Osmanlı, ‘kul’ sayıldığı birçok farklı kimliği merkezi ‘Monarşi’ kurallarıyla yöneten büyük bir imparatorluktu.
Birinci Dünya savaşında yenilince; ülke içerisindeki bazı azınlıklarla zor günler yaşamış, emperyalist güçler pek çok bölgesini, hatta saltanat merkezi İstanbul’u bile kuşatmış ve işgal etmişti.
Gücünü kaybeden Sultan çareyi yurtdışına kaçmakta bulmuş, böylece saltanatı son bulmuştu.
Anadolu da Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları; birçok şehirde farklı kimlik lideri ile etkili din adamlarıyla toplanıp, işgal edilen yerleri kurtarmak ve korumak için yol-yöntem-çare aramaktaydı.
Uzlaşıya varılınca da: “Kurtuluş Savaşı” başlamış ve kazanılmıştı.
Bu zaferle yurdumuzun adı: “Türkiye”, başkenti “Ankara”, yönetim şekli ise “Cumhuriyet” olmuştu.
Cumhuriyet; demokrasiyi esas alan, hukukun üstünlüğüne dayanan, çoğulculuğu savunan ve her bireyin eşit haklara sahip olduğu, tüm kimlikleri kucaklayan bir yönetim şeklidir.
Ancak bizdeki Cumhuriyetin demokratik kucaklayıcı anlayışına izin vermeyen, ‘öteki’ olanı yok sayan tekçi inkarcı anlayış egemen olmuş. Sonra da neler neler olmuş…
İşte demokrasiye uymayan birkaç uygulama:
Türkçe dili dışındaki diller yasaklı…
Tarihsel bellekte yeri olan; dağ-ova-köy-belde-kent isimleri yok sayılıp yerine Türkçe isimler konulmuş…
Çocuklara Türkçe olmayan isim vermek yasak…
Okulda Türkçe dışındaki dillerin eğitim hakkı olmaz….
Öğrenci; Türkçe bilmeyen anne-baba-akraba ile anadillerinde konuşamaz olmuş…
Anayasasında Laik olduğunu ilan eden Devlet; okullarda farklı inancı olan ailelerin milyonlarca çocuğuna, diyanet-cemaat işbirliği, yönetim ve denetiminde (veli izni almadan) Sünni anlayışı aşılayan: “zorunlu din dersi” vermekte…
Alevi köy ve beldelere Cemevi yerine Cami yaptırmakta, inançlı-inançsız herkes Sünni-İslam yapılmak istenmektedir.
Kısacası, Devlet ‘taraf’ olmuş daha ne olsun ki!
Bu uygulama ve yasaklarla; Kürt, Alevi, Çerkez, Süryani, Laz, Gürcü, Hemşin, Pomak, Roman … gibi dil, inanç ve kültürler etkin kullanılamaz. Bu şekilde işlevsiz kalan dil, inanç ve kültürler; gelişmeyen, geleceğe aktarılamayan, geleceğin birer ölü dil-kültür adayı olmuşlardır.
Çünkü geçmişten gelen dil ve kültürler kullanılmazsa, gelecekte var olamazlar!
İşte bu yok sayan, inkar eden “devlet aklı” nedeniyle toplumsal pek çok karşı çıkış olmuştur. Bu ‘insani’ talepler için hiçbir demokratik uzlaşı ve çözüm aranmamış, hak talep edenler ‘terörist’ sayılınca, öldürmüş-ölmüş, veya ‘suçlu’ sayılarak karakol-mahkeme-hapishanelerde sindirilip susturulmuştur.
Görüldüğü gibi hiç uzlaşıyı sağlayacak diplomasi dili ve yöntemi kullanılmamıştır. Böylece, sadece ‘güç’ kullanan ölen-öldüren öfkeli-kinli nesiller yetişmiştir.
Bu nesiller de halkımıza; kuşaktan kuşağa geçen unutulmaz acılar yaşatmıştır.
İşte, politikacıların geçmişle: yüzleşelim, helalleşelim dedikleri toplumsal acılardır bunlar.
Geçmişin bu büyük acıları ve yükleri, bugün de hem ülkemizi hem de insanımızı; yoksul, acılı ve mutsuz bırakmıştır. Ve ayrıca ülkenin iç-dış güvenliği sorunlu, özgürlükleri ve kültürel çeşitlilikleri yasakların baskısı altındadır.
Yukarıdaki satırlar, bir korku ikliminin bize yaşattıklarıdır, sizleri bunlarla gerip üzdüğümü de biliyorum. Fakat içsesim bana “bunlar bizim gerçeklerimizdir” yazacaksın diyor, ben de mecburen yazıyorum.
Şimdi kısa bir ara vermeden önce size, küçücük bir soru soracağım:
Ötleğen kuşunu tanıyor musunuz?
Çokça evet cevabı aldığımı biliyorum. Fakat ben o kuşları görüp tatlı ötüşlerini duysam da onların zoolojik yaşamdaki bir gerçeğini yeni öğrendim. Ve belki bu bilgi yukarıdaki karamsarlığa biraz ışık olur diye sizlerle paylaşmaya karar verdim:
Ötleğen kuşları gördüğünüz gibi; çok sevimli, küçücük, çok güzel öten göçmen kuşlardır. Bu kendi küçük, gönlü yüce kuşlar; “Kim hangi yumurtan çıkmış?” sorgulaması yapmadan her tür yavruyu kanatları altına alarak ayrımsız; sever-besler-büyütür sonra da onları kendi kalıtsal mirasları ve kazandıkları yetileriyle özgürce yaşasınlar diye uçururmuş.
Bu, çatışmaya neden olabilecek bir sorunun barış içinde sevgi ile çözümüdür, beğendiniz mi?
Tabii ki herkes beğenip: “Evet!” diyecektir.
Peki, toplumsal sorunların bu yöntemle çözülmesine itirazı olan var mı?
Herkesin bu soruya: “HAYIR!..” dediğini duyar gibiyim.
Şimdi de son soruyu soruyorum:
Ötleğen kuşu gibi soy-sop-inanç sorgulaması yapmadan ve kanatları altında herkese yer açarak yol alan bir ‘Demokratik Cumhuriyet’ istiyor musunuz?
Belki kararsız olanlar ve “ben bilmem ki” diyenlerimiz vardır. Olabilir.
Bilişim teknolojilerini, ne tümüyle olumlu ne tümüyle olumsuz kullanımla ilişkilendiriyoruz. Bilişim teknolojileri yaygınlaştıkça, ‘teknoloji bağımlılığı’ gibi kavramlar geçersizleşiyor. Ya da öyle mi? Örneğin, sigaranın yaygınlaşması, onun bağımlılık olduğu gerçeğini ortadan kaldırmadı. Öte yandan, teknoloji bağımlılığı sigara gibi, herkesi değil belli kesimleri kapsar bir nitelik kazandı. Diğer bir deyişle, teknolojiye bağımlı olduğunu söyleyebileceğimiz aşırı kullanımcı kişiler var ve hepimizde bağımlı olma potansiyeli var. Peki olumlu kullanımla olumsuz kullanımı nasıl ayırabiliriz?
Sosyal medya özelinde konuşacaksak, hepimiz sosyal medyayı eğlence amaçlı olarak ya da zaman geçirmek için kullanabiliriz ve kullanıyoruz. Haberleri, güncel olayları ve ilgi alanlarımızı takip ediyoruz. Bilgi almak ve birşeyler öğrenmek için kullanım yaygın. Kimilerimiz siyasal tartışmalara girer, kimimiz girmez. Kimimiz düşüncelerini paylaşır, kimimiz paylaşmaz. Kimimiz için, sosyal medya, bir toplumsal duyarlılık arttırma ve bilgilenme aracıdır. Kimimiz için, sosyal medya, belli başlı bir kendini ifade etme yolu anlamına gelir. Başkalarının paylaşımlarına bakar, onların düşünceleri hakkında bilgi sahibi oluruz. Kimilerimiz, ünlü kişilerini sosyal medyadan takip etmeyi severken, kimilerimiz de ünlü olma ve daha çok takipçi kazanma düşüyle sosyal medyayı kullanır. Kimimiz sosyal medyadan yeni insanlar tanır ve sosyal medyasını genişletir. Kimilerimizse, çevrimiçi alışverişe kendini kaptırmıştır. Elbette iş ve eğitsel amaçlı kullanımlar da söz konusudur (Ökten, 2023). Buraya kadar her şey olağan… Fakat bir de, ‘sorunlu teknoloji kullanımı’ dediğimiz bir durum var. Bir de buna bakalım…
Aramızdan çok azı şu özellikleri gösterir: Sosyal medyada gezinmeyi gerçek yaşamda arkadaş edinmeye yeğler. Sosyal medya kullanımı nedeniyle sağlık sorunları yaşar. Sosyal medya kullanımı, yapmak istediklerini yapmalarını engeller. Yakınları, “çok fazla sosyal medya kullanıyorsun” diye uyarır ama bunun bir etkisi olmaz. Sosyal medya kullanımı nedeniyle, aile sorumlulukları yerine getirilemez olur. Arkadaşlar ve aile ihmal edilir. Eğitim ya da iş yaşamı olumsuz etkilenir. Yeme düzeni bozulur vb (Yavuz, 2020).
Aynı durumlar, cep telefonu kullanımı için de uyarlanabilir. Örneğin, cep telefonlarının aşırı kullanımında şunlar görülür: Cep telefonu sık sık düşünülür; her fırsatta kullanılır; geceleri uykular kaçar; iş ve eğitsel çalışmalar dışındaki tüm boş zamanlarda kullanılır; cep telefonsuz kalınca huzursuzluk duyulur; kötü bir ruh halinde cep telefonuna yönelinir; planlanılandan uzun kullanılır; yakınlar, “telefonu çok fazla kullanıyorsun” der ama bunun bir etkisi olmaz; sağlık sorunları olsa bile cep telefonu yine de kullanılır; internet paketi ve uygulamalara çok para harcanır; aile ve arkadaşlar ihmal edilir vb. (Özen ve Topcu, 2017).
Hepimiz teknoloji bağımlısı değil, çünkü teknoloji olumlu amaçlarla kullanıyoruz. Olumsuz kullanımlarda yine de, yukarıda görüldüğü gibi, teknoloji bağımlılığından söz edebiliyoruz. Öte yandan, bu bağımlılık türü, madde bağımlılığı formülasyonuyla tümüyle uyuşmuyor. Bir kere, aynı hazzı almak için daha fazla kullanım söz konusu değil. Ayrıca bırakma süreci de, o kadar sancılı olmayabiliyor. Yukarıdaki olumsuz kullanım biçimleri, bir rahatsızlığa işaret ediyor; ancak bu, psikolojik yardım profesyonellerinin temel kaynağı olan Tanı ve İstatistik El Kitabı’na girmiş değil. Üzerinde anlaşılmış olan bir tedavi de bulunmuyor (Şahin ve Günüç, 2020).
Sonuç olarak, teknolojinin olumsuz kullanımlarına dikkat etmeli; olumlu kullanımlarına devam etmeliyiz. Bu sınırı aştığımızda uzman desteği almalı, tedavi geciktirmemeliyiz.
Kaynakça
Ökten, M. S. (2023). Sosyal Medya Kullanım Amaçları Ölçeği: Üniversite Öğrencileri Üzerinde Bir Validasyon Çalışması. Mavi Atlas, 11(2), 238-254.
Özen, S., ve Topcu, M. (2017). Tıp fakültesi öğrencilerinde akıllı telefon bağımlılığı ile depresyon, obsesyon-kompulsiyon, dürtüsellik, aleksitimi arasındaki ilişki. Bağımlılık Dergisi, 18(1), 16-24.
Şahin, C. ve Günüç, S. (ed.) (2020). Teknoloji Bağımlılıkları. Ankara: Nobel.
Yavuz, S. (2020). İlahiyat Fakültesi Öğrencileri Örnekleminde Problemli Sosyal Medya Kullanım Ölçeği Geliştirme: Geçerlik-Güvenirlik Çalışması. Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (44), 109-124.
Bence, ülkemizin tek karar vericisi Sayın Erdoğan, tarafsız olmayı sevmez, her zaman bir taraftan yana, “öteki” saydıklarına karşı olmak ister. Bu yüzden de tutkuyla hem Cumhurbaşkanı hem de parti başkanı olmak istemiş ve başarmıştı.
Yani tarafsız-dokunulmaz-güçlü kimlikle yetinmemiş; bir partiye başkan olarak ‘taraf’ olduğunu ilan etmişti. Sonra da “Kuvvetler ayrılığı” ilkesini yok edip tek kişilik “Külliye Yönetimi” başlamıştı.
Cumhurbaşkanının devlet güvencesindeki “dokunulamaz-sorgulanamaz” gücü bir partinin gücüne eklenince de partiler arası demokratik yarış bitmiş, ülkemiz halkı birbirine öfkeli-kinli iki kutba bölünmüştü.
Devletin yetki ve olanaklarıyla, partisi adına yurdu karış karış gezip, meydan ve ekranlarda oy istemiş, depremin yerle bir ettiği Hatay’da: “Oy verirseniz hizmet alırsınız” bile demişti.
Artık, partisi gibi düşünmeyen tüm parti, kurum, grup ve kişiler onun için birer: “öteki” olmuştu. Onlara: “hain-terörist-düşman-çürük-sürtük.” gibi sıfatlarla sesleniyor ve onları çok ağır sözlerle aşağılıyor-yıpratıyor-incitiyordu.
Henüz 2023 şubat depreminin yaraları sarılmadı depreşip duruyor. Ve yeni depremler, yangınlar, seller oluyor ve olacak. Ülke kaynakları; kamu çıkarı, çevre sağlığı ve güvenliği düşünülmeden, plansızca ve “ticari sır” diyerek saklı sözleşmelerle yapılan yandaş adreslerine teslim ihaleler çoğaldıkça çoğaldı… Sokaklarımızda mafya kol geziyor.. Suç ve suçlular arttı adliyeler, cezaevleri yetmez oldu, yenileri yapılıyor…
Ülke halkı, iki katmanlı yoğurda benzedi: en üstte ince bir tabaka türedi zengin, altta ise; acı ve korkularıyla kimsesiz, güvensiz, huzursuz olan on milyonlarca yoksulumuz kaldı.
İçeride bunlar oluyorken, dış politikada da diplomasinin yerini güvenlikçi anlayış almış, güçlü olana: ‘evet-peki’ deniyor, güçsüz olanlara da: “Bir gece ansızın gelebiliriz!” diye tehdit ediliyordu.
Aylardır emperyalist güçlerin piyonu faşist İsrail devleti, halkının karşı çıkmasına rağmen, susturulmuş Arap coğrafyasına kanlı tuzaklar kurup bombalar yağdırıyor.
İşte bu korku iklimi ve ekonomik çöküş acı-yokluk kışı geldi-gelecek…
Halkımız 23 yılın bu ağır yükleriyle yol alıyorken dillerden düşmüyor: o nakarat: “Nerden nereye, güçlü Türkiye…”
***
Osmanlı’da 1880’de başlayan ulusalcı hareketlerle birlikte “Kürt Sorunu” da başlamıştır diyebiliriz. Bu sorun Kurtuluş Savaşı sürecinde Amasya, Erzurum ve Sivas’ta görüşülmüş ve varılan uzlaşıyla 1921 Anayasası hazırlanmıştır. Ancak 1924 yılında yapılan Anayasada hem Kürtler hem de 1921 uzlaşısı ‘yok’ sayılmıştır.
Kısaca bu sorun: Kürtlerin, devletçe engellenmiş “İnsan Haklarını” istemesidir. Bu haklar: eşit vatandaşlık, kimlik, dil, inanç, güvenlik, eğitim, kültür, yaşam tarzı, seçme, seçilme vb. yani her insanın doğumuyla hak ettiği evrensel haklardır.
Pek çok ülkenin böylesi sorunları olmuş ve ülkelerin pek çoğu çözümle sonuçlandırmıştır. Çözüm için iki yol izlenmiş ve izlenmektedir:
Demokratik devletlerde bu talepler; uzlaşıcı bir anlayışla karşılıklı görüşülür ve varılan uzlaşıyla çatışmasız, savaşsız olarak barışla karşılanır. Barış; bedavadır, ülkeye ve halkına hiç bedel ödetmez. Barışçı çözüm o ülke ve halkına; güvenli, huzurlu, sevgi-saygı dolu, acısız, korkusuz, sevinçli ve coşkulu bir yaşam sunar. Ve; kanlı-kirli savaşı, ölüm araçlarını, sömürüyü, silah tüccarlarını besleyen ülke kaynakları, halkın yaşamını kolaylaştırmak için kullanılırlar.
Otokratik devletler ise bu insani talepleri; militarist bir anlayışla yani zorla, baskıyla, sindirerek, zorunlu göçle ve yok ederek çözmeye çalışırlar.
Devletimiz bu tarihsel-sosyolojik Kürt sorununu, barış ve uzlaşı ile çözmek yerine, “beka sorunu” kabul etmiş ve bu sorunu çözme görevini de asıl görevi: vurmak, yok etmek olan “militarist” güce vermiştir.
İşte; onlarca yıldır Türkiye halklarını kutuplaştıran, kaynaklarını ölüm aracı ile mermisi yapan, nice canımızı alan, büyük acılar yaşatan bu: “ilan edilmemiş örtük savaş” böyle başlamış ve devam ediyor.
Solcu, demokrat, ulusalcı, milliyetçi hatta Kürt olduğunu söyleyen çok büyük bir çoğunluğumuz var. Bu kişi ve gruplar; Kürtlerin demokratik isteklerini, insan hakkı değil “terör” nedeni sayar ve “ilan edilmemiş örtük savaş” tezkeresine “evet” diyenlerdir.
Bu, “evet” de “hak ihlali” için destek ve onay vermektir!
Oysa; Kürtler; barış severdir, insanlık suçu olan kanlı savaşları ve terörü her ortamda lanetlerler.
Ve sanki Yılmaz Erdoğan, Kürtlerin barışçı duygularını:
*“Ben senin beni sevebilme ihtimalini seviyorum”*
Dizesiyle dile getirmiş gibidir.
Mademki barışın kötüsü, savaşın iyisi yokmuş.
Ve sevgi barışı, nefret ise savaşı besliyormuş. O halde, bir “ihtimal” bile olsa yine de sevgi…
***
1 Ekim günü TBMM açılışında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, DEM Parti grubu önüne giderek partililerle tokalaşması ve sonra da Erdoğan’ın açıklamaları ülkenin gündemi değişti. (Ve “avcılar barış güvercini mi!” benzetmesi de bu yazıyı yazdırdı.) Gündemin şimdilik iki öznesi var: Erdoğan ile Bahçeli…
Sayın Bahçeli’den üç önemli cümle:
: “Uzattığım el, İlk Meclis’in ve Sayın Cumhurbaşkanımızın isabetli sözlerinin meşale gibi yanan aydınlığıdır… (Bu cümledeki “İlk Meclis” vurgusu çok önemlidir, çünkü o meclis 1920 Anayasasını hazırlamış ve Kürtlere bazı demokratik haklar tanımıştır.)
: “Öcalan çıksın, terörün bittiğini açıklasın.” (Bu cümle de çok önemlidir çünkü, Öcalan, silahlı güç PKK’nın lideri olarak muhataptır.)
: “Dünyada barışı isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” (diyerek olması gerekeni itiraf etti.)
Sn. Erdoğan: “Sırf anasının dilini konuştuğu için milyonlarca vatandaşımız ötekileştirildi, ötelendi, haksızlığa ve hukuksuzluğa maruz bırakıldı” dedi. (Bu gerçekleri açıklayan çok önemli tespittir. Fakat bu fail/failler kimdir? – Acaba 23 yıllık tek lideri olarak kendisinin hiç katkısı var mı?)
Aslında böylesi sözler kişinin; eylemlerine ayna tutup, vicdani-insani sorgulama yapması, pişmanlıklarını söylemesi yani özeleştiridir. Fakat bence, bu sözleri sınırsız yetkilerle yıllarca iktidarda bulunan kişi/kişiler söylemişse durum değişir. Eğer ortada bir toplumsal ihmal-suç varsa bu sözler onun için “günah çıkarma” sayılmalıdır.
Sonuç olarak:
Sosyal-ekonomik-politik açıdan bakıldığında Kürt sorununun; ülkemizin kilit sorunu olduğu görülür. O halde her gün iktidar olacağını söyleyen CHP, Erdal İnönü döneminde olduğu gibi bu sorunu nasıl çözeceklerini açıklamalı ve çözüm için el uzatmalıdır.
Her kişi; zamanla yorulur, yılar, duraksar ve güç kazanıp yenilenmek ihtiyacı duyar ya, ben de yorulmuştum.
İşte bu gerekçeye sığınarak, 19 Mayıs’tan bugüne kadar “Dostça” blogda hiç yazı paylaşmadım.
Sessizliğim uzun sürünce, pek çok dostum haklı olarak: “Ne var-ne oldu-ne oluyor?” diye aradı, sorguladı, kimileri azarladı bile!
Sağ olsunlar…
Bu dostların çoğu, beni yolun ikinci yarısını da geçmiş, işi-gücü olmayan, hiç yorulmayan bir emekli bilir, fakat yazı mutfağında neler çektiğimi bilemez, bu nedenle onlar haklılar.
Haklılar çünkü, eğer benim önemli bir sorunum yoksa haftada bir yazı yazardım. O dostlar da bu yazıları okur, bana hem övgü hem de yergide bulunurdu. Ben de övgülerle egomu okşar, anlık sevinçler yaşardım. Yergiler ise ufkumu açar, beni geliştirirdi.
Peki, o halde ne olmuştu niçin yazmıyordum!…
Dedim ya, o dostlar mutfağımda olup bitenleri bilmiyorlar. Oysa orada, birçok aracım, birçok süzgecim, çokça işim vardır benim. Orada, okurların bana yaptığı yergilerden en acımasız olanını, ben, bana karşı yapıyorum.
Orada biriken notları karşıma alır: onlarla hece, virgül, özne, yüklem, nokta, soru, ünlem … saatlerce tartışırım. Bazılarını; çizer-karalar-siler-ekler-çıkarır, günlerin emeği ‘bazı notları’ ise bazen bir sözcük yüzünden cezaya bırakırcasına günlerce kuytuda bekletirim. Ne zaman ki aramızda bir uzlaşıya varırız o zaman da okurla paylaşırdım.
Evet bu sadece bana ait fiziksel, zihinsel, duygusal bir yorgunluktur. Fakat bu yüklere bir de Melih Cevdet’in: “Memleketinin hali” dedikleri eklenince, taşıma gücüm kalmadı, yani yoruldum.
Bu yüzünden de kendimi beş ay nadasa bıraktım.
İnanınız ki, bu sürede de hiç boş durmadım! Daldan dala, çağdan çağa atlayarak zaman içinde gezinip durdum.
Ve o zamanların; tarihi, felsefesi, coğrafyası sosyolojisi ile beslenip boy vermiş: söylence, günlük, öykü, roman, şiirlerin olduğu çokça kitap okudum.
Tarih boyunca insanlar daha iyi yaşamak için; doğadaki kaynakları, hayvanları ve bitkileri kendi kontrolüne almaya çalışmışlar.
Kimi insan; severek, emek vererek üretip gürleştirmiş, kimi açgözlü çıkarcı zalimler ise emek vermeden: insan, hayvan, ormanı, dağ, ova, su … herşey “benim olsun” diye güç kullanıp; yakmış, yıkmış, yok etmiş.
İmparatorluk ve sömürgelerdeki halk; kul-köle-cariye olup, karın tokluğuna çile çekerek yaşamak zorunda kalmış.
Zaman tünelindeki güç ve “erkek egemen” dünya böyle var olagelmiş…
Dünya halkları; halkı seven, haktan, hukuktan yana çok az kral ve yöneten görmüş. Yönetenlerin büyük çoğunluğu ise birer halk düşmanı imiş.
Bu zalimler nefret savaşlarıyla güç kazanmış, halklara ölüm, yıkım büyük acılar yaşatmış, sonra da nefret edilen olarak yok olup gitmişler. Fakat halkın çok sevip masal, destan, türkü kahramanı yaptığı çokça insanlık değerleri de hep var olmuş ve olacaklar.
Bu kitapları okudukça öğrenir, tanık olursunuz dünyamızda olup bitenlere. Sonra da: “bu dünyada ne çok iyi şeyler ve ne çok iyi olmayan şeyler yapılmış” olduğunu fısıldarsınız içinizden.
Olgularla; düşünür, üzülür, sevinir, hayal kurar, kaygı, umut üretirsiniz geleceğe dair. Ve işte öyle bir anda kulağınızda çınlar Mahzuni Şerif’in: “Kör olası dünyada (vay) can gider zaman kalır…” deyişleri.
Evet, zaman tüm canlıları yenilensin, yenisi gelsin diye tüneline gönderi ve kendisi kalıcı olur.
Yaşamak doğa ile savaştır. Doğada da anlaşılan ve anlaşılmayan temel olgular vardır. İnsanların yaşamsal görevi; anlaşılmayan bir olguyu ‘tamam, bu kaderdir’ diyerek kabul etmek değildir. O olguyu anlaşılır kılmak, geliştirmek, yaşama uygun olarak hizmete sunmak için çaba göstermektir.
Aydınlık gelecek için, zaman tünelini eşelemeli, geçmişte olup bitenleri neden-niçin-nasıl diye irdeleyerek anımsamalıyız.
***
Şimdi gelelim yurdumuzun güncel sisli ve puslu fotoğrafına:
Dünya kaynaklarını sömürme ve paylaşmını kolaylaştıran emperyalist çatışmalar devam ediyor. Bugünlerde soykırım yapmakta olan faşist İsrail devletine kendi halkının çoğunluğu ve dünya halkları karşı olsa de çoğu dünya devleti bu faşist güce destek oluyor. Çünkü devletler güçlülerin gücü olan organizasyonlardır, ezilen halka karşı olurlar ve sömürü savaşlarla beslenirler.
2023 Küresel Modern Kölelik Endeksi’nde Türkiye, dünyada beşinci, Avrupa’da birinci, aynı zamanda Avrupa ve Orta Asya bölgesinde modern köleliğin en sık görülen ülkesi olmuştu. (2024’te de değişen bir şey olmaz sanırım).
Modern kölelik: “Zorla çalıştırmayı, zorla veya kölece evlendirmeyi, borç esaretini, zorla ticari cinsel sömürüyü, insan kaçakçılığını, kölelik benzeri uygulamaları ve çocukların satışını ve sömürüsünü içerir.”
İcra ve İflas Dairelerinde 2023 yılı sonunda 38 milyon 969 bin 260’a icra ve iflas dosyası bulunuyormuş. 2024 sayısı meçhul…
İşçiler, işsizler, emekliler, öğrenciler, bizi görün, bizi duyun, çare bulun diye yürüyerek meclise gitmek istiyor. Polisler, emir yüksek yerden deyip; demokratik hakları, özgürlükleri ve anayasayı hiçe sayarak parkları bile kapatıyor.
Güvenli yaşam, ekonomik ve özlük hakları gasp edilen öğretmenler de meclise ses duyuramadı. Ve yeni bir yasa ile artık öğretmen, yasalara aykırı “medreselerin” emekçisi oldular.
Dünyada da savaş, çatışma, yokluk, yalan, yolsuzlukları ivme kazanmış bir hızla devam ediyor zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul… Kadın, çocuk, hayvan kıyımı, hak ihlal ihlalleri dur durak bilmiyor.
Gördüğünüz bildiğiniz gibi çok ‘eksili’ bir yaşam oldu bizimkisi…
Sevgi ve sevinçleri kayıp-örtük kalmış kimsesiz bir öksüzün yaşamı gibi.