Press "Enter" to skip to content

Amerika, Türkiye Ve Bizim Mahalle / Bülent Avcı

24.01.2021

 

 

 

Amerika, Türkiye Ve Bizim Mahalle

Bülent Avcı

İki hafta önce Trump taraftarlarının hükümet binasını işgal etmesi dünyanın geldiği noktaya dair ipuçları veren tarihsel bir olaydı. Kimdi bu insanlar? Silahlı külahlı bir şekilde kongre binasını basacak aşamaya nasıl gelmişlerdi?

Bu insanlar neoliberal-kapitalist globalleşmeyle beraber yoksullaşan ve sosyoekonomik statülerini kaybeden beyaz işçi sınıfı (ya da genel olarak çalışan sınıflar). İçlerinde süzme faşist-ırkçı ve psikopat tipler ebette var; ama bunlar o kalabalığın yüzde onu bile değildir.  Söylem ve taleplerine bakınca sol bir partinin tabanı olduğu aklınıza gelebilir… Ama geniş halk kitleleri ile organik bağlar kurmuş bir sol partinin olmayışı bu insanları Trump gibi bir demagogun kucağına itmiştir. Dolaysıyla, bir demagogun önderliğinde, sorun ve taleplerini gerekçelendirme şekilleri onları ırkçılığın ve faşizmin bataklığına sürüklemiştir. Medyada bu insanları ‘beyaz ırkın üstünlüğüne inanan guruplar’ (white supremacists) diye tanımladı. Olayın sınıfsal boyutlarına bakmadan kendilerini solda tanımlayan çevreler de aynı söylemin biraz daha liberal versiyonu dillendirdi.

Nedir bu kaybana white supremacy denilen şey?

Amerikan burjuvazisi tüm politik sorunları kültür ve kimlik politikaları üzerinden şekillendirmeyi büyük oranda başarmıştır; bu anlama şeklinde sınıfsal-analiz adeta uçuşa kapalı bir bölgedir. Örneğin koyu tenli Amerikan vatandaşları sokaklara çıkınca, mevcut neoliberal sistemi eleştiren tek bir cümle etmeksizin, olayı beyazların üstünlüğü (white supremacy) söylemine bağlayıp nerdeyse tüm beyaz Amerikalıları ırkçı ilan etmekteler. Tıpkı kongre binasını işgal eden beyaz Amerikalı işçi sınıfının zenci ve göçmenleri suçlaması gibi. Oysa bu insanların ortak paydası yoksul ve neoliberal düzenin kurbanları olmaları.

Aslında mesele son derece basit. 1980’lerden başlayarak neoliberal politikaların doğal bir sonucu olarak, zenci beyaz dinlemeden, geniş halk yığınları yoksullaştı. Amerikan ulusal zenginliğin yüzde 94’ünü nüfusun en zengin yüzde 1’i kontrol ediyor. Trump destekçileri işte bu süreçte yoksullaşmış beyaz çalışan sınıflardır. Kongre binasının baskını öyle anlık bir olay değildir; medyanın öne çıkarttığı bir kaç tane ilginç giyimli serserilerden ibaret değil. Bu gurupların silahlı bir şekilde Obama iktidarı öncesinden beri örgütlendiklerini bilmeyen sağır-sultan. Dünyanın en gelişmiş istihbarat organizasyonlarına sahip olan Amerika’nın kongre binasının işgal edileceğini önceden bilmemesi imkansız… İşgale müsaade edildi. Bu müsaade derin devletteki Trump taraftarları sayesinde mi yoksa Biden ekibinin kurguladığı stratejik bir hamle mi henüz bilmiyoruz.

Ama şunu biliyoruz ki siyaseten Trumpın yanında saf tutan Amerikalı beyaz yoksulların, önerdikleri çözümler ırkçı-faşist olsa da, dile getirdikleri sorunlar sınıfsal altyapısı olan son derece gerçek. Son 40 yıldır Amerikan halkını giderek yoksullaştıran neoliberal politikalarla radikal bir hesaplaşma olmadan bu sorunların çözümü imkansız. Ama yeni hükümetin böylesine bir gündemi olmadığı belli. Dahası, Biden hükümetinin görev atamalarına baktığımızda eski tas eski hamam; Obama döneminin iktisat danışmaları yine görevde; eğitim bakanı olarak atadığı adam neoliberalizm dinine secde etmesi ile ünlü biri… Kongreyi basanlar Amerikan halkının en az yarısının desteğine sahiptir ve gelecek yıllarda daha da kitlesel hale geleceklerdir. An itibarı ile Trump kaybetmiş olabilir ama maalesef kazanan faşizmdir…

Boğaziçi Üniversitesi olayları

İstanbul Boğaziçili gençlerin kayyum-rektör atanmasına karşı yaptığı şenlikli protestolara sahne oldu. İstanbul’un ara sokaklarından çıkıp meydanlara yürüyen gençler içimizdeki ölü düşleri dirilttiler…

Meseleye ülkenin iç dinamiklerinin biraz dışını çıkarak bakmayı denersek, böylesi bir rektör atamasının ne anlama geldiğini daha iyi anlayabiliriz. Batı medeniyeti neoliberalizm sayesinde kurumsallaşmış tüm değer ve normlarını yitirmiştir. Sermayenin kâr hırsı tüm insani değer ve normlardan üstün tutulmuş ve kamu yararına olan ne varsa yerle yeksan edilmiştir. Sermayeye peşkeş çekilen şeylerden biri de eğitimdir. Batı ülkelerinde aydınlanma değerleri ışığında üniversitelerin ve genel olarak eğitimin kısmen de olsa özerkliğinden bahsetmek mümkündü.  Ama son 40 yıldır böylesi bir akademik özerklik ve özgürlükten bahsetmek artık imkansız. 1980’lerden başlayarak, üniversiteler kamu yararı olan konuları araştırmak ve bu eksende bilgi üreten yerler olmaktan çıkıp büyük şirketlerin (Corporation) hizmet ve denetimine girmişlerdir.

Amerikan üniversiteleri politik olarak solda görünen akademisyenleri türlü ayak oyunları ile işe almamakta; hâlihazırda kadrolu solcu akademisyenleri işten atmanın yollarını aramakta.  Amerikan üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin yüzde yetmişi part-time (adjunct) olarak çalışıyor; sigorta yok, sendika yok, iş güvenliği de yok; karın tokluğuna bir yaşama mahkum akademisyen ordusu…Bir çoğu ekmek karnesine (food-stamp) bağlanmış…

Dolaysıyla Amerikan ekolünden gelen Boğaziçi Üniversitesinin konumu bu durumdan bağımsız değil. Üniversitenin kendi içinde akademik özgürlüğünün ve özerkliğinin olmadığı bir dünyada ve Türkiye’de rektörün kayyum ya da organik olması çok da bir farklılık yaratmaz. Öte yandan Türkiye’nin yerel konjonktüründen bakarsak, Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne açık-öğretim mezunu bir imamın ya da cübbeli hocanın atanmamış olması bizim gibiler için bir tesellidir. Zira bir sonraki adım bence budur.

Dr. Bülent Avcı
Seattle, Washington

Loading

Kapatılan Köy Okulları ve Kredi Kartları / Bülent Avcı

27.12.2020

 

 

 

Kapatılan Köy Okulları ve Kredi Kartları

Bülent Avcı

4+4 sistemini bahane ederek Türkiye’de birçok köy okulunun kapısına kilit vuruldu. Yüzbinlerce öğrenci minibüslerle kasaba ve kentlerdeki okullara taşınıp durmakta. Her konuda olduğu gibi bu konuda da kamuoyuna açık demokratik bir tartışma yapılmadan efendilerin isteği ve emri yukarıdan aşağıya empoze edildi. Köylerde yaşayan ailelerin ve öğrencilerin mağduriyeti kimin umurunda?

(Rakamlar Birgün gazetesinden alınmıştır)

Yukarıdaki tablolun gösterdiği gibi, kapanan okul sayısı ciddi bir rakam teşkil etmekte. Bir köy ilkokulundan mezun olmuş bir eğitimci olarak bu konuya biraz kişisel ve duygusal yaklaşacağım izin verirseniz…

Doğma büyüme Karadenizliyim ben. Aşağıda resmini gördüğünüz, taşımalı eğitim uygulamasının ardından, harabeye dönmüş Yavuz İlkokulunda okudum ben. Karadeniz sahil şeridinde, Ordudan Sarp sınır kapısına kadar olan bölgede binlercesine rastlayabileceğiniz harabeye dönmüş okul binalarından sadece bir tanesi.

Yavuz ilkokulu-Rize, Pazar, Hasköy

Oysa köy okulları kırsal kesimlerde kültürel canlığa ortam hazırlayan yerlerdi. Öğretmenler atama yoluyla yerleştirildiği için köy ortamına dışarıdan kendi kültürlerini getirmekteydiler. Bu anlamda sadece öğrencileri değil tüm köy halkını eğitmekteydiler. Gökçeada öğretmen okulundan mezun olmuş yeni evli bir çift atanmıştı bizim ilkokula 1979 yılında: Hanife hoca bizim okula, kocası Mehmet hoca yakın bir köy (Dağdibi Köyü) okuluna atanmıştı. Yavuz İlkokulunun Lojmanında yaşıyorlardı. Hanife hoca, derslerden arda kalan vakitlerinde, köyün kadınlarına ve genç kızlarına okuma yazma öğretiyor ve kitap okuma günleri yapıyordu. Mehmet hocada kahvehane ve ev sohbetleriyle dargınları barıştırıyor ve demokratik değerleri, yardımlaşma-dayanışma kültürünü geliştirmek için çaba harcıyordu…

Taşımalı sistemden sonra aileler bir süre daha köyde yaşamayı sürdürdü fakat karda, kışta, yağmurda köyden kasabaya minibüslerle in-çık… Baş edilecek gibi değildi. Ahırdaki ineklerini ve kümesteki tavuklarını satıp evlerine kilit vurarak herkes bir şekilde kasabalara taşındı.  Bir zamanlar yaşam ve kültür dolu Karadeniz köyleri bugün artık sezonluk yayla evlerine dönmüş vaziyette. Yaz aylarında çay ve fındık sezonu için canlanan köyler kış aylarında ürkütücü bir ıssızlığa teslim oluyor.

Bu durum ilk bakışta kendiliğinden (spontane) bir toplumsal akış gibi görünse de, biraz altını eşeleyince  kazın ayağının hiç de öyle olmadığını anlıyorsunuz.

4+4 martavalı ile insanlara yutturulmaya çalışılan taşımalı sistemin esas amacı, görece olarak kapitalist tüketim kültürünün dışında yaşayan köy sakinlerini bu tüketim çarkının içine dahil edip herkese kredi kartı dağıtmaktı ve başarılıda oldu. Bir anda şehre kapağı atan insanlar tüm ihtiyaçlarını sayıları her geçen gün artan süper marketlerden karşılamaya başladı: Yoğurdu, ekmeği, meyveyi sebzeyi…

Oysa Karadeniz köylerinde kendine yeten ve bugünlerde meşhur olan deyimle süründürülebilir bir gıda-yaşam döngüsü vardı. Üzüm ve hurmadan pekmez yapılır, hamsinin kışlık salamurası bidonlara doldurulurdu. Dere kenarlarında kurulan değirmenlerde kışın kurutulan mısırdan ekmek  unu yapılırdı. Sebze ve meyveler kışın buzdolabı vazifesi gören serender de kurutulur ve kış boyu yenirdi. Her evin bahçesinde mutlaka lahana bulunur ve onun yemekleri yapılırdı. Herkesin ahırında en az bir ineği, kümesinde tavukları bulunurdu… et, süt, peynir, yoğurt, ekmek bakkaldan maketten alınan değil bizzat evde yapılan şeylerdi. Toprağa ekilecek tohumlar bir önceki seneden güneşte kurutulup saklanırdı; parayla alınmazdı. Çok uzak bir geçmişten değil 5-10 sene öncesinden bahsediyorum… Ortalama bir hanenin mağazadan para verip almak zorunda olduğu şeyler son derece sınırlıydı. Banka ile, kredi kartı ile işi olan insan sayısı çok azdı.

2010-2020 arası il bazında Karadeniz sahil şeridinde kredi kartı başvuru rakamlarına baktığınızda taşımalı sistemle tasfiye edilen köy okullarının küresel sermayenin ve onun yerli işbirlikçilerinin çok ince çalışılmış bir tezgahı olduğunu anlıyorsunuz.  Köy ilkokullarının kapatılması kesinlikle bir zorunluluk değil politik bir tercihtir. Bu okullar pekala açık tutulabilir ve 4+4 ün ilk dört yılını karşılayabilirlerdi…

Köy okullarının durumuna ileriki yazılarımda daha derinlemesine değineceğim.

2021 yılının hepimiz için seçeneklerin daha çok ve mecburiyetlerin daha az olması dileğiyle…

Bülent Avcı
Seattle, Aralık 2020

Loading

Bir Burhan Altıntop Yazısı: Eğitim ve Sınıf Atlama / Bülent Avcı

02.11.2020

 

 


Bir Burhan Altıntop Yazısı: Eğitim ve Sınıf Atlama

Bülent Avcı

Klasik liberalizmin¹ adalet ve eşitlik anlayışında eğitim önemli bir yer tutar. Bu bakış açısına göre, herkese eşit imkanların sağlandığı ortamda, herkesin erişimine açık kamu eğitimi vasıtasıyla yoksul vatandaşların çocukları, eğitim-diploma edinerek, anne babalarından daha iyi bir yaşam standardına erişebilirler… Bu söylemleri içselleştirmiş bilmem kaç kuşak Anadolu’dan gelip büyük şehir üniversitelerinde okuyup diploma aldıktan sonra sınıf atlama-kent sosyetesine dahil olma hayalleri ile tüketti en güzel yıllarını… Doktor yada mühendis olmak insanın daha rahat karnını doyurabilmesini sağlar belki, ama sınıf atlamak biraz başka bir şey… Ne dersiniz?

2004 yılından başlayarak, yayında olduğu dönemde geniş toplum kesimlerinin ilgisini  çeken Avrupa Yakası dizisinde Burhan Altıntop Karakteri bu söylemin vücut bulmuş hali. Orta üst sınıftan gelen çalışanların olduğu bir moda dergisinde ‘üst düzey yönetici’ olduğunu gururla tekrarlayan Altıntop, kendisinin sürekli aşağılanıp dışlanmasına bir anlam veremez…

ben de Üniversite mezunuyum…

            ben de Nişantaşı çocuğuyum…

                        beni de alın yanınıza’

Her şeye rağmen rol yapmadan doğrudan ilişki kurabildiği iki karakter Gaffur ve Şesu (yanı Burhanın sınıf kardeşleri); ve Burhan ikisini de her fırsatta aşağılamaktan, hor görmekten geri durmuyor; onları aşağıladığı ölçüde üst sınıfa dahil olabileceği düşüncesiyle ikide bir ‘bir köylüye yüz vermeyeceksin birde çocuğa’ deyip durmakta. Aslında dizide Burhan Altıntop üzerinden aslında dalga geçilen şey sınıf atlama yanılgısının kedisidir. İtalyan düşünür Gramsci’nin dediği gibi ‘insan tarihin ürünüdür’… İnsan tüm geçmişinden bağımsız, kopuk bir düğmeyi diker gibi yeni bir hayata başlayamaz; öyle kıytırık bir diploma aldı diye Tokat’ın taşlı yollarından gelen bir köylüyü Nişantaşı sosyetesine almazlar… Bir üst sınıfa dahil olma umudu ile mevcut statüsünü kaybetme korkusu arasında gidip gelen zavallı bir tipin resmidir Altıntop. Bir Boğaziçi mezunun kaleminden çıkan senaryo aslında Türkiye burjuva sınıfının–eğer varsa böyle bir sınıf, toplumu algılama biçimi hakkında net fikirler sunar. Ve aynı şekilde, eğitim yoluyla toplamsal eşitlik ve adaletin sağlanabileceğini iddia eden  (neo)liberalizmin koca bir palavra olduğunu bir kez daha teyit eder.

Okan Bayülgen bir keresinde Radikal gazetesinde ‘bir üniversite diploması alıyor ve birkaç kitap okuyup ve benle aşık atabileceğini düşünüyor’ diye tarif etiği kişilik (ler) aslında Burhan Altıntop familyasından gelmekte. Benzer şekilde, Perihan Mağden kendisiyle kavgalı olduğu diğer bir gazeteciye, Ayşe Arman, White-Trash² diye hitap etmeyi uygun görmesi, kendilerini memleket aristokrasisi olarak görenlerin diğerlerini nasıl tasnif ettiğine ilişkin çarpıcı örnekler. Görüntüde farklı politik çevrelerdenmiş gibi davransalar da , özünde aynı sınıf karakteri gösteren söylemler bunlar.

Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Epey bir süredir yaşadığım Amerika’nın Seattle şehri Microsoft’un merkez kampüsünün olduğu yer (Redmond); dünyanın her yerinden, ve Türkiye’den, mühendisler çalışmakta burada. Aldıkları maaş itibarı ile üst sınıflara (upper-class) dahil olmaya ve beyaz Amerikalılar gibi yaşamaya çalışan arkadaşların durumu aslında Burhan Altıntoptan pek de farklı değil. Her ne kadar  pahalı bisiklet elbisesi ve aletlerini alıp hafta sonları, Seattle civarında beyaz Amerikalı edasıyla, turlara çıksalar da, üzerindeki gıcır takım elbiseyi taşıyamayan köylü görüntüsü vermenin ötesine geçememekteler. Sıradan bir Türkiyeli gibi (dolayısı ile ikinci sınıf Amerikalı) görünme korkusuyla Beyaz Amerikalılar gibi olma özlemi arasında gidip gelen “yüksek” maaşlı arkadaşlar bunlar³.

Öz itibarı ile dediğim şu. Eğitim yoluyla sınıf atlamak sağcı-liberal bir palavradır. Bu palavraya kananlar dünyanın neresinde olursa olsun Burhan Altıntop gibi gülünç durumlara düşmekten kurtulamazlar. Sınıflı toplumlarda özgürleştirici bir eğitimin insana kazandırabileceği en büyük yeti eleştirel bir vicdan ve okuryazarlık (critical literacy) ve dolayısıyla sınıf bilincidir (class counsciousness). Bu bilinçtir insanın kendini ve toplum içindeki yerini bilmesini sağlayan; ve yine bu bilinçtir ki insana toplumsal ve bireysel değişim ve gelişimin kapsam ve sınırlarını öğretir… Sınıf bilinci gelişmiş bir Burhan haddini bilir; dostunu düşmanını bilir; kendini küçük düşürecek durumlara sokmaz kendini… 

Burhan Altıntopların sınıf bilinci ve eleştirel vicdan edindikleri günlere olan istek ve özlemle 

 

Bülent Avcı

Seattle, WA
Kasım 2020

[1] Marksizm bu liberal görüşü şiddetle eleştirir: eşit imkan söyleminin kapitalist üretim tarzından kaynaklı adaletsizlikleri kamufle etmek için kullanıldığını iddia eder. Marksizm’in eğitim bağlamında liberalizm eleştirisi bir başka yazının konusu olsun. 

[2] Üst sınıf beyaz Amerikalılar yoksul beyazlara White-Trash (yani beyaz çöp) der; burada dikkat edilmesi gereken nokta şu, beyaz olamayanlar zaten altsınıf kenar mahalle çöpleridir o yüzden Black-Trash diye bir söylem kullanılmaz. O yüzden yoksul beyazlar çöp sınıfına dahil edilirken White önekinin kullanılması bu yüzen.

[3] Ebetteki istisnalar vardır; herkesi aynı kefeye koyan bir genelleme değil buradaki

Loading

Nedir bu: “Bir Başkadır” / Bülent Avcı

18.11.2020

 

 

 

Nedir bu: “Bir Başkadır”

Bülent Avcı

Nexflix’te yayınlanan sekiz bölümlük ‘Bir Başkadır’ dizisi İstanbul’da dikey ve yatay olarak kesişen hayatlar ve kimlikler üzerinden bir anlatı kurmaya-resim çekmeye çalışmış. Ama resim çekmek film yapmaya yetmez… 8. bölüm bittiğinde “Eee… Peki ne söylüyor bu dizi” diye sorarsanız…. Cevap  “hiçbir şey”…

Bastırılmış duygular, hoşgörü, empati vesaire derken, ezen-ezilen, kurban-mağdur arasındaki sorunlar hemencecik çözülüveriyor. Peki işin aslı böyle midir? İlk bakışta şehrin alt-orta sınıfına dahil muhafazakar-dindar kesimlerinin hayatını sıradan ama sahici gibi gösterip; anlamsız hayatlarının içinde debelenen şehrin tuzu kurularını tiye aldığı şeklinde bir görüntü olsa da, dizi ilerledikçe arka planda böyle bir niyet olmadığı belli oluyor.

Kürt ailede türbanlı ablanın okumuş ve başı açık kardeşi ile olan ilişkisi epeyce yapay ve zorlama. Ayrıcalıklı kent zenginlerini sadece başı açık kadınlarla saçı uzun erkeklerden ibaret sanmış dizi. Son 20 yıldır AKP iktidarının rantıyla rezidanslara taşınan mümin ve mümineler nerede? Meryem’in parayı bulmuş, İstanbul’da lüks arabalarla  gezen, Vakko’dan eşarp giyen ve mümine modasını yakından takip eden versiyonları nerede?  

Hemen söyleyeyim dizi samimiyetsizlik ve cahilliklerle dolu…

Resmi çekilen şey tamamen sınıfsal dinamiklere dayanıyor ama ortada sınıfsal bir analiz yok… Dizinin ilk bölümünde ezen-ezilen ilişkileri üzerinden bir okuma gerçekleşecek zannediyorsunuz; bölümler ilerledikçe güç ilişkilerini kimlikler üzerinden samimiyetsiz ve bir o kadar da amatörce okumaya  çalışan sahnelerle baş başa kalıyorsunuz…

Sınıf ve kimlikler üzerinden oluşan kutuplaşmayı işlemeye niyetlenen böylesine bir senaryonun çok iyi çalışılmış bir sosyolojik, psikolojik ve ideolojik  altyapısı olması gerekirdi. Maalesef dizi bundan yoksun. Bir metropol dokusu içinde dikey ve yatay kesişen hayatları filme çekmek için bütün bunlara bir arada ve aynı yerden bakabilecek, hayatı anlama ve bilme metodu olması gerekir. Dizileri ve filmleri (evrensel anlamda) başarılı kılan bu ana temanın ve perspektifin sağlamlığıdır. Dizinin yaratıcısı bu ülkede Gezi diye bir isyanın yaşandığından bihaber görünüyor ya da üç maymunu oynuyor… Son 20-25 yılda kent sosyetesine dahil olan türbanlılara ve de badem bıyıklılara hiç rastlamamış… Hayret, çünkü bu tipler her an her yerde karşınıza çıkabilir İstanbul’da. 

Toplumsal gerginlik ve kutuplaşma üzerinden yapılan bir analiz sınıf olgusuna yaslanmıyorsa, gerçekliği tüm yönleriyle kavrayamaz. Meryem aslında bir emekçidir; başının kapalı ya da açık olması ikincil bir durumdur. Birincil olan hasır altı edildiği için ikincil  olan üzerinden yapılan bir anlama eksik ve de eksik olan her şey de gibi yanlıştır. Ne yani, Robert mezunu doktor (Peri) Meryem’in başı açık olsaydı onu bağrına mı basacaktı…

Lüks rezidansında yaşayan bir Tokmak-Han üzerinden analiz yapmak kolay-ucuz; ama biraz cesareti ve tutarlılık gibi bir kaygısı olan senaryo son 25 yılda arka mahallelerden gelip rezidanslara kapak atan Vakko’dan türbanlı kadınları ve de badem bıyıklı-takunyalı muhafazakar zamparaları konu eder… Bir düşünün Meryem yine kendisi gibi türbanlı bir doktorla seans yapıyor… Veya Robert’li  doktorun iki türbanlı hastası olsun; biri Meryem öteki de  Vakko’dan eşarp giyip pahalı lüks arabalar süren bir mümine… Veyahut Meryem’in temizliğe gittiği ev son 20 yılda türemiş muhafazakar-dinci zamparaların lüks semtlerde kiraladığı garsoniyer evlerden biri olsa nasıl olurdu? 

Ama olmaz tabii… Dediğim gibi böylesi bir girişim cesaret, bilgelik ve en önemlisi de samimiyet ister.

Dizinin resmini çekmeye çalıştığı ama anlam veremediği gerçeklik şudur; kent varoşlarında yaşayan Meryemlerin hacıdan hocadan başka sığınacak bir yerleri-kimseleri yoktur. Elin pisini-kirini temizleyerek kazandıkları üç kuruş parayla psikiyatriste  falan da gidemezler. Bu tip seanslar daha çok Nişantaşı civarında eşi tarafından aldatılıp buhrana giren sosyetelerin yapabileceği bir şeydir. 

1980’lerden başlayarak sosyalist deneylerin başarısızlığa uğraması yoksulların ideolojilerini kaybetmesi ile sonuçlandı. Devlet hızla sosyal güvence alanlarından çekildi ve neoliberal politikalarla ulusal zenginlik bir kaç para babasının  elinde toplanmaya başladı… AKP iktidarı din sosuna bulanmış bir sadaka düzeni ile neoliberalizmin yıkıcı etkilerini kamufle etmeyi ve kent yoksullarını makarna ve kömür çuvalı etrafına dizmeyi başardı.

Bu arada paçayı yırtanlarda oldu bol miktarda: iktidarın rantıyla köşeyi dönen kenar mahalleden mümin ve mümineler tülbent ve sarıklarını bir yerlerde bırakıp zengin mahallerine taşındılar. Her şeyin paraya endekslendiği bir dünyada, tüm değerler ayağa düştü. Günümüz Türkiye’sinde  ahlaki çürüme ve kültürel yozlaşma tüm sosyal sınıf ve katmanlara yayılmış vaziyettedir. Rezidanslardaki içi boş ve anlamsız hayatların yoksul mahallerde ve gecekondularda başka bir versiyonu mevcuttur. Bu alt-üst oluş ve çürümenin bir ucu Nişantaşı-Bağdat caddesi ise diğer ucu da Sarıgazi’nin çamurlu sokaklarıdır. Birini ön plana çıkartıp diğerini gizlemeye çalışırsan faça kayarsın…

Dizinin yaratıcısının kafası en az dizideki karakterler kadar karışık. Nereye nerden ve nasıl bakacağını bilemediği için ortaya birbiriyle uyumsuz, gerçek hayatta bir karşılığı olmayan, bir sürü resim çıkmış ortaya.

Evet Türkiye’nin bir uzlaşıya ve barışa ihtiyacı var. Ama bu barış dizinin resmetmeye çalıştığı türden neo-liberal (sağcı) safsatalarla gelmeyecektir. Toplumsal çelişkiler ve kutuplaşmanın çözümü birbirine dargın iki arkadaşın, diyalog ve empati ile barışmasına benzemez. Toplumsal barış tarafların masaya oturmadan önce sahip oldukları somut araç ve güçler üzerinden inşa edilir. Ve böyle bir barış masası kurulacaksa, masanın bir ucunda kenar mahallenin türbanlı-türbansız tüm Meryemleri ve diğer ucunda sosyetenin türbanlıları ve mini eteklileri, saçını at kuyruğu yapan rezidans züppesi Sinan ve de bastırılmış cinselliklerini lüks semtlerde tuttukları garsoniyer evlerinde telafi etmeye çalışan muhafazakar zamparalar…
..
Er ya da geç o gün gelecek ve Meryemler bu diziyi bir kere daha çekecektir.

 

Bülent Avcı

Kasım 2020
Seattle, Washington

Loading

Yalnızlık, Çaresizlik ve Tarikat-Cemaat Mevzusu / Bülent Avcı

01.10.2020

 

 

 

Yalnızlık, Çaresizlik ve Tarikat-Cemaat Mevzusu

Bülent Avcı

Gün geçmiyor ki tarikat yurt ve okullarından yeni bir cinsel istismar haberi gelmesin. Sayıları ve etki alanlarını tam olarak bilen yok, ama ülkenin hemen her yerinde varlar ve giderek büyümekteler… Kamuoyunun olup bitenleri tartışma biçimi, kapı eşiğinde çekirdek yerken yapılan gırgır-şamatanın bile gerisinde (TV-tartışma programlarından sosyal medyaya kadar) ve olayın kendisinden daha tuhaf. En geniş laik çevreler bu tip örgütlenmelerin ya tamamen kapatılmasını yada yasal hale getirilip kayıt ve kontrol altına alınmasını öneriyor. Sağcı-dinci faşist cenahta ise, aman bütün cemaatleri zan altında bırakmayalım, türünden martavallar  sürüp gidiyor.

Burada oturduğum yerden bir martaval da ben sıkıp, ‘şöyle yapılsın böyle çözülsün’ diyecek değilim. Ben daha çok bu tip yapıları besleyen sosyokültürel, sosyoekonomik ve politik tarihsel-maddi koşullar ile ilgiliyim… Nasıl oluyor da, son on yılda ifşa olan onca cinsel istismar-tecavüz haberine rağmen, anne babalar çocuklarını böylesine yerlere ve kişilere emanet edebiliyor. Dahası, bu yapılar nasıl oluyor da ülkenin her tarafında kitlesel katılım sağlayabiliyor.

Bir ucundan tutup olup biteni anlamaya çalışırsak, çok eskilere gitmeden, 1980ler den başlayabiliriz. Bilindiği üzere, 12 Eylül dincilere-siyasal İslamcılara dokunmadı; onlar darbeyi hasarsız atlattı ve bunun kazandırdığı avantajlarla politik boşluğu doldurup geniş kitlelere ulaşacak imkanlara sahip oldu. Dış dengeler itibarı ile Amerika’nın yeşil kuşak projesi makro düzeyde bu oluşumlara yasal olmamalarına rağmen fiili bir meşrutiyet sağladı.  

Neoliberalizm’in modern yüzü Özal’ın 24 ocak kararlarıyla devlet sosyal güvence alanlarından hızla geri çekildi: Devlet parasız yatılı okulları ve devlet yurtlarının sayısı sistematik olarak azaltıldı. Devlet okullarındaki eğitimin kalitesi bilinçli olarak düşürüldü. Üniversite hazırlık dershaneleri yaygınlaştı. Kısaca eğitim büyük oranda özelleştirilip yoksul halk yığınları tarikat-cemaat yapılarının sunduğu ‘eğitim’ imkanlarına muhtaç edildi. 1980’li ve 90’lı yıllar hatırlanacak olursa; parası olan (en geniş anlamda modern) orta ve üst sınıflar çocuklarını MEF¹ gönderebilirken, Gülencilere ait olan FEM² dershanesi yoksul çocuklara yatılı-yatısız kapısını açıyordu…    

12 Eylül faşist darbesi kültürel ortamı çöle çevirdi. 1980-90 arasını yaşayanlar bilirler. Koca ülke küçük Emrah ‘şarkılarına-filmlerine’ esir edildi. İnsanların kolektif olarak düşünme ve hayal etme yetisi bu çoraklıkta kayboldu gitti… Sosyalist deneyler birbiri ardına çökerken, paranın imparatorluğu yavaştan ve inceden inşa edildi; insanların kalabalıkların içinde yalnızlaşması hız kazandı. Neoliberal (yeni-sağ) iktisadı uygulamalarla,  yeni zenginler yaratılırken toplumun alt sınıfları giderek yoksullaştı. Yalnız, güvencesiz ve yoksul insanlar sığınacak yer aradı… Yani yoksul vatandaşlar tarikat ve cemaatlere devlet eliyle teslim edildi.

Büyük şehrin varoşlarında yada Anadolu’nun bir kasabasında yoksul bir insan-aile düşünün: sivil örgütlenme diye bir şey kalmamış, dayanışma ağları yok, gelecekten beklenti yok, dünya nimetlerinden faydalanma şansı yok, yaşamın anlamı desen-çölleşmiş kültürel ortamda o da yok… Böylesi bir ortamda tarikat-cemaat tipi yapıların insanı çekmesi gayet normal: insan ait olmak, ‘anlamlı’ bir bütünün parçası olmak ister. Toplumsallığı ve kolektif olan her şeyi reddeden neoliberal (yeni-sağ) rejimin istatistiksel bir rakama indirgediği Anadolu’nun ve kent varoşlarının yoksulları bir paket makarna bir çuval kömür için belli partilerin tabanı olurken, bir yandan da bu tarikat-cemaat çevrelerine sığınarak teselli buldular ve halen bulmaktalar… Yoksul insan, büyük şehrin gökdelenleri arasında sadece ve sadece hiç kimsedir; ama tarikat-cemaat ona birisi olma duygusu verir. Ve bu sorgulanmamış aidiyet duygusuyla gider ailesini, çoluğunu çocuğunu badem bıyığıyla takunyası arasında bir ömür geçiren sapıklara emanet eder.   

Yanlış anlaşılmasın burada bahsettiğim neoliberal dünyanın yalnızlığı sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Dünyanın hemen hemen tüm metropolleri yalnızlar kulübüne dönüşmüş vaziyette. Avrupa ve Amerika’da pazar günleri kiliseleri dolduran kalabalıkların aslında ne İsa’yla bir işi vardır nede Musa’yla; oturup iki çift laf edecek insan aradıkları için gitmekteler kiliseye ve diğer ibadethanelere. Batı dünyasında insanın insana yabancılaşması Nirvana yapmış vaziyette…  

Şimdi başa dönersek, bu tarikat-cemaat meselesinin yol açtığı toplumsal bireysel sorunlar nasıl önlenebilir ?Bir, devlet sosyal sorumluluklarını yerine getirip ülkenin her köşesine bilimsel-kaliteli ve demokratik eğitim olanaklarını var edecek-ama önce vatandaş bunu talep edecek. İki, aileleri kırsal kesimde-köylerde yaşayan öğrenciler için okula gittikleri yerlerde modern-sağlıklı ve parasız yurt binaları inşa edilmeli ve bunlar her kasabada yeterli sayıda öğrenci barındırabilmelidir. Üç, tarikat-cemaat çevrelerine el altından para akıtan tüm kanallar kapanmalı. Dört, devlet ülkenin her yerinde yeterli sayıda modern kreş-anaokulları açmalı ve burada eğitim verebilecek kalitede eğitimciler yetiştirmeli. Beş, mantar gibi yayılan AVM’lerin yerine, devlet ülkenin her il ve ilçesine-büyük şehirlerde semt ve mahallerde geniş halk yığınlarının kültürel ihtiyacını karşılayacak (kitap, sinema, sergi, konser, forum, gösteri vesaire) modern ve çok amaçlı kütüphaneler açmalı. Altı, halk eğitim merkezleri modernleştirilip ülkenin her köşesine yayılmalı; sadece nakış-dikiş dersleri vermek için değil, sosyal üretim ve dayanışma ağları kurabilmek için. Yine ülkenin her yanına her yaştan insanın faydalanabileceği ücretsiz spor salonları inşa edilmeli…

Parayı ve kârlı olmayı her türlü değerin üstünde tutan neoliberal düzende böylesi talep ve beklentiler fantezi ötesine geçmez… Başka bir deyişle, neoliberal rejimin hegemonyası sürdüğü müddetçe cemaat-tarikat soruları ve sorunları hep olacaktır. Peki ne zamana kadar? Yoksul ve ezilenlerin daha adil, eşit ve özgür bir dünya için tekrar güneşin fethine çıkacakları güne kadar…

Seattle, Washington  

[1] Modern Eğitim Fen dershanesi-sol kesimde marka olmuş dershaneler gurubu
[2] Fırat Eğitim Merkezi-dershane sektörünün büyük oranda elinde bulunduran Gülencilerin dershaneleri.

Loading

Devlet Okullarının Sonu / Bülent Avcı

01.09.2019

Devlet Okullarının Sonu

Bülent Avcı

Son dönemde Türkiye’deki kötü gidişe ilişkin tartışma başlıklarında eğitim meselesi ön sıralarda yer alıyor. Birçok alanda olduğu gibi eğitim alanında yaşanan gerileme farklı gerekçelendirmelerle de olsa nerdeyse herkesin kabul ettiği bir konu.  Konu üzerinde yürütülen tartışmalar, Türkiye’nin fazlasıyla kendi içine kapanmış olmasından dolayı, maalesef içerikten yoksun bir yüzeyselliğin ötesine geçememekte; küresel ekonomi-politikten kopuk olarak gelişen tartışmalar günübirlik polemiklerin içine hapsolmakta.

Neoliberal ideoloji 1980’den itibaren nerdeyse tüm dünyayı şekillendirdi ve halen şekillendirmeye devam ediyor. Girişimcilik ve piyasa değerleri üzerine inşa edilen bu dünya görüşü, makro-sosyoekonomik ve politik dengelerden tutunda günlük hayatımızın en ince ayrıntılarına dek sirayet etmiş vaziyette. Neoliberal ideolojinin hegemonya kurduğu alanların en önemlilerinden biri de eğitim.

Peki nedir olup biten eğitim dünyasında?

Şunu en başta belirtmek gerekir ki, parasız-zorunlu kamu eğitiminin ortaya çıkışı ve şekillenmesi sermayenin ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda olmuştur. Endüstrileşme sürecinde, zorunlu kamu eğitimi üretim sürecine kalifiye iş gücü ve ulus-devletlere makbul vatandaş yetiştirme işlevi gördü. Bununla beraber, farklı toplumsal güçlerin katkısı ve müdahalesi ile kamu eğimine kısmen de olsa demokratik bir misyonda kazandırıldı.

Fakat küresel dünyanın efendileri yaygın kamu eğitimine endüstrileşme dönemin de olduğu kadar ihtiyaç duymuyor artık. Devlet okulları kapitalist dünyanın içindeki misyonunu tamamlamış görünüyor. Günümüz dünyasında üretimi sürdürmek için yığınların emeğine duyulan ihtiyaç büyük oranda azalmış vaziyette: Bir çok üretim ve servis alanı insan emeğine ihtiyaç duyulmadan yapılabilmekte. Dolayısı ile küresel dünyanın efendileri (sermaye) emeğine ihtiyaç duyulmayan geniş kitlelere kaliteli eğitim götürmeyi gerekli bulmuyor artık. Sermayenin ulusal sınırları çoktan aştığı günümüz dünyasında geleneksel anlamda ulus-devlet tarzında bir vatandaş topluluğuna da ihtiyaç duymuyor. Bu durum eğitime aktarılan paranın miktarını kısarken, öte yandan mevcut eğitim bütçesinin bir şekilde özel şirketlere aktarılmasının kanallarını (outsource) yaratıyor.

Özellikle 1980’den itibaren Amerika’da Reagan ve İngiltere’de Thatcher ile başlayan neo-liberal (yeni-sağ) politikalar bu perspektiften hareketle devlet okullarını ve eğitimini tekrardan şekillendirmeye başladı ve süreç halen devam etmektedir. Örneğin Amerika’da eğitimdeki neoliberal politikaların sonucunda, vatandaşın ödediği vergilerden oluşan eğitim bütçesinden, büyük yayın evlerine ve eğitim danışmanlığı firmalarına aktarılan para  devasa boyutlarda. Yine Amerika’da okulların aldığı ödenek öğrencilerin standart-testlerden aldığı notlara göre belirlenmekte. Dolayısıyla, bundan en olumsuz etkilenen yoksul bölgelerdeki okullar olmakta; yoksul mahallerde bir çok okul kapanırken bir çoğu da charter school dedikleri (finansmanını devletin yaptığı ama özel şirketlerin yönettiği kar amaçlı) kurumlara peşkeş çekilmekte. Dahası, Amerikan ordusu yoksul mahallerdeki liselerde merkezler açarak öğrencileri burs verme vaadiyle asker olmaya özendirmekte ve okulları askerlik şubesi gibi kullanmakta.

Amerika ve İngiltere de şekillenen neoliberal politikalar ve uygulamalar (Türkiye’nin de dahil olduğu) diğer ülkelere empoze edilmekte. Başka bir deyişle Türkiye’de eğitimdeki neoliberal dönüşüm AKP’den çok öncesine, Özallı yıllara uzanan bir geçmişi var.

Eğitimde piyasacı mantığın şekillendirdiği küresel düzeydeki bu dönüşüm devlet okullarının sayısını azaltıp (yada ihtiyaç olduğu halde yeni okullar inşa etmeyip) eğitimin kalitesini düşürse de, fiilen yok edecek anlamına gelmiyor. Devlet okullarının öğrencilerin çok yönlü gelişimine ortam ve olanak sağlayan, ve kar amacı güdülmeyen kurumlar olmaktan çıkartılıp, bütünü ile piyasanın-işverenin ihtiyaçlarına uygun şekilde yeniden inşa edilmesi söz konusu: Okulun ticarethane, öğretmenin satıcı-pazarlamacı, öğrencinin-velinin müşteri olduğu ve bilginin kişisel-özel mülkiyet  olmanın ötesinde bir anlam ifade etmediği absürt bir dünya bu. Eğitimi kamu yararı olan sosyal bir yatırım ve bir insan hakkı olmaktan çıkartıp tamamıyla bireysel bir değere-yatırıma indirgeyen bir dünya. Bu piyasacı mantığa göre, eğitim pazardaki herhangi bir mal yada eşya gibi alınıp satılabilen bir şeydir artık.

Türkiye’de eğitim dünyasında olup bitenler neoliberal küreselleşmeden bağımsız olarak anlaşılamaz. Eğitimle ilgili en yaygın iki kaygı okulların laik eğitimden uzaklaşıp dinci bir müfredata yönelmesi (imam-hatipleşme) ve öğrencilerin uluslararası testlerde matematik ve fen dallarındaki karşılaştırmalı başarısızlığı olarak karşımıza çıkıyor. Peki devlet okullarının imam-hatipleştirilmesi ile başarılmak istenen nedir? Muktedirler bu dönüşümü yerli ve küresel sermayeye rağmen mi yoksa onların doğrudan destek ve onayı ile mi gerçekleştiriyor?

Küresel sermayenin AKP’ye verdiği desteğin en temel nedeni din sosuna bulanmış bir sadaka-bağış söylemiyle geniş kitleleri neoliberal politikaların yıkıcı sonuçlarına kayıtsız kalacak bir kıvama getirmesindeki başarısıdır. Eğitime yapılan dinci makyaj, neoliberal politikaların eğitimde yarattığı hasarları kamufle etme çabasıdır. İmam-hatipleşmiş liseler belirli partilere potansiyel seçmen ve geniş kitle tabanı yetiştiren kurumlardır; matematik ve fizik gibi konuları öğret(e)memeleri gayet normaldir çünkü böyle bir niyet yok. Başka bir deyişle İmam-hatipleşme en son tahlilde sınıfsal bir hamledir: Küresel dünyanın elitlerinin devlet okullarını niteliksiz hale getirerek, demokratik misyonunu tasfiye etme girişiminin bir parçasıdır. Nasıl ki Amerika’da yoksul mahallerdeki eğitim kalitesinin son derece düşük olduğu liseler yoksul gençleri askere alma ofisi olarak kullanılıyorsa, Türkiye’de de imam-hatipleşmiş okullarda dinci nesil yetiştiriyoruz martavalı ile eleştirel-bilinci ve vicdanı donmuş kuşaklar yetiştiriliyor.

Peki AKP’yi iktidardan uzaklaştırsak ve liselerdeki dinci müfredatı kaldırsak durum düzelir mi ?

Eğitimdeki gerilememin esas kaynağı neoliberal politikalardır ve Türkiye’de mecliste gurubu olan bütün partiler neoliberal ideolojik-politik çizgi ile son derce uyumludur. Türkiye’de (ve Dünya’da) eğitimdeki gerilemeye karşı duruş ancak ve ancak neoliberal ideoloji ile yapılacak radikal bir hesaplaşma ile yapılabilir. Ve bu hesaplaşmaya, biz nasıl bir ülke, nasıl bir toplum ve dolayısı ile nasıl bir insan istiyoruz sorusuna vereceğimiz cevapla başlanabilir.

Bir an için, piyasa mantığını bir tarafa bırakıp, öğrencilerin insani, sosyal, psikolojik ve kültürel ihtiyaçlarını temel alarak düşünürsek, okulları öğrencilerin potansiyellerini keşfederek kendilerini var etmelerini sağlayan; çok yönlü ve sağlıklı (bireysel ve kolektif  anlamda) gelişmelerine olanak tanıyan, eleştirel ve vicdani düşünme-hareket etme yetilerini geliştiren yerler olarak düşleyebiliriz.

Bu noktadan hareketle, okullar hayata (yada iş dünyasına) hazırlanılan yerler değil bizzat hayatın yaşandığı yerler olmalıdır. Patronlara kullanışlı ve uysal eleman yetiştiren kurumlar değil. Elbette ki hepimizin bir işi var ve yaşamak için çalışmak zorundayız; okulların da öğrencilere belli oranlarda mesleki bilgi ve yetenek kazandırmaya çalışması anlaşılabilir bir şey. Fakat eğitim kurumlarının işlevi sadece bu amaca indirgenemez.

Eğer biz, müşteri-tüketici olmanın ötesinde hiç bir sosyal-medeni yeterliliği olmayan, demokratik değerlerden yoksun, toplumsal duyarlılığı zayıf (yada hiç olmayan), değişimden-değiştirmeden ziyade adapte olmaya yatkın, eleştirel bilinç ve vicdandan yoksun, otoriteye ve güce tapan, özne karakteri gelişmemiş bireylerden oluşan bir toplumda-ülkede ve dünyada yaşamak istiyorsak mesele yok. İmam-hatip yada düz lise hiç fark etmez, mevcut sistem bunu garanti ediyor zaten; hem dünya’da hem de Türkiye’de.

Ama, yok, hayır diyorsak; bu basit ama çok önemli soruya, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde, cevap aramaya başlamak durumundayız. Alternatif-Eğitim ağı üzerinden bir araya gelerek oluşturulan web-sayfamız bu başlangıcın somut bir ifadesidir. Haydi kolay gelsin…

Loading

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu