You wake up on a Monday morning, already thinking about the challenges the day might bring. Arriving at school before the students, you prepare the materials for the day and unlock the door to your classroom…
As the kids shuffle in, their moods are as varied as the weather—some still groggy, while others are bursting with energy. The bell rings, signaling it’s time to begin the lesson. But teaching in an overcrowded classroom in poor districts comes with its own set of hurdles. The noise never quite settles, and the students are far from ready to engage. Some show no interest in learning, while others don’t even bring the basics: no paper, pencils, or notebooks. You need to provide these materials daily that will help them to develop a sense of responsibility?
You raise your voice to cut through side conversations, trying to redirect attention. But when you scan the room, you notice only a handful of students have opened their notebooks or seem even slightly engaged. The rest are distracted or indifferent.
Adding to the chaos, students continue trickling in late—30 or 40 minutes into the period. Each new arrival disrupts the fragile rhythm of teaching and learning. Many students are off task, glued to their smartphones or engaging in disruptive behavior. To them, school feels like just another meaningless chore…
The restroom becomes a haven for students seeking to escape class. They disappear for 30 or 40 minutes at a time, gathering there to smoke, chat, and hang out. For some, the restroom is a far more appealing space than the classroom.
As you prepare to transition to another activity in class, chaos breaks out. Two students begin yelling or throwing things at each other, immediately diverting attentions, and creating an environment that’s anything but conducive to learning… some students leave the class without permission some still come in without any pass or excuse…
You call the office for help, and if you’re lucky, a member of the admin team shows up to remove the disruptive students. But you know how this story ends—within 10 minutes, those same students are back in class, facing no real consequences for their actions. Filing a disciplinary report would only inflate the school’s discipline data, something administrators are keen to avoid. But you often here them saying “we are a community with a shared motivation and goal” … Really? I am Not sure… it is hard to believe that we are a community.
Between classes, you face another challenge—finding a restroom. Teachers are human, too, but with only five minutes between periods, it’s a race. The staff restroom is far from your classroom and often occupied. If you attempt to use the student restroom, it’s either locked, out of order, or filled with students smoking and socializing.
During your prep time, walking to printing room, you see groups of students wondering around… they just wonder around with a golden pass; no rules apply them… sometimes you see deans of students, or a member of the admin team begs kids to go to their class which makes you questions where you are and what you are doing here!
This routine repeat period after period, and finally, the day comes to an end. But there’s little relief. You may have a staff meeting, professional development, or a collaboration session after school where teachers’ voices are suppressed and a set of irrelevant narratives, information’s, agendas are top-down imposed.
When you finally head to the parking lot, the weight of the day’s stress feels suffocating. Your energy is drained, and your spirit feels depleted. Another day has ended, but you know tomorrow will bring the same challenges… Some images of YouTube videos you watched recently cross your mind; public school teachers who recently quitted their job say that teaching in poor schools is no more than “a glorified baby seating job… everything else is just a deception and decoration” … Could they be right?
Having worked in schools across three major states in the U.S., I’ve come to realize that if you want to understand a society—its values, struggles, and priorities—there’s no better place to look than its public schools.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’in enflasyon verilerini hangi kıstaslara göre belirlediğini sakladığı gibi, asgari ücretle çalışanların sayısını da ‘sır’ gibi saklıyor. Fakat çeşitli araştırmalar; ülke çapında asgari ücret ve civarı ücretle çalışanların yüzde 50’si, özel sektör ise bu oranın yüzde 70,4 olduğunu gösteriyor.
Sevgili okurlarım;
Her yılın Aralık ayında gelecek yılın bütçesi hazırlandığı için bu ay gelince asgari ücretli halk hayal kurar umutlanır. Bu yüzden bugünkü yazıma; emeğinin karşılığını alamayanlara ve onların beklentilerine ayırmak istedim. Sonra vazgeçip bütçeleri çokça tartışılan eğitim ve diyanet sistemine dair yazmak istedim. Sonra yine vazgeçtim. (lütfen bu kararsızlığımı hoşgörünüz).
Şimdi göreceğiniz gibi satırlarım beni Aralık ayının karanlık arşivlerine götürdü.
***
Günümüz ile önceki yıllara ait toplumsal arşivimiz; yüzleşmekten korkarak, unutmak, yok saymak ve yok etmek isteğiyle sürekli halının altın süpürülmüş pek çok acı, yokluk, utanç, hukuksuzlukla dolu. 2024 birkaç gün sonra çekip gidecek. Onun da ahlarla dolu bir bagajı var ve onu 2025’e miras bırakacak.
Arşive girmişken farklı yılların Aralık aylarında yaşanıp karanlıkta kalmış sadece birkaç olayı sizlere de anımsatmak istedim:
“MARAŞ KATLİAMI”: (19-26 Aralık 1978) Yedi gün-gece süren olaylarda; faşistler evlerini işaretlediği Alevilerden 111 kişiyi vahşice öldürmüş, 559 ev ile 290 işyerini de yakIP, yıkıp, tahrip etmişlerdi.
*
“CEZAEVLERİ KATLİAMI”: 19 Aralık 2000 günü cezaevlerini F tipine çevirmek uğruna; 30’u tutuklu, 2’si asker 32 kişi öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştı.
*
“ROBOSKİ KATLİAMI” 28 Aralık 2011 THK’ne ait F-16 savaş uçakları aldıkları emirle: Irak’ın kuzeyinden mazot ve kaçak gıda getiren 17’si çocuk 34 kişiyi ve yük taşıyan katırları bombalarla katletti.
*
“PARALARI SIFIRLA”: 17/25 Aralık 2013 günlerinde baba-oğul ve çokça devlet büyüğü ile hayırsever tedarikçileri arasında hemen herkesin dinlediği çok samimi muhabbet kayıtları ortaya çıkmıştı. Ancak, bu kayıtlar; yasal yollardan değil de “Fetö Kumpası” soncu toplanmış kabul edilmiş. Muhabbet edenler mağdur ve “sıfırlanan paralar” da “helal” sayılmıştı. Yani bu kayıtlar için de ‘gereği’ yapılmamıştı.
*
“TRUMP”: Yeniden ABD Başkanı seçildi. Esad rejiminin dirençsiz olarak yıkılınca 18 Aralık 2024 günü: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı için: “Çok akıllı bir adam ve çok güçlü… Suriye’nin anahtarı Türkiye’nin elinde olacak. Bunu söyleyen kimseyi duymamışsınızdır ama bu böyle.” Dedi. İşte bu sözlerin verdiği güçle Erdoğan da: “Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782 bin kilometrekareyle sınırlandıramayız. İnsan nasıl kaderinden kaçarak kurtulamazsa Türkiye ve Türk milleti de mukadderatından kaçamaz, saklanamaz.” dedi. Anlaşılan o ki özenle seçilmiş sözler bir: “Osmanlıcılık Düşü” depreşmesi ve hedefinde Kürtler var. Demek ki, Sn. Erdoğan: Trump’ın 18 Ekim 2018 günü yazıp dünyaya ilan ederek diplomasi arşivine kazandırdığı o ünlü “Aptallık Etme!” mektubunu ve ‘dostça’ uyarılarını unutmuş.
*
“YARGITAY ÜÇÜNCÜ DAİRESİ”: (Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin Hatay milletvekili Av. Can ATALAY için verdiği: “hak ihlali” kararına uymamış hem de kararı veren AYM hakimleri için suç duyurusunda bulunarak ün kazanmıştı). 13 Aralık 2024 günü de 8 yıl önce, Atatürk Havalimanı’nda 45 insanı katledip 46’şer kez ağırlaştırılmış müebbet cezası almış olan 6 IŞİD’liyi hiçbir önlem-kısıtlama olmaksızın serbest bırakmış. (Sanırım bu karar da karanlık arşivlere girecek. Kararı bir yüksek yargı organı vermiş ve benim bu karara dair neden-niçin sıralama yetkim de yeterliliğim yok. Fakat şaşkınım, çünkü ortada 45 canı yok eden 6 kişi, bir de çokça savcı-yargıç ve savunman görüşüyle verilmiş bir karar var. Acaba, Yargıtay 3. dairesi, bu karar hangi amaç, gerekçe, felsefe ile geçersiz saymış.
Sizce de bu sonuç çok garip değil mi?
Nerden nereye…
***
Yukarıdaki birkaç örnek anımsatmadan eğer bir çıkarım yapacak olursak: “Halktan yana olmayan tüm iktidarların amacı; halkın yaşamını zorlaştıran olguları saklamak ve unutturmak olmuştur! Diyebiliriz.
İşte bu yüzden iktidarlar sürekli olarak; gerçeklere ulaşmayı zorlaştıran, engelleyen yalan ve algılarla sıkıca örülmüş ışık geçirmez perdeler üretmiş, bu tuzaklarla karanlık uygulamalar yapmışlardır.
Evet, AKP iktidarı da çokça acı, yokluk, hukuksuzluk dolu bir bagajı teslim almıştı. Fakat, 22 yıllık uzun ömründe, bu bagajı temizlemediği gibi uygulamalarıyla bagajı; “karesi-küpü” olarak arttırmış ve arttırmaya devam ediyor.
Şimdilik bir rakibi de pazarlama sorunu da yok gibi.
Çünkü, bu iktidarın karanlığı ‘kader’ bilen, aydınlıktan korkan pek çok müşterisi var.
Ve çok satıyor!
Hukuk yoksunu zor günlerden geçiyoruz.
İç sesimiz her gün dile gelerek buyruk verircesine: “Çocuklarımızla birlikte çok çektik, bari torunlarımız yaşamasın bu zorlukları, bari onların iyi günleri olsun!” Diyor.
İşte yılın son ayının üçte ikisini de geçtik!
Güneş biraz daha erken doğup günleri uzatacak.
Artık, çocuklar ortalık biraz daha aydınlanınca okullarına varacaklar.
Ve “karanlık perde” üreticilerinin de halkın iradesiyle, çekip gidecekleri kesin…
Peki ya yaşanmışlıkların sızıları?
Önümüz kış!.. Yoksulluk bitmedi. Yoksullukta birleşen kısık sesli on milyonların üstüne daha bir de soğuk karlar yağacak…
Yaşamda tek yönlü hiçbir neden-sonuç ilişkisi yoktur-olamaz.
Örneğin, kötülük yoksulluğu, yoksulluk da kötülüğü besler.
Komşuluk, birbirine selam vermek, el uzatmakla başlayan en eski bir insanlık değeridir. Komşuluk bugüne gelinceye kadar pek çok toplumsal süzgeçten geçmiş, çokça deneyimle test edilmiştir. Bu insani ilişki; komşu aileler, mahalle, köy, kent sırasını izleyerek başka ülkelere uzanarak evrenselleşir.
Bunun için her toplumun; masal, destan, öykü, roman, şiir, türkü, şarkısına konu olur. Bunun için tüm din-dil-töre-ahlak-hukuk-kültür-sanat sistemlerinde önemli bir yeri vardır.
Hemen herkes:
“Komşu dar gün dostudur, onun komşusunun malında gözü olmaz.
Komşu, komşusunu dinler-anlar, ona moral-destek verir, onun sevinç ve acılarını paylaşır…” Diyor.
Bunun için de her kültürde: “Ev alma komşu al.” “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” benzeri atasözleri vardır.
O halde, eğer günümüz ve gelecek nesillerimiz için güvenli bir yaşam istiyorsak, çocuklarımızı; komşularla dostça ilişki kuran, omuz omuza duran, barışık bireyler olarak eğitmeliyiz.
O zaman da insanlar göz-göze konuşur, birbirine el uzatır, duygudaş olur ve birbirlerine kötülük değil iyilik dilerler.
Çünkü, duygudaşlık, birlikte yol almanın en güçlü yakıtı olan sinerjidir. Sinerji, güçlerin toplamından daha büyük olan kuraldışı bir insani güçtür. Bu güç saygıyı esas alır ve insanlığa; onurlu-güvenli-huzurlu kazanımlar sağlar. Tarafların karşılıklı; sevgi-saygı-güven-dürüstlük ile devam eder. Başkalarına zarar vermeyip, içişlerine karışmadıkça da sürüp gider.
Her ailede olduğu gibi her komşunun da iç sorunlar vardır. “Komşuluk” için yaşayarak oluşmuş bazı etik kurallar vardır. “Birbirinin içişlerine karışmama” en öncelikli ve önemli kuraldır. Bu kural gereği sorunları ile baş etmeyi, komşularımıza bırakmalı, eğer o isterse yardım etmeliyiz. Eğer komşusunun içişlerine izinsiz karışılırsa o zaman komşuluk biter.
Komşular arasındaki; inançsal, sosyal, politik, ekonomik, kültürel bazı farklılıklar da sorun üretebilir. Böylesi sorunlara da ancak karşılıklı saygı, güveni esas alan barışçı bir dille çözüm bulunabilir.
***
Komşumuz Suriye
Osmanlı İmparatorluğu, pek çok etnik grup ve inancı barındırıyordu. Suriye de 1516-1918 yılları arasında Osmanlı’nın himayesindeydi. Ancak, Osmanlı yenildi, parçalanıp toprak kaybına uğradı ve sınırları değişti.
Bu nedenle 1918’de demiryolunun alt tarafında ev-arazisi olan Suriyeli… Demiryolunun üst tarafında ev-arazisi olan ise Türkiyeli sayılmıştı. Bu mekanik paylaşımla; aynı etnik yapısı, inancı, dili olan sülale ve akraba aileler parçalanmış, kardeşlerden kimi Türkiyeli, kimi Suriyeli olmuştu.
Ve Türkiye ile en uzun sınırı (911 km.) olan komşu ülke de Suriye olmuştu.
İki komşu ülke arasında zaman zaman bazı sorunlar yaşansa da Suriye ve Türkiye dostluğu 2008 Haziran’da en üst seviyeye çıkmış ve Devlet Başkanı Beşşar Esad ile Başbakan Recep T. Erdoğan Bodrum’da buluşup ailece tatil bile yapmıştı.
Türkiye ve Suriye’nin birçok benzerliği de vardı. Örneğin:
İki ülkede de sık sık askeri darbe yaşanmıştı.
İki ülke de demokrasi yoksunu, yoksul kalmıştı.
Türkiye’de “Tek Adam” Erdoğan’ın 22 yıllık saltanatı devam ederken.
Suriye’de “Tek Adam” olan Esad’ın 24 yıllık saltanatı 8 Aralık 2024’te (7 gün önce) son bulmuştu. Despot Esad, köşk ve saraylarını bırakıp, halkın milyar dolarlarını çalarak Moskova’ya sığınmıştı. Peki, komşumuz Suriye’de neler neler olmuştu:
Temmuz 2011’de ABD, İngiltere, Fransa gibi emperyalist güçlerinin isteği ve Türkiye’nin katkısıyla Suriye’deki despot rejimi yıkmak için iç savaş başlamıştı.
Böylece Türkiye-Suriye komşuluğu ve dostluğu son bulmuş, Esad, Eset olmuştu.
Çatışmalarda büyük acılar yaşayan Suriye halkı can derdine düşüp, evini-barkını bırakmış ve çok büyük gruplar halinde komşu ülkelere, en çok da Türkiye’ye sığınmıştı.
Rusya ve İran’ın desteklediği Suriye rejimini yıkmak için 29 Temmuz 2011’de firari Suriyeli subaylarca “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO), 2017’de Türkiye’nin; finansman, eğitim ve askeri desteğiyle “Suriye Milli Ordusu” (SMO) kuruldu.
SMO daha çok; Özbek, Uygur, Çeçen ve Kafkasya’nın diğer yerlerinden gelmiş, talancı-yağmacı-öfkeli-kindar teröristlerden oluşmuştu.
Türkiye her ortamda “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız” diyor. Fakat TSK vasiliğinde SMO’yu besleyip, donatıyor, onlar da Suriye kent ve kurumlarını talan ve işgal ediyordu. Ayrıca, Suriye’deki Kürt yaşam alanlarına da karadan ve havadan sürekli “Harekât” düzenliyordu.
Suriye’nin yüzde doksanı Kürt-Alevi olan bir kentiydi Afrin. Ve Türkiye, 20 Ocak 2018 günkü “Zeytin Dalı Harekâtı” ile bu kenti ele geçirdi. Halkı çok büyük acılar yaşadı ve sağ kalanlar evini-bağını-bahçesini bırakıp göç etti.
Daha sonra Afrin’de yaşananları kısaca özetlersek:
Pek çok kişi işgal edilen Afrin’i Türkiye’nin 82’nci kenti saydı.
Hatay’dan yönetilmeye başlandı ve parası TL, dili Türkçe oldu.
Telefon sistemi, okul, sağlık ocağı, hastane, elektrik sistemleri Türkiye’ye bağlandı.
Kentin güvenliği TSK tarafından yetiştirilen ÖSO verildi.
Sonuç: KOMŞULUK değerleri yok edildi.
Demokrasi yoksunu Suriye ile Türkiye karşı karşıya geldi ve Suriye Devleti tarih arşivine girerek yok oldu.
Pek çok ülke gibi Türkiye’nin de “terörist” ilan ettiği HTŞ Suriye yönetimini ele geçirdi.
Suriye halkları; sosyal, politik, ekonomik, psikolojik çöküntü içinde kaldı.
Şimdi de Türkiye; “Terörist” ilan ettiği HTŞ ile ele ele ve yağmacı ÖSO çeteleriyle ile de gururlanıyor.
O, bilindik yandaş betoncu müteahhitler ve hamileri de kıs kıs gülüp avuç ovuşturuyor..
Çünkü; Suriye bu sömürücü azınlık için iştah kabartan “ekmek teknesi” bir enkaza dönmüş durumda…
Suç işleme özgürlüğü olanlar yine Kürt düşmanlığına devam ediyor!
Fiziki olarak zarar görmeden, acı çekmeden güven içinde yaşamak her canlı gibi her insanın temel duygusu ve hakkıdır. İnsanlar kendilerine yaşanacak ortam sağlamak için doğanın güç ve zıtlıkları ile sürekli mücadele ederler.
Birbirleriyle de duygularını paylaşır, tartışır, yarışır, empati yapar ve “Daha güvenli bir yaşam” uğruna nice bedel öderler. Kısacası insanlar; güvenli ve mutlu bir yaşam için çokça mutsuzluk yaşarlar.
İlk devletlerin oluşumu da böyle başlamıştır. Çünkü devlet, halka hizmet için güçlerinin uyumlu birlikteliği ile oluşan bir organizasyondur. Devletin asıl amacı da: birlik olmanın sağladığı ‘sinerji” ile ayrım yapmadan tüm halkın yaşamsal sorunlarına çözümler bulmaktır. Bu yüzden de devlet: ‘ana-baba-ulu-kutsal-değerli’ sayılmıştır.
Ne yazık ki zamanla devletler, kucaklayıcı-koruyucu kamusal görevlerini unutmuştur.
Hemen her ülke, saldırılardan korunmak için kalıntıları günümüze ulaşan çokça kale, kule, sur, saray ve zindan yapmıştır.
Ancak, ‘egemen güç’ ülkesi içinde güçlenip büyümekle yetinmez!.. Komşu ülkeden de: toprak, ganimet, cariye, köle almak ister. Bunun için buyruk verir savaş olur.
Dünyadaki kapitalist-emperyalist-faşist düzenler sonucu, belki birçok ülke zengin olmuştur.
Fakat egemenlerin: “hepsi benim olsun” anlayışıyla; ülke halkına refah payı verilmemiş, sömürüye devam denmiştir. Ve bu yüzden de, her ülkede ezilenler hep çoğunluk, ezenler ise hep küçük bir azınlık olmuştur.
Devletlerin yeni görevi de:
Emeği sömüren, hakları gasp eden ve doymak bilmeyen egemen güçleri korumak…
Emek sömürüsü istemeyen, hak, hukuk, adalet isteyen: köylü, işçi, işsiz, memur ve yoksullara tuzak ve barikat koymak olmuştur..
Bu genelleme, sadece bir ülke için değildir. Günümüzde hemen hemen tüm devletler, ülkelerinindeki egemen güçlerin emrindir ve onlara hizmet ederler.
***
Biraz da yurdumuzda olup-biten güncel olgulara bakalım:
Çünkü bugünlerde; işsiz, güvencesiz, yoksul kalmış: köylü, işçi, memur, öğrenciler meydanlarda, yollarda…
Çünkü onların; ormanı, merası, madeni, suyu, fabrikası, okulu, hastanesi çıkar çevrelerine ikram edilmiş!
Çünkü onların; insan hakları ve özgürlükleri yok sayılmış!
Çünkü onlar; işsiz, güvencesiz, yoksul bırakılmış!
Çünkü bu insanlar ‘insanca’ yaşamak istiyor ve yaşadıkları haksız ve hukuksuzları herkes duysun, seslerine ses versin, manevi destek olsun ve olanları başka kimse yaşamasın istiyorlar. Bu amaçla toplanıyor, yürüyor, direniyor, haykırıyorlar.
Çünkü; dağa, toprağa, ağaca, aşa, işe, insan ve canlılara zarar veren zalimler çoğaldı.
İşte iki örnek:
Birinci örnek, Çanakkale’den:
Çanakkale’de doğa katliamı var! Cengiz Holding ve benzerleri rant firmaları dur-durak-doymak bilmiyor. Sıraya girmiş yerli-yabancı şirketler arasında, bilindik olanlar yine sıranın en başındalar… Yine maden ocağı, JES ve termik santrallar için; ormanı, tarım arazilerini ve yaşam alanlarını yok edecekler.
Yaşanacak doğa felaketler için o yörenin köylü, kentli tüm halkı endişe-korku içinde.
*
İkinci örnek, Ankara’dan:
Nallıhan ilçesi Çayırhan Termik Santrali kâr eden ve 500 işçisi bulunan bir kamu kuruluşudur. Ve işçiler aileleri ile birlikte kuruma ait lojmanlarda oturmaktadır.
Şimdi bu sorunsuz kurum için, ‘kamu yararı gözetmeden’ bir özelleştirme kararı alınmış!.. (Ve kim bilir bu kârlı kurumu da kim bilir hangi yandaşa peşkeş çekecekler!)
Çayırhan Termik Santrali işçileri işsiz, aile evsiz, aşsız, çocuklar okulsuz kalacaklar. Bu acılar yaşanmasın diye ailece direnişteler
**
Şimdi de demokrasi ayıplarından birkaçına bakalım:
“Demokrasi ayıbı” dedim ya, bu söz için üç ‘çünkü’ sayabilirim:
Çünkü; demokrasi halkın özgür iradesiyle var olan bir yönetim biçimidir. Eğer bir ülkede halkın iradesi yok sayılmışsa, bu büyük ayıp demokrasiyi bitirir.
Çünkü; Ahmet Türk, 2016, 2019 ve 2024 yerel seçimlerinde Mardin Belediye Eş Başkanlığını (her seferinde oy artırarak) kazandı. Ve fakat üç kez de görevden alındı!
Çünkü; 2024 Haziran-Kasım arasında: Hakkari, Esenyurt, Mardin, Batman, Halfeti, Dersim ve Ovacık Belediyelerine kayyumlar atandı. Böylece oy kullanan halka: oyunu saymıyor ve iradeni tanımıyorum denmiş oldu.
Peki, demokrasi için bunlardan daha büyük bir ayıp olabilir mi?
***
Birkaç ayda yaşananlardan sadece birkaçını saydım. Fakat her seferinde de bu demokratik hak ve istekler devlet güçlerince engelleniyor.
Ne acıdır ki, hak arayanları engelleyen: polis, jandarma ve askerlerin tümü yoksul halk çocuklarıdır. Onlar emir alan ‘neferler’ oldukları için aldıkları emirle hak arayan; anne-baba-kardeş-akraba-komşu yani yoksul halka karşı duruyorlar. Hem de telaş içinde ve öfkeli-kinli bakışlarla…
Henüz mağdurlar isteklerini, ‘yetkiliye’ anlatma fırsatı bulamamışken, ‘güç’ gösterisi başlar. Bariyer-engeller konur ve su-gaz sıkma, cop sallamalar başlar.
Bu telaş neden? Neden! Niçin!
Cevap sız kalan soru ve çığlıklar devam etse de hak arayanlar, haklı olanlar engellenir. (Hani; “Ağaç baltaya demiş ki: Beni kestiğine değil sapının benden olduğuna yanarım.” derler ya, ne yazıktır ki yaşanan tam da böyle bir durum.)
Bununla da yetinmezler bir de: “Halkı kin, nefret düşmanlığa tahrik ve aşağılama etmek…” suçlamasıyla bir yargılama başlatırlar…
İşte yaşananlar ayan-beyan duruyor.
Şimdi de en yetkili kimse ona üç soru sorup yazımızı noktalayalım:
Sizin önlerine bariyer koydurduklarınız: dağını, toprağını, ormanını, ağacını, aşını, işini, oyunu, haklarını, özgürlüğünü korumak istiyor, siz onlardan ne istiyorsunuz?
Acaba kim, kimi: kin, nefret ve düşmanlıkla tahrik edip aşağılıyor?