Daha önce birkaç yazımda da değindiğim gibi, eleştirel pedagojide bir dönemin sonuna gelindi. Ancak yeni dönemin nasıl başlayacağı ve nereye yöneleceği belirsiz. 1960’larda şekillenmeye başlayan eleştirel pedagoji, Ezilenlerin Pedagojisi kitabının İngilizceye çevrilmesiyle birlikte, egemen sınıfların kayıtsız kalamadığı küresel bir popülarite kazandı. Eleştirel pedagoji (EP) üniversite kürsülerinde kendisine yer buldu; özellikle Batı dünyasında bu alanda çalışan akademisyenler ve eğitimciler ortaya çıktı. Egemen sınıflar, EP’nin yükselişinin önüne geçemediler ama süreç boyunca karşı-ideolojik saldırılarını aralıksız sürdürdüler. Post-modernizm tartışmaları bu saldırıların tavan yaptığı aşamaydı…
Kovid-19 salgın dönemi ise bu sürece en son noktayı koydu; eğitim başta olmak üzere birçok alanda dijitalleşme, analog hayatların önüne geçti. Ulus-devletlerle küresel güçler arasındaki güç mücadelesinde küreselciler ilk defa bu ölçekte günlük yaşama merkezi olarak müdahale etme şansı buldular. İnsanlar diğer insanlarla akıllı telefonların (ve benzeri aletlerin) aracılığı olmadan ilişki kuramaz hale geldi…
Elinde bir cep telefonu olan, mafya babalarından tutun da aşçılara, doktorlardan diyetisyenlere kadar herkes YouTuber oldu; eleştirel eğitimciler hariç (Ayhan Ural hoca gibi bu alanda var olmaya çabalayanları dışarıda bırakarak söylüyorum). Neyi ve kimi ararsan var bu alemde. Büyük bölümü gereksiz ıvır zıvır şeylerle dolu olan YouTube (ve genel olarak sosyal medya), az sayıda da olsa kaliteli, suya sabuna dokunan içeriklere de sahip.
Peki ya bizler, eleştirel eğitimciler; eğitimin anti-demokratik, baskıcı yönlerini ortaya koymaya ve buna karşı teorik-pratik yaklaşımlar geliştirmeye çalışan öğretmenler, öğrenciler, akademisyenler, yazarlar ve eğitimciler?
Bizim söyleyecek bir sözümüz kalmadı mı?
Yazıp çizdiklerimizin geniş halk yığınlarının yaşam dünyasında bir yeri olmadığını mı düşünüyoruz?
Ortalığı yırtacak denli çığlıklar atsak bile, sesimizin boşlukta öylece kaybolacağını mı düşünüyoruz? Zaman zaman benzer düşünümler ve duygularla baş başa kalıyoruz.
Kendi adıma, halen söyleyecek sözümüzün var olduğunu ve elimizden geldiğince sosyal medyada var olmak için çaba harcamamız gerektiğini düşünenlerdenim. Elbette bizim çektiğimiz videolar, göbeğini sallayan adamın videoları gibi milyonlara ulaşamayacaktır. Ama bir kişinin bile hayatında olumlu bir değişime vesile olabilecekse, böylesi bir çabanın içine girmeye değer.
Eleştirel pedagojide tarihsel bir dönem kapandı. Yeni dönem, dijitalleşmenin eğitim dünyasına yönelik baskıcı ve özgürleştirici potansiyelleri üzerine yapılacak yazılı ve sözlü çalışmalarla şekillenecektir. Şu veya bu şekilde, eğitim dünyasına yön veren küresel egemen güçler STEM başlığı üzerinden kamu eğitiminin önceliklerini yeniden düzenleme çabası içinde.
Düne kadar bu işler dergiyle, kitapla ve makalelerle oluyordu ama bugün artık sosyal medya gerçeği var ve bizler, eleştirel pedagoji eğitimcileri, zamanın ruhuna ayak uydurmak zorundayız. Nokta atışı yapan, 10-15 dakika aralığında, özgürleştirici eğitimin teorik ve pratik olarak zamanın sözünü söyleyecek sıradan ama sahici videolardan bahsediyorum.
Pek çok kişi gibi ben de zor günlerin ikileminde kalmış karasız biri olarak, kendimle didişiyorum. Günlerdir, bir yanım:
“Haksızlıkları gör-duy-oku-düşün-yaz!”
Bir yanım ise:
“Çık sokağa hesap sor, bağır çığlık at!”
Diyor.
Ben ise olanları: görüyor, dinliyor, araştırıyor, okuyor ve iç çığlıklarıma ses vermeden susup otuyorum.
Susmak niye?
Görmek, duymak, okumak, sormak, düşünmek, yazmak ve haksızlıklara karşı durmak birbirini besleyen, geliştiren, var eden birer olgu değil midir?
‘İnsan’ olduğum için, zaten olup bitenlerden herkes gibi benim de pay ve sorumluluğum var.
Olmaması gereken, olanları çaresizce kabullenip ve susmaktır.
Buna karşın niye ikilem yaşayıp da susuyoruz, bu ne kadar da saçma!
Olması gereken ise haksızlıklara çare-çözüm bulamayan 22 yıllık iktidar sistemini sorgulayıp, ondan hesap sormaktır.
***
20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü!..
Haklar; bireylerin güven içinde, sağlıklı ve özgür yaşamasını sağlar. Bugün, çocuk haklarına konan engelleri kaldırmak, bataklıkları kurutmak ve karanlıklara ışık tutmak içindir.
Gel gör ki, yurdumuzun birkaç güncel manzarası da:
Çokça ‘Narin’ çocuğun, hunharca yok edildiğini…
Çıkar sağlamak için, hastanelerde sağlık personelinin emir-katkı-gözetimi altında ölüm çeteleri kurulduğu, bunların “Yeni Doğan” bebekleri vahşice öldürdüğünü…
Tarikat dehlizleri ve devlet kurumlarında “korunan(!)” çocukların işkence, taciz, tecavüz gördüğünü…
Çocuk gelinlerin çoğaldığını, yoksulluk nedeniyle çocukların alev alev yandığını …
Söylüyor!… Böyle bir iklimde kutlanacak: “Dünya Çocuk Hakları Günü”!
Günün hikayesi de şöyledir:
Birleşmiş Milletler 20 Kasım 1989 günü “Çocuk Hakları Sözleşmesi”ni benimser ve 2 Eylül 1990’de yürürlüğe koyar. Türkiye dahil 196 ülke de imzalar.
Türkiye Cumhuriyeti, sözleşmeyi 14 Ekim 1990’da imzalar ve 27 Ocak 1995’te de yürürlüğe koyar. Ancak; ‘Sözleşme’nin 17. 29. 30. maddeleri için “İhtirazi Kayıt” düşmüştür. (“İhtirazi kayıt”: hak kullanma hakkını saklı tutmak, engellemektir.)
İşte o maddeler:
MADDE:17 (5 fıkradan oluşur ve bence “İhtirazi Kayıt” 4. fıkra içindir) 4. fıkra: “Kitle iletişim araçlarını azınlık grubu veya bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine özel önem göstermeleri konusunda teşvik ederler;” MADDE:29 (2 fıkra 5 benttir. Ve bence “İhtirazi Kayıt” şunlar içindir): – 1. fıkranın 3. bendi: “Çocuğun ana–babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi;” – 1. fıkranın 4. bendi de: “Çocuğun, anlayışı, barış, hoşgörü, cinsler arası eşitlik ve ister etnik, ister ulusal, ister dini gruplardan, isterse yerli halktan olsun, tüm insanlar arasında dostluk ruhuyla, özgür bir toplumda, yaşantıyı, sorumlulukla üstlenecek şekilde hazırlanması; MADDE:30 (“İhtirazi Kayıt” tüm madde içindir): “Soya, dine ya da dile dayalı azınlıkların ya da yerli halkların var olduğu Devletlerde, böyle bir azınlığa mensup olan ya da yerli halktan olan çocuk, ait olduğu azınlık topluluğunun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma ve uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz.” (“İhtirazi Kayıt” ve olasılıklarını ben sıraladım, yorumlamasını da siz sevgili okurlarıma bırakıyorum).
***
Bir zamanlar duyar, görür, okurduk:
Kentlerin arka sokaklarında ve yolu olmayan, olan yolları da kapalı olan tenhada unutulmuş, kimsesiz kalmış kentler ile köylerde yaşanan acıları…
Oralarda; çokça bebenin; kimisi ana karnında (henüz dünyaya merhaba demeden) bir başına, kimisi anasıyla birlikte, kimileri de merhaba dediği dünyada sadece birkaç gün yaşayıp kendi iç ateşleri ile ölürdü.
Bu ölümlerde; ne bir kazanın darbesi, ne de bir savaşın yarası vardı, bunlar sadece kimsesiz bırakılmanın sonucu ölümlerdi.
Bu ölümler: ihmalin, yokluğun, ezikliğin, çaresizliğin, başeğişin duyulmayan birer çığlığıydı.
Bu çığlıklara çare-çözüm bulmakla görevli olanların da çare-çözüm bulmak yerine, çokça bahaneleri vardı ve bunlar:
“Kış, kar-tipi-fırtına-çığ var!”
“Yol yok, yollar kapalı!”
“Kaderleri buymuş / böyleymiş!”
“Takdiri ilahiyle melek oldular!”
… diye sürüp giderdi…
Peki, ya şimdi! Ne diyecek hangi bahanelere sığınacak 22 yıldır ülkeyi tek başına yöneten iktidar?
Çokça kamu kuruluşunu işlevsiz bırakıp, çökerttiğini…
Ülke temelinin dayandığı hukuk-güvenlik-sağlık-eğitim ve kamu kaynakları için ne “oldu bittiler” yaşattığını…
Özetlersek;
1. Hukuk sisteminde:
Kuvvetler ayrılığı yok edilmiş, yetkiler tek kişide toplanmış.
Yargı güvencesi olan kurumlar arasında çatışmalar başlamış.
Demokrasilerin ilk koşulu seçme-seçilme haklarının yok sayılarak “atanmış kayyum” sistemi başlamış.
Türkiye’miz; 2024 “Hukukun Üstünlüğü Endeksinde” 173 ülke arasında 148. olmuştur. 2. Sosyal Güvenlik ve Sağlık Sisteminde:
Devletin, vatandaşa sağlıklı yaşam sağlamak zorunda olduğu hastaneleri atıl duruma düşürülmüş…
Bazı özel kişilere, ülkede birer kara delik olduğu söylenen “Özel Hastaneler” açtırılmıştır.
3. Eğitim Sisteminde:
Tüm okullarda “laik demokratik eğitim” verilmesi ilkesi bile isteye terk edilmiş.
Dindar ve kindar bir nesil yetiştirmek için “zorunlu din dersi” odaklı bir sisteme geçilmiş…
Kurulan yeni sistem de Sünni anlayıştaki diyanet-tarikat-cemaat yönetim ve denetimine verilmiş…
Sadece varlıklı aile çocuklarının gidebilecekleri “Özel Okullar” açılmıştır.
4. Kamu Kaynaklarında:
Eko-sistemi koruyup, kaynakları tüm vatandaşların yararına kullanmak terk edilmiş, kamuya ait halkın ekmek teknesi pek çok kaynak ve kurumu belirli kişi ve gruplara yok pahasına adrese teslim ihalelerle satılmış, satılmaktadır..
Böylece;
*Hukukta:
Yargı kurumlarımız iç çelişkileri nedeniyle zaman zaman Anayasaya ve Uluslararası sözleşmelere uymayan uygulamalarda bulunmaktadırlar.
*Sosyal Güvenlik ve Sağlıkta:
Sağlık güvencesi olmayan vatandaşların çoğaldığı…
*Eğitimde:
Soru sormayı, yorum yapmayı, özgün düşünmeyi ve konuşmayı bilmeyen dindar-kindar-kaderci bir nesil yetiştiği…
*Kamu Kaynaklarında:
Orman, maden, su, toprak, canlılar arasındaki eko sistemin bozulduğu…
Köylerin boşaldığı: tarım, orman ve hayvancılığın can çekiştiğini görürüz.
Peki, bu yapılanlar, yapanlara kâr mı kalacak?
İnsanca yaşamak için bu kötü gidişi durdurmalıyız.
*
Ve yazıyı iyi bir haberle noktalayalım:
Sn. Turan Çömez, devlet koruması altındaki çocuklara uygulanan bir insanlık suçunu ortaya çıkardı.
Ve nihayet TBMM’de tüm partilerin uzlaşmasıyla bu konuyu araştırmak üzere bir komisyon kuruldu.
Bu komisyon; “üstün çocuk haklarına” karşı işlenen suçları durdurmak ve “Çocuk Hakları Sözleşmesi” 17. 29. 30. maddelere konan o ayıplı “İhtirazi Kayıt”ları da kaldırmak için yol-yöntem bulmalıdır.
Çok ağır sosyal-ekonomik sorunlarla kışa girmek üzere iken; 1 Ekim’de TBMM’de yaşanan olay herkes için ‘şok’ oldu.
Ve bu konu her; ev, köy, mahalle, meydan, ekran, eli kalem tutan-tutmayan genç-yaşlı-herkesin konuştuğu ve çokça ‘acaba!’ sıraladığı günleri başlattı.
Konuyu: MHP lideri Sn. Devlet Bahçeli, DEM Partililerin oturduğu sıralara giderek selamlaşması-tokalaşması başlatmıştı. Birdenbire çok ağır yükleri olan ülkenin gündemi değişmişti.
O Bahçeli ki, meydanlarda idam urganı fırlatmış, her Salı günü ‘öteki’ saydığı partiye ve onu kapatmayan Anayasa Mahkemesine meydan okumuş,… ülkücü-Türkçü en ‘şahin’ savaşçı lideriydi.
Şimdi ise ‘güvercin’ olmuş, dilinde kin-nefret yok, gülücük saçarak barış istiyor BARIŞ!..
Devlet Bahçeli bu tokalaşma ile de yetinmedi: ” Öcalan’a ‘umut hakkı’ verilsin o da TBMM’ye gelsin DEM Parti grup toplantısında, terörün bittiğini, örgütün lağvedildiğini ilan etsin…” dedi.
Bahçeli’nin el uzatıp barış istemesi ‘eğer samimi ise’ çok çok önemlidir.
Çok önemlidir çünkü; Bahçeli her zaman bu sorunu çözümsüzlüğü için bir ‘özne’ olmuştu. Dün “terörist” deyip yok olmalarını isteyen kişi, bugün el uzatıp barış-uzlaşı istiyorsa tabii ki çok önemlidir.
Çok önemlidir çünkü bu tokalaşma; 100 yıl önce başlamış ve son 40 yılda çoğumuzun yaşayıp tanık olduğu acılar için: “Olanları unutalım ve birlikte barışçı bir çözüm arayalım” demektir.
Çok önemlidir çünkü; yurdumuzun bugünkü çatıştıran gergin iklimden acil olarak kurtulması ve barış içinde yaşamasına ihtiyacı vardır.
İşte bu tokalaşma ve sözler toplumda büyük bir yankı yarattı ve pek çok kişi günlerce bu konuyu tartışıp:
Ne/neler oldu ki: “Devlet aklı; Devlet Beyi sözcü seçti ve: “Git, tokalaş, konuş ve ülke için barış iste!” dedi. Peki, ani karar-eylem-söylemlerin; “Acaba” ve nedenleri nedir? dediler ve sıraladılar:
Tokalaşma ve konuşmalar doğru olan, yapılması gerekenlerdir.
Bu tür çatışmalar ancak tarafların; hukuki-siyasi-eşit-onurlu-barışçı görüşmelerde vardıkları uzlaşılarla durdurulabilir.
Acaba; şımartılmış faşist İsrail’in Ortadoğu’da başlattığı savaş, “Bir gece ansızın Türkiye’ye sıçrayabilir” korku ve endişesi mi var?
Acaba; yıllardır can-mal-kaynaklarımızı yok eden güvenlikçi anlayışın çare olmadığı mı anlaşıldı?
Acaba; Kürtleri etkileyip Tayyip Erdoğan’ı ömür boyu Sultan yapmak mıdır?
…
Bahçeli’den hemen sonra Özgür Özel; konu netleşsin diye “el yükseltti” ve: Kürtlere Türkiye Cumhuriyeti devletinin sahibi eşit vatandaşı olmayı teklif ediyorum. dedi.
DEM Parti Şanlıurfa Milletvekili Ömer Öcalan, İmralı’ya gitti ve 43 aydır tecritte tutulan amcası Abdullah Öcalan’dan: “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” mesajı getirdi.
***
Kısa bir mola verip hepimizin gözleri önünde bu konu için sergilenen bir oyunu hatırlatmak istiyorum:
Konumuz: Barış – Kürt sorunu; yandaş ve muhalif TV kanalları günlerdir bu konuda çokça ‘acaba!’ soru ve ünlem üretti, onlarla yatıp kalkıyor.
Ekranların çoğunda; söylem-eylemiyle bu sorunun oluşumuna katkı veren: terör uzmanı, emekli general, ergenekoncu, milliyetçi, bozkurt, asena, ülkücü, ulusalcı … gibi savaşı kutsayan güvenlikçi-militaristler var!
Konumuz: Barış – Kürt sorunu; ekranlarda barış sever ve insan hakkı savunan olmadığı gibi Kürt hatta ‘Kürt kökenli’ bile yok!
Peki konu Kürt sorunu ise; 12 Eylül 1980, Diyarbakır Cezaevi, insanlık suçları, jitem, beyaz toroslar!… Ve Celal Başlangıç’a “Korku Tapınağı”nı yazdıran yaşanmışlıklar neden hiç konuşulmadı?..
Ülkedeki her dört kişide birisinin Kürt olduğu ve bunların demokratik insan haklarının engellendiği gerçeği hep inkar edildi. Ve bu sorun ülkenin kilit sorunu olarak büyüdükçe büyüdü.
Soruna çözüm olacak pek çok fırsat kaçırıldı.
Kazananlar hep sömürücü ölüm tüccarları…
Kaybedenler, her zaman Türkiye halkları oldu.
***
Nihayet 32 gün sonra 22 yılın baş sorumlusu Sn. Erdoğan da konuştu. Bu konu için bunca gündür neden sustuğunu hiç açıklamadan. Bahçeli’ye kalbi teşekkür edip övgülerde bulundu ve kısaca:
Kürt sorunu yoktur, onlar bizim din kardeşimizdir!
Atılan adımlar çözüm için değil, bir girişimdir.
Değişen-değişecek bir şey yok eski günler devam edecek… Demek istedi.
Hemen sonra; “Kürtlerin seçme-seçilme hakkı yoktur!” dercesine yıllarca denediği demokrasi dışı bir projenin tekrarı için düğmeye bastı:
31.10.2024 (beş gün önce) Türkiye’nin en büyük ilçesi İstanbul-Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’i bilindik bir kurguyla tutuklandı ve hüküm kesinleşmeden yerine “Kayyum” kişi atandı.
04.11.2024 (bugün) de erken saatte Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk, Halfeti Belediye Başkanı Mehmet Karayılan ve Batman Belediye Başkanı Gülistan Sönük görevden alındı, bu seçilmişlerin yerine, “Kayyum” kişiler atandı.
Demek ki nefretleri kinleri bitmemiş ki Kürt halkının; barış, demokrasi, eşit vatandaşlık istekleri ile iradelerine bir kez daha zincirler vuruldu!
Yukarıda “tokalaşma” için birkaç “acaba” sıralamıştım ya, ekleri de var : Acaba; bu bir havuç mu? Acaba; “İyi-polis-kötü polisçilik mi? Acaba: bu bir “avcı kekliği” taktiği mi? Acaba; samimi mi, demokratik-barışçıl bir “çözüm süreci” başlatır mı? Acaba, 22 yıllık iktidarın rakiplerini bölüp parçalamak başarısız kılmak için yeni bir kurgusu-oyunu mu?
Ve en sonunda da: “Osmanlı’da oyun bitmez” dedirttiler!