anglo öğrencilerden genel olarak daha başarılı olduğu sorusunu yanıtlamaya çalışıyor; alan çalışmasında öğrenciler ve velilerin eğitime ilişkin beklentileri ve değerlerinde farklılıklara rastlıyor. Lee (1994), Doğu Asyalı lise öğrencilerindeki model öğrenci olma kalıpyargısı üstüne çalışıyor. Çinli-Amerikalı ailelerde çocuk-ebeveyn ilişkilerinde yabancılaşmanın yaygın olduğunu bulgulayan araştırmalar da söz konusu (Baolian Qin, 2006). Li (2003)’te model azınlık söyleminin bir mit olduğu alan çalışmasıyla gösteriliyor.

Latinolar ve Eğitim

Latinx (*) çocukları çalışan Cammarota (2004), baskı aracı olarak görülen okula karşı direnişi konu alıyor. Hornberger (2000) 3 And ülkesinde, Peru, Ekvator ve Bolivya’da çift-dilli öğretim siyasaları ve bunların ulus inşasına etkileri üstüne çalışıyor. Latina profesörler ise, Madina ve Luna (2008)’in konusu. Latinx’ler ABD’nin en büyük azınlığı ve hızlı büyüyen bir nüfus. Bu nedenle, bu tür çalışmaların daha da önem kazanması bekleniyor.

Çeşitli Ülkelerde Eğitim

Lave (1997)’de, Liberya’da aritmetiği geleneksel çıraklık bağlamında ele alan bir programa yer verilmiş. Lukens‐Bull (2001) Endonezya’nın Java eyaletinde İslami eğitimi ve bu eğitimin küreselleşmeyle karşılaşmalarını incelemiş. Zanten (1997), Fransa’da benzeştirici (asimile edici) etkileri olan göçmen eğitimine bakıyor. Froerer (2012) ise, Orta Hindistan’ın en tutucu bölgelerinden birinde kızların eğitimine odaklanıyor. Valentin (2012), Hindistan’daki Nepalli göçmenlerin eğitim durumlarını gözden geçiriyor. Woronow (2008), eğitim reformu bağlamında Çin’de 3 ilkokulda öğrencinin gözünden yaratıcılık kavramsallaştırmalarını ele alıyor. Harrison ve Papa (2005), Yeni Zelanda’da Maori öğrencilerin anadillerini ve etnik bilgilerini kazanmak için geliştirilen bir programı tanıtıyor.

Irkçılık

Eğitim antropolojisinde yaygın olarak çalışılan bir diğer konu, ırkçılık. Gillborn (1997), öğrenci başarısına etki eden bir değişken olarak öğretmen ırkçılığını ele alıyor. Okul başarısı(zlığı), kurumsallaşmış ırkçılığın bir sonucu olabiliyor (Spears, 1978). Castagno (2008), ırkçılık konusunda sessiz kalmanın Beyaz üstünlükçülerin yararına olduğunu belirtiyor. Eleştirel erkeklik araştırmaları için geçerli olduğu gibi, eleştirel beyazlık çalışmalarına gereksinim duyuluyor (bkz. Akom, 2008).  Sorunun kökü daha da derinde. Irklar gerçekte yoklarken, kimi araştırmacılar bile hâlâ onların varlığına inanıyor (Lieberman, Stevenson ve Reynolds, 1989). (**) Oysa doğru kategori, etnisite. Örneğin, Latinx bir ırk değildir, Suriyeli de öyle. Bunlar etnik gruplardır.

Sonuç

Sonuç olarak, eğitim antropolojisinin sık işlediği izlekler olarak, yerlilerin eğitimi, yerli dillerinin canlandırılması, göçmenlerin eğitimi ve ırkçılığı anabiliriz. Elbette bu kapsamın dışında başka görgül çalışmalar da, kuramsal çalışmalar da yapılıyor.

Dipnotlar:

(*) Latinx, bir yandan Latinaları (kadın) bir yandan Latinoları (erkek) kapsayan, cinsiyet-bağımsız ifade. Görece yeni bir kullanım.

(**) Gerçi bu eski bir araştırma. Antropologlar arasında ırkın varlığına inananlar artık çok daha az; ama aynısını nüfusun geneli için söylemek zor.

Kaynakça

Akom, A. A. (2008). Black metropolis and mental life: Beyond the “burden of ‘acting white’” toward a third wave of critical racial studies. Anthropology & Education Quarterly, 39(3), 247-265.

Au, K. H. P. (1980). Participation structures in a reading lesson with Hawaiian children: Analysis of a culturally appropriate instructional event. Anthropology & Education Quarterly, 11(2), 91-115.

Baolian Qin, D. (2006). ” Our child doesn’t talk to us anymore”: Alienation in immigrant Chinese families. Anthropology & Education Quarterly, 37(2), 162-179.

Barnhardt, R., & Oscar Kawagley, A. (2005). Indigenous knowledge systems and Alaska Native ways of knowing. Anthropology & Education Quarterly, 36(1), 8-23.

Castagno, A. E. (2008). “I don’t want to hear that!”: Legitimating whiteness through silence in schools. Anthropology & Education Quarterly, 39(3), 314-333.

Dementi‐Leonard, B., & Gilmore, P. (1999). Language Revitalization and Identity in Social Context: A Community‐Based Athabascan Language Preservation Project in Western Interior Alaska. Anthropology & Education Quarterly, 30(1), 37-55.

Eder, D. J. (2007). Bringing Navajo storytelling practices into schools: The importance of maintaining cultural integrity. Anthropology & Education Quarterly, 38(3), 278-296.

Froerer, P. (2012). Learning, Livelihoods, and Social Mobility: Valuing Girls’ Education in Central I ndia. Anthropology & Education Quarterly, 43(4), 344-357.

Gillborn, D. (1997). Ethnicity and educational performance in the United Kingdom: Racism, ethnicity, and variability in achievement. Anthropology & Education Quarterly, 28(3), 375-393.

Harrison, B. & Papa, R. (2005). The development of an Indigenous knowledge program in a New Zealand Maori‐language immersion school. Anthropology & Education Quarterly, 36(1), 57-72.

Hermes, M. (2005). “Ma’iingan is just a misspelling of the word wolf”: A case for teaching culture through language. Anthropology & education quarterly, 36(1), 43-56.

Hornberger, N. H. (2000). Bilingual education policy and practice in the Andes: Ideological paradox and intercultural possibility. Anthropology & education quarterly, 31(2), 173-201.

Lave, J. (1977). Cognitive consequences of traditional apprenticeship training in West Africa. Anthropology & Education Quarterly, 8(3), 177-180.

Lee, S. J. (1994). Behind the model‐minority stereotype: Voices of high‐and low‐achieving Asian American students. Anthropology & Education Quarterly, 25(4), 413-429.

Li, G. (2003). Literacy, culture, and politics of schooling: Counternarratives of a Chinese Canadian family. Anthropology & Education Quarterly, 34(2), 182-204.

Lieberman, L., Stevenson, B. W., & Reynolds, L. T. (1989). Race and anthropology: A core concept without consensus. Anthropology & Education quarterly, 20(2), 67-73.

Lipka, J. (1991). Toward a culturally based pedagogy: A case study of one Yup’ik Eskimo teacher. Anthropology & Education Quarterly, 22(3), 203-223.

Lipka, J., & McCarty, T. L. (1994). Changing the culture of schooling: Navajo and Yup’ik cases. Anthropology & Education Quarterly, 25(3), 266-284.

Lukens‐Bull, R. A. (2001). Two sides of the same coin: Modernity and tradition in Islamic education in Indonesia. Anthropology & education quarterly, 32(3), 350-372.

Manuelito, K. (2005). The role of education in American Indian self‐determination: lessons from the Ramah Navajo Community School. Anthropology & Education Quarterly, 36(1), 73-87.

McCarty, T. L., Wallace, S., Lynch, R. H., & Benally, A. (1991). Classroom inquiry and Navajo learning styles: A call for reassessment. Anthropology & Education Quarterly, 22(1), 42-59.

Schneider, B., & Lee, Y. (1990). A model for academic success: The school and home environment of East Asian students. Anthropology & Education Quarterly, 21(4), 358-377.

Spears, A. K. (1978). Institutionalized racism and the education of Blacks. Anthropology & Education Quarterly, 9(2), 127-136.

Spolsky, B. (2002). Prospects for the survival of the Navajo language: A reconsideration. Anthropology & Education Quarterly, 33(2), 139-162.

Valentin, K. (2012). The Role of Education in Mobile Livelihoods: Social and Geographical Routes of Young Nepalese Migrants in India. Anthropology & Education Quarterly, 43(4), 429-442.

Warner, S. L. N. E. (1999). Kuleana: The right, responsibility, and authority of indigenous peoples to speak and make decisions for themselves in language and cultural revitalization. Anthropology & Education Quarterly, 30(1), 68-93.

Wong, L. (1999). Authenticity and the revitalization of Hawaiian. Anthropology & Education Quarterly, 30(1), 94-115.

Woronov, T. E. (2008). Raising quality, fostering “creativity”: Ideologies and practices of education reform in Beijing. Anthropology & Education Quarterly, 39(4), 401-422.

 1,059 total views

‘Mutlu Olma’ Arayışı / Emin Toprak

29.03.2021

‘Mutlu Olma’ Arayışı

Emin Toprak

Mutlu yaşama isteği her canlı gibi insanların da ihtiyacı ve amacıdır. O halde toplumsal ve bireysel yaşam sürecimizi, ‘mutlu’ olmak için verdiğimiz uğraş ve arayışlarımız belirler.

Toplumu oluşturan her insanın, biyolojik, kimyasal, psikolojik ve toplumsal temeli olan sekiz duygu taşıdığı, bunların ise: Mutluluk, Üzüntü, Korku, Şaşkınlık, Öfke, İlgi, İğrenme, Utanç olduğu söylenir.

Hiçbir duygu sürekli olarak devam etmez, ihtiyaçla başlar, doyumla sönümlenir ve yeniden başlar.

Eğer yaşadığımız bir duyguyu tahlil edersek, onun, sadece kendisi olmadığını, onun kendi içinde benzeri ve zıttı olan duyguları da taşıdığını, besleyip büyüttüğünü görürüz. Bu birliktelik içinde her duygu önce kendi içinde filizlenir dal budak salar ve diğer duygularla birlikte insanın yaşamına yön verir.

İşte bu sonlanmayan yaşamın diyalektiğidir.

‘Diyalektik’, kısaca: ‘neden-sonuç’ ilişkisidir. Eğer tanımı biraz daha genişletirsek: Diyalektik; zaman-mekân aralığında belli koşulların, karşıtlarını (zıtlarınıharekete geçirmesiyle oluşan ve sürekli yinelenen (durağan olmayan) bir değişim-dönüşüm sürecidir.

Bu, mutlu olma isteğinin başlattığı yaşam sürecinde bir yol alıştır. Bu yol alışta yolcuları; dikenler, çiçekler, değişik tat ve kokular bekler. Tabii ki, ‘mutlu olmak’ isteği, diğer tüm istek ve duyuların önüne geçerek bir lokomotif olur. İnsanlar bu yolculuk sırasında diğer duygularla karşılaşır tanışırlar. İşte o zaman tadarlar tüm acı-tatlı yaşanmışlıkları.

Tüm insanların ortak amacı mutlu olmak olsa da mutlu olmak amacıyla yola çıkanların; izledikleri yollar, kullandıkları yöntemler ve anlayışları farklı farklıdır.

Kimileri, çaba ve becerilerini birleştirip birlikte çareler ararken…

Kimileri, kendilerini yetersiz, güçsüz ve çaresiz görüp kendilerini mutlu edecek bir güç, sığınacak bir güçlü arayışında bulunur. Ona yalvarır, ondan diler-ister, ondan beklerler.

Bu anlayışların birincisini ‘dünyevi’, ikincisini ise kaderci ‘öte dünyacı’ olarak adlandırabiliriz.

İşte bu anlayışlardır, toplumlardaki mutluluk-mutsuzluk, acı-sevinçleri besleyen büyüten.

İşte bu anlayışlar sonucu ortaya çıkmıştır, dünyadaki inanç sistemleri ve devletler.

İşte bu anlayış farklılıklarını ustaca kullananlar; algıya, yalana, çıkara, sömürüye dayalı despot düzenlerini böylelikle kurarlar.

İşte bu anlayışlarla doğal çevre zarar görür, canlılar yok olur, savaşlar çıkar, kan ve gözyaşlarıyla döner dünyanın çarkı.

***

Canlıların oluşumuyla başlar biyoloji bilimi. Demek oluyor ki, yaşamla yaşıttır biyoloji bilimi.

Bu en yaşlı bilimin, yani biyolojinin felsefesi ise evrimdir. Evrimle oluşur dünyadaki tüm değişim, gelişim, dönüşüm, başkalaşımlar.

Ünlü bir biyolog olan Theodosius Dobzhansky, 1973’te yazığı makalede: Evrimin ışığı olmaksızın, biyolojide hiçbir şeyin anlamı yoktur.” -deyip, anlatmak ister evrimin önemini.

Bilime anlam kazandıran evrim konusu, dünya üzerinde sadece Suudi Arabistan’da eğitim müfredatında yer almıyordu. Fakat ülkesinde farklı inançlar olduğu halde okullarında din derslerini zorunlu olarak okutan, bununla da yetinmeyip din dersini seçmeli derslerle destekleyen Türkiye, Suudi Arabistan’ı yalnız bırakmadı.

Milli Eğitim Bakanlığı 18 Temmuz 2017’de Fen Bilgisi müfredatında yer almakta olan ‘evrim’ konusunu: “Öğrencilerin düzeyinin üzerinde olduğu…” -gerekçesiyle müfredattan çıkardı. Bu gerekçe samimi olmayan bir karartmaydı. Asıl gerekçe ve amaçları, ‘Evrim Teorisi’nin yerine bilimsel olmayan inanca dayalı ‘Yaratılış Teorisi’ni getirmekti, zaten uygulamalarıyla da bunu gerçekleştirdiler.

Böylece evrim konusu kapsam dışında bırakılarak; özgür düşünen, araştıran ve sorgulayan bireylerin yetiştirilmesini istemiyoruz demek istediler. Toplum da bunu istiyor olacak ki, böylesi bilimdışı uygulamaya tepkisiz kaldı!

Gelin görün ki, dünya döndü, Covit-19 pandemisi dünyayı sarmaya, sarsmaya devam etmeye başlayınca, her gün hatırlar olduk evrim konusunu.

En önce İngiltere Sağlık Bakanı, Coronavirüsün mutasyona uğradığını söyledi, sonra da bu sözler bizde ve tüm dünyada yankı buldu.

Peki, ama mutasyon ne demek?

Varyant ne anlama gelir?

Mutasyon ve varyant kelimeleri değişim anlamına gelmektedir.

Bir canlının genomu içindeki DNA ya da RNA diziliminde meydana gelen kalıcı değişmelerdir.

Kısacası mutasyon bir organizmanın evrim geçirerek değişmesidir.

Eğer mutlu olmak ve bilime-fenne uygun bir yaşam sürmek istiyorsak:

Ülke yönetimimiz ve eğitim sistemimizin bilimsel değişim sürecine uyması gerekir.

 1,078 total views

Şimdi Ne Mutlusunuz! / Emin Toprak

22.03.2021

Şimdi Ne Mutlusunuz!

Emin Toprak

 

Kaç gündür bana karşı kalemim ve klavyedeki tuşlar sözleşerek bir direniş başlatmış, yazmak istemiyorlar. Ben de onların bu dirençlerine boyun eğmiş ve tutuk kalmıştım. 

Şu an saat 17 oldu. ‘Bu direniş bitmeli!’ diye düşündüm ve  hemen gönülsüz klavyenin başına geçtim. Ona okşar bakışla bakıp hafifçe dokundum. Bakıştık. O, gülümseyince bunu fırsat bildim ve direnmesi son bulsun diye:

“Sana susmak yakışmaz, gel birlikte bir şeyler yazalım.”-dedim, sessizce. 

Kızdı ve dik dik baktı yüzüme: 

“Susan ben değilim ki, sensin, senin için, senin parmakların!”-dedi hiddetle. 

Haklıydı. Ben de suçumu kabul edip: 

“O halde istersen hemen başlayalım, nasılsa bugünlerde konu bolluğu da çok, en güncelinden başlayalım istersen.” -dedim, o da kabul etti ve bu yazımız da böyle başladı. 

Bu anlaşmamızdan iki gün öncesinde başlayarak: 

Ülkemizin; ekranlarında, salonlarında, meydanlarında, mecliste her yerde, büyük çoğunluk ‘Andımız’ etrafında ve şaha kalkmış bir öfke ile toplanmıştı. O öfkenin sesleri çınlatmıştı her yanı. Bize, bizden başka dost olmaz, biz en üstünüz diyorlar.  

Peki, neye karşılar?

-İnsanca, özgürce, eşitçe yaşamak isteyenlere… 

-İnsani değerleri koruyan, insan haklarını savunan, ‘Kardeş Olun Ey İnsanlar’ diyen, “Yurtta Barış, Dünyada Barış” isteyen, kısacası herkesi kucaklayan barışçı And’lara karşı çıkıyorlar… 

Demokrasiye, çoğulculuğa, eşitliğe karşı çıkıyor, tekçiliği savunuyorlar! 

*

(Burada bir parantez açıp Eğitimpedia Platformundan alıntılanan ve  dünyanın çok az ülkesinde okutulan ‘Öğrenci Andı’ metinlerini paylaşmak istiyorum. İşte o metinler:

  •  ABD

“Amerika Birleşik Devletleri’nin bayrağına ve onun temsil ettiği cumhuriyete bağlılık yemini ediyorum: Tanrının gözetiminde tek ve bölünmez bir millet, herkese özgürlük ve adalet.”

  • Meksika

“Meksika’nın bayrağı, kahramanlarımızın mirası, atalarımızın ve kardeşlerimizin birliğinin simgesi. Hayatlarımızı adadığımız anavatanımızı insancıl ve cömert bir bağımsız ülke yapan özgürlük ve adalet değerlerine sadık kalmak için ant içiyoruz.“

  • Filipinler

“Ben bir Filipinliyim. Filipinlerin bayrağına ve onun temsil ettiği ülkeye bağlılık andı içiyorum. Gurur, adalet ve özgürlüğün olduğu bir ulus için. Tanrı için. İnsanlar için. Doğa ve ülke için.”

  • Hindistan

“Hindistan benim ülkemdir. Tüm Hintliler benim kardeşlerimdir. Ülkemi severim ve onun 
zengin mirasından gurur duyarım. Her zaman buna değer olmaya çalışacağım. Ebeveynlerime, öğretmenlerime ve tüm yaşlılara saygı duyup herkese hürmet edeceğim. Ülkeme ve insanlarıma bağlılık yemini ediyorum. Onların mutluluğu ve refahı benim mutluluğumdur.”

  • Singapur:

“Biz, Singapur vatandaşları, ırkımız, dilimiz ya da dinimiz ne olursa olsun, bir olmuş insanlar olarak adalete ve eşitliğe dayanan demokratik bir toplum yaratmak için ve aynı zamanda ulusumuzun mutluluğu, refahı ve ilerlemesi için ant içeriz.” 

Görüldüğü gibi ‘Öğrenci Andı’ okutan her ülke, kendi ortak değerlerine vurgular yapıyor… Ama bizdeki gibi çocuklarının varlığını armağan eden hiçbir ülke yok.)

*

Bunun için de: 

Önce ‘Hipokrat And’ını’ içselleştirmiş, aynı zamanda ‘İnsan Hakları Savunucusu’ bir hekim olan Ömer Faruk Gergerlioğlu‘nu hedef alıp, onu etkisiz kılmak istediler… 

Sonra da Gergerlioğlu anlayışındakilerin toplandığı Halkların Demokrasi Partisi HDP’yi…  

Sanki, ülkemizin başka hiçbir sorunu yokmuş, 

Sanki, ülkemizin hazinesi tamtakır değilmiş,

Sanki, geleceğimiz olan gençlerimiz aç işsiz, güvencesiz değilmiş,  

Sanki, ülkemizde kadın cinayetleri yokmuş,

Sanki, ülkemizde iflaslar yokmuş, 

Sanki, ülkemizde işkence yokmuş,

Sanki, ülkemizin yapacak bir işi, başka bir konusu kalmamış,

Sanki, ülkemiz: “Dünya Mutluluk Raporu”/“Dünya Özgürlük Raporu”/“Dünya Demokrasi Raporu” sıralamalarında en sonlarda değilmiş…

Bu gündemi değiştirmek için, ortaya çıkan tükenmişliklerini gizlemek için.   

Demokrat olduğunu savunan bir parti, olanlarla yetinmemiş olacak ki, kürsüsüne bir çocuk çıkarmış! Bu çocuk da ‘hazırol’da bekleyen anne-baba-dede-ninelerine öfkeli, kızgın ama çocukça bir tonda ‘Andımızı’ tekrar ettiriyor.  

Diğerleri de susmadı, kimi tehdit edip meydan okudu, kimi beddualar… 

Ama hiç bilmezler ki, demokrasi matematiğinde insan haklarının; %1’i (yüzde biri), %99’a (yüzde doksan dokuza) denktir.  

Oysa hedefimiz birlikte bir demokratik barış iklimi yaratmak, o iklimde daha mutlu, özgür yaşamaya çalışmak olmalıydı. 

O zaman ‘güvenlikçi’ bir anlayışla, yönetilmez, kaynaklarımız da top, bomba, füze, uçak gibi ölüm araçları için harcanmaz, insanlar büyük acılar yaşamazdı. 

O zaman işi aşı olan herkes güzellikler içinde yaşardı. 

O zaman: “Ayna ayna, söyle bana, benden daha güzeli var mı?” -diye konuşulmazdı.  

Olmadı! 

Ne yazık ki, ülkemizde merkezci, tekçi ve buyurgan bir yönetim egemen oldu. 

Ne yazık ki, bu merkezci, tekçi ve buyurgan yönetim yüzünden insanlarımız zor günler yaşadı, yaşıyor. 

Ama yetsin artık, hiç değilse torunlarımız iyi yaşasın!..

 1,096 total views

Korona Günlerinde Eğitim / Nurettin Aybek

22.03.2021

Korona Günlerinde Eğitim

Nurettin Aybek

Korana virüsü yaşamı yeniden biçimlendiriyor. Eğitim alanında da yeni modeller oluşturuluyor, daha çok uzaktan eğitim modeli ile eğitime başlanıyor. Ancak başladıkları eğitim; internet ortamında veya televizyon kanallarında ders videolarını ya da ders notlarını statik olarak yayınlamaktır. Korona salgını döneminde icat ettikleri uzaktan eğitim budur. Oysa uzaktan eğitim ancak dinamik araçlarla yararlı olur.

Eğitim; sınıf ortamında, öğretmen ve öğrencilerin etkileşimiyle olur. Kişiler birbirini etkileyerek yeni davranışlar kazanır ve yeni şeyler öğrenirler. Anlatım dilinin yanı sıra, göz teması ve vücut dili de çok önemlidir. Öğretmen ve öğrencilerin birbirilerini  hissetmeleri gerekir.

Gerekli durumlarda, işlenecek konular dinamik yazılımlarla, etkileşimli yapıya dönüştürülerek, iletişim araçlarıyla uzaktan eğitim de yapılabilir.  Günümüzde geliştirilmiş dinamik yazılımlar ve iletişim teknolojileri bunu olanaklı kılıyor. Ancak bu dinamik yazılımları kullanarak, etkileşimli ders araçlarını hazırlayabilecek öğretmen ve eğitimcilerin yetiştirilmesi gerekiyor.

Örneğin, bir ders videosunu ancak izlemekle yetinirsiniz, yapabileceğiniz başka bir şey yoktur. Anlatılanlarla ilgili sorular soramaz ve cevap alamazsınız. Anlatılan konunun eksik ya da yanlış bulduğunuz bir yerini tamamlayamaz ve de düzeltemezsiniz. Yani öğrenmeye uzaktan aktif olarak katılamazsınız. Ama bunları dinamik yazılımlarla gerçekleştirilmiş, etkileşimli ders araçlarıyla yapabilir ve öğrenmeye uzaktan aktif olarak katılabilirsiniz.

Statik araçlarla yapılan öğrenme; daha çok belleyerek, taklit yoluyla öğrenmedir. Taklit yoluyla öğrenme kolaydır, fazla çaba gerektirmez. Bu şabloncu eğitim modelinde kişiler birbirlerini taklit ederek, aynı davranış kalıbına girer ve sürü davranışı gösterirler. Uçurumdan atlayan bir koyunu sürünün takip etmesi gibi.

Oysa dinamik araçlarla yapılan eğitimde; her fert etkileşimli araçları kendi yeteneğine göre, farklı kullanır. Bu da kişilerin düşünebilme yeteneğini artırarak yaratıcılığını geliştirir. Düşünerek öğrenme zordur, çaba gerektirir ama kişiyi yeteneğine göre farklılaştırarak birey yapar. 

Amaç, bilgiyi ezberletmek yerine anlayabilmeyi ve düşünebilmeyi öğretmek olmalıdır. Düşünebilen kişi, gereksindiği bilgiyi öğrenmenin yollarını bulur.

Başarılar diliyorum.

1952 yılında Kars’ın Susuz ilçesine bağlı Yolboyu köyünde dünyaya geldim.

1965 yılında köyümdeki ilk okulu, 1971 yılında Cilavuz Köy Enstitüsünün izlerini taşıyan Öğretmen okulunu ve 1974 Yılında da Kazım Karabekir Eğitim Enstitüsü Matematik Bölümünü bitirerek Kars Alpaslan Lisesine Matematik öğretmeni olarak atandım

Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullardaki görevimi 1982 yılına kadar sürdürdüm.

 1982 yılında, kayıt olduğum Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliğine devam edebilmek için devlet okulundaki görevimden ayrılarak özel dershanelerde öğretmenlik yapmaya başladım.

 Şimdi, birikimlerimi gençlere aktarmaya çalışıyorum.

 Nurettin Aybek

 1,635 total views

Çokkültürlü Eğitim / Ulaş Başar Gezgin

22.03.2021

Çokkültürlü Eğitim


Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin

Eğitimin Felsefesi ve Sosyolojisi (1): Çokkültürlü Eğitim

Çokkültürlü eğitim, öğrencilerin değişik kültürel arka planlarını eğitim sürecinin her aşamasında dikkate alan bir modeldir. Kültürel arka plana inançlar, etnisite, sınıf, toplumsal cinsiyet, engellilik, anadili, çeşitli toplumsal statü göstergeleri vb. girer. Bu kavram daha çok, öğrenci çeşitliliği anlamında kullanılmaktadır. Peki eğitimin hangi boyutları söz konusu? Sleeter ve Grant (1987)’e göre, bunlar, “amaçlar, öğretim dili, kültür, sosyal tabakalaşma, engellilik, tarih, siyasa/hukuk konuları, öğretim modelleri, müfredat, öğretim, öğretim rehberleri, proje tanımları” (s.430) vb. Kısacası, söz konusu olan, neyin (müfredat, gizli müfredat vb.) neleri dikkate alarak (yukarıda belirtildiği gibi, inançlar, etnisite, sınıf, toplumsal cinsiyet, engellilik, anadili, çeşitli toplumsal statü göstergeleri vb.) nasıl öğretildiğidir (öğretim modeli, öğretim dili vb.). 

 

Çokkültürlü Eğitim Neden Gerekli?

Peki çokkültürlü eğitim neden gerekli? Bir kere, demokrasinin temeli olan eşitlikçiliği sağlama çabası olduğu için gerekli (Gay, 1995). Ayrıca eğitim çıktılarını ençoklamak için de çokkültürlü eğitim gerekli. Demokrasi için de geçerli olduğu gibi, çokkültürlü eğitim çoğulculuğa ve hakkaniyete dayanır (Grant ve Tate, 1995). Ayrımcılığa ve onun türlerinden yalnızca biri olan ırkçılığa, cinsiyet ayrımcılığına ve yabancı düşmanlığına karşıdır (Au, 2017). Ayrımcılık içeren ifadeler ve görseller müfredattan kaldırılmalıdır. Çokkültürlü eğitim, kültürel bir potada eritme biçimindeki benzeştirmeye (asimilasyon) de karşıdır (Ameny-Dixon, 2004). Kimilerine göre, çokkültürlü eğitim, bütün bu nitelikleriyle, bir eğitim modeli olmanın ötesinde bir toplumsal hareket örneğidir; çıkışında, Afro-Amerikalıların hak ve özgürlükler mücadelesinin etkisi vardır (Sleeter, 1996, 1997). Verkuyten ve Thijs (2013), çokkültürlü eğitim almanın diğer kültürlere ilişkin bilgi edinme ve ırkçılığa karşı çıkma noktasında yararlı olduğunu bulguluyor. Başka bir çalışmada, öğretmenlerden çokkültürlü öğretmen eğitimi almadan ve aldıktan sonra veri toplanıyor (Cho ve DeCastro-Ambrosetti, 2005). Sonuçlar, öğretmenlerin kültürel bilinçlerini artırdığını gösteriyor.    

 

Çokkültürlü Eğitimde Dikkat Edilmesi Gerekenler

Gibson (1976)’ya göre çokkültürlü eğitimin 5 türü vardır:

  1. Kültürel olarak farklı olanın eğitimi ve iyi niyetli çokkültürcülük
  2. Kültürel farklara ve kültürel anla’şmaya yönelik çokkültürcülük
  3. Kültürel çoğulculuk için eğitim
  4. Çift-kültürlü eğitim
  5. Olağan insan deneyimi olarak çokkültürlü eğitim.

Bu 5’li, gerçekte tarihsel bir sıralama da sunuyor. Sonuncu türde öğrenci çeşitliliğinin önkabulü söz konusu olduğu için, bu, diğerlerinden daha uygun. Ötekileri birörnekleştirip ve özselleştirip kalıpyargılamakla – ki kalıpyargılar olumlu da olabilir- onları tanımak ve tanıtmak arasında ince bir çizgi var (Kirova, 2008; Parkhouse, Lu ve Massaro, 2019). Durağan bir kültür tanımı yanlış; kültürler değişiyor (Gonzalez, 1995). Howard (1993) ise bizi başka bir açıdan uyarıyor: Toplumda ayrıcalıklı olanlar, bu ayrıcalıklı konumlarını neden bıraksınlar ki… Nüfusun daha fazla çeşitlenmesi, ırkçılığı ve genel ayrımcılığı yanında getiriyor. Bununla ilgili bir eleştiri, çokkültürlü eğitim almış öğrencilerin ortak kültürden bihaber olduklarını ileri sürüyor ve bu öğrencileri ‘kültürel okumaz-yazmaz’ olarak adlandırıyor (Sleeter, 1989). Bir diğer yaklaşım, çokkültürlü eğitimde gizli müfredata daha fazla odaklanılmasını öneriyor (Jay, 2010). Gorski (2009) ise, bilişim ve eğitim teknolojileri kullanımındaki dijital eşitsizlikleri de dikkate almamız gerektiğini söylüyor. Hızla dijitalleşen eğitim, kimilerini yarı yolda bırakıyor. Böyle olunca en başarılı müfredat bile çokkültürlü hedeflerinin gerisinde kalıyor.

 

Çokkültürlü Öğretmen Eğitimi

Çokkültürlü eğitim, çokkültürlü bir öğretmen eğitimini gerektirecektir (Gay & Howard, 2010; Ladson-Billings, 1995). Bu noktada, öğretmen-öğrenciler de çeşitliliklerine göre, kültürel arka planlarına dikkat edilerek eğitileceklerdir (Ukpokodu, 2010). Kendilerine uygulanacak eğitim modeli, uygulayacakları eğitim modeli için esin kaynağı olacaktır. Farklı etnik gruplardan olan ya da çok sayıda azınlık öğrencisinin bulunduğu okullarda çalışan öğretmen-öğrenciler çokkültürlü eğitim için daha hazırlıklı oluyor (Agirdag, Merry ve Van Houtte, 2016; Cheng & Davis, 2019). Asıl hedef, bu durumda, çoğunluk öğretmenleri oluyor. Öğretmenlerin gözünden, öğrenciler arasında en öne çıkan farklılık ise, dinsel inanç (Agirdag, Merry ve Van Houtte, 2016).

 

Sonuç: Çokkültürlü Eğitim ve Toplumsal Adalet

Çokkültürlü eğitimde temel bir ayrım (daha doğrusu, saptanıp kaldırılması gereken bir ayrım), göçmenler ile yerliler arasındadır. Kimi ülkelerde, çokkültürlü eğitim, yalnızca göçmenler içinmiş gibi düşünülür; oysa yerli azınlıkların da bu modele ihtiyacı var (Holm & Londen, 2019). Oysa kimi ülkeler, yerlileri geçtik, göçmenler için bile çokkültürlü eğitimi çok görüyor (örneğin bkz. Kang, 2010). Gerçek şu ki çokkültürlü eğitim, en geniş anlamıyla toplumsal adaletten ayrı düşünülemez (Schoorman ve Bogotch; Zilliacus, Holm ve Sahlström, 2017). Öyleyse, toplumsal adalet talebiyle birlikte çokkültürlü eğitimi bir hak olarak talep ederek bir arada yükseltmeli…

 

Kaynakça

Agirdag, O., Merry, M. S., & Van Houtte, M. (2016). Teachers’ understanding of multicultural education and the correlates of multicultural content integration in Flanders. Education and Urban Society, 48(6), 556-582.

Ameny-Dixon, G. M. (2004). Why multicultural education is more important in higher education now than ever: A global perspective. International Journal of Scholarly Academic Intellectual Diversity, 8(1), 1-9.

Au, W. (2017). When multicultural education is not enough. Multicultural Perspectives, 19(3), 147-150.

Cherng, H. Y. S., & Davis, L. A. (2019). Multicultural matters: An investigation of key assumptions of multicultural education reform in teacher education. Journal of Teacher Education, 70(3), 219-236.

Cho, G., & DeCastro-Ambrosetti, D. (2005). Is ignorance bliss? Pre-service teachers’ attitudes toward multicultural education. The High School Journal, 89(2), 24-28.

Gay, G. (1995). Curriculum Theory and Multicultural Education. Accessed March 1, 2021.

https://eric.ed.gov/?id=ED382697

Gay, G., & Howard, T. C. (2000). Multicultural teacher education for the 21st century. The teacher educator, 36(1), 1-16.

Gibson, M. A. (1976). Approaches to multicultural education in the United States: Some concepts and assumptions. Anthropology & Education Quarterly, 7(4), 7-18.

González, N. (1995). Processual approaches to multicultural education. The Journal of applied behavioral science, 31(2), 234-244.

Gorski, P. C. (2009). Insisting on digital equity: Reframing the dominant discourse on multicultural education and technology. Urban Education, 44(3), 348-364.

Grant, C. A., & Tate, W. F. (1995). Multicultural Education through the Lens of the Multicultural Education Research Literature. Accessed March 1, 2021.

https://eric.ed.gov/?id=ED382704

Holm, G., & Londen, M. (2010). The discourse on multicultural education in Finland: Education for whom?. Intercultural Education, 21(2), 107-120.

Howard, G. (1993). Whites in multicultural education. Phi Delta Kappan, 75(1), 36-42.

Jay, M. (2003). Critical race theory, multicultural education, and the hidden curriculum of hegemony. Multicultural Perspectives: An Official Journal of the National Association for Multicultural Education, 5(4), 3-9.

Kang, S. W. (2010). Multicultural education and the rights to education of migrant children in South Korea. Educational Review, 62(3), 287-300.

Kirova, A. (2008). Critical and emerging discourses in multicultural education literature: A review. Canadian Ethnic Studies, 40(1), 101-124.

Parkhouse, H., Lu, C. Y., & Massaro, V. R. (2019). Multicultural education professional development: A review of the literature. Review of Educational Research, 89(3), 416-458.

Schoorman, D., & Bogotch, I. (2010). Moving beyond ‘diversity’ to ‘social justice’: the challenge to re‐conceptualize multicultural education. Intercultural Education, 21(1), 79-85.

Sleeter, C. E. (1997). Mathematics, multicultural education, and professional development. Journal for Research in Mathematics Education, 28(6), 680-696.

Sleeter, C. E. (1989). Multicultural education as a form of resistance to oppression. Journal of Education, 171(3), 51-71.

Sleeter, C. E. (1996). Multicultural education as a social movement. Theory into Practice, 35(4), 239-247.

Sleeter, C., & Grant, C. (1987). An analysis of multicultural education in the United States. Harvard Educational Review, 57(4), 421-445.

Ukpokodu, O. N. (2003). Teaching multicultural education from a critical perspective: Challenges and dilemmas. Multicultural Perspectives: An Official Journal of the National Association for Multicultural Education, 5(4), 17-23.

Verkuyten, M., & Thijs, J. (2013). Multicultural education and inter-ethnic attitudes. European Psychologist, 18, 178-190.

Zilliacus, H., Holm, G., & Sahlström, F. (2017). Taking steps towards institutionalising multicultural education–The national curriculum of Finland. Multicultural education review, 9(4), 231-248.

Bio

Prof.Dr. Ulas Basar Gezgin is a journalist, a social science researcher and an academic with 20 years of teaching experience in various institutions in Turkey, Vietnam, Thailand and Malaysia, and research experience in New Zealand (PhD work), Australia (joint project) and Latin America (journalism). He holds degrees in education, psychology, cognitive science and urban planning.

As of 2020, he has 109 books, a high number of book chapters and journal articles in various fields. A novel, an opera libretto, edited collections, poetry, a compilation of his stories, textbooks, theatre plays, scenarios and translations etc. are among his works. He had composed more than 100 songs which await public discovery. Some of his works have been translated to 12 languages (Turkish, English, French, German, Spanish, Italian, Russian, Japanese, Vietnamese, Thai, Georgian and Azerbaijani).

E-mail: ulasbasar@gmail.com
Twitter: http://twitter.com/ProfUlas
Linkedin: http://www.linkedin.com/in/ulasbasargezgin/
ORCID Profile: https://orcid.org/0000-0002-6075-3501/print
Research Gate: https://www.researchgate.net/profile/Ulas_Basar_Gezgin
Academia: https://forumduytan.academia.edu/ProfUlas
Mendeley: https://www.mendeley.com/profiles/profdr-ulas-basar-gezgin
Youtube: https://www.youtube.com/ulasbasargezgin

 

Yaşamı

1978 İstanbul doğumlu Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, Türkiye, Vietnam, Tayland ve Malezya’da 20 yıl ders verme deneyimine ve Yeni Zelanda (doktora), Avustralya (ortak proje) ve Latin Amerika’da (gazetecilik) araştırma deneyimine sahip bir akademisyen-yazardır. Eğitimini Darüşşafaka (1989-1996), Boğaziçi Üniversitesi (Eğitim Bilimleri, lisans, 2000; Sosyal Psikoloji, yüksek lisans 2002), ODTÜ (Bilişsel Bilimler, doktora, 2006) ve yurtdışında (2009, üniversite düzeyinde ders verme yetkisi, Avustralya; Darmstadt Teknik Üniversitesi, Şehir Plancılığı, yüksek lisans, 2011) tamamlayan Gezgin’in toplam 109 kitabı bulunmaktadır. Akademik çalışmalar dışında, çeşitli dergi ve gazetelere köşe yazıları yazmakta; şiir, şarkı sözü, şarkı, deneme, yazınsal inceleme, öykü, film öyküsü, film çözümlemesi, tiyatro oyunu, masal ve roman türlerinde yapıtlar vermekte ve çeşitli ülkelerden şairleri ve şarkıcıları Türkçe’ye kazandırmaktadır. Ayrıca henüz gün yüzü görmemiş 100’ü aşkın bestesi bulunmaktadır. Çeşitli çalışmaları 12 dile (Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, İtalyanca, Rusça, Japonca, Vietnamca, Tayca, Gürcüce ve Azerbaycanca) çevrilmiştir.

E-mail: ulasbasar@gmail.com
Twitter: http://twitter.com/ProfUlas
Linkedin: http://www.linkedin.com/in/ulasbasargezgin/
ORCID Profile: https://orcid.org/0000-0002-6075-3501/print
Research Gate: https://www.researchgate.net/profile/Ulas_Basar_Gezgin
Academia: https://forumduytan.academia.edu/ProfUlas
Mendeley: https://www.mendeley.com/profiles/profdr-ulas-basar-gezgin
Youtube: https://www.youtube.com/ulasbasargezgin

 1,174 total views

Nasıl Bir Yönetim? / Emin Toprak

15.03.2021

Nasıl Bir Yönetim?

Emin Toprak

İnsanlık tarihi, güven içinde daha mutlu ve huzurlu yaşam arayışıyla başlar. Bu amaca ulaşmanın önkoşulu da her zaman toplumsal barış olmuştur.  

Rastgele bir insana; “Daha güvenli-mutlu-huzurlu-özgür bir yaşam sürmek için nasıl bir yönetim istersiniz?” -diye soracak olsak üç farklı cevap alırız:

a) Yerinden   b) Tepeden   c) Hiçbiri

‘Hiçbiri’ cevabını, sayıca çok az ‘devlet karşıtı’ kişi verir. Çoğunluk ise ya Yerinden’ veya Tepeden’ -der. O halde biz de yazımızı, bu iki yönelimin artı ve eksiklerine ayıralım. 

Önce yakın tarihimize, oradaki etkin güce, ‘Osmanlı’ yönetimine bakalım. ‘Osmanlı’da tüm mülk ‘Sultan’ındır ve herkes de onun kuludur. O ne derse ne isterse o olur! Bunun için de 1920’lere gelindiğinde, yüzde 99’u okuryazar olmayan, yoksul, cahil, mutsuz, huzursuz, işsiz, özgürlüğü olmayan savaş yorgunu bir halkımız vardır. 

Şimdi ise 2021 yılındayız. Peki, şimdi ne durumdayız? 

Bizim cevap vermemize gerek kalmadı. Çünkü, üç, ‘üçüncü göz’, içinde ülkemizin de bulunduğu yüzlerce ülkeyi kıyaslayan araştırmalar yapmış ve birer sonuç raporu hazırlamış bile: 

  • Birinci rapor Birleşmiş Milletler (BM)’den:

BM, 7 yıldır 156 ülkeyi değerlendirip: Dünya Mutluluk Raporu” hazırlıyor. En son raporu ise 2020 yılına ait, bu sıralamaya göre:   

1.Finlandiya, 2.Danimarka, 3.İsviçre, 4.İzlanda, 5.Norveç, 6.Hollanda, 7.İsveç, 8.Y. Zelanda, 9.Avusturya 10.Lüksemburg… 93.Türkiye…
(Türkiye, önceki yılların sıralamasında da:
2016’da 78./ 2017’da 69./ 2018’da 74./ 2018-2019’da 79. olmuştu).
  • İkinci rapor Freedom House’tan:

‘Freedom House’, 1941 yılında kurulmuş bir sivil toplum kuruluşu olup, demokrasi, siyasi özgürlük, insan hakları konusunda araştırma ve savunuculuk yapmaktadır. 

2020 yılında 195 ülke arasında yaptığı “özgürlük” sıralamasına göre: Finlandiya, Norveç ve İsveç 100 puan alarak ilk sırayı almış, Türkiye ise, 32 puanla 146. olmuştur. 

Böylece Türkiye bu yıl da “özgür olmayan ülkeler” arasında kalmıştır.

(Türkiye, son 10 yılda özgürlüklerin en çok gerilediği 2’nci ülke oldu).

  • Üçüncü rapor, V-Dem Enstitüsü’nden:

V-Dem Enstitüsü, 2014 yılında İsveç, Göteborg Üniversitesi siyaset bilimi bölümünde kurulan bağımsız bir araştırma enstitüsüdür. 

Sözcü gazetesinin bugünkü manşet haberine göre: V-Dem Enstitüsünün hazırladığı ‘2021 Demokrasi Raporu’na göre: “Türkiye, Liberal Demokrasi Endeksi’nde 179 ülke arasından 149’uncu oldu. Türkiye son 10 yılda en fazla otoriterleşen ülkeler arasında ise Polonya ve Macaristan’dan sonra üçüncü sırada yer aldı.” 

(Bu raporda da ilk 3 sırada: Danimarka, İsveç ve Norveç var…)

Demek ki, Barış her nerede ise huzur da orada olmuştur.

Hepimize bir soru:

Peki, bu bitek coğrafyamızda insanlarımız, neden özgür değil, niçin işsiz, yoksul ve mutsuz? 

***

Muhtemelen kendilerini büyük gören büyüklerimiz, ekranda, meydanda ve salonlarda yukarıdaki araştırmalar için: “Bunlar ülkemiz için kurulan birer komplo…Bizim bizden başka dostumuz yoktur!” -deyip araştırma yapanlara “Eyyy!” -diye parmak sallayıp: “Bunlar yok hükmündedir!” -diyecektir. 

Yönetmek, iş yapmaktır. Her yönetici ve yönetim grubunun asıl görevi, ülkede yaşanacak bir iklimi sağlamak olsa bile, uygulama aşamasında çok önemli ‘anlayış’ farklılıkları ortaya çıkar ve kimi çoğunluğa, kimi de bir azınlığa hizmet eder. 

*

Tüm yönetimler iki farklı yolla karar alır ve uygulama yapar: 

Birincisi; seçilenlerin ve atananların ‘yerinden’ yönetmesidir. Bu ülkelerde her birey değerli ve onun mutluluğu önemlidir. Bu ülkelerde tüm işler ‘yerinde’ koşul ve ölçülere uyularak yapılır. Yönetim, halktan yana olan demokratik bir ‘Sosyal Devlet’ anlayışına sahiptir. Adalet, insan hakları, demokrasi, özgürlük, fırsat eşitliği… gibi insani değer öncelikleri vardır. Yönetme, buyruklarla değil sahip olunan demokratik yetkilerle yerinde ve dayanışma içinde yapılır. İşte böylesi çalışmalarla ‘insana’ daha tez ulaşıp dokunulur ve mutluluk sağlanır. Bu yönetimler gelirleri: demokratik, eşitlikçi, çoğulcu ve barışçı amaçlarla harcarlar. 

Bu özellikleridir bu ülkeleri birer çağdaş ülke yapan ve bu özellikleridir bunların yarışı hep önde götürmelerini sağlayan…

Şimdi, lütfen yukarıdaki her üç araştırmada da ön sırada yer alan; en ‘mutlu’, en ‘özgür’ ülkeler sıralamasına yeniden, yeniden bakınız… 

*  

İkincisi; seçilen ve atananlar, küçük bir azınlığın çıkarlarını önceleyen bir anlayışla merkezden’ (tepeden) verilen buyruklarla iş yaparlar. Kolay yönetmek ve sömürmek için algılar oluşturur, algılara kanmayanları baskı ile sustururlar. Bu yönetimler bahanelerle içeride ve dışarıdaki güçsüzlere savaş açar kaynaklara el koyar, onları susturup, etkisiz bırakırlar. Bunun için de bu ülkelerde aşırı yoksulluk ve aşırı varsıllık vardır. 

Ne yazık ki, bizim ülkemiz; ‘mutlu’ ve özgür’ olmayanların çok olduğu bu grubun içinde yer almaktadır.   

***

Peki, mutlu ve özgür ülkeler sıralamasında, bizim ülkemiz neden hep arka sıralarda yer alıyor?

-Çünkü biz başkayız! Biz, aynaya bile önyargılarımızla bakarız! 

Biz, bize verilecek hizmeti, mutlu bir azınlık için çalışanların tepeden verecekleri ‘lütuf-iane’ ve buyruklarla almayı daha çok seviyoruz.  

Bu yüzden de ‘yerinden yönetim’ konusu ne zaman dile getirilse, bir damarın paranoyaları başlar ve kıyametler kopar. 

Bu yüzden seçtiklerimizin yerine kayyum atanmasına ses çıkmaz…

Peki;

Eğer, kaynaklarımızı halk için işletip, hakça paylaşsak.

Eğer, kaynaklarımızla savaşlara değil barışa yatırım yapsak.

Eğer, milyonların seçtiği Belediye Başkanlarına güvensek.

Eğer, bilim yuvası olması gereken üniversitelerimizi korusak.  

Böylesi bir yönetim biçimi daha “insani” olmaz mıydı? 

Tüm toplumsal çalışmalarda öncelik ‘yerele’ verilmeli, yani insanlara oldukları, bulundukları yerlerde dokunulmalı, onların gereksinimleri; uygun-güvenli-sağlam-estetik şekilde giderilmeli. İşte o zaman toplum daha mutlu, daha huzurlu, daha özgür, daha çağdaş bir toplum olur. 

O halde ortak paydamız demokrasi olmalı, ancak o zaman dünyada ve ülkemizde; hakça, adilce, özgürce, onurluca, barış içinde mutlu, coşkulu, ‘insani’ bir yaşam olabilir…

 Ve çıkar savaşları son bulur.

 1,092 total views

İnadına Yapmak / Emin Toprak

08.03.2021

İnadına Yapmak

Emin Toprak

71 yaşındayım, bugüne değin gördüğüm her iktidar, işlerini hep yoksul halka inat yaptı. 

Ülkemizin politik iklimi hakkındaki ilk bilgiyi, 12 yaşında bir çocuk iken radyodan öğrendim. 27 Mayıs İhtilal sözcüsü Türkeş radyoda, ihtilali neden yaptıklarını anlatıyor, akşamki ‘Yassıada’ duruşma saatinde ise, suçlar ve suçlular tanıtılıyordu. 

Özetlersek: Demokrat Partinin; kurduğu “Vatan Cephesi” oluşumuna kendi taraftarlarını toplamakla, halkı ikiye böldüğünü ve ayrıca taraftarı olmayanlara da zorluklar yaşattığını anlatıyorlardı.

İhtilali yapanlar, bazı doğru-yanlış işler yaptıktan sonra, ülke halkına özgürlükçü bir anayasa bırakarak ayrılmışlardı.

Sonraki yıllarda bazen seçimle bazen darbelerle iktidarlar değişti. Her iktidarın farklı söylemleri, yöntemleri olsa da halkın yoksulluğu, dertleri hep aynı kaldı.   

Bazıları, “Yollar yürümekle aşınmaz”Dün dündür, bugün bugündür” dedi fakat ülkeyi sağ ve sol diye ikiye böldü. Sonra da “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyerek çetelere destek verip ülkeyi kana buladı…

Bazıları, “Ben zenginleri severim” -diyerek tarafını belirledi. Yetinmedi, “Bu anayasa ülkeye bol geliyor” diyerek işçi-köylü-memur haklarını yok sayan demokrasi dışı “olağanüstü hâl” dönemini başlattı. 

Böylece, insan hakkı ve insan onuru yok saydı, faili meçhul cinayetler’ (ki, tüm failler bilindiği halde  korunuyordu) işlendi, köyler bombalanıp, yakıldı-yıkıldı-boşaldı, yargısız infaz, dışkı yedirme, işkence, nefret suçları işlendi. Hapishanelerde kimi tutuklular idamla, kimi işkenceyle, kimi yakılarak öldürüldü. 17 yaşındaki çocuğu da ‘idam’ etmek için yaşını büyüttüler. Baş despot kişi ekranlara çıkıp pişkince: Asmayalım da besleyelim mi?” diyebiliyordu… Diğer yüzüyle de “memurum/vatandaşım işini bilir” deyip; sömürüyü, kirli işleri, kara parayı, haksız kazancı, rüşveti serbest bırakıyordu… 

***

Bu acılar, sancılar, karanlık günlerle 2001’e geldik… O günden bugüne, toplumsal yaşamda izi olan (yöneten ya da yönetemeyen) birçok özne halen yaşıyor. Onları adları ile de anabiliriz.   

19 Şubat 2001’deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında, 10’uncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer anayasa kitapçığını, Başbakan Bülent Ecevit’e fırlatmış ve bu olay da yaşanan ekonomik krizin nedeni sayılmıştı. Oysa, aradan 16 yıl geçtikten sonra, olayın faili Sezer dile gelip dedi ki:

Ecevit 2 kez bana gelip, Fazilet Partisi’nin kapatılmamasını, bunun için arkadaşlarım olan Anayasa Mahkemesi üyelerine telkinde bulunmamı istedi. Hukukun üstünlüğüne inanan ve yıllarca AYM’de görev yapan bir kişiye söylediği bu sözlere kırıldım ve reddettim.”

Bu bunalım ikliminden yaralanan AKP, ‘hizmet hareketi’ dedikleri gizli bir güç odağı ile işbirliği yaparak 2002 yılında iktidar oldu. 

İktidarın ilk işleri; güvenlik-yargı-askeri-eğitim gibi kurumlara ‘koza’ yerleştirmek, sonra da kaynak yaratacağız diye halkının malı ve ekmek teknesi olan KİT’leri satmak… Müttehitler kazansın diye o zamandan bu güne kadar ihale yasası 191 kez değiştirme… İşte böyle başladı köylerin boşalması, tarımın bitmesi, şehirlerin betonlaşması, doğal dengeyi bozan HES’lerin yapılması, maden arama ruhsatlarının verilmesi ve karadeliğe dönüşerek 30-40 yıl sonra doğacakları ‘dolar’ ile borçlandıran, yol, tünel, köprü, hastanelerin yapılması… İşsizliğin çok olduğu ülkede işe alınmak için liyakat yerine, mülakatta yandaş olduklarını kanıtlamak esas alındı… Kaynaklarımız, ülkenin huzur, refah, barış için değil de “Bir merminin fiyatını biliyor musun?” -diyerek savaş aracı ve donanımı için harcandı.    

R. Tayyip Erdoğan önce Başbakan olarak tüm yürütme yetkilerini ele almış, yasama ile yargıyı işlevsiz kılmış, medyayı susturup pek çoğunu bir yandaş havuza toplamıştı. Cumhurbaşkanı oldu, fakat bu kimlikle de yetinmedi, yeniden AKP’nin genel başkan oldu. Böylece sanki bir parti devleti kurmuş oldu. Bu kimliklerin verdiği güçle muhaliflerin tümü öteki sayılıp kamusal hizmetlerden yoksun bırakıldı. 

İşte birkaç örnek:

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 21.10.2017 günü betonlaşan İstanbul için çok üzülmüş olacak ki özeleştiri yaparak demişti ki: 

  • “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum…” -demişti. 
*

25.02.2021’de pandemiyi hiçe sayarak ‘lebaleb dolu’ parti kongresinde kendi partisine güzellemeler yaparken, bakınız belediye başkanlığını kaybettiği İstanbul ve ‘ötekiler’ için neler söylüyor:  

  • “…Onlara rağmen Kanal İstanbul’u yapacağız. İnadına yapacağız ve Kanal İstanbul ile İstanbul nasıl güzelleşecek, İstanbul bir başka şehir olacak bunu da görecekler. Alıştıracağız, buna da alışacaklar…”

İnadına yapacaklarmış “Kanal İstanbul’u”. 

Kime inat? 

-İstanbul’un doğasına inat. – Muhalefete inat,  

-Yani, 806.415 oy farkla kaybettiren İstanbullulara inat…

Niçin inat?

-İnsan “inatla” ancak sevdikleri için ‘güzel’ işler yapar.

-İnatla düşmanlık olmaz ki! 

O halde?

-Bu tutku, bu direnç, bu inat başka ne için olabilir ki!

-Rant arsalarını alanlar ve müttehitler için olmasın! 

İsterseniz biraz da olumlu düşünelim: 

Yoksa, sevmeye mi başlamış “terörist” ilan ettiği muhalefeti?

Yoksa sevmeye mi başlamış, her yerini betonlaştırdığı İstanbul’u?

*

Cumhurbaşkanı, 02.03.2021 günü: “İnsan Hakları Eylem Planı”nı açıkladı.

Aman Allah’ım! Bu da ne böyle!

İnsan onuru korunacak / dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ayrımcılığı yapılmayacak / herkese eşit, tarafsız ve dürüst hizmet verilecek / masumiyet karinesi, cezanın şahsiliği ilkelerine uyulacak / eleştiri ve düşünce açıklama özgürlüğü olacak / bağımsız, tarafsız yargı ve bir hukuk devleti olacak / hak ve özgürlükler adalet teminatında olacakmış…  

Zaten, yukarıda sayılan bu insani değerlerin ülkemizde yok olduğunu söyleyen, yazan, çizenler yıllardır tutuklu değil mi?

Zaten, yıllardır bunları savunanlar “hain-terörist” sayılmıyor mu?

Sanki o konuşan, 19 yıldır iktidarda olan değil de yeni bir aday! 

Sanki, anayasa mahkemesi ve insan hakları mahkemesi kararlarına karşı duran, uymayan, uygulatmayan kendileri değilmiş!  

Sanki birisi, ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni okuma ekranına koymuş da Cumhurbaşkanı onu okuyor!

Sanki, yaptıklarından nedamet duymuş da artık yapmam diyor! 

Hani derler ya ‘Allah söyletmiş’-diye. Öyle olmuş herhalde.

Yıkıp yok ettiklerini bir bir sıralayıp, söylemiş!

Peki, inandınız mı?

 1,094 total views

Birsen Öğretmen (8) / Emin Toprak

01.03.2021

Birsen Öğretmen (8)

Emin Toprak

Sosyal medyada hesap açmış olsa da etkili olarak kullanamıyordu. Hemen ‘akıl hocam’ dediği Ayşe’ye telefon edip, akşam üzeri çardakta buluşmayı teklif etti ve söz aldı. Sonra çay yanında ikram edecekleri için eli işte, düşleriyle de geçmişte olarak hazırlığa başladı.

* 

Mutlu bir evlilik yapıp anne-babasını mutlu edememiş, onlara özlemleri olan torunlar verememiş, anne olmanın hazzını; öğrencileri, arkadaş ve komşu çocukları ile yaşamaya çalışmış fakat sonunda ‘yalnız’ kalmıştı.  Kendisini; sığınak arayan çaresiz birisi ya da güzel apartmanlar arasındaki bir gecekonduya benzetmesi bundandı. Sonra bu duygu ve sıfatlara “Hayır!”-diye karşı çıkar, kendini paylar, donanım, güzellik ve erdemlerini bir bir sıralardı: “Benim büyüleyici gözlerim, ölçülü bedenim, mesleğim, ‘insanlığı’ odak alan, kucaklayıcı, eşitlikçi bir anlayışım var.” demekle yetinmez: “Peki, acaba ben çok seçici olduğum için mi evlenemedim, bu yüzden mi yalnız kaldım?” –diye yeniden kendini sorgulardı. 

O, evliliğin ilk günündeki gibi gülerek, titreyerek, el ele tutuşarak ve o heyecan yaratan duyguların sevgi-saygıyla devam etmesini istiyordu. Ama hiç de böyle olmadığını görüyor, anlıyor, biliyordu. O, gülermiş gibi yapan bir kurnaz eş olmamak için seçici davranmış yıllar öncesi yapılan birkaç teklifi kabul etmemişti. 

Aslında onun da iyi bir eş bulmak, iyi bir eş ve anne olmak, çocuklar doğurmak, onları sevip, sarmalayıp okşamak, emzirmek, ninnilerle masallarla büyütmek, iyi okullarda okutmak, iş sahibi olarak evlendirmek… Ve sonra da torunlara sahip olmak gibi istekleri vardı. 

Zaten bunlar birer düş veya hiç de ‘olamaz’ istekler değildi ki! Yaşıtı olan pek çok arkadaşı bu isteklerini gerçekleştirmişti, onlara özeniyor, hatta onları kıskanıyordu. İşte kimseye açıp paylaşmak istemeyip kendisinde saklı tuttuğu bu yüklerdi içine yağmurlar yağdıran.  

Şimdi kafası, örtüşen, örtüşmeyen pek çok duygu ve düşünceyle doluydu: “Acaba, yıllar öncesinden bugüne, bende heyecan yaratıp içimi titreten, özlemle ‘keşke’ diye diye aradığım birisi-birileri var mıydı?” -diye bir arayıştaydı. Bu içindeki alevleri söndürmek, soğutmak yerine, geçmişi kurcalayıp oralarda kendisini suçlayacak konular arayışıydı. Güneşin kavuran sıcaklığı azalmış, saat 5’e yaklaşmıştı. Birazdan komşu kızı Ayşe gelecekti.

*

Ayşe, cıvıl cıvıl mavi gözlü, samimi, sempatik, hoşsohbet bir kızdı. Çok az puan farkıyla Hukuk Fakültesine giremediği için bu yıl da dershaneye gidiyordu.   

Ayşe, gelince eve girmedi hazır olan tepsi ve çaydanlığı alarak birlikte çardağa gittiler. Piknik tüpü yakıp çayı kısık ateşte demlemeye bıraktılar. Kısa bir hoşbeşten sonra 

Birsen’in “Sevgili Ayşe, acaba telefon ve adres bilgisi olmayan ‘Haydar … ‘ adlı arkadaşımı bulmam için yardımcı olabilir misin? “-sorusuna:

Ayşe, “Tabii ki olur, Biricik Ablam!” -dedi ve sosyal medyada kısa bir arama yaptı, aynı isimi taşıyan çok kişi buldu. Birsen, bunları tek tek inceledi, ayıkladı: “İşte, Haydar bu!…” -diye bir çığlık attı. Ve Ayşe’nin isteğiyle, kendi sosyal medya hesabını açıp, Haydar’a arkadaşlık teklifini gönderdi, onun son mesajını beğenip, yorum kısmına kendisini tanıtıp ev ve cep telefon numarasını yazdı. 

Haydar’ı arama ve mesaj gönderme işi 15-20 dakikada bitmiş, neşeli bir sohbet ve çay eşliğinde, kurabiye, peynirli börek ile dünden kalma zeytinyağlı sarmaları iştahla yemeye başlamışlardı. Göz ve kulaklarının beklediği mesaj gelmemiş, fakat vedalaşma zamanı gelmişti. Birlikte kap-kacağı toplayıp bahçeden çıkıp evin kapısına gelince, Ayşe’ye tekrar teşekkür edip, öpüştükten sonra ayrıldılar.

Eve girince, çardakta bastırdığı heyecanı geri geldi, titredi, içi içine sığmaz oldu ve dolaşarak telefonun çalmasını bekledi. Akşam sekize doğru ev telefonun sesiyle irkildi, yurtdışından aranıyordu. Arayan Haydar’dı. 

Birsen, birkaç saniye kimse konuşamadı, ‘Alo’ deyince de karşı taraf tok bir sesle: “Merhaba, sevgili arkadaşım merhaba! Ben, Haydar” -dedi. Birsen yine birkaç saniye konuşamayınca Haydar, Almanya’da olduğunu yakında Türkiye’ye geleceğini görüşüp uzun uzun konuşmak istediğini söyledi. 

Birsen’in tutukluğu biraz olsun geçtikten sonra: “Haydar arkadaşım, sana karşı mahcup olduğumdan tutuk kaldım, konuşamadım. Sen, sevip saydığım bir meslektaşımdın, fakat bir gece ansızın alıp götürüldün ve bizler seni hiç aramadık, sormadık. Özür dilerim. -dedi ağlamaklı olarak, Özür dilerim’ cümlesi zor anlaşıldı.

Haydar: “Birsen öğretmenim, lütfen üzülmeyiniz, zaten siz arasanız da bana ulaşamazdınız ki! Bu konu biraz uzun ve çok karışık, en iyisi bunu e-mailiniz varsa söyleyin ben yazıp göndereyim.”-dedi ve sonra e-mail adreslerini birbirlerine yazdırıp, bundan böyle bu saatlerde, ev telefonu ile görüşmek üzere sözleştiler…  

Haydar’ın e-mail adresine yazdıklarını sabah kalkınca gördü:    

*     

“Birsen Öğretmenim merhaba;

Sizinle görüştüğüm için çok ama çok mutluyum.  

O baskın gecesinden önce, sizin okula nasıl geldiğimi anlatmalıyım:

Sürgün geldiğim ilin merkezine yakın bir köyde öğretmendim. Maaş almak için il merkezine gitmiştim, maaşımı aldım ve arkadaşlarımla dernekte buluşup sohbet ettik ve vedalaştık. İhtiyaçlarımı almak için çarşıya gidiyorken, kalabalık bir grup sloganlar atarak geçiyordu, durup onları izledim, o sırada elinde bir tomar kâğıt olan biri, teksirle çoğaltılan bir bildiriyi elime tutuşturdu. Sonra okumak için katlayıp cebime koydum ve alışveriş yapacağım yere doğru yürüdüm. Birden birisi önüme çıkıp polis olduğunu söyledi ve kimliğimi istedi, çıkarıp verdim, baktı baktı ve ‘ellerini kaldır üstünü arayacağım’ dedi. Aradı ve o bildiriyi buldu. Birlikte karakola gittik. Geçmişimi ve okumadığım o bildiri hakkında sorular sorarak ifademi aldılar ve gece saat 3’e doğru serbest bıraktılar. Bir hafta sonra köye iki müfettiş geldi ve bana yine o bildiriyi sordular… Sonra da beni sizin okula sürgün ettiler. (Not: ben o bildiride neler yazıldığını hiç öğrenemedim.)

Bu atamayı iptal etmesi için Danıştay’da dava açmış, onun sonucunu bekliyordum. İşte sizin de bildiğiniz o gece yarısı ‘Polis!… Aç, aç kapıyı!’ ve kapıya inen darbe sesleri ile uyandım. Kapıyı açtım üç maskeli kişi içeri girdi. Beni kelepçeleyip evi didik didik aradılar. Birkaç kitabı ve beni alıp evden ayrıldılar. (Ev sahibim de uyanmış korku içinde bizi izliyordu).

Yine o okumadığım bildiri ve hiç tanımadığım bazı isimler hakkında bilgi istiyorlardı. Ben ‘bilmiyorum’ dedikçe, onlar çılgınlaşıyor ve dövüyordu. Sabah oldu, akşam oldu, ben hep aynı şeyleri söylüyorum, onlar ise dövüyordu. Kürt-Alevi olduğumu öğrendikleri için de bana ‘Kızılbaş!’ diye hitap edip yeni işkencecilere o adla teslim ediyorlardı. (Hapishanedekilere bunu anlatınca artık orada da adım Kızılbaş olmuştu) O gece beni başka bir ekibe teslim ettiler. Onlar da maskeliydi, gözlerimi bağlayıp arabaya bindirip, uzun süre gittikten sonra durdular, etrafı delice akan bir suyun çağlaması sarmıştı, sanırım bir köprü üzerindeydik. Giysilerimi çıkarıp beni çıplak olarak bir telis çuvalın içine koyup çuval ağzını sıkıca bağlayıp fırlattılar, içimden ‘tamam buraya kadarmış’ diyordum. Havada bir süre uçup şırapp diye buz gibi akan bir suyun içine düşüp sürüklendim ve birdenbire frene basılmış gibi olduğum yerde dönmeye başlayınca ‘demek ki urganla bağlanmışım’ -dedim. Orada ölmemeyi beklerken, yavaş yavaş çekilip sudan çıkarıldım, çuval içindeydim, dişlerim titreşip çarpışıyor, çok üşüyordum. Cellatlarım peş peşe tekmeler atıp: ’Ulan Kızılbaş, konuşacak mısın, yoksa denizde yem mi olacaksın!…’ -diyorlardı. Ben bilmiyorum dedikçe de onlar küfür edip çılgınca tekmeliyorlardı.

Bayılmışım, kaç saat sürdü, beni nasıl giydirip merkezlerine getirdiklerini hiç hatırlamıyorum. Uzuvlarıma elektrik verme, tavana asma ve tehditler artık sıradanlaşmıştı. Birkaç gün sonra savcı sorguladı, nöbetçi doktor darp izlerini göre ‘sağlam’ raporu ve nöbetçi mahkeme de ‘tutuklama’ kararı verdi. (Bu arada bir ekip de doğduğum köye gidip evimizde arama yapmış Türkçe bilmeyen anne-babama hakaret edip, onlara oğullarının ‘Komünist’ olduğunu söylemişler.)

Pek çok kişinin sanık olduğu bir davadan yargılanıyordum ve ben bu sanıklardan hiçbirini tanımıyordum. Mahkeme 4 yıl sonra bitti, ben de ‘beraat’ ettim. Fakat düzen beni kendine düşman saymış, ben de artık eski Haydar değildim. 

Dışarıya çıkmadan iki yıl önce, annem babam altı ay arayla özlemimi çeke çeke ölmüşlerdi. Şimdi benim gidecek bir yerim, yapacak bir işim ve yaşam tutkum olsa da yaşam güvencem yoktu. Ne yapmalı, nasıl yapmalı! arayışı sonunda, hapishane dostlarımın dostlarını bulup bir tır kasası içinde Almanya’ya ulaşabildim. O dostlarımın dostları burada da yalnız bırakmadılar beni, elimdeki mahkeme belgelerini ilgili yerlere verince kolayca ‘sığınmacı’ oldum, iş verdiler çalıştım. Fakat burada tanış çok azdı, farklı bir dil ve kültür içinde kimliksiz kalmış, boğuluyordum. ‘Dilin en önemli kimlik olduğunu’ öğrenmiş hem çalışmış hem de dil öğrenerek yeni bir kimlik kazanmıştım. 

Sevgili arkadaşım işte böyle…  Yakında geleceğim, eğer isterseniz (ki, ben çok isterim) buluşup daha uzun konuşuruz.

Sevgi ve saygılarımla… 

‘Kızılbaş’ Haydar”   

 *  

Haydar, ‘yurtdışı konuşmaları bedava’ bir tarife ile hemen her akşam o saatte arar olmuştu. Birsen de neredeyse tüm yaşam düzenini bu konuşma saatine uyarlamıştı. Günlük ev ve bahçe işlerini bitirdikten sonra oturup, Haydar’ın mektubunu yeniden okuyor telefonun çalmasını bekliyordu. 

Haydar’ın 15 gün sonra geleceğini söylediği akşam:

Birsen’in, Gelecek, gelecek, gelecek!”…

Haydar’ın da “Geleceğim, geleceğim, geleceğim!”… 

Çığlıkları iki ayrı coğrafyanın sokaklarında yankılanmıştı. 

Gelecek, geleceğim, gelecek, geleceğim, gelecek!

 1,136 total views

Birsen Öğretmen (7) / Emin Toprak

23.02.2021

Birsen Öğretmen (7)

Emin Toprak

Karabasanları olmayan çok sayıda güzel rüyaların olduğu huzurlu bir gece geçirmişti. Tatlı tatlı esneyerek gerindi ve bir o yana bir bu yana dönüp sevinç içinde gözlerini araladı.

Biraz ter koktuğunu anladı ve içinden: “Biraz sonra duş alırım” -dedi. Bugün yatak onu içine çekmek istiyor, bırakmak istemiyordu. Hem, zaten dün bahçede çok çalışmış, bugüne iş bırakmamıştı. İyi geçen gecesini hatırlamak, biraz da sabah keyfi yapmak isteğiyle yataktan çıkmayı erteledi. Yarı uykulu, yarı uyanık uzunca bir zaman daldan dala düşüncelerle oyalanıp durdu. Sonra ani bir kararla; “Önce banyo, sonra kahvaltı”-diyerek hızlıca kalktı.

Banyo, kahvaltı, bulaşık işleri çok uzun sürmedi. Kitaplığın önüne varıp orta çekmeceyi açtı, oradaki üç albümü göz ve elleriyle okşadıktan sonra, üçüncüsünü aldı ve onu, iki eliyle göğsüne bastırıp pencerenin önündeki kolçaklı koltuğa oturdu.

Kırlangıç çığlıklarını duyunca hemen pencereyi açtı, kırlangıçları çok severdi. Bugünler onların en hareketli günleriydi, çünkü saçak altında onlara ait mimari harikası birkaç yuva ve içinde de ağzını açıp bekleyen yavruları vardı. Kırlangıçların kimi yuvasına dalıp gagasına sıkıştırdığı yemleri bir ona bir diğerine sırasıyla veriyor, kimi bu işi bitirmiş ki, sevinç çığlıkları ve taklalar ata ata yeni yemler bulmaya gidiyordu. Birkaç dakika onları sevgiyle izledi izledi ve yeniden koltuğuna geri döndü.

Ve albümün yapışkanlı şeffaf jelatinle korunan sayfalarını bir bir çevirmeye başladı. Orta sayfaların birinde gördüğü bir fotoğraf ilgisini çekti. Ona uzun zaman baktı sonra da yapışkanlı koruyucuyu hızlıca kaldırıp onu eline aldı: Bu; ilkokulların 5, ortaokulların ise 3 yıl olduğu 80’li yıllardan bir bayram töreni… Her sınıf 3′ er şube ve öğretmenleri de yanlarında, böylece peş peşe 3’erli sıralanmış 5 uzun kuyruk oluşmuş. Birsen, 3/A sınıfıyla ortada ve en ön sırada.

Babasından kalan büyüteci eline alıp öğrencilerini tek tek görüntüledi, onları bakışlarıyla okşadı, sevdi, bazılarının ismini unutmuş olduğu için de üzüldü. Sonra da büyüteç elde fotoğraf karesindeki öğrenci, öğretmen, yönetici, velileri de bazı duraksamalar ve dönüşler yapa, yapa dolaştı. Sararmaya başlamış olan bu siyah-beyaz fotoğraf karesi, çokça yaşantıyı çağrıştırıp anımsatırken, onu, kâh sevindirdi, kâh üzdü.

Ve içindeki kendisi dile geldi: “Yaşam sürekli gelişerek, değişerek evrimleşiyor. Bunun için her canlı genleriyle; yaşam direncini ve pek çok özelini milyarlarca yüzyıl ötesine taşıyor. Peki, nasıl olur da bir insan, onlarca yılı kısacık bir ‘an’ içine sığdırıyor? O halde zaman, iki tik tak arasındaki sonsuzluktur! Eğer öyle olmasaydı, duygu ve düşünceleriyle yola çıkan insan, geçmişteki onlarca yılı birkaç saniye içinde yaşayabilir miydi hiç?” -diye sorular sordu kendine.

Şimdi ne uyuyor ne de düş görüyordu: Ortada; okulunu, öğrencilerini, öğretmen arkadaşlarını, velilerini ve onlara dair yaşanmışlıkları anlatan bir fotoğraf vardı. Fotoğrafın her noktasını detaylıca inceledi, fakat iki konuya odaklandı onları daha yoğun düşünmeye başladı. Tabii ki önceliği sınıfına, öğrencilerine ve onların içindeki en çok horlananlara verdi.

*

1. OKULU ve 3/A SINIFI:

Okulumuzun bulunduğu ilçe; verimli tarla ve bahçeleri ile ünlenmiş ve böylece mevsimlik çalışan yoksullar için bir ‘ekmek teknesi’ olmuştu. Burada ekim, dikim, kaldırma (hasat) işlerini mevsimlik işçiler yapardı. Bazı mevsimlik işçiler ailece yoksul mahallelere yerleşip kalıcı olurken, bazıları ise işlerin başladığı aylarda çocuklarıyla birlikte gelir, işler bitince de memleketlerine geri dönerlerdi.

Bir tepenin eteklerinde, daha çok yoksul ve orta halli insanların barındığı bir mahallenin orta yerindeydi okulumuz. İlçenin pek çok toprak zengini olsa da onların çocukları, bizim okula değil, daha çok ilçe merkezi ve ovaya doğru olan okullara giderlerdi. Okulumuzun ferah derslikleri, geniş bahçesi, yeterli tören ve etkinlik alanları vardı. Sınıflarda ortalama 35-40 öğrenci olurdu, fakat bu sayının yaklaşık dörtte birini mevsimlik işçi çocukları oluşturduğu için onların gidiş-dönüşlerine göre sınıfların mevcudu azalır veya çoğalırdı.

Burada da öğretmenliğin ilk iki yılında, Toroslardaki mezralardan okula gelen ‘Yörük’ çocuk ve velilerinin yaşadığı sorunların benzeri yaşanıyordu. (Ki, o günleri ve öğrencilerini her hatırlayışında, sanki içinde bir fırtına başlar, karla karışık yağmurlar yağardı). Orada; kendilerini elit sayan ‘köylüler’, bu insanları ‘Yörük’ diye, burada da mevsimlik işçi çocuklarını ‘Köylü-Kürt’ olarak ötekileştiriyorlardı. Bu ayrımcı bakışa çocuklardan çok anne-babalar sahipti. Bu da öğrenciler arasında ayrım yapmamaya özen gösteren Birsen’i çok çok üzüyordu.

Kara-kuru-çelimsiz-soluk benizli, yaşından daha yaşlı görünen çocukların herkes gibi siyah önlük-beyaz yakaları vardı. Belki önlük onların yamalı giysilerini biraz olsun saklardı, fakat ürkek bakışları, tarazlı saçları, arpa ekmeği gibi çatlak-patlak elleri ve çamurlu lastik çizmeleri herkese onların yoksulluklarını fısıldardı.

Boyunlarına asılı çantanın içinde; gazeteye sarılmış azık, kitap-defter bir de özenle koruyup, kaybolunca ağladıkları 2-3 santimlik kurşunkalemleri olurdu. Bunlar, daha çok ders yılı başlangıcında sınıfta-bahçede-çevrede yadırganırlar, sonra zamanla kabul görürlerdi. Hele de bazılarının değişik gırtlak sesleriyle türküler, ezgiler söylemesi sınıfa renk ve neşe katardı. Fakat bazı arkadaşlarının şivesi nedeniyle kıkırdaması ve alay etmesi onları çok üzerdi. Bunun için ders anlatırken veya bir parçayı sesli sesli okurlarken hep gergin, ürkek ve güvensiz olurlardı.

Bu çocukların, kendilerine benzer ürkek, çocuk yüzlü, anne ve babaları vardı ve bunların çoğu da Türkçe bilmez, Kürtçe konuşurdu. Yoksullukları bitsin diye, okula giden çocukları dahil, tüm aile fertleri fırsat buldukça çalışırdı. Herkes becerisine uygun işler bulur; kimi evlerde temizlik ve bakıcılık, kimi eskicilik, kimi seyyar satıcılık, kimi amelelik, kimi ayakkabı boyacılığı ve kimileri de tarla ve bahçelerde çalışırdı. Fakat her nedense, bu yoğun çalışmalar bile onların yoksulluklarını yok etmiyordu.

Anne-babalar, veli toplantıları ve çocukları için görüşme amacıyla okula pek gelmezlerdi. Bazıları izin alamaz, bazıları gerek duymaz, bazıları da gelmek istemezdi. Gelmek istemeyenlerin gerekçeleri; yoksullukları ve anadilleri nedeniyle ayrımcı bakışlar ve ‘Köylü’-‘Kürt’ gibi alaycı sözlerle karşılaşmak ve çocuklarına üzüntü yaşatmak istemedikleri içindi. Sanki kimlikleri onlar için bir eziklik ve ‘utanç(!)’ konusu olmuştu. Birsen bu durumu bildiği için fırsat buldukça kendisi giderdi o velilerin evlerine. Bu ev ziyaretleri yapıldığında hem veliler hem de çocuklar çok mutlu olurdu.

Çocuklar ilk günlerde sınıfta yadırgansalar da sonraları kabul görürlerdi. Kimi gırtlak farklılığı ile türkü ve ezgiler söyler, kimi sportif etkinliklerde başarı sağlar, kimi becerileriyle, kimisi de ders başarıları ile sınıfa renk katardı. Bu çocuklar beslenme saatlerinde de ki yaşanırdı. O gün eğer çantalarında azıkları varsa onu sessizce çıkarır, çaktırmadan da “Bakalım onlar neler getirmiş” bakışları atıp, imrenerek arkadaşlarına bakarlardı.

*

2. HAYDAR ÖĞRETMEN:

Tören sırasında çekilen fotoğrafta; 3/A sınıfının yanında, 4/A sınıfı ve sınıf öğretmeni Haydar Bey vardı. İçi ürperdi! Birsen ile aynı yaş ve meslek kıdemi olan Haydar öğretmenin albümde iki fotoğrafı vardı. Birisi şimdi elinde tuttuğu, diğer de öğretmenler odasında çekilmiş olandı. Hemen onu da bulup çıkardı, önündeki sehpanın üstüne koydu ve sonra da bir ona, bir diğerine bakarak düşündü ve hatırlamaya çalıştı.

Haydar Bey’le, kısa bir süre birlikte çalıştığı halde, ona duyduğu saygı ve sevgi yüzünden onu unutmamıştı. Aniden ayrılışına da çok üzülmüştü. Şimdi de onu bir fotoğraf karesinde görmenin duygusallığını yaşayarak o günleri düşünmeye başlamıştı:

Ülkede yine, yeni bir “sin-sus-sis” iklimini egemen kılan bir sıkıyönetim vardı. Sıkıyönetim çokça ve sıkça ilanı edildiği için hangi yıl olduğunu tam olarak hatırlamıyordu. İşte o yıllardan biriydi.

Haydar öğretmen, o yıl komşu bir ilden ‘sürgün’ gelmişti. Kendisine, o yıl il merkezine atanan bir öğretmenin 4/A sınıfını vermişlerdi.

Haydar, çocukları, velileri, öğretmenleri kısaca ‘insan sever’, kolayca dostluklar kurabilen değişik birisi idi. Kısa zamanda okulda ve çevrede çokça seveni, birkaç da sevmeyeni olmuştu. Onunla bazen öğretmenler odasında, bazen de okul bahçesinde karşılaştıklarında sohbet ederdi. Onun, yalın, doğru, hilesiz, samimi bakışları vardı. Dinleyenlerini daha çok gözleriyle, onların derinlerine işleyerek yankı yaratan bakışlarıyla etkilerdi.

Haydar’ın bu etkili iletişim gücü; ‘Çok seçicidir, çok zor beğenir’ denilen Birsen’den bile çokça ‘artı’ almıştı. Arkadaş olmaları böylesi duygularla başlamış ve sürüp gidiyordu. Bir gün okula, Haydar’ın evine sabaha karşı baskın yapılarak gözaltına alındığı haberi gelmişti. Bu haber; öğrencileri, öğretmenleri, velileri hatta okul yönetimini bile çok üzmüş, bir şok etkisi yaşatmıştı. Sonraki günlerde de Haydar’ın tutuklandığı, okulla ilişkisinin kesildiği ve uzak bir cezaevine gönderildiği haberi gelmişti…

Birsen, nemli gözler ve özlem duygusuyla bu anları anımsadı ve her iki fotoğraf karesindeki Haydar’ı sevgiyle okşadı. Sonra birdenbire: “Belki sosyal medyada Haydar’ı bulabilirim!..” -dedi.

Kalp atışları hızlandı, gözleri ışıldadı…

(Devam edecek)

 1,084 total views

Amerika, Türkiye Ve Bizim Mahalle / Bülent Avcı

24.01.2021

 

 

 

Amerika, Türkiye Ve Bizim Mahalle

Bülent Avcı

İki hafta önce Trump taraftarlarının hükümet binasını işgal etmesi dünyanın geldiği noktaya dair ipuçları veren tarihsel bir olaydı. Kimdi bu insanlar? Silahlı külahlı bir şekilde kongre binasını basacak aşamaya nasıl gelmişlerdi?

Bu insanlar neoliberal-kapitalist globalleşmeyle beraber yoksullaşan ve sosyoekonomik statülerini kaybeden beyaz işçi sınıfı (ya da genel olarak çalışan sınıflar). İçlerinde süzme faşist-ırkçı ve psikopat tipler ebette var; ama bunlar o kalabalığın yüzde onu bile değildir.  Söylem ve taleplerine bakınca sol bir partinin tabanı olduğu aklınıza gelebilir… Ama geniş halk kitleleri ile organik bağlar kurmuş bir sol partinin olmayışı bu insanları Trump gibi bir demagogun kucağına itmiştir. Dolaysıyla, bir demagogun önderliğinde, sorun ve taleplerini gerekçelendirme şekilleri onları ırkçılığın ve faşizmin bataklığına sürüklemiştir. Medyada bu insanları ‘beyaz ırkın üstünlüğüne inanan guruplar’ (white supremacists) diye tanımladı. Olayın sınıfsal boyutlarına bakmadan kendilerini solda tanımlayan çevreler de aynı söylemin biraz daha liberal versiyonu dillendirdi.

Nedir bu kaybana white supremacy denilen şey?

Amerikan burjuvazisi tüm politik sorunları kültür ve kimlik politikaları üzerinden şekillendirmeyi büyük oranda başarmıştır; bu anlama şeklinde sınıfsal-analiz adeta uçuşa kapalı bir bölgedir. Örneğin koyu tenli Amerikan vatandaşları sokaklara çıkınca, mevcut neoliberal sistemi eleştiren tek bir cümle etmeksizin, olayı beyazların üstünlüğü (white supremacy) söylemine bağlayıp nerdeyse tüm beyaz Amerikalıları ırkçı ilan etmekteler. Tıpkı kongre binasını işgal eden beyaz Amerikalı işçi sınıfının zenci ve göçmenleri suçlaması gibi. Oysa bu insanların ortak paydası yoksul ve neoliberal düzenin kurbanları olmaları.

Aslında mesele son derece basit. 1980’lerden başlayarak neoliberal politikaların doğal bir sonucu olarak, zenci beyaz dinlemeden, geniş halk yığınları yoksullaştı. Amerikan ulusal zenginliğin yüzde 94’ünü nüfusun en zengin yüzde 1’i kontrol ediyor. Trump destekçileri işte bu süreçte yoksullaşmış beyaz çalışan sınıflardır. Kongre binasının baskını öyle anlık bir olay değildir; medyanın öne çıkarttığı bir kaç tane ilginç giyimli serserilerden ibaret değil. Bu gurupların silahlı bir şekilde Obama iktidarı öncesinden beri örgütlendiklerini bilmeyen sağır-sultan. Dünyanın en gelişmiş istihbarat organizasyonlarına sahip olan Amerika’nın kongre binasının işgal edileceğini önceden bilmemesi imkansız… İşgale müsaade edildi. Bu müsaade derin devletteki Trump taraftarları sayesinde mi yoksa Biden ekibinin kurguladığı stratejik bir hamle mi henüz bilmiyoruz.

Ama şunu biliyoruz ki siyaseten Trumpın yanında saf tutan Amerikalı beyaz yoksulların, önerdikleri çözümler ırkçı-faşist olsa da, dile getirdikleri sorunlar sınıfsal altyapısı olan son derece gerçek. Son 40 yıldır Amerikan halkını giderek yoksullaştıran neoliberal politikalarla radikal bir hesaplaşma olmadan bu sorunların çözümü imkansız. Ama yeni hükümetin böylesine bir gündemi olmadığı belli. Dahası, Biden hükümetinin görev atamalarına baktığımızda eski tas eski hamam; Obama döneminin iktisat danışmaları yine görevde; eğitim bakanı olarak atadığı adam neoliberalizm dinine secde etmesi ile ünlü biri… Kongreyi basanlar Amerikan halkının en az yarısının desteğine sahiptir ve gelecek yıllarda daha da kitlesel hale geleceklerdir. An itibarı ile Trump kaybetmiş olabilir ama maalesef kazanan faşizmdir…

Boğaziçi Üniversitesi olayları

İstanbul Boğaziçili gençlerin kayyum-rektör atanmasına karşı yaptığı şenlikli protestolara sahne oldu. İstanbul’un ara sokaklarından çıkıp meydanlara yürüyen gençler içimizdeki ölü düşleri dirilttiler…

Meseleye ülkenin iç dinamiklerinin biraz dışını çıkarak bakmayı denersek, böylesi bir rektör atamasının ne anlama geldiğini daha iyi anlayabiliriz. Batı medeniyeti neoliberalizm sayesinde kurumsallaşmış tüm değer ve normlarını yitirmiştir. Sermayenin kâr hırsı tüm insani değer ve normlardan üstün tutulmuş ve kamu yararına olan ne varsa yerle yeksan edilmiştir. Sermayeye peşkeş çekilen şeylerden biri de eğitimdir. Batı ülkelerinde aydınlanma değerleri ışığında üniversitelerin ve genel olarak eğitimin kısmen de olsa özerkliğinden bahsetmek mümkündü.  Ama son 40 yıldır böylesi bir akademik özerklik ve özgürlükten bahsetmek artık imkansız. 1980’lerden başlayarak, üniversiteler kamu yararı olan konuları araştırmak ve bu eksende bilgi üreten yerler olmaktan çıkıp büyük şirketlerin (Corporation) hizmet ve denetimine girmişlerdir.

Amerikan üniversiteleri politik olarak solda görünen akademisyenleri türlü ayak oyunları ile işe almamakta; hâlihazırda kadrolu solcu akademisyenleri işten atmanın yollarını aramakta.  Amerikan üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin yüzde yetmişi part-time (adjunct) olarak çalışıyor; sigorta yok, sendika yok, iş güvenliği de yok; karın tokluğuna bir yaşama mahkum akademisyen ordusu…Bir çoğu ekmek karnesine (food-stamp) bağlanmış…

Dolaysıyla Amerikan ekolünden gelen Boğaziçi Üniversitesinin konumu bu durumdan bağımsız değil. Üniversitenin kendi içinde akademik özgürlüğünün ve özerkliğinin olmadığı bir dünyada ve Türkiye’de rektörün kayyum ya da organik olması çok da bir farklılık yaratmaz. Öte yandan Türkiye’nin yerel konjonktüründen bakarsak, Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne açık-öğretim mezunu bir imamın ya da cübbeli hocanın atanmamış olması bizim gibiler için bir tesellidir. Zira bir sonraki adım bence budur.

Dr. Bülent Avcı
Seattle, Washington

 1,316 total views

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu