Bu yazıyı Cumhuriyet tarihini baz alarak kronolojik bir dizgede yapmayı planlamıştım. Fakat, son gelişmelerin ışığında bugünden geçmişe bakarak bir okuma yapmaya karar verdim. Bilindiği üzere, Millî Eğitim Bakanlığı “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adı altında eğitimde köklü değişimler yapma gayreti içinde. Genel olarak bakıldığında yeni müfredat, ders içeriklerinde sadeleşme ve dersler arasında dikey bir uyum ve düzen sağlama iddiasında. Ayrıca, müfredat, öğrencilerin sosyal, ahlaki (manevi) ve duygusal gelişimlerinin önemine vurgu yapmaktadır.
Maarif Modeli adıyla sunulan pakete, sosyalist sol haricinde tepki gösteren yok gibi. Genel argüman, bu modelin bilimsel olmadığı ve dinci-gerici bir içeriğe sahip olduğu yönünde. Fakat bu zaten bilinen bir şey: Din eksenli siyaset yapan bir iktidarın ilerici-devrimci bir müfredatı benimsemesi beklenemez. İlerici alternatif olarak savunulan laik-bilimsel eğitim ise içerikten yoksun ve çok kullanılmaktan aşınmış bir slogan olmanın ötesine maalesef geçemiyor. Dahası, sol muhalefet, eğitimdeki değişimlerin ne kadarının global kapitalizmin dayatmalarıyla yapıldığı ve AKP hükümetinin kendi ajandasının bu değişimlerde ne kadar bir yer kapladığı konusuna ilgisiz duruyor. Bu durum, olup biten şeylerin somut olarak anlaşılmasını zorlaştırırken, birleşik bir toplumsal cephe yaratma şansını da azaltıyor.
Türkiye, global kapitalist dünyada bir çeşit yarı-sömürge statüsündedir. Ekonomi, eğitim, savunma gibi alanlarda emperyalist-kapitalist merkezlerle çelişecek politikalar uygulayamaz. AKP hükümetinin son yirmi yılda uyguladığı eğitim politikalarının temel ekseni batı merkezli neo-liberal (yeni-sağ) ideolojidir. Öğretmenlerin proleterleştirilmesi ve okulların tam anlamıyla ticarethaneye dönüşmesini hedefleyen bir özelleştirme sürecidir. Bu sürece dahil edilen imam-hatip okullarının yaygınlaşması ikincil bir durumdur ve neoliberal politikalarla çelişmez. Devlet okulları kapitalist düzende klasik misyonunu çoktan tamamladı. Aynı konuda daha önce yazdığım bir yazı için (http://www.criticaleducationnetwork.net/devlet-okullarinin-sonu-bulent-avci/).
Global-neoliberal politikaların merkezi Amerika ve İngiltere’dir. Amerika’da tüm devlet okulları, büyük paralar ödeyerek (iş dünyasında outsource denilen mekanizma), eğitim-danışmanlık şirketleri ile çalışmak zorunda. Türkiye’de bu ilişki Ensar Vakfı ve benzeri dinci vakıf-şirketler üzerinden yapılıyor; bu durum AKP’nin doğası gereğidir. Burada Sol duruşun esas muhalefet etmesi gereken nokta bu ilişkinin kendisidir. Şimdi bir an için CHP’nin iktidara geldiğini hayal edelim. CHP, Ensar Vakfı yerine, gayet modern ve laik değerlere saygılı bir eğitim-danışmanlık firmasıyla çalışsa sorun çözülmüş mü olur?
Yeni müfredatın ahlaki, duygusal ve sosyal gelişmeyi önemser gözükmesi de neoliberal eksenli bir durumdur. Son otuz yıldır test-merkezli eğitim politikaları uygulayan Amerikan liberalizmi, bu durumun öğrencilerde yarattığı tahribatın farkına varınca, son yıllarda, tüm devlet okullarında (social-emotional learning) sosyal-duygusal öğrenme derslerini müfredata dahil etmeye başladı. Amerika’da seküler bir perspektifle yapılan şey, Türkiye’de din sosuna bulanarak yapılmaya çalışılıyor. Burada muhalefetin odaklanması gereken nokta, bu duygusal-sosyal öğrenme biçim ve içeriğinin, seküler ya da dinci hiç fark etmez, özne karakteri gelişmiş bireyler yerine pasif ve uysal insanlar yetiştirmeyi hedeflemesidir.
Bu noktada Sol muhalefetin önemli bir çelişkisi ortaya çıkıyor: Batıdan gelen ve eğitimde değişim-gelişim diye lanse edilen neoliberal kavram, politika ve uygulamaları ilericilik adına eleştirel bir filtreden geçirmeden çabucak benimseme eğilimi çelişkili bir durumdur. Bu konularda net bir tutumu olması gereken eleştirel pedagoji eğitimci-akademisyenler bazen bu çelişkinin bir parçası olabilmekteler. Dikkatle bakıldığında bazı Sol çevrelerin neoliberal eğitim politikalarını ilericilik (laik ve bilimsel) adına savunduğu görülebilir.
Eğitim, cumhuriyetin kuruluşu ve sonrasındaki otuz yılında, köy enstitüleri ile kurucu bir unsur oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında ilköğretim ve ortaöğretimde Fransız modeli, yükseköğretimde ise Alman modeli esas alındı. İkinci Dünya Savaşı sonrası ise Amerikan hegemonyası eğitimin tüm alanlarını belirlemeye başladı. Eğitim politikaları üzerinden oluşan ayrım camii-kışla gerilimine paralel olarak laik-dinci, ilerici-gerici, okul-medrese şeklinde gelişti. Bu ayrım çizgisi tarihsel olarak işlevseldi ve seküler bir kültürün oluşmasında etkili oldu. Fakat yukarıda belirttiğim gibi, günümüzde bu gerilimden çok daha belirleyici olan uluslararası sermayenin dayatmaları var. Mücadelenin bayrağını ilkin ve en başta bu dayatmalara karşı dikmek gereklidir. Gerici politika ve uygulamaları bu çerçevede anlamak ve alternatifler geliştirmek gereklidir.
Bu anlamda, laik ve bilimsel eğitim talep eden sosyalist solun kendisini, içerisinde CHP çizgicisini de barındıran merkez sağ ve liberal yaklaşımlardan kesin çizgilerle ayırmalıdır. Zira meclisteki tüm partiler neoliberal eğitim politikalarıyla uyumludur. Bu uyumun içinden üretilen laik-bilimsel eğitim talebi kitleler üzerinde etkili olamıyor. Günümüz dünyasında bilim denilen şey, egemen sınıfların tahakküm aparatına dönüşmüş vaziyette. Bu yüzden bilimsel eğitim talebini içini doldurarak savunmak ve talep etmek gerekir.
Özetle söylersek, Maarif Modeli ve benzeri eğitim politika ve uygulamalarına muhalif bir duruş sergilerken, ilk odaklanmamız gereken yer bu politikaların neoliberal kapitalist sistemle olan ilişkisidir. İktidarın dinci-kozmetik dokunuşları ikincil bir durumdur. Birinciyi ihmal edip ikinciye odaklanmak, geniş ve etkili bir toplumsal muhalefet örgütlemeyi zorlaştırır.
Bir önceki yazıda, Ömer Laçiner röportajı kapsamında, kısaca özetlediğimiz konuların detaylarına bu yazıda gireceğiz. Ancak başlamadan bir konuya açıklık getirmek isterim. Bir önceki yazıyı okuyan Hollanda’dan bir arkadaş (önceden tanışıklığım yok) böylesine çok boyutlu bir mevzunun köşe yazısına sığmayacağını ve eksik kalan noktaların tepki çekeceğini ve bu yüzden nerden tutsan elinde kalır bir durum olduğu minvalinde bir mesaj attı. Kısmen doğruluk payı var bu eleştirinin. Sol dünya görüşünün, 9-6 bu işlere mesai harcayan memur bir kadrosu yok. Konuyu derinlemesine ve kapsayıcı olarak ele almaya, bırakın köşe yazısını, bir faninin ömrü yetmez.
Öyle ama Sol düşün dünyasını içine düştüğü bunalımdan kim kurtaracak? Cevap aslında çok net: hiçbirimiz ve hepimiz. Bizler, ülkenin ve dünyanın mevcut durumundan endişe eden insanlar olarak, “biz nasıl bir insan, toplum, ülke ve dünya istiyoruz” sorusuna kafa yormak zorundayız; sadece yazılanı okuyup, söyleneni dinleyip ve facebook paylaşımlarına beğeni atarak değil aynı zamanda bulunduğumuz yaşam alanlarında inisiyatifler geliştirerek bu sürece katkıda bulunmak durumundayız. Neoliberal sistemin işgal ettiği yaşam dünyamızda nefes alabileceğimiz küçük alanlar yaratmak ve bunları çoğaltmak için zihnimizin temel konularda berrak olması gerekir. Bir eğitimci-akademisyen olarak benim yaptığım ya da yapmaya çalıştığım şey tamda budur.
1991’de Bolşevik devriminin yıkılışının ardından ne Dünyada ne de Türkiye’de yetmiş yıllık sosyalist deneyimin kapsamlı bir değerlendirmesi maalesef yapılmadı. Bu durum beraberinde büyük bir şaşkınlık, entelektüel yorgunluk ve moral bozukluğu getirdi. Dahası, Sol entelektüel çevreler (özellikle akademik dünya) kapitalizmin ideologlarının, Paris’te 1938 yılından Walter Lipman toplantılarıyla başlayıp 1970’lerin sonunda neoliberal politika paketiyle sona eren süreç sonrası, saldırılarına maruz kaldı. Ve maalesef reel sosyalist deneyim, tümüyle olumsuz yönleriyle anılır oldu. Bu sebepten, Solun sorunlarını ve dönemsel başarısızlığından tartışırken, şimdiye dek başardıklarını görmezden gelemeyiz. Sol idealler insanlığın vicdandır ve Solsuz bir Dünya kalpsiz-vicdansız bir dünyadır. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ideallerinin son iki yüz yıldır bayraktarlığını yapan sosyalizm sayesinde insanlık önemli kazanımlar elde etti; çalışma hayatının demokratikleşmesinden tutun da parasız eğitim ve sağlık hizmetlerine, kültür ve sanatın halka açılmasına dek birçok alanda insanlığa-medeniyete olumlu katkıları oldu. Marxizm birçok ulusal kurtuluş-bağımsızlık mücadelelerine rehberlik etti. Sovyet (sosyalist) Rusya 2. Dünya ülkesi iken, günümüz (kapitalist) Rusya’sı 3. Dünya ülkesi konumundadır. Ayrıca bu kazanımlar sadece Sovyetlere bağlı ülkelerle sınırlı değil: kıta Avrupa’sında ve ABD’de sermaye, verili bir sosyalizm korkusuyla, çalışan sınıflara tavizler vermek zorunda kaldı. İlginçtir, Sovyet Rusya’nın çökmesinin ardından egemen sınıflar bu tavizleri günbegün geri almaktalar.
Teknolojik yenilikler genellikle kapitalizme atfedilir. Oysa çağdaş dünyada gündelik yaşamı belirleyen cep telefonu, internet ve benzeri ürünlerin altyapısını oluşturan uzay bilimleri insanlığa proletaryanın bir armağanıdır: uzay araştırmalarını başlatan Sovyet Rusya’dır. Amerika Rusya ile rekabet etmek için bu alana bütçe ayırmak zorunda kaldı. O dönemde uzay araştırması kazançlı bir alan değildi ve kapitalizm getirisi olmayan yere yatırım yapmaz.
Genel olarak bakarsak, analog çağdan dijital çağa geçmenin yol açtığı bunalımı yaşayan dünyamızda aslında bir tükeniş sürecinde olan sadece Sol dünya görüşü değil; aynı zamanda Liberalizmin tükenişine de şahit oluyoruz. Geçen kırk yıl boyunca küresel kapitalizm neoliberalizm rehberliğinde durumu idare etmiş olsa bile, benzer bir tükenişle karşı karşıya. 1990’ların başında “tarihin sonu geldi” diye naralar atan liberal ideologlar neoliberalizmin faşizme evirilmesi karşısında afallamış vaziyetteler.
Öncülerin ve geleneksel ideallerin sorgulanması
Laçiner’in Sol öncelerini terk etmelidir söylemine gelirsek. Öncülerden kasıt geçen iki yüzyılda politik mücadelede öne çıkmış Lenin, Rosa Luxemburg, Mao ve benzeri liderler ise, bu söylem anlaşılabilir. Bugün ne Rosa’nın Almanya’sı ne Lenin’in Rusya’sı ne de Mao’nun Çini geçen yüzyılda olduğu gibi duruyor. Fakat burada kasıt Marx ise durum değişir. Marx’ın kapitalist politik ekonomiyi anlama metodu halen canlıdır. Eğer, başka bir dünya mümkündür deyip, kapitalizm sonrası bir hayat tahayyül edeceksek, bunu ancak sınıfsal analizi merkez alan, Marxizm’in rehberliğinde yapabiliriz. Her şey sınıfsal değildir elbette ama sınıf ilişkilerini anlamadan hiçbir toplumsal sorunu anlama şansımız yoktur. Sınıf ekseni dışında yapılacak çıkışlar liberalizmin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramaz.
İnsanlığın varoluşsal ihtiyaçları ve eşitlik Talebi
Elbette ki insanlığın temel varoluşsal ihtiyaçları sadece üretimden fazla pay alma çabasına indirgenmez. Marx’ın yabancılaşma kavramından hareketle insanlığın günümüz dünyasındaki ihtiyaçlarına bir çerçeve çizilebilir. Bu çerçevenin ayaklarının yere basıyor olması için sosyal adalet, özgürlük ve eşitlik kavramlarının, geçmiş deneyimlerin ışığında, liberal ve Marxist tanımlarına tekrar dönüp bakmak durumdayız. Eleştirel teori dijital çağda insanın varoluşsal ihtiyaçlarını tespit edebilecek tarihsel birikime ve olgunluğa fazlasıyla sahiptir.
Teknoloji ve emek-sermaye çelişkisi
Teknolojik gelişmelerin insanlığın hatırı sayılır bir kısmını gereksiz (emeğine ihtiyaç duyulmayan) hale getirdiği ve getirmeye devam edeceği iddiaları, haklılık payı olmakla beraber, tek elden yürütülen ve de eksik bir tartışmadır. Tarihin hiçbir döneminde teknolojinin güç ve iktidar ilişkilerinden bağımsız metafizik bir meziyeti yoktur. Teknoloji egemen sınıfların elinde sadece bir üretim aracı değil aynı zamanda baskı, kontrol ve yönetme aracıdır. Bu anlamda yapay zekâ (YZ) üzerine köpürtülen tartışmalar yine tek taraflı ve egemenlerin istek ve arzuları doğrultusunda yapılmaktadır. Özelde YZ ve genelde teknoloji, ideoloji ve politikayla ilgisi olmayan şeylermiş gibi sunuluyor. Oysa yapay zekâ ne yapaydır ne de zekidir; algoritmalar ile işleyen bir sistemdir ve bu algoritmalar küresel kapitalizmin çıkarları doğrultusunda yapılandırılmaktadır.
Tarih boyunca her bilimsel-teknolojik gelişme sosyoekonomik ve politik alanda kazanlar ve kaybedenler üretmiştir. Örneğin motorlu araçların gelişmesi at arabacılığı yapanların yok olmasına sebep olmuştur. YZ elbette birçok iş alanını insansız hale getirecektir ama bu yeni durumun çeşitli ve yeni iş alanları oluşturmayacağını kimse öngöremez. Kaldı ki teknolojik gelişmenin kendilerine ihtiyaç duyulmayan yoksul kitleler yaratması bariz bir medeniyet krizidir. Fakat bu Sol dünya görüşünden ziyade kapitalizmin derin bir krizidir. Emeğine ihtiyaç duyulmayan kitleler müşteri-tüketici de olamaz. Kapitalizmin ideologları bu durumun farkında; herkese asgari ücret türünden fikirler ortaya atarak nabız yokluyorlar.
Teknolojinin Sol idealler doğrultusunda kullanımı (Laçiner’in söylemiyle) pekâlâ mümkündür. Ama önce bu ideallerin ne olup olmadığına iyice karar vermek gerekir. Örneğin geçen yüzyılda liberallerin sosyalizme yönelttiği en büyük eleştiri, mal ve ihtiyaçların merkezi olarak planlanıp dağıtılmasının pratik olarak mümkün olmadığı ve bunu piyasaya bırakmak gerektiği yönündeydi.
Bu eleştiri bugün tamamen geçersizdir; bu dağıtım basit bir optimizasyon yazılımıyla birkaç dakikada (bir klavye dokunuşuyla) halledilebilecek bir meseledir. Keza, taşımacılık alanında şu anki haliyle bir emek sömürü aygıtı olan Uber, emeğin iktidarında teknolojinin kolektif bir çalışma ve bölüşüm hayatını nasıl mümkün kılabileceğine çok güzel bir örnektir.
Küreselleşme
Sermayenin ulusal sınırları aşması ve tüm dünyayı tek bir pazar yapma çabası yukarıdan aşağıya, dev uluslararası şirketlerce inşa edilen bir küreselleşme süreci olarak okunabilir. Küreselleşme kendi başına kötü bir şey değildir. Son tahlilde Sol’un kapitalist (yukarıdan-aşağıya) globalleşmeye vereceği cevap aşağıdan-yukarıya doğru demokrasi ve evrensel insan hakları temelinde şekillenen bir küreselleşmedir. İletişim teknolojileri sayesinde bu her zamankinden çok daha mümkün görünmektedir.
Ayrıca, genel olarak Solun özelde Marxistlerin kapitalizmle paralellik gösteren sanayileşme-üretimi artırma-büyüme gibi kavramları çevre ve insan sağlığını merkeze alan bir yaklaşımla tekrar gözden geçirmesi gerekiyor. Marx’ın “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” diye formüle tezi çok sağlam bir çıkış noktası olabilir.
Sınıf kavramı ve kimlik politikaları
Yetmiş yıllık sosyalist deneyimin kapsamlı bir değerlendirmesini yapmayan Sol, geçmişe ait 1980 öncesinin düşünme, söyleme ve yapma biçimleriyle ayakta kalmaya çalıştıkça bir kısır döngüye girdi. Ve neoliberal kapitalizm sosyal ve politik arenada boşalan alanları doldurmaya başladı. Klasik liberalizm büyük buhran (1930’lar) deneyiminden hareketle kendini neoliberalizme (yeni sağ) dönüştürdü. Bu süreçte ilk hedefleri sınıf kavramını hem gündelik hayattan hem de teorik alandan silip atmaktı. Toplumdaki mikro iktidar ilişkilerini suistimal eden neoliberal ideoloji feminizm ile oyuna başladı. Elbette erkek egemen toplumda kadın örgütlenmelerinin dengeleyici bir yönü vardır ve bu yönüyle son derece olumludur. Ama bu hareketin sınıf ilişkilerinden bağımsız olabileceğinin düşünülmesi ideolojik bir tuzaktı. Solun birçok kanadı bile isteye bu tuzağa düştü. Eğer bir politik hareket Bebek sahilinde köpek gezdiren yüksek sosyeteden bir kadınla Gaziosmanpaşa’da merdiven altı bir tekstil atölyesinde haftanın 6 günü günde 12 saat çalışan bir kadını aynı kefeye koyuyorsa orda bir numara vardır ve oturup üzerine düşünmek gerekir. Tamda bu yüzden “ben feministim” demek hiç kimseyi demokrat falan yapmaz; tamda bu yüzden feminizm giderek ayağa düşen bir kavram olmaya başladı ve bir önek almadan kullanılmaz oldu-liberal-feminist, Hristiyan-feminist, Afrika’n-feminist, Marxist feminist gibi. Özgürlük meselesinin kadın-erkek kategorilerine indirgenemeyeceği anlaşılsa da Sol çevrelerin bu alandaki kafa bulanıklığı epey daha devam edeceğe benziyor.
Neoliberalizmin kimlik politikalarını yaygınlaştırarak sınıf kavramını belleklerden silmeye dönük çabalarında ikinci aparatı etnik temelli politikalardı. Ulus-devletler içindeki etnik yapıları harekete geçirme küreselcilerin ince çalışılmış bir projesiydi ve ulus-devletleri zayıflatmaya dönük bir dizi çalışmalar içeriyordu. Sınıf çelişkilerinden bağımsız düşünüldüğünde bu ve benzeri kimlik politikalarına destek veren ya da doğrudan içinde yer alan Sol kendi ayağına sıkmış oldu.
Türkiye özelinde düşünürsek, Sol Kürt sorununa sınıfsal (alternatif) bir yaklaşım getiremedi.
Son kırk yıldır politik arena ülkenin batısındaki faşistlerle doğusundaki milliyetçilerin arasında sıkıştı kaldı. Oysa etnik temelli kimlik politikaları meşru hale gelince, Türk milliyetçiliği ve giderek faşizm de meşru hale gelir. Günün sonunda, Solun bir kısmı Kürt siyasal hareketine eklemlenirken diğer bir kısmı devletten çok da farklı olmayan bir noktaya sürüklendi.
Bireyler ve kurumsal düzeyde insanlar etnik ve kültürel kimliklerine sahip çıkabilirler ve çıkmalıdırlar. Ama bu şovence bir yaklaşımla da yapılabilir; evrensel değerlere dayalı sosyalist bir duruşla da yapılabilir. Kazım Koyuncu’nun, 2005 yılında kaybettiğimiz arkadaşımız, Laz ve Hemşin müziğine devrimci bir perspektifle yaptığı katkılar bunun en iyi örneğidir.
Kimlik politikalarının ana yurdu Amerika’ya dönersek. İlginçtir Hillary Clinton Amerikan başkanlık seçimlerini kimlik politikaları yüzünden kaybetti. Seçim çalışmalarında tüm etnik gruplardan bahseden ve onlara vaatlerde bulunan Hillary, beyaz bir kadın olarak, orta ve alt sınıf beyaz kadınlardan oy alamadı ve seçimi kaybetti; tüm etnik gruplara seslenip beyazlara ilişkin tek kelime etmeyince seçimi sadece beyazlara oynayan Trump kazandı. Aynı şekilde, Amerika’da egemen sınıfların liberal kanadı siyahlara biçimsel bir ırkçılık karşıtı söylemle giderken, muhafazakâr kanat ise beyaz yoksullara “sizin durumunuz en azından zencilerden daha iyi” diyerek manipüle etmekte. Yoksullar düz ovalarda etnik ve ırksal temelde birbiriyle boğuşurken, her ırk ve etnik kökenden tuzu kurular yüksek tepelerde kadehler boyunca keyif çatmakta. Bir zamanlar Martin Luther gibi devrimci önderlikleri olan zenciler bu günlerde Black Lives Matter (zenciler değersiz değildir) gibi sağcı-muhafazakar düzeni meşru kılmaktan öteye bir işe yaramayan oluşumların etrafında toplanıyor. BLM hareketi, kendi içinde çoktan sınıflara ayrılmış zenci toplumunun yoksul kesimlerinin yaşam dünyalarında en ufak bir düzelme sağlamadı ve sağlamayacaktır. Ama zengin beyaz ve zenciler beraber lüks sitelerde keyif içinde yaşamaya devam ediyor. Marxistler bu politik gerçeği yüksek sesle dile getirme cesareti gösteremediği için bunu söylemek Andrew Tate gibilerine kalıyor ve resmi söylemin çanağına çomak soktuğu için küresel sermayenin saldırılarına maruz kalıyor.
Aynı şekilde bir neoliberal güzellemesi olan LGBT hareketi sayesinde ilk ve ortaokulda oyun arkadaşı olması gereken çocuklara, özendirme-propaganda derecesine varan bir akıl tutulmasıyla, cinsel kimlik eğitimi-yönelimi verilmeye çalışılıyor. Sonuçta kendi cinsel kimlikleri üzerinden kurdukları dünyanın dışında hiçbir sorunla ilgilenmeyen, atomize olmuş insan grupları çıkıyor ortaya. Dahası orta-üst sınıftan bir LGBT birey ile kenar mahallede tutunmaya çalışan bir LGBT birey arasındaki fark tamda sınıf kavramının kendisidir. Sınıfsal eşitsizliğin varlığında bu ve benzeri oluşumlar bir özgürlük illüzyonu yaratmanın ötesinde bir anlam ifade etmez.
Toplumun orta ve alt sınıflarını birbirine karşı kışkırtmaktan ve bölüp parçalamaktan başka bir işe yaramayan kimlik politikaları üzerinden yürüyen sosyal adalet ve eşitlik söylem ve talepleri ortalıkta dönüp durdukça sağ siyaset, sömürü ve her türden kötülük bir kere daha kazanacaktır. Sol kimlik siyasetini bir an önce terk etmeli ve içinde bulunduğumuz dijital çağda sınıf eksenli örgütlenme ve mücadele yöntemlerine odaklanmalıdır.
Göç ve Emperyalizm
Günümüz dünyasında şahit olduğumuz kitlesel göçler emperyalizmin doğrudan bir sonucudur. İşgalcilerce evleri-yurtları yakılıp yıkılan, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri talan edilen, kültürel asimilasyona tabii tutulan insanlar, kitleler halinde, daha iyi ve güvenli bir hayat için batıya doğru göç ediyor. Bu sadece Türkiye’nin sorunu değil. Örneğin Londra’da ilk ve orta öğretim okullarında en çok rastlanan ilk isim Muhammet; ikinci en çok rastlanan isim ise Ahmet. Ortalama bir İngiliz vatandaşının bu demografik değişimden rahatsız olması anlaşılabilir bir şey. Aynı durum İstanbul’da yaşayan ortalama vatandaşlar içinde geçerli. Burada Solun yapması gereken Türkiye’nin somut olarak ne kadar sayıda göçmene ev sahipliği yapabileceğinin kapsamlı bir araştırmasını ve planını yapıp söylemlerini bunun üzerinden geliştirmektir. Sol yabancı düşmanlığına net tavır almalı ve halkın eleştiri ve öfkesini nakit para karşılığı sığınmacı anlaşmaları imzalayan iktidar odaklarına yönlendirilmelidir. Göçmenlerin geri gönderileceği gibi (kimsenin bir yere gideceği yok) akla zarar söylemlere itibar etmeden, bir arada ve kardeşçe yaşamanın yolları aranmalı. Sol buna öncülük etmelidir
Özetlersek, Sol dünya görüşü dönemsel bir kriz yaşıyor. Alternatifsiz kalmış kapitalizm paranın imparatorluğunu kurmuş ve insanlığa azgınca saldırıyor. Global düzeyde toplumların ezici çoğunluğu küçük bir tuzu-kuru azınlığın sağlık ve mutluluğu için sabah akşam karın tokluğuna çalışıyor. Mevcut kapitalist düzen insanları demokratik olmayan, baskıcı ve toksinli çalışma ortamı ve ilişkileri ile ruhsal ve bedensel olarak hasta ediyor; sonra onları doktor reçeteleri ile hiçbir derde merhem olmayan ilaçlara bağımlı kılıyor. Hiçbir ahlaki sınır tanımayan vahşi kapitalizm, yediğimiz gıdaları, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu ve de insani olan her şeyi kirleterek ezip geçiyor…
“Elden ne gelir; ne yapabiliriz” diyorsak önce şu basit gerçeği hatırlayalım. Gökyüzünden yeni bir peygamber inmeyecek; Marx mezarından kalkıp kapitalin 4. Cildini yazmayacak…
Eğer bizler, bu zalim dünyaya Soldan bakanlar, bu durumdan rahatsızsak ve başka bir dünya mümkün diyorsak, hep beraber nasıl bir mahallede, şehirde, toplumda-düzende, ülkede ve dünyada yaşamak isteriz sorusunun bir yerinden, sadece sözle değil aynı zamanda eyleme dökerek, tutmak durumundayız.
Konuyu eğitim üzerinden ele alacağımız yazının üçüncü serisinde görüşmek üzere.
Geçenlerde, Murat Belge ve Ömer Laçiner Medyaskop-Ruşen Çakırın konuğu oldular.
Genel olarak, sol dünya görüşünün içinde bulunduğu durumu Türkiye özelinde tartışmaya açtılar.
Arkasından gelen Filistin meselesi dikkatleri başka yöne çekse de, bu üzerinde durulması gereken bir konu olduğu kanaatindeyim. Bu ilk yazı kısa bir giriş; ikinci yazı, temel sorunlar detayları üzerine olacak; serinin son yazısı ilk iki yazının oluşturduğu bağlamda eğitim üzerine olacak.
Murat Belgenin konuştukları hakkında söylenecek pek bir şey yok: harita pusulayı iyice şaşırmış bir entelektüelin hazin sonu… Fakat Laçiner’in söylediklerinde üzerine düşünmeye ve konuşmaya değer yönler var.
Ruşen Çakır’ın “sol neden başarısız” sorusuna (yazının sonunda linkler mevcut) Laçiner’in cevabı özetle şöyle:
70 yıllık sosyalist deneyim işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanarak hak ettiği payı alma mücadelesi-eylemi üzerinden inşa edilmişti. Mevcut veriler ışığında sosyalist ülkelerin çalışan sınıflara-emekçilere kapitalistler ülkelerin çalışanlarına oranla çok daha fazlasını verdiği bir gerçek. Fakat buna rağmen, işçi sınıfının bu düzene sahip çıkmadığı da başka bir gerçek…
Demek ki insanlığın eşitlik temelinde bir bölüşüm ideolojisinin üzerinde ve ötesinde farklı gereksinimleri vardır. Sadece eşitlik talebinde bulunmak çok da doğru bir çıkış noktası olmayabilir.
Global kapitalist dünya geçmişte olduğu düzeyde işçiye ihtiyaç duymamaktadır. Özellikle Yapay Zekâ (teknoloji) alanında yaşanan gelişmelerle bırakın işçi sınıfını, geçmişte göreceli ayrıcalıklara sahip olan meslek guruplarının, doktor, mimar, avukat gibi, işsizlik sorunu ile karşı karşıya kalmasına ramak kalmış bir dünyada yaşıyoruz.
Emeğine ihtiyaç duyulmayan işçi sınıfının daha iyi bir dünya kurma iddiası olamaz; bu iddiayı çoktan kaybetmiştir. Dolaysıyla devrimci iddiayı kaybetmiş işçi sınıfının sınıf bilincinden ve ideolojisinden bahsetmek olanaksızdır.
Ne yapmalı öyleyse?
Sol öncül liderlerin kabullerinden ve hedeflerinden vazgeçmelidir.
Yeni teknolojik imkanların daha adil bir dünya kurma noktasında nasıl kullanılabileceği üzerine kafa yormalıdır.
Solu bu tartışmaya davet ettik ama gelmediler gelemezler….
Ömer Laçiner’in durumu izah şekli özetle böyle.
Şimdi, baktığımızda sol dünya görüşünün Dünyada ve Türkiye’de 1980’den başlayarak artan bir ivmeyle güç ve prestij kaybettiği herkesin malumu. Coşkulu kalabalıkların uğruna güneşin fethine çıktığı bir sosyalizm hayalı yok artık… Sermayenin emek sömürüsü olabildiğince artmasına rağmen sendikalı işçilerin oranı dibe vurmuş vaziyette. Dünyada ve Türkiye’de sol-sosyal demokrat partiler parlamenter sistemde üst üste seçim yenilgisi alıyor. Faşizan bir popülizm almış başını gidiyor… Akademik dünya tümüyle neoliberal (yeni sağ) ideolojinin işgali altında. Sol kültürel alanlardaki hegemonyasını çoktan kaybetti. Bir zamanlar sol-devrimci dünya görüşünün sınıfsal bakışla içini doldurduğu eşitlik, özgürlük ve adalet gibi kavramlar, kimlik politikaları üzerinden içi boşaltılmış ve neoliberal güçlerin oyuncağına dönüşmüş halde.
Geçmişte 9-6 yollarında emeği sömürülen çalışan sınıflar bugün akıllı telefonlar sayesinde 7-24 sisteme esiri oluş durumdalar. Yapay zekâ üzerinden gerçeğinden ayırt etmesi imkânsız sahte yazılı ve görsel malzeme üretebilen ve son derece esnek çalışma koşulları yaratabilen küresel kapitalist bir dünya düzeniyle karşı karşıyayız… Bırakın sınıf bilincini, insanlık bilinç ve ahlak-etik arasındaki zorunlu ilişkiyi ve giderek değerler dünyasını tümden kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya… Entelektüel karşıtlığının ve popüler faşizmin sarmaladığı sosyal-politik atmosferde ve sosyal medya yüzeyselliğinin hâkim olduğu bir kültürel ortamda var olmaya çalışıyoruz. Bu listeyi uzatmak mümkün…
Sol Türkiye’de 1990ların başından beridir değişen biçim ve içeriklerde bir tartışmanın içinde.
Durum böyleyken üstat Çernişevski’nin “Ne Yapmalı” sorusuna hiç kimsenin tatmin edici bir cevabı yok maalesef. Ebetteki bu konuları büyük bir özen ve ciddiyetle ve de yaşamdan kopmadan tartışmalıyız. Fakat yanlış sorulardan doğru cevaplara ulaşılamaz. Ama yanlış sorular bazı mürekkep yalamış okur-yazar ve düşünürleri AKP’nin memlekete demokrasi getireceği yanılgısına düşürebilir… Bu anlamda Laçiner’in söylemleri önemli olmakla beraber kendi içinde bir sürü sorun-çelişki içermekte.
Gelin Ruşen Çakırın sormadığı soruları biz soralım
Örneğin sol ve solcular öncülerin (ki sanırım Marx, Lenin ve diğer öncü kadroları kastediyor) çıkış noktalarını ve ideallerini terk edecekse, yerine ne koyacak? Bu söylemin pratik bir karşılığı yok gibi duruyor. Kaldı ki don lastiği gibi her tarafa çekilebilir bir söylem bu.
Öncü iddialardan kasıt nedir?
Örneğin Marx’in emek üzerinden tanımladığı bilgi teorisi (epistemoloji) geçerliliğini yitirmiş midir?
Artı değer teorisi halen geçerli midir?
Peki ya yabancılaşma ve Marxizm’i politik-felsefi-ekonomik bir teori yapan diğer kavramsal bileşenler?
Burada vazgeçilmesi gereken tam olarak nedir?
Laçiner bu noktalarda sessiz….
Sormaya devam edelim:
-Bolşevik devrimin çöküşüne bakarak eşitlik idealini geçersiz ilan etmek liberalizme paye vermek anlamına gelmez mi?
-İnsanlığın 70 yıllık sosyalist deneyimin başarısızlığı tarihsel midir yoksa teorik midir?
-Şayet işçilerin ve giderek tüm çalışanların üretimden hak ettikleri payı almalarının üzerinde ve ötesinde varoluşsal kaygıları varsa bunlar nelerdir ve solun ideolojik-politik düşünce ve eylem çizgisi ile nasıl ilişkilendirilebilir?
-Emek eksenli örgütlenmiş bir toplumda teknolojik ilerleme (yapay zekâ dahil) insanlığın ortak çıkarları için kullanılabilir ve kesinlikle korkulacak bir şey değildir. Fakat geleneksel sol ideallerin geçersizliğini ilan ettikten sonra “Yapay Zekâ ve benzeri teknolojileri sol idealler doğrultusunda nasıl kullanabileceğimiz üzerine düşünmeliyiz” söylemi kulağa hoş gelse de içi boş bir söylem değilimdir?
Ortada ne bir işçi sınıfı ne de sınıf ideolojisi varsa, solun kitle tabanı kimlerdir?
Sol öncülerini terk edeceksek emek-sermaye çelişkisini (eğer kaldıysa böyle bir kavram) nasıl anlayacağız?
1980 sonrası gelişen kadın hareketi solun neresine düşer? Bebek sahilinde yüksek sosyete bir kadın ile varoşlardan gelen işçi bir kadının bu harekete uzaklığı ya da yakınlığı nedir?
Kimlik politikalarının Sol çevrelerde yarattığı zarar-ziyan nelerdir; kimlik politikaları özgürleşme getirir mi?
Şimdi o meşhur deyimle somut koşulların somut tahlilini yaparak söylersek; evet genelde Solun özelde Marxist teorinin önünde aşılması gereken ciddi engeller var.
Kısaca özetlersek:
Küreselciler ve ulus-devletçiler diye ikiye bölünen egemen sınıflar arasında dünya ölçeğinde sürüp giden bir kavga-mücadele var. Bütün ekonomi-politik teorisini ulus-devlet üzerinden inşa etmiş olan Marksizm mevzuyu anlama ve karşı duruş sergileme noktasında bocalıyor.
Teknolojik ilerleme egemen sınıflara olağanüstü bir kontrol mekanizması ve esnek çalışma-üretme olanaklarını sağlıyor. Binlerce işçinin çalıştığı fabrikalar yerine küçük ölçekli, parçalanmış ve belli bir zaman-mekân duygusu oluşturmayan istihdam biçimleri ortaya çıktı. Dahası, birçok iş alanının, teknoloji sayesinde, insan emeğine olan gereksinimi giderek azalmaya başladı. Aynı şekilde Sol entelektüel çevrelerin kafası bu konuda net değil.
Emperyalizmin bir sonucu olarak gelişen küresel göç dalgaları sadece batı dünyasını değil nerdeyse tüm ülkeleri etkisi altına almış vaziyette. Neoliberal küreselleşme ile bağlantılı olan bu duruma Sol dünya görüşünün net bir cevabı yok: daha açık olarak söylersek, Solun bu konuda kendi tabanını ikna edecek bir cevabı yok. Yükselen milliyetçi dalga faşist partileri birbiri ardına iktidara taşıyor. Ve Sol nerdeyse bir buharlaşma tehlikesi ile karşı karşıya.
Solun geleneksel idealleri olan ve sınıfsal analiz üzerinden tanımlanan eşitlik, özgürlük ve adalet kavramları neoliberal (ideolojik) ve post-modern(kültürel) saldırılara maruz kaldı. Bu kavramların sınıf yerine kimlikler üzerinden tanımlanmaya başlamasıyla beraber, Marksizm kültürel-ideolojik hegemonyasını tümüyle kaybetti.
Neoliberalizm (yeni sağ) eğitim dünyasına tüm gücüyle yüklenerek önce solun tüm versiyonlarını elimine etti; ardından anaokulundan üniversiteye kadar her alanı işgal edip, kendilerine sol-liberal diyen andavalları da peşine takarak, kırılması zor bir hegemonya kurdu.
Durum kısaca böyle…
Bir sonraki yazıda bu beş ana başlığı biraz daha detaylandıracağız.
Memleket çok zor ve acılı günlerden geçiyor. Ne desek boş… Ateş düştüğü yeri yakıyor maalesef. Enkaz altında hayatını kaybeden ya da sakat kalan onca insan… kış ortası evsiz barksız ortada kalan milyonlar… ne yana baksak öfke ve acı ve de çaresizlik…
Enkazdaki insanlara yardım edemeyen ama camilerden Selâ okutabilen bir iktidar; yardım eli uzatan sivil inisiyatifleri tehdit eden özgüvenini yitirmiş bir iktidar… kem-küm etmenin ötesine geçemeyen bir muhalefet… ve TV’lerde, sosyal medyada yazılanlar söylenenler ve görülenler…
Öne çıkan dört şey üzerine birkaç cümle etmek isterim izninizle:
Suçlu bulundu; müteahhitler
Deprem öldürmez bina öldürür
Kader-kısmet değil bilimdir asıl olan
Bu deprem iktidarı götürür
Evet bir öldüren var ama bu bina değil kapitalizmin bizzat kendisidir. İnşaat Türkiye’nin son elli yılında sermayenin siyasi iktidarlarla iş birliği halinde faaliyet gösterdiği en temel kâr-kazanç elde etme alanlarından biridir. Müteahhitler bu tezgâhın en masum unsurlarıdır.
Niye mi?
Bir fikrin, eylemin, davranışın, üretimin-ürünün, ya da eşyanın doğruluğu, önemi ve değeri ne kadar para kazandıracağı (kârlı olup olmaması) ile ölçüldüğü küresel bir kapitalist düzende ve dünyada yaşıyoruz; insan sağlığı ve mutluluğunu ve de kamu yararını hiçe sayan bir düzen bu.
Örneğin, küresel ilaç endüstrisi hastalıkları iyileştirmeye değil durumu idare etmeye odaklıdır. Çünkü hastaların iyileşmesi kazanç getirmez; kârlı değildir.
Kanseri önlemeye dönük araştırmalar için harcanan para hastalığı idare etmek için harcanan paranın sadece dörtte biri; hastalığı önlemeye dönük yatırım hiç de kârlı değil de o yüzden.
Aşırı işlenmiş-paket gıdalar sağlığa zararlı ama hız kesmeden üretmeye-tüketmeye devam; taze gıdaya göre kat be kat kârlı da o yüzden. Genetiği değiştirilmiş gıdalar insan ve doğa için öngörülemeyen korkunç felaketeler yol açabilir; ama kârlı olduktan sonra gerisini kim takar.
…
Basit bir örnek üzerinden hareketle, diyelim sokakta yürüyorsunuz ve hemen yanı başınızda bir kişinin ayağının kayıp yere düştüğünü gördünüz. Siz, biz, onlar, yanı sıradan ama sahici insanlar hemen elimizi uzatıp yere düşen insanı ayağa kaldırmaya çalışırız. Ama global kapitalizm (sermaye) yapmaz bunu; ilk önce o yerde yatan kişiye yardım etmenin kârlı olup olmadığına bakar. Eğer bu eylem karlı değilse-ki yerdeki bir insanı kaldırmanın ne kazancı olabilir, kapitalizm “bırak ölsün gitsin” der… Bu kadar basit mi yani? Evet bu kadar basit! Kızılay’ın çadır satması da böyle bir şeydir; bağışlarla edinilen mal ve hizmetlerin parayla satılması son derece kârlı bir ticarettir. Bizim takunyalı ve badem bıyıklı neoliberal imamlar riyakarlıkta orta çağ papazlarına tur bindirmiş besbelli.
Bizim müteahhitlerin durumu tamda her şeyin kârlı olma durumuna göre ölçüldüğü bu paradigmanın bir parçası. Türkiye’de ortalama apartman inşaatları büyük firmalar tarafından yapılmaz; bunlar genelde Anadolu kökenli, çoğu ilkokul mezunu ya da orta sondan terk iş adamları. Türkiye’de evler, daireler, apartmanlar bir yaşamsal ve mimari felsefeden esinlenerek inşa edilmez; yaşamak için değil barınmak için yapılırlar. Bir apartman yapılacaksa verili koşullarda ona ayrılacak (ya da ayrılabilecek) bütçe bellidir… Efendim şu kadar para verip gider bir inşaat mühendisinin ve mimarın diplomasını kiralarsın; bilemedin bu kadarını da bürokratik formaliteleri halletmek için vereceğin rüşvetlere ayırırsın ve geriye kalanda müteahhitlerin kârıdır; haliyle kendi kâr marjını artırmak için demirden mi çalsam çimentodan mı diye düşünür…
Dediğim gibi kârlı olma durumunun belirleyici norm olduğu bir toplumda-dünyada o müteahhit yapmazsa öteki beriki yapacaktır. Sorun herkesi suçun bir parçası yapmış olan sistemin ta kendisidir. Ev yapıp alıp satmak kâr amaçlı yapılan bir iş olduğu sürece Türkiye’de depreme dayanıklı mekanlar yapılamaz.
17 Ağustos 1999 depremi sonrasında yazılıp çizilenlere bakın; bugünkülerle nerdeyse birebir aynı şeyler. 24 sene sonra aynı yerdeyiz çünkü maddi koşullar değişmemiş. O zaman muhalefet olanlar (şimdinin saraylıları) devlet enkaz altında kaldı manşetleriyle çıkıyordu meydanlara; bu sefer enkazın altında kalan onlar, ama enkaz-menkaz onları pek ilgilendirmiyor; Makyavel’e rahmet okutacak cinsten bir ilkesizlikle ve Abdülhamit taktikleri ile iktidarlarını sürdürmenin yollarını arıyorlar. Stadyumları ve kampüsleri kapatma girişimi sıradan faşizmin kötülükte sınır tanımadığını bir kez daha gösterdi bize.
17 Ağustos 1999 depreminin yerle yeksan ettiği yerleşim alanları inşa edilirken 1960-70’li yıllarda bu ülkenin devrimci-demokrat ve yurt severleri bu sürecin ciddi bir planlama ile yapılması gerektiğini ve söz konusu bölgenin deprem riski taşıdığını her platformda dile getirdiler. Dönemim muktediri ve necip Türk milletinin sevgili babası Süleyman Demirel
“Milletin plana değil pilava ihtiyacı var”
diyerek plan diyen, ‘entel-dantel’ solcuların bir güzel ağzının payını verdi. Bugün Erdoğan’ı eleştirenler aslında son 70 yılda bir sağcı iktidardan ötekine aynı şarkının farklı aranjmanlarla terennüm edildiğini gözden kaçırmakta. Gölcük depreminden etkilenen bölgede yaşayanlar plan diyenleri taşla sopayla kovalayıp pilav vaat eden babalarının ardından gitmeyi tercih etmişlerdi. Bugün, Hatay hariç, depremden etkilenen bölgeler mevcut siyasi iktidarın geçen 20 yılda yoğun olarak oy aldığı yerler; necip Türk milleti Demirel’de beğendiğini Özal’da temize çekti… ve Özal’da beğendiğini de Erdoğan’da bir kez daha temize çekti.
Bu yönüyle deprem bölgesinde iktidar karşıtı bir siyasi-toplumsal hava oluşacağını düşünenler fena halde yanılmaktalar; mevcut iktidar 300 madencinin öldüğü bölgeden kaza sonrası yapılan seçimden ezici bir üstünlükle çıktı. Bakmayın siz olayın sıcaklığı ile uzatılan mikrofonlara yapılan kızgın konuşmalara. Yanılıyor olmayı çok istemekle beraber, o kalabalıklar hiç şüpheniz olmasın yine pilav diyenlerin arkasında kuyruğa gireceklerdir.
Öte yandan, en geniş laik-sol çevrelerce deprem bağlamında sıklıkla dillendirilen hurafeye karşı bilim söylemi de aynı ölçüde ezbere söylenmiş gibi duruyor. Orta çağda kiliseye karşı mücadele verilirken kullanılan retoriğe benzer bir söylemle bilim güzellemesi yapmak; ve şark kurnazlığı ile depremin yıkıcı sonuçlarının oluşturabileceği sosyal basıncı azaltmak için kullanılan kader söylemine en hakiki mürşit bilimdir sloganı ile karşılık vermek pek ikna edici gelmiyor kulağa. Eski fikirler yeni gerçekliği anlamada maalesef yetersiz kalıyor…
Herkesin çok güvendiği ama çok az insanın gerçekten ne olduğunu bildiği bilim, günümüz dünyasında insanlığın ortak hizmetinde olan bir olgumumdur?
Acı ama gerçek: sınıflı (küresel) dünyada-toplumda bilim çoktandır egemen sınıfların propaganda aracına dönüşmüş vaziyette. Yandaş ekonomist-iktisatçıların söylemlerine bakın; orta çağda iktidarın açıklarını kapatmak ve onları sureti haktan göstermek için vaazlar veren kilise papazları gibi; her biri günümüz dünyasında Kocatepe camiinde müezzin olabilecek kalibrede. Emin olun AKP bir on sene daha iktidarda kalsın, yandaş deprem-uzmanları peydahlanacaktır.
Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil.
Küresel gıda firmalarının maaşa bağladığı bilim insanlarından geçilmiyor ortalık. Küresel ilaç ve medikal firmaların masa altından finanse ettiği sözde araştırma projelerini yöneten bilim insanlarına bir bakın. Küresel sermayenin desteklediği sözde sivil think-tank denilen kurumlarında çalışan aklını yüreğini sermayeye kiraya vermiş sürü ile bilim insanlarına ne demeli peki…
Günümüz dünyasında bilimsel buluşlar banyodan “suyun kaldırma kuvvetini buldum” diyerek don-paça çıkan insanlarca yapılmıyor maalesef; araştırma-geliştirme kurumlarında yüksek bütçelerle sermayenin çıkarına hizmet edecek şekilde ve sermayenin finansörlüğüyle yapılıyor… Öyleyse bilim kisvesi altında önümüze konulan her şeyi kabul etmeden önce dikkatlice düşünmek zorundayız…
Küresel efendilerin ideoloji ve propaganda aygıtına dönmüş bilim dünyasının insanlığa bir faydası olamaz ve en az dinci-yobaz hurafeler kadar zararlıdırlar.
Ez cümle insanları öldüren şey ne müteahhitler ne de binalardır; dünyanın her yerinde sermayenin dizginlenemeyen kâr hırsıdır insanları öldüren; sağlıktan barınmaya, gıdadan iş yaşamına insan ve kamu yararı hiçe sayılarak, maliyetleri azaltıp kârlılığı artırma felsefesi ve onun pratik yansımalarıdır insanları öldüren. Türkiye’de beton sektörü sermayenin bel kemiğidir ve kapitalist paradigmadan bağımsız değildir.
İnsanı ve doğayı her şeyden önemli tutacak toplumsal-siyasal bir devrim olmadığı sürece pilav ve plan arasında daha çok gider geliriz ve Kızılay’ın öyle şeyler sattığına şahit oluruz ki çadır falan çok masum kalır.
Murat Belge eskiden sadece sol çevrelerde bilinirdi, ama bugün sağcılar ve futbolcular arasında da epey bir popülerliği var. Kendisi İngiliz filolojisi eğitimi görmüş; iletişim yayınların kurucularından. Halen yayınlanan ve uzun yıllar editörlüğünü yaptığı Birikim dergisinin kurucusu. Yabancı dillerden yaptığı çevirilerle (Joyce, Faulkner, Dickens…), Türkçeye kazandırdığı kitaplarla da biliniyor. Uzun yıllar Bilgi Üniversitesinde karşılaştırmalı edebiyat dersleri verdi. Belge baba tarafından sağcı anne tarafından solcu bir ailenin tek çocuğu: O meşhur Yaban romanının yazarı, Yakup Kadri, Belge’nin dayısı olur. Babası Burhan Asaf Belge Adnan Menderes’in önemli danışmanlarından biriydi…
Şunu en başından belirtmeliyim ki bu yazının amacı ne Murat Belge’ye saygısızlık yapmak ne de kendisine övgüler düzmektir. Amaç Murat Belge üzerinden Türkiye’nin son kırk yılına bakıp soldaki düşünsel savrulmaları biraz daha iyi anlamaya çalışmaktır.
Bilindiği üzere Belge 12 Mart öncesi Dev-Genç hareketine-özellikle Mahir Çayan önderliğindeki THKP-C geleneğine sempati besliyordu. 12 Eylül öncesinde ise yine Çayan geleneğinden gelen, Türkiye’nin o dönemde en kitlesel ve en etkili hareketi olan, Dev-Yol çevresine yakın olduğu bilinir. Yani 1980 öncesi Belge sol içerisinde saygın bir yeri olan, söyledikleri-yazdıkları geniş çevrelerce dikkate alınan birisiydi…
1980-1990 arası Neoliberal rüzgarlar ve Özal’ın çikita muzları sadece sırdan insanları değil okumuş-yazmış birçok insanın da düşün ve inanç dünyasını altüst etmişti. Bu ‘düşünen’ insanlardan biri de Murat Belgey’di. Kendini halen sosyalist olarak tanımladığı halde, 1950 sonrası Şerif Mardin ve müritlerinin türettiği yeni-sağ söylemlerle konuşmaya başladığı zamanlardı…
Askeri Vesayete karşı demokrasiyi, merkezi oluşumlara karşı çevreyi, Cumhuriyet elitlerine karşı milleti savunur gibi duran bu ve benzeri karşıtlıklar üzerinden sağ söylemlere hafif bir sol makyaj yaparak meşruiyet kazandırıyordu üstat….
Yaşı müsait olanlar hatırlar, sağcı bir yayın müdürünün yönettiği solcu bir gazete vardı 1990’larda, Radikal gazetesi. Belge haftada iki kere köşe yazısı yazıyordu Radikal’de. Yazdıkları yazılardan, açıktan deklare etmese bile, Marksizm ile arasına mesafe koyduğu ve Neoliberalizm ile flört halinde olduğu belliydi. Böylesi bir savrulmayı anlamakta, solcu bir üniversite öğrencisi olarak, gerçekten zorlanıyordum. Bir anekdottan bahsetmeden geçemeyelim burada. Atilla İlhan bir röportajında
‘Biri Murat Belge’nin 30 sene önce yazdıklarını okusa ve uykuya dalsa…30 sene sonra uyansa ve bugün yazdıklarını okusa gözlerine inanamaz’
Diyerek sol entelektüel çevrelerdeki savrulmaya gönderme yapmıştı.
O hafta yıllık iznini kullanmakta olan Belge’den bir ses gelmiyor bununla ilgili. Ama daha ilginç bir şey oluyor: o dönem Sabah’tan Radika’le transfer olan, CHP’nin Bebek temsilcisi, Hasan Bülent Kahraman Belge’nin imdadına yetişiyor: Kahraman’a göre Belge’nin solculuktan başlayıp sağcılığa yelken açan otuz yıllık yolculuğu son derece normaldi… Yıllık izninden dönen Belge özgür düşüncesinin kendisini götüreceği yerlerden hiç korkmadığını belirtiği yazısında Hasan Bülent Kahraman’a bir selam çakıp yoluna devam etmişti…
1990’lı yıllar; devlet üniversitelerine paralı gece bölümleri eklenmiş ve arkasından gündüz bölümleri de paralı hale getirilmeye çalışılıyordu. Özellikle büyük şehirlerde Üniversite öğrencileri sokaklara çıkıyor gözaltı, dayak, işkence ve hapis ihtimallerini göze alıp ve parasız eğitim talep ediyordu(k). Üniversite harçları dönemin popüler konusuydu. Televizyonlardaki tartışma programlarından gazetelere birçok mecrada öğrencilerin parasız eğitim talebi konuşuluyordu.
Murat hoca bu konudan da geride kalmayıp bir yazı döşenmişti Radikal’deki köşesinde.
Belge yazısında özetle, üniversite öğrencilerinin hemen hepsinin dershane süreçlerinden geçtiğini ve bu dershanelerin paralı olduğunu; dershane parası ödeyebilenlerin üniversite harç ücretlerini de pekâlâ ödeyebileceklerini ve mırın kırın yapmalarına gerek olmadığını söylüyordu…Üstat hızını alamayıp yoksul öğrenciler için, Amerika örneğini göstererek, bir burs sistemi kurulup sorunun gürültüsüz patırtısız çözülebileceğini de ekliyordu yazısına. Belli ki Amerikan burs sisteminin nasıl bir bataklığa dönüştüğünden haberi yoktu sayın Belge’nin.
Bu söylem o dönem sağcıların kullandığı bir numaralı argümandı. Ve Murat Belge hem solcu pozu veriyor hem de sıkılmadan neoliberallerin ağzıyla konuşabiliyordu. Ya da çoktan liberal olmuştu da kendi ağzıyla konuşuyordu. Burada öğrencilerin onca para verip dershanelere gitmesinde bir sorun görmüyor ve ‘dershaneye para veren üniversiteye de harç öder ne var bunda’ diyebiliyordu… adil olmayan fiili bir durumu referans gösterip diğer bir adaletsizliğe dayanak yapmıştı bir zamanların ‘sosyalist’ Murat Belge’si. Yazısını okuduktan sonraki şaşkınlığımı ve hayal kırıklığımı hiç unutmam…
Bunlar daha giriş taksimiydi; Belgenin faça kayma durumları 2007 de Taraf gazetesine köşe yazmaya başlamasıyla tavan yaptı: spor ayakkabı giydiği için kendisini ‘genç sivil’ zanneden kullanılışlı aptal Yıldıray Oğur ve minibüs muavini yardımcısı Rasim Ozan Kütahyalı gibi tiplerle yan yana olmaktan geri durmadı üstat. Yayın tarzı 1980 öncesi Aydınlık Gazetesi’ni andıran Taraf gazetesi Türkiye’de askeri vesayeti bitireceğiz sloganlarıyla şahlanıyordu…
Murat Belge Taraf gazetesinin Gülen’cilerin inisiyatifi ile oluştuğunu bilmeyecek kazar cahil değildi elbette. Türkiye’ye özgü geleneksel cami-kışla geriliminde hikmetleri kendinden menkul liberaller, Amerika’nın ılımlı İslam politikaları paralelinde, camiye oynuyorlardı epey bir zamandır. Belge’de bu eğilimi takip ederek Taraf gazetesindeki köşesinde AKP’ye övgüler düzmekle meşguldü. Belge’ye göre solcular-sosyalistler çuvallamışlardı; özgürlük ve demokrasi AKP’yle gelecekti memlekete. Arşivlerden belgenin yazılarına bakarsanız, üstadın ‘yürü be koçum kim tutar seni’ kıvamında olduğunu görürsünüz.
Sonrasında 2010 Anayasa Referandumuna, eskiden yakın arkadaş olduğu birçok devrimci sosyalistin uyarılarına rağmen, ‘yetmez ama evet’ cephesinde katılan Belge façaların en büyüğünü kaymıştır. Referandum sonrası kullanım süresi dolan Murat Belge ve onun liberal biraderleri kapı önüne konulmuşlardır. Kendisine bu konuda bir açıklama yapıp yapmayacağının sorulduğu bir TV programında Belge’nin söyledikleri insanı hüzünlendiren cinstendi ‘biz demokrasiyi New York’tan gelen insanlarla yapacak değiliz’… AKP’yi ve siyasi ortağı Gülen çevresini devrimci bilmişti üstat…
Geçenlerde bu konuda yazdığı yazı ise ilkinin daha bir akla zarar versiyonu: Belge Türkiye’nin bugün ki kötü durumunun 2010 referansı ile ilgisi olmadığını; aksine içinde bulunduğumuz kötü koşulların 2017 sonrası gelişmelerden kaynaklı olduğunu söylüyor…
Belge hızını alamamış olsa gerek Ergenekon davaları döneminde sosyalist hareketlerin önderlerinden bir kısmını Ergenekon üyesi ilan etti… Polisin sıktığı biber gazıyla hayatını kaybeden Metin hocaya Ergenekoncu diyebilecek kadar koordinatlarını kaybetmişti Belge.
Gülenciler ve AKP arasındaki çatışmanın yoğunlaştığı dönemlerde ve 2015 darbesi sonrası ortalıktan yok oldu bir süre. KHK’larla üniversitelerde 1980 sonrası yapılan akademisyen kıyımına benzer bir operasyon yapıldı. Binlerce eğitimcinin hayatı cehenneme döndü.
İşten atılan akademisyenlerin bir kısmı batı ülkelerinde iş bulabilmek için risk altındaki akademisyenler programına başvurdu. Çok azı bu imkanlardan faydalanabildi… bunları niye anlatıyorsun dediğinizi duyar gibiyim… Biz sonradan öğreniyoruz ki Murat Belge’de bu programa başvurmuş ve o çok değerli İngiliz dostlarını araya koyup 2018’den beri bu program kapsamında Oxford Üniversitesi’nde çalışıyormuş. Murat Belge gibi birçok solcunun desteğiyle ideolojik hegemonyasını kuran AKP’nin mağdur ettiği onca akdemiysen varken, Belge kendisini mağdur hissetmiş olmalı ki bu imkândan faydalanıyor olmaktan utanç duymamış. Yani her durumda Murat Belge kendisini haklı çıkartabilmiş.
Elbette ki insan değişir, hepimiz değişiyoruz. Düşüncelerimiz, duygularımız, bedenimiz, çevremiz vesaire durmadan değişiyor. Murat Belge ya da herhangi bir başkası düşüncelerinde radikal değişimler yaşayabilir. Burada sorun Belge’nin halen solculuk oynaması; çıkıp açık olarak dese ki ‘ben artık solcu falan değilim’ eyvallah der geçeriz. Bu riski almıyor Belge; böylesi bir deklarasyonda epeyce müşteri kaybedeceğini çok iyi biliyor.
Daha geçenlerde yazdığı bir yazıda mealen şöyle diyor üstat: memleket giderek Kemalist ve dinci-muhafazakar kamplara bölünüyor ve kendisi her ne kadar Kemalist olmasa da bu ayrışmada Kemalist kampta yer alacakmış… İroni dedikleri böyle bir şey herhalde… Üstat AKP’nin gidici olduğunu anladı dümeni nereye kıracağını hesaplıyor…
Türkiye’de düzene soldan muhalif köklü bir devrimci-parti ve örgütlenme geleneği olmadığı için organik aydın diye tanımlanan şekliyle entelektüeller yetişmiyor-ya da çok az yetişiyor. Murat Belge sadece bir örnek ve belki de en masum olanı… azımsanmayacak sayıda insanın düşünce dünyasını etkilemiş; iletişim yayınları gibi prestijli bir yayınevini kurmuş; onca kitap yazmış; çeviriler yapmış; ve üniversitede dersler veren bir profesör; 12 Mart 12 Eylül görmüş ve 1960’lardan beri siyasetle ilgili… Ama gel gör ki bunların hiçbiri organik aydın olmaya yetmiyor… Sen git lise mezunu bir imamın liderliğindeki cemaatin kontrolündeki bir gazetede askeri vesayete karşı mücadele ediyorum diye köşe yazıları yaz… Olmadı, üniversite diploması tartışmalı bir siyasetçinin dolduruşuna gelip yetmez ama evet diye bağırıp din soslu neoliberalizmin (yeni-sağ) hegemonya kurmasına katkıda bulun… Sonrada bu hegemonya sonucu oluşan baskıcı otoriter düzenden şikayet et ve kendini risk altındaki akademisyen diye pazarla ve kapağı Oxford’a at…
Amerika’da ve Türkiye’de Gençler, Göçmenlik Ve Eğitim:
Dr. Bülent Avcı
“Hiç kimse, denizde olmak karada olmaktan daha güvenli olmadıkça, çocuğunu denizin ortasındaki bota koymaz”
Warsan Shire
Göçmenlik ve mülteci olma durumu tarihin her döneminde var olsa da günümüz dünyasında Amerika, Türkiye ve diğer birçok ülkelerin yakıcı bir sorun olmaya devam etmekte. İnsanlar bireysel ya da büyük guruplar halinde kendi ülkelerinden diğerine daha iyi bir yaşam kurma niyetiyle ve büyük oranda yasal yolları zorlamak suretiyle gitmeleri durumu göçmenlik olarak adlandırılıyor. Kendi istekleri dışında, vatanlarını terk etmek zorunda kalanlar ise mülteci veya sığınmacı olarak kategorize edilmekteler. Bu durum hem göçmenler-sığınmacılar hem de göç edilen ülke için bir sürü sorunu beraberinde getirir.
Kendini yetiştirmiş Türkiye vatandaşı bir yazılımcının İstanbul’dan Seattle’a Microsoft’da iş bulup göçmesi; ya da Hong Konglu zengin bir iş adamının vatandaşlık alma karşılığında Kanada’ya gelip lüks restoran açması gibi bir durum değil bu. Burada konu ettiğimiz şey sıradan insanların, çoğu zaman ailecek yolara düşmesi, nice zorluklar ve badireler atlatarak diğer bir ülkeye varıp yaşam savaşı vermesi durumu; yoksullukla, ayrımcılıkla, yabancı düşmanlığıyla ve kültürel uyum sorunlarıyla iç içe bir hayat…
Türkiye ve Amerika özeline dönersek. Türkiye güneyde Suriye’de ki iç savaş başladığından beri başta Suriye olmak üzere, Afganistan, Irak ve diğer bazı ülkelerden 10-13 milyon civarında bir göçmen-mülteciye ev sahipliği yaptığı söyleniyor. Devlet kurumları dahil olmak üzere kimse tam bir rakam veremiyor. El altından dolaşan rakamlar birbirini tutmuyor. Makro düzeyde ele alındığı zaman bu nüfusun yüzde onun üstüne tekabül ediyor; bu durum İstanbul’da Bahariye Caddesi sosyetesinin günlük yaşamını etkilediği gibi Karadeniz’de bir sahil kasabasında vatandaşların günlük hayatlarına dokunur vaziyette.
Merdiven altı denilen tarzda işletmelerde asgari ücretin altında çalıştırılarak iliklerine kadar sömürülen bu insanlar, aynı zamanda, yoksulluğun artması ve ekonominin çökme noktasına gelmiş olmasının da etkisiyle, ‘onlar yüzünden biz işsiz kaldık’ diye sızlanan lümpen yığınların açık ve yakın hedefi haline gelmiş vaziyette. Devlet, en yumuşak ifadeyle, bu insanların yaşadıkları bölgeye ve kültüre uyum sağlama ve entegre olama süreçlerini organize etme noktasında (eğitim, iş, yaşam, kültür) tamamen aciz kalmış vaziyette. Amiyane tabirle Saldım çayıra Mevlam kayıra mantığıyla bu insanlar sokağa terkedilmiş haldeler. Bu durum memlekette ırkçı-faşist söylem ve eylemlere uygun bir zemin hazırladığı gibi ülke demografisini epeyce değiştirmiş ve değiştirmeye devam edecektir.
Göçmen ve mültecilerin, özellikle büyük şehirlerde, kültürel uyum sorunu yaşadıklarının bariz örnekleri mevcut. Avrupa ülkelerinin kabul ettiği mülteciler çoğunlukla eğitimli-vasıflı olanlar. Türkiye’de kalanlar ise çıplak gözle gözlemlenebilecek ölçüde eğitimsiz ve alt sosyoekonomik guruplardan gelen insanlar. Topluma entegre olma sürecinde en önemli rolü oynayacak olan eğim zaten kendi içinde iflas etmiş vaziyette. Bu durum okul çağını geçmiş olanların uyum sorununu daha da karmaşık hale getirmekte. Kaldı ki okul çağındaki mültecilerin birçoğu okula gitmemektedir. Kamuya açık ortamlarda, görgü ve diğerine saygı temelinde, nasıl hareket edeceğini bilmemekten tutunda plajlarda denize iç çamaşırla girmeye, toplu halde dolaşıp ona buna sataşmaya varan durumlar yerli halkın şikayetlerinden bazıları.
Epey uzun bir süredir göç alan ülkelerden biri de Amerika Birleşik Devletleri. Başta güney sınırı olan Meksika’dan olmak üzere Dünyanın her yerinden göçmen ve mültecinin geldiği bir ülke; yasal veya illegal yolardan gelenler, vasıfsız olarak Amerika’ya sığınanlar ya da göç edenler, aynen Türkiye’de merdiven altı işyerlerinde sömürülen Suriyeli mülteciler gibi, masa altından asgari ücretin çok altında bir paraya çalıştırılmaktalar; benzin istasyonlarında gaz basarak, lokantalarda bulaşık yıkayarak, çiftliklerde sezonluk tarım işçisi olarak çalışarak, müstakil evlerin bahçe çimlerini keserek ve nalbur dükkanlarının önündeki amele pazarlarında kendilerine günlük iş verecek birini bekleyerek…. Ülkeye yasadışı yollardan gelmiş olsalar bile, çocukların devlet okullarında eğitim görme hakları var. Ayrıca, diğer yoksul öğrenciler gibi, bedava kahvaltı ve öğle yemeği hizmeti alabilmekteler.
Bu yazıda, sayılara, varsayımlara ve gereksiz polemiklere boğmadan, bu soruna lise çağında genç bir insanın gözünden bakmaya çalışacağım. Genç bir delikanlı. Bilmem kaç sene önce ailesi ile Suriye’deki savaştan kaçıp İstanbul’a gelmişler; Adı Yasin, babası savaşta ölmüş. Annesi ve iki küçük kardeşi ile Bağcılar’da bir bodrum katında yaşıyorlar. Lise ikinci sınıfa Yasin; her sabah yürüyerek okula gidiyor, yol üzerindeki bakkalın, otobüs duraklarında bekleyenlerin ve yolda yürüyen herkesin kendisine tiksinerek baktığını düşünüyor… Böyle durumlarda görünmez olmak istiyor Yasin… Görünmeden okula gidebilmek…. Ama okulda ayrı bir cehennem; kendisi gibi Suriyeli arkadaşları var Yasin’in okulda. Teneffüslerde onlarla sosyalleşiyor çoğu zaman ama bazen hiç çıkmıyor sınıftan. Sınıftaki öğrencilerin birçoğu aşağılayarak bakıyorlar Yasin’e; hiç kimseye bir kötülüğü olmamıştır Yasin’in… Sınıfın ön taraflarında oturan sarışın uzun saçlı kıza aşıktır Yasin. Rüyalarına girer bu devranı afet… hiçbir şeyden korkmadan-çekinmeden o kıza ‘senden hoşlanıyorum’ diyebileceği bir dünyayı düşlüyor rüyalarında…Arkası kuşlu aynasında tarayarak saçlarını o kızla okul yolundaki o pahalı kafede oturuyor rüyalarının en güzel yerinde… Elele yürüyor İstanbul’un meydanlara çıkan dar sokaklarında… Yasin bazen akşamları televizyon izler. Hem Türkçesini geliştirmek için hem de etrafta ne olup bittiğinden haber olmak için… koca koca adamlar ve kadınlar Yasin gibilerin bu ülkenin başına bela olduğunu ve derhal geldikleri yere geri dönmeleri gerektiğini söylüyor… Her gece yatağa girdiğinde uyumadan önce, gözlerini tavana dikip ‘bugün de ölmedik… buna da şükür…’ gibisinden şeyler mırıldanarak uykuya dalıyor Yasin…
…
Yukarıdaki metin olayı dramatize etmek için yazılmadı. Sayıları 13 milyonu bulduğu söylenen mülteciler ülke nüfusunun onda birini çoktan geçmiş vaziyette. Milyonlarca Yasinler; delikanlılar, genç kızlar, çocuklar yaşlılar aramızda yaşıyorlar… Yasın okula gidebildiği için şanslı (çalışmak zorunda olduğu için okula gidemeyenlerin trajedisi apayrı bir konu zaten…). Normatif düşünürsek eğitim yeni bir ülkeye-kültüre uyum sağlamanın en etkili ve iyi yollarından biridir: dili öğrenirsin, kültürü ve toplamsal ortak paydaları kavrar ve kendi kültürel-bireysel geçmişinle bağ kurarsın… ama gerçeğin bu olmadığını hepimiz biliyoruz. Devlet kendi vatandaşlarına-halkına Türkçeyi öğretmekten aciz. Ana dili Türkçe olmayanlara Türkçe öğretilmesi noktasında eğitim bakanlığı donanımsızdır. Böylesi zor bir süreci başarıyla sürdürmek her şeyden önce bu alanda yetişmiş-pedagojik formasyonu yüksek öğretim kadrosu, özenle hazırlamış geleneksel ve dijital müfredat malzemeleri ve bunu teorik ve pratik olarak koordine edecek hem merkezden yerele hem de yerelden merkeze doğru çalışan hem resmi hem de sivil kurum ve organizasyonlara ihtiyaç vardır. Bu bileşenlerin büyük oranda mevcut olmadığını biliyoruz. Dahası ülkenin resmi eğitim sistemi toplumsal ortak paydaya oturmaktansa, ötekileştirme ve kutuplaştırma üzerine kurulmuş vaziyette. Dolaysıyla böylesi bir (eğitim) sisteminin Yasin gibi gençlerin ülkeye uyum sağlamaları noktasında etkili olabileceğini düşünmek safdillik olur.
Söz konusu mülteci sayısının haddinden fazla olması ve devletin düzenleme ve denetleme noktasında aciz kalması, bu insanları günah keçisi yapıyor. Medyanın pompalaması ve popülist politikacılarında yardımıyla halkın büyük çoğunluğu mültecilerin geldikleri ülkelere dönmeleri gerektiğini düşünür hale geldi. Bu geri dönüş çağrısını gerekçelendirirken ortaya atılan en önemli argümanlardan birisi şu: mülteci gençler yakın gelecekte kötü yollara düşecek, suça bulaşacak ve dahası radikal sağ ve sol örgütlere potansiyel üye-militan olacaklardır. Başka bir deyişle bu ülkenin başına bela olacaklardır. Bu, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir iddiadır.
Kamuoyunda bazı kanaat önderleri 10 milyonu aşkın bir mülteci topluluğunu geri gönderme talebinin somutta bir karşılığının olmadığını söylemekteler; en azından tarihte benzer bir geri dönüş hiç yaşanmadığı biliniyor. Buradan bakınca mültecilerin bir yere gideceği yok gibi görünüyor; barış içinde bir arada yaşamanın yollarını aramaktan başkada demokratik-insancıl bir seçenek de yok. Mülteciler içindeki genç nüfusun radikal örgütlere katılım potansiyeli, üzerine iyice düşünülerek ortaya atılmış bir argüman değil. Hem radikal sol örgütler hem de gerici-faşist yapılar son tahlilde bu ülkenin ve insanlarının iyiliğini amaçladıklarını iddia ederler; dolaysıyla militanların bu yapılara olan bağı bu ülkeye, ama öyle ama böyle, bir aidiyet duygusu içermekte. Yasin gibi gençlerin böylesi bir aidiyete sahip olmadıkları ve olmayacakları çok açık. Amerika’daki İtalyan göçmenler buna en iyi örnektir. Kendilerini dışlayan Amerikan toplumunda hayatta kalabilmek için mafya benzeri oluşumlara gitmişlerdir. Bu anlamda mülteciler Türkiye’de yakın ve orta dönemde bir soruna yol açacak olurlarsa bu ülke çapına yayılmış (mevcutlarından farklılıklar gösteren) mafya varı oluşumlar olacaktır.
Buradan Amerika’da ki göçmen-mülteci durumuna dönersek, Birleşik devletler bu problemin- kısmen de olsa üstesinden gelecek deneyim ve araçlara sahip. Devlet okullarında göçmen-mülteci çocuklara İngilizce öğretmek için araştırma-temelli müfredat malzemeleri mevcut; eğitim fakülteleri bu alana özel olarak pedagojik formasyon eğitimi vermekte. Yani normal İngilizce eğitimi ile ana dili İngilizce olmayanlar için İngilizce eğitimi tüm süreçlerde ayrı branşlar olarak ele alınıyor. Tüm eksikliklerine rağmen, mülteci-göçmen çocukların topluma uyum sağlamada en önemli rolü yine eğitim oynuyor. Ama her şey güllük gülistanlık değil tabii. Ne kadar uyum sağlarsa sağlasın, mülteci-göçmen çocukları kendilerini, Amerika’nın yerli yoksul ve dar gelirlilerinin yaşadığı, suç oranının oldukça yüksek olduğu kenar mahallerde, parasızlık, işsizlik, şiddet, ayrımcılık, uyuşturucu ve benzeri birçok sorunla boğuşurken bulmakta.
Böylesi bir ortamda büyüyen ister Meksikalı ister Asyalı fark etmeksizin, mülteci-göçmen çocuklarının yaşadıkları topluma bir aidiyet duygusu beslemeleri imkânsız değilse de çok zor.
Bunu tarihsel deneyimlerden çok iyi bilen Amerikan yönetici sınıfları yoksul mahallerdeki liseleri askerlik şubesi gibi kullanmakta. İyi bir gelecek kurma noktasında nerdeyse hiç şansı olmayan bu çocukları burs verme ve benzeri vaatlerle kandırıp orduya asker yazdırmaktadır. Bu liselerde askerlik seçmeli ders olarak okutulmakta ve okul içeresinde bazı askerlik bilgileri öğretilmekte. Yoksul bölgelerdeki bu okullarda tüfekle talim yapan ve liseden sonra muhtemelen asker olacak olan, kızlı-erkekli guruplara rastlayabilirsiniz.
İstisnaları bir tarafa bırakırsak, mülteci-göçmen bir ailenin çocuğu olarak büyümek-yaşamak, Türkiye’de, Amerika’da ya da dünyanın başka bir yerinde, acılarla örülmüş bir hayat demektir. Şu veya bu gerekçeyle hatırı sayılır insanın mutsuz olduğu bir ülkede, aslında kimse mutlu değildir. Elbette ki bu konuda devletin denetleyici ve kolaylaştırıcı rolü vardır; bu noktada siyasal iktidardan hesap sorulmalıdır. Ve fakat bu insanlarla (göçmen-mülteci) barış içinde bir arada yaşamanın yoları toplumun her katmanında aranmalıdır. Tüm olumsuzluk ve eksikliklere rağmen, öğretmenler göçmen-mülteci çocuklarla yakinen ilgilenmeli; onların yaşam dünyalarına dokunacak türden ilişkiler geliştirmelidir; o çocukların özne karakteri kazanmış, kişisel ve toplumsal problemlerine aktif ve eleştirel vatandaş olarak yaklaşabilen; duyarlı, sevebilen ve sevilebilen bireyler olarak büyümeleri için ellerinden geleni yapmalıdır.
Sağlıklı bir öğrenme süreci belirli koşulları gerekli kılar. Tıpkı uyumak için sessiz, sakin ve güvenli bir ortam, uygun sıcaklık vesaire gerekli ise, öğrenme süreci de bir çok içsel ve dışsal faktörü gerekli kılmaktadır. Çocukların okul içinde ve dışında öğrenme süreçlerini etkileyen en önemli faktörlerden biri şiddet olgusudur.
-Okulda, evde ve sokakta doğrudan veya dolaylı olarak şiddete maruz kalan çocuğun (öğrencinin) öğrenme zorluğu çekmesi tabii bir sonuçtur. Şiddet çeşitli biçimlerde (fiziksel, sembolik, psikolojik) çıkar karşımıza.
-Anne ya da baba dayağına (ya da horlanmasına) maruz kalan çocuk
-Sürekli aile kavgasının yaşandığı evde büyüyen çocuk
-Sokakta itilip kakılan ya da sokak kavgalarına tanık olan çocuk
-Okulda öğretmen ya da diğer görevlilerin fiziksel ya da psikolojik şiddetine maruz kalan çocuk
-Okulda diğer öğrencilerin kabadayılığına maruz kalan çocuk
Sağlıklı bir öğrenme ve gelişme süreci yaşayamaz; şiddet olgusu, son derece hassas ve karmaşık bir süreç olan öğrenmenin önünde engel teşkil eder; bu durum çocukta kalıcı travmalara yol açar… İleriki yaşlarda şiddete yönelebilir: Amerika’da okul katliamı yapanların geçmişlerine bakıldığında kendi öğrencilikleri sırasında kabadayılığa (bullying) maruz kaldıkları anlaşılmıştır… Şiddete maruz kalan ve şiddet ortamında büyüyenlerin, yetişkinliklerinde tüm sorunları şiddetle çözme eğilimi göstermeleri tesadüf değildir.
Acı ama gerçek: bir eğitim-terbiye biçimi ve sorun çözme aracı olarak dayağın-şiddetin toplumsal kabul görmüş olduğu bir diyardır Türkiye. Cumhuriyet bir çok şeyi yenileyip değiştirmeyi başarmış fakat medreselerde ki dayak-kötek kültürünü aynen cumhuriyet okullarına taşımıştır…
Ve tabii ki, şiddet üzerinden inşa edilen eğitim en çok yoksul işçi sınıfı çocuklarını etkiler.
John Lennon’in working class hero şarkısında söylediği gibi,
They hurt you at home and they hit you at school They hate you if you’re clever and they despise a fool ‘Til you’re so fucking crazy you can’t follow their rules …
When they’ve tortured and scared you for 20 odd years Then they expect you to pick a career When you can’t really function, you’re so full of fear
Okulda evde itip kakarlar; zekiysen nefret ederler naifsen hor görürler… ve bu zulmü efendilerin kurallarını uygulayamayacak denli kötürüm olana dek sürdürürler… Böylece yirmi bilmem kaç yıl işkence ettikten sonra git kendine bir iş bul adam ol derler, oysa korkudan elin ayağın tutulmuş iş görmez olmuşundur…
[çeviri bana ait]
Peki öğretmenin elinden ne gelir?
Tüm bunların ortasında öğrencinin eleştirel okuryazarlık bağlamında sınıf bilinci kazanması şiddet olgusunun olumuz etkilerini en aza indirecektir.
Sınıf bilinci, eleştirel ve yaratıcı düşünceyi de içerdiğinden, çocuğun (öğrencinin) eğitim yoluyla yukarıdan aşağıya doğru empoze edilen ideolojik manipülasyon ve yalanları çözebilmesine yardımcı olur.
Sınıf bilinci şiddetin öğrencinin sosyal, ekonomik ve politik nedenlerini farklı düzeylerde anlamlandırabilmesini sağlar.
Sınıf bilinci öğrenciye daha iyi bir yaşam-dünya hayal etme enerjisi sağlar ve bu onu dirençli hale getirir…
Aksi takdirde çocuk (öğrenci) içinde bulunduğu durumun toplumsal, ekonomik ve kültürel nedenlerini idrak edemeyip olup bitenden sadece kendisini sorumlu tutabilir; bunun verdiği kızgınlığın kendi-öz yıkımına yol açması kuvvetle muhtemeldir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin de dahil olduğu batı ülkelerindeki okullarda “öğretmen koçluğu” (instractional coach) diye tabir edilen eğitim yöneticiliği pozisyonu, ciddi bir eleştiri ile karşılaşmaksızın, giderek kurumsallaşmakta…
Bu işler başta İngiltere ve Amerika’da yaygınlaşmaya başlamışsa Türkiye’de de boy göstermesi an meselesidir… Bilmem mevzu hakkında bir malumatınız var mı? Çok acayip bir şey: herhangi bir branşta öğretmenlik sertifikası olan ve an itibarı ile öğretmenlik yapan birini öğretmenlere koçluk yapsın diye işe alıyorlar. Dört beş yıllık deneyimi olan bir beden eğitimi (ya da başka bir branştan) öğretmenini koç diye alıyorlar işe. Biraz tedrisattan geçirip, sınıflara gönderiyorlar bu koçu: “gariban ve çaresiz” öğretmenlere öğretmenliğin ne olduğunu anlatsın diye 🙂 . Şaka yaptığımı sanmayın… Gerçekten böyle; sanırsınız ki bu beden eğitimi öğretmenine gökten vahiy gelmiş-aydınlanmış ve gidip diğer öğretmenleri de aydınlatayım demiş…
Daha somut olarak söylersek, alanı beden eğitimi (ya da başka bir branş) olan beş yıllık bir pratik deneyime sahip biri, koçluk pozisyonundan aldığı güçle otuz yıllık deneyime sahip matematik ya da İngilizce öğretmenine bilgiçlik taslaması durumu; orta ve lise düzeyinde tüm dersleri meslek yaşamının bir noktasında öğretmiş ve bunu başarıyla yapmış matematik veya sosyal ya da diğer bilimler öğretmeni…
Öğretmenlik dediğin şey branş bağlamında şekillenen bir olgudur. Müzik öğretmeni Caz dersini matematik öğretmeninin cebir öğrettiği gibi öğretmez. Öğretmenin günlük düzeyde karşılaştığı sorunlar ve çözümleri yemek-tarifi basitliğine ve yüzeyselliğine indirgenemez. Öğretmenlik mesleğinde deneyimli (senior) hale gelebilmek zaten bir sürü sırat köprüsünden geçiyor öğretmenler. En az dört yıl üniversite; ardından staj ve mesleğin ilk üç senesi geçici (provisional) çalışan statüsü… Öğretmen adayı bu süreçlerde mentörlerin-müdürlerin elinde helak olmakta zaten… Bu yetmemiş olacak ki bu aşağılama ve burun sürtme sürecini öğretmenin meslek hayatının tümüne yaymaya çalışıyorlar.
Bu tür çabaların ne koça ne de öğretmene-ne camiye ne de kiliseye hesabı, bir faydası yok. Amerika’da son on yıllık deneyimler bunu kanıtlamakta. Ama gel gör ki bu işin propagandasını yapanlar bu alanda yazılmış, koçluğa övgüler düzen yayınlarda dolduruyorlar internet alemini. Bunu kim ve niye yapıyor diye soracak olursanız; öğretmenlik mesleğini vasıfsız hale getirip küçük düşürmeyi stratejik hedeflerinden biri olarak koymuş, son kırk yıla damgasını vuran neoliberal eğitim politikaları var bu eğitim koçluğu pozisyonun arkasında.
Eğitim politikalarını belirleyen, Bill Gates gibi yüksek profilli, dev teknoloji (IT) firmaların yönetici ve sahipleri ve de akıllarını ve ruhlarını onlara üç kuruşa satmış kendine akademisyen diyen beyler ve hanımlar şöyle temellendirmeye çalışıyorlar olayı. Eğitim bir bilimdir (asla ama asla sanat değil), kuralları vardır; her durumda geçerli olan bu standart kurallar bütünü önceden formüle edilip paketlenebilir. Koçlar da bu paketi öğretmenlere sunacak kişidir.
Oysa bu tuzu kuru efendilerin bilmediği (ya da çok iyi bildiği ama ideolojik olarak işine gelmediği için inkâr ettiği) şey şu: basketbol koçu olur, yüzme koçu olur, ne bileyim futbol koçu olur ama öğretmenin koçu olmaz.
Öğretmenlik profesyonel bir alan olarak ele alındığında bir eğitimciyi eğitimci yapan şey onun otoritesi, özerkliği ve akademik özgürlüğüdür. Ama siz eğitimi basit bir çıraklık kursuna-pratiğine indirgerseniz, öğretmenliği de yardımcı antrenör pozisyonuna indirgersiniz. Ve eğitimin tabutuna son çiviyi çakarsınız. Bu anlamda öğretmen koçluğu pozisyonu öğretmenlik mesleğini aşağılama girişimlerinden biridir.
Öğretmenlik mesleğinin otoritesini, özerkliğini ve olmazsa olmaz akademik özerkliğini geri almak için her platformda mücadele etmeliyiz. Ve elbette ki bu toplumun demokratik dönüşümünden bağımsız bir süreç değildir…
Ama her şeye rağmen okul koridorlarında koçlara rastlarsak… Yürü be koçum kim tutar seni demeyi de ihmal etmeyelim.
Özgür irade kökleri çok eskilere dayanan ve farklı disiplinleri de kapsayan felsefi bir kavram ve tartışma konusu; bir yönüyle de her daim güncelliğini koruyan bir mevzu. Peki, nedir bu özgür irade dedikleri ve kimlere iradeli insanlar deriz? Dahası iradeli olmak öğrenilebilen-öğretilebilen bir şey midir?
Tarihsel olarak irade kavramı üzerine yapılan tartışmalar üç ana sonuca ulaşır. Birincisi geçmiş-şu an-ve geleceğin önsel olarak belirlendiği ve özgür iradenin mevcut olmadığı görüşü. İkinci görüşe göre, özgür irade vardır fakat sınırlıdır: evrende bir çok alan önceden belirlenmiş bir düzen ve kıstaslar üzerinden çalışır. Sonuncusu ise özgür iradenin varlığını kabul eder: insan irade sahibi bir varlıktır ve davranışları önceden kestirilemez.
Bana ikinci yaklaşım daha gerçekçi gibi geliyor. İnsan iradesi ancak değiştirilebilir şeyler ve bunlara ait birden çok seçeneğin mevcut olması durumunda anlaşılabilir-değerlendirilebilir. Örneğin, insan ne kadar iradeli olursa olsun oksijensiz bir ortamda yanma reaksiyonu gerçekleştiremez. Dolayısı ile iradenin sonuç getirmesi için ilgili aksiyonun eşyanın tabiatına uygun olması gerekir. Dolaysıyla iradenin bu anlamdaki sınırları bireysel olmak durumunda: eşyanın tabiatı gereği neyin mümkün olup neyin olmadığını ayırt etme yetisi kişinin kültürü, eğitimi, bilgisi ve ufkuyla ilgili bir sorundur. Aşağıda Hititlere ait olduğu söylenen duanın popüler olması belki de bu sebeptendir:
Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır ve ikisi arasındaki farkı anlayabilmek için de bilgelik ver.
İradeyi günlük hayat üzerinden okuyup bir tanım yapacak olsak, mevcut seçenekler arasından açık ve seçik olarak belirlenmiş amaçlar doğrultusunda, dışsal faktörlerin etkisine aldırmadan, kararlı, planlı, ve tutarlı bir şekilde çalışmaktır şeklinde bir ön tanımlama yapılabilir.
-Bir tepsi baklavayı olduğu gibi yiyebilecekken bir dilimle yetinmek
-Metroda yürüyen merdiven yerine normal merdivenleri kullanmak
-Kanepede yayılıp tembellik etmektense parkta yürüyüş yada spor salonunda egzersiz yapmayı tercih etmek…
Edebiyat dünyası İrade kavramını işleyen roman ve hikayelerle doludur.
İradeli olmak iyi bir şeydir. Peki irade doğuştan gelen bir özellik midir yoksa sonradan öğrenilebilecek bir yetenek midir? Yani irade geleneksel bir eğitim süreciyle kazanılabilecek bir şey midir? Bu sorunun herkesin üzerinde mutabık olduğu bir cevabı yok… Bence evet; irade okullarda disiplinler arası bir ders olarak okutulup öğretilebilir. Araştırma ve birlikte öğrenme yaklaşımıyla biçimlenecek müfredatta; matematik derslerinde toplumsal ve bireysel olayların neden sonuç ilişkileri olasılık kuramı üzerinden irdelenebilir; fen derslerinde ise genetik faktörlerin insan hayatı üzerindeki belirleyicilikleri gözden geçirilebilir; felsefe derslerinde özgür irade kavramının ahlaki boyutu çeşitli yönleri ile ele alınabilir; Edebiyat derslerinde klasik romanlardaki karakterlerin hayat hikayeleri irade kavramı üzerinden okunmaya çalışılabilir… Bütün bu çabalar her öğrenciyi çelik bir iradeye sahip bireyler haline getiremeyebilir, ama en azından kendilerini tanımalarına ve yön vermelerine vesile olabilir.
Fakat böylesi disiplinler-arası bir ders öğrencilerin insanı potansiyellerini keşfedip geliştirebilecekleri ortamları oluşturmaya odaklanmış bir eğitim sisteminde mümkün olabilir… Eğitimin ucuz iş gücü ve çırak yetiştirmeye odaklandığı neoliberal dünyada, irade ve benzeri konuları kapsayan eğitimim gereksiz zaman ve para israfı olarak algılanır.
Fakat unutulmamalıdır ki kamu eğitimi vatandaşın ödediği vergilerle finanse edilir. Dolaysıyla çocuklarımız için nasıl bir eğitim tartışmasında söz ve karar sahibi olmalıyız…. Çocuklarımızın eğitim kararını küresel sermayenin efendilerine ve onların yerli işbirlikçilerine bırakmamalıyız… Bu konuda iradeli olmak zorundayız.
İki hafta önce Trump taraftarlarının hükümet binasını işgal etmesi dünyanın geldiği noktaya dair ipuçları veren tarihsel bir olaydı. Kimdi bu insanlar? Silahlı külahlı bir şekilde kongre binasını basacak aşamaya nasıl gelmişlerdi?
Bu insanlar neoliberal-kapitalist globalleşmeyle beraber yoksullaşan ve sosyoekonomik statülerini kaybeden beyaz işçi sınıfı (ya da genel olarak çalışan sınıflar). İçlerinde süzme faşist-ırkçı ve psikopat tipler ebette var; ama bunlar o kalabalığın yüzde onu bile değildir. Söylem ve taleplerine bakınca sol bir partinin tabanı olduğu aklınıza gelebilir… Ama geniş halk kitleleri ile organik bağlar kurmuş bir sol partinin olmayışı bu insanları Trump gibi bir demagogun kucağına itmiştir. Dolaysıyla, bir demagogun önderliğinde, sorun ve taleplerini gerekçelendirme şekilleri onları ırkçılığın ve faşizmin bataklığına sürüklemiştir. Medyada bu insanları ‘beyaz ırkın üstünlüğüne inanan guruplar’ (white supremacists) diye tanımladı. Olayın sınıfsal boyutlarına bakmadan kendilerini solda tanımlayan çevreler de aynı söylemin biraz daha liberal versiyonu dillendirdi.
Nedir bu kaybana white supremacy denilen şey?
Amerikan burjuvazisi tüm politik sorunları kültür ve kimlik politikaları üzerinden şekillendirmeyi büyük oranda başarmıştır; bu anlama şeklinde sınıfsal-analiz adeta uçuşa kapalı bir bölgedir. Örneğin koyu tenli Amerikan vatandaşları sokaklara çıkınca, mevcut neoliberal sistemi eleştiren tek bir cümle etmeksizin, olayı beyazların üstünlüğü (white supremacy) söylemine bağlayıp nerdeyse tüm beyaz Amerikalıları ırkçı ilan etmekteler. Tıpkı kongre binasını işgal eden beyaz Amerikalı işçi sınıfının zenci ve göçmenleri suçlaması gibi. Oysa bu insanların ortak paydası yoksul ve neoliberal düzenin kurbanları olmaları.
Aslında mesele son derece basit. 1980’lerden başlayarak neoliberal politikaların doğal bir sonucu olarak, zenci beyaz dinlemeden, geniş halk yığınları yoksullaştı. Amerikan ulusal zenginliğin yüzde 94’ünü nüfusun en zengin yüzde 1’i kontrol ediyor. Trump destekçileri işte bu süreçte yoksullaşmış beyaz çalışan sınıflardır. Kongre binasının baskını öyle anlık bir olay değildir; medyanın öne çıkarttığı bir kaç tane ilginç giyimli serserilerden ibaret değil. Bu gurupların silahlı bir şekilde Obama iktidarı öncesinden beri örgütlendiklerini bilmeyen sağır-sultan. Dünyanın en gelişmiş istihbarat organizasyonlarına sahip olan Amerika’nın kongre binasının işgal edileceğini önceden bilmemesi imkansız… İşgale müsaade edildi. Bu müsaade derin devletteki Trump taraftarları sayesinde mi yoksa Biden ekibinin kurguladığı stratejik bir hamle mi henüz bilmiyoruz.
Ama şunu biliyoruz ki siyaseten Trumpın yanında saf tutan Amerikalı beyaz yoksulların, önerdikleri çözümler ırkçı-faşist olsa da, dile getirdikleri sorunlar sınıfsal altyapısı olan son derece gerçek. Son 40 yıldır Amerikan halkını giderek yoksullaştıran neoliberal politikalarla radikal bir hesaplaşma olmadan bu sorunların çözümü imkansız. Ama yeni hükümetin böylesine bir gündemi olmadığı belli. Dahası, Biden hükümetinin görev atamalarına baktığımızda eski tas eski hamam; Obama döneminin iktisat danışmaları yine görevde; eğitim bakanı olarak atadığı adam neoliberalizm dinine secde etmesi ile ünlü biri… Kongreyi basanlar Amerikan halkının en az yarısının desteğine sahiptir ve gelecek yıllarda daha da kitlesel hale geleceklerdir. An itibarı ile Trump kaybetmiş olabilir ama maalesef kazanan faşizmdir…
Boğaziçi Üniversitesi olayları
İstanbul Boğaziçili gençlerin kayyum-rektör atanmasına karşı yaptığı şenlikli protestolara sahne oldu. İstanbul’un ara sokaklarından çıkıp meydanlara yürüyen gençler içimizdeki ölü düşleri dirilttiler…
Meseleye ülkenin iç dinamiklerinin biraz dışını çıkarak bakmayı denersek, böylesi bir rektör atamasının ne anlama geldiğini daha iyi anlayabiliriz. Batı medeniyeti neoliberalizm sayesinde kurumsallaşmış tüm değer ve normlarını yitirmiştir. Sermayenin kâr hırsı tüm insani değer ve normlardan üstün tutulmuş ve kamu yararına olan ne varsa yerle yeksan edilmiştir. Sermayeye peşkeş çekilen şeylerden biri de eğitimdir. Batı ülkelerinde aydınlanma değerleri ışığında üniversitelerin ve genel olarak eğitimin kısmen de olsa özerkliğinden bahsetmek mümkündü. Ama son 40 yıldır böylesi bir akademik özerklik ve özgürlükten bahsetmek artık imkansız. 1980’lerden başlayarak, üniversiteler kamu yararı olan konuları araştırmak ve bu eksende bilgi üreten yerler olmaktan çıkıp büyük şirketlerin (Corporation) hizmet ve denetimine girmişlerdir.
Amerikan üniversiteleri politik olarak solda görünen akademisyenleri türlü ayak oyunları ile işe almamakta; hâlihazırda kadrolu solcu akademisyenleri işten atmanın yollarını aramakta. Amerikan üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin yüzde yetmişi part-time (adjunct) olarak çalışıyor; sigorta yok, sendika yok, iş güvenliği de yok; karın tokluğuna bir yaşama mahkum akademisyen ordusu…Bir çoğu ekmek karnesine (food-stamp) bağlanmış…
Dolaysıyla Amerikan ekolünden gelen Boğaziçi Üniversitesinin konumu bu durumdan bağımsız değil. Üniversitenin kendi içinde akademik özgürlüğünün ve özerkliğinin olmadığı bir dünyada ve Türkiye’de rektörün kayyum ya da organik olması çok da bir farklılık yaratmaz. Öte yandan Türkiye’nin yerel konjonktüründen bakarsak, Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne açık-öğretim mezunu bir imamın ya da cübbeli hocanın atanmamış olması bizim gibiler için bir tesellidir. Zira bir sonraki adım bence budur.