Daha önce birkaç yazımda da değindiğim gibi, eleştirel pedagojide bir dönemin sonuna gelindi. Ancak yeni dönemin nasıl başlayacağı ve nereye yöneleceği belirsiz. 1960’larda şekillenmeye başlayan eleştirel pedagoji, Ezilenlerin Pedagojisi kitabının İngilizceye çevrilmesiyle birlikte, egemen sınıfların kayıtsız kalamadığı küresel bir popülarite kazandı. Eleştirel pedagoji (EP) üniversite kürsülerinde kendisine yer buldu; özellikle Batı dünyasında bu alanda çalışan akademisyenler ve eğitimciler ortaya çıktı. Egemen sınıflar, EP’nin yükselişinin önüne geçemediler ama süreç boyunca karşı-ideolojik saldırılarını aralıksız sürdürdüler. Post-modernizm tartışmaları bu saldırıların tavan yaptığı aşamaydı…
Kovid-19 salgın dönemi ise bu sürece en son noktayı koydu; eğitim başta olmak üzere birçok alanda dijitalleşme, analog hayatların önüne geçti. Ulus-devletlerle küresel güçler arasındaki güç mücadelesinde küreselciler ilk defa bu ölçekte günlük yaşama merkezi olarak müdahale etme şansı buldular. İnsanlar diğer insanlarla akıllı telefonların (ve benzeri aletlerin) aracılığı olmadan ilişki kuramaz hale geldi…
Elinde bir cep telefonu olan, mafya babalarından tutun da aşçılara, doktorlardan diyetisyenlere kadar herkes YouTuber oldu; eleştirel eğitimciler hariç (Ayhan Ural hoca gibi bu alanda var olmaya çabalayanları dışarıda bırakarak söylüyorum). Neyi ve kimi ararsan var bu alemde. Büyük bölümü gereksiz ıvır zıvır şeylerle dolu olan YouTube (ve genel olarak sosyal medya), az sayıda da olsa kaliteli, suya sabuna dokunan içeriklere de sahip.
Peki ya bizler, eleştirel eğitimciler; eğitimin anti-demokratik, baskıcı yönlerini ortaya koymaya ve buna karşı teorik-pratik yaklaşımlar geliştirmeye çalışan öğretmenler, öğrenciler, akademisyenler, yazarlar ve eğitimciler?
Bizim söyleyecek bir sözümüz kalmadı mı?
Yazıp çizdiklerimizin geniş halk yığınlarının yaşam dünyasında bir yeri olmadığını mı düşünüyoruz?
Ortalığı yırtacak denli çığlıklar atsak bile, sesimizin boşlukta öylece kaybolacağını mı düşünüyoruz? Zaman zaman benzer düşünümler ve duygularla baş başa kalıyoruz.
Kendi adıma, halen söyleyecek sözümüzün var olduğunu ve elimizden geldiğince sosyal medyada var olmak için çaba harcamamız gerektiğini düşünenlerdenim. Elbette bizim çektiğimiz videolar, göbeğini sallayan adamın videoları gibi milyonlara ulaşamayacaktır. Ama bir kişinin bile hayatında olumlu bir değişime vesile olabilecekse, böylesi bir çabanın içine girmeye değer.
Eleştirel pedagojide tarihsel bir dönem kapandı. Yeni dönem, dijitalleşmenin eğitim dünyasına yönelik baskıcı ve özgürleştirici potansiyelleri üzerine yapılacak yazılı ve sözlü çalışmalarla şekillenecektir. Şu veya bu şekilde, eğitim dünyasına yön veren küresel egemen güçler STEM başlığı üzerinden kamu eğitiminin önceliklerini yeniden düzenleme çabası içinde.
Düne kadar bu işler dergiyle, kitapla ve makalelerle oluyordu ama bugün artık sosyal medya gerçeği var ve bizler, eleştirel pedagoji eğitimcileri, zamanın ruhuna ayak uydurmak zorundayız. Nokta atışı yapan, 10-15 dakika aralığında, özgürleştirici eğitimin teorik ve pratik olarak zamanın sözünü söyleyecek sıradan ama sahici videolardan bahsediyorum.
You wake up on a Monday morning, already thinking about the challenges the day might bring. Arriving at school before the students, you prepare the materials for the day and unlock the door to your classroom…
As the kids shuffle in, their moods are as varied as the weather—some still groggy, while others are bursting with energy. The bell rings, signaling it’s time to begin the lesson. But teaching in an overcrowded classroom in poor districts comes with its own set of hurdles. The noise never quite settles, and the students are far from ready to engage. Some show no interest in learning, while others don’t even bring the basics: no paper, pencils, or notebooks. You need to provide these materials daily that will help them to develop a sense of responsibility?
You raise your voice to cut through side conversations, trying to redirect attention. But when you scan the room, you notice only a handful of students have opened their notebooks or seem even slightly engaged. The rest are distracted or indifferent.
Adding to the chaos, students continue trickling in late—30 or 40 minutes into the period. Each new arrival disrupts the fragile rhythm of teaching and learning. Many students are off task, glued to their smartphones or engaging in disruptive behavior. To them, school feels like just another meaningless chore…
The restroom becomes a haven for students seeking to escape class. They disappear for 30 or 40 minutes at a time, gathering there to smoke, chat, and hang out. For some, the restroom is a far more appealing space than the classroom.
As you prepare to transition to another activity in class, chaos breaks out. Two students begin yelling or throwing things at each other, immediately diverting attentions, and creating an environment that’s anything but conducive to learning… some students leave the class without permission some still come in without any pass or excuse…
You call the office for help, and if you’re lucky, a member of the admin team shows up to remove the disruptive students. But you know how this story ends—within 10 minutes, those same students are back in class, facing no real consequences for their actions. Filing a disciplinary report would only inflate the school’s discipline data, something administrators are keen to avoid. But you often here them saying “we are a community with a shared motivation and goal” … Really? I am Not sure… it is hard to believe that we are a community.
Between classes, you face another challenge—finding a restroom. Teachers are human, too, but with only five minutes between periods, it’s a race. The staff restroom is far from your classroom and often occupied. If you attempt to use the student restroom, it’s either locked, out of order, or filled with students smoking and socializing.
During your prep time, walking to printing room, you see groups of students wondering around… they just wonder around with a golden pass; no rules apply them… sometimes you see deans of students, or a member of the admin team begs kids to go to their class which makes you questions where you are and what you are doing here!
This routine repeat period after period, and finally, the day comes to an end. But there’s little relief. You may have a staff meeting, professional development, or a collaboration session after school where teachers’ voices are suppressed and a set of irrelevant narratives, information’s, agendas are top-down imposed.
When you finally head to the parking lot, the weight of the day’s stress feels suffocating. Your energy is drained, and your spirit feels depleted. Another day has ended, but you know tomorrow will bring the same challenges… Some images of YouTube videos you watched recently cross your mind; public school teachers who recently quitted their job say that teaching in poor schools is no more than “a glorified baby seating job… everything else is just a deception and decoration” … Could they be right?
Having worked in schools across three major states in the U.S., I’ve come to realize that if you want to understand a society—its values, struggles, and priorities—there’s no better place to look than its public schools.
O, yaz-sonbahar aylarında haftada bir bazen iki kez köyden kasabaya yolcu götürüp getiren minibüsten inmiş ve köy içine girmeden, rüyalarına sık sık giren Peri Suyu vadisine doğru yürümüştü.
O, 12 yaşında bir çocukken ayrıldığı bu topraklara; çocukları büyüyüp, torunları olduktan yıllar sonra, deneyim ve tanıklıkları çoğalmış yaşlı biri olarak gelmişti.
O, bu topraklarda; altı yedi yaşlarında oğlak-kuzu-buzağı otlatmış, çocuk yaşta kızgın güneş altında; dağda, tarlada çalışmış, anasının dilinde: “lori-klam-cirok-stran” dinlemiş, gülmüş, ağlamış, düşmüş yaralar almış, hastalanmış, acı-sevinç çığlıklarla büyümüştü.
O, yedinci yaşının Eylül ayında, anadili yasaklanarak köydeki ilkokula başlamış, Mart-Nisan gelince de artık Türkçe konuşan-okuyan-yazan biri olmuştu. Ve çok mutlu olmuştu.
O, 12 yaşında iken öğretmen olmak için öğretmen okulunun parasız-yatılı sınavını kazanmış ve çok uzaklara gitmişti…
O, yaşamın: çıkış-iniş ya da yengi-yenilgi dolu bir süreç olduğunu bilir, okumayı çok sever, hurafeye değil bilime inanır, araştırmaya, deneye önem verirdi. Ve tüm olgu ile algıları; akıl, mantık, bilim süzgecinden geçirerek yol almaya çalışırdı.
O, yürümeyi, yürürken düşünmeyi, kendisiyle konuşup didişmeyi çok severdi. Şimdi de sırtını yaslamak, çevreyi gözlemek, kendisiyle konuşup tartışmak ve dinlenmek için bir yer arıyordu. Ve çok aramadan isteğine uygun bir yeri bulmuştu.
Burası; Peri Suyu Baraj gölüne altmış derecelik bir açıyla bakan bir tepedeydi. Kürtçe “Dâd” derlerdi buraya. Burada da gökyüzünü dallarıyla kucaklayan, yaşlı fakat oldukça dinç ve kocaman bir meşe ağacı vardı. Hemen onun dikey-yatay çatlaklı gövdesine sırtını yasladı ve ayaklarını da onun serin duldasına uzattı. Derin bir nefesle ciğerini şişirdi ve aldığı havayı yavaş yavaş boşalttı. Ve sonra da içten bir ‘ooohhh’ çekti.
Oturduğu yerin tam karşısında, kale duvarları gibi yükselerek vadiyi belirleyen: dağ-tepe-düzlüklerde; Bingöl-Sancak ile Elâzığ-Karakoçan-Çan köylerinin yerleşke-mera-arazileri…
Oturduğu yerin sol tarafında: Bingöl-Kığı köyleri, sağ tarafında ise: Bingöl-Yayladere köyleri vardı.
Ve şimdi çok tenha görünen bu topraklarda bir zamanlar; okullar cıvıl cıvıl, tarlalar ekili, meralar hayvanlar … kısacası her yer yaşamın sesleriyle dopdoluydu.
…
Yaz mevsiminin sonu yaklaşıyordu, hafif hafif esen yel, koca meşenin yapraklarıyla oynaşırken, sararmaya başlamış çelimsiz kalmış olanları dalından hışırtıyla koparıp uçuruyor, güçlü olanları okşarcasına sarsıyordu. Oturduğu yerin 4-5 metre ötesindeki ‘Şekok’ ağacı da meşe ağacına ve onun garip misafirine bakıyordu.
O, yelin hışırtılı ezgilerini dinlerken iç sesi de dile gelmiş ve dudaklarında istemsiz kıpırtılar, akortsuz mırıltılar sıralanmıştı. Ve O, kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa misali, iç sesiyle yaşamı zor eden tüm aykırılıklara sövüp, söylenip dinleniyordu…
Her ne kadar şair: “Geçmiş geçmişte kaldı cancağızım” dese de pek de öyle olmuyordu. Geçmiş hiç yerinde durmuyor, geleceği sürekli tehdit ediyordu. Bu yüzden de sanki karşısına vadiyi boylu boyunca kaplamış kocaman bir perde asılmıştı. Bu perdede geçmişin tüm; acı-tasa-öfke-pişmanlıkları ile bir de henüz gün görmemiş-yaşanmamış geleceğe dair; kaygı-düş-korku-bilinmezlikler sıralanıyordu.
Ve akıyordu perdede susturulmuş coğrafyanın; günleri, ayları, mevsimleri, yılları, gerçekleri ve düşleri…
Zaten bu yükler yüzünden; pek çok uykusuz gecesi, çokça karmaşa ve duygusal boşluğu olmuş ve bunlar onu yorgun bırakmıştı.
Şimdi O, geçmişin yaşlı tanığına sırtımı dayamış, yarı uykulu yarı uyanık gözleriyle çevreyi izliyor-düşünüyor ve içinde saklı kalmış çocukluğunu arıyordu.
O zamanlar, Peri Suyu; birçok dere ve çaydan aldığı güçle üç mevsim coşku ile deli-dolu akardı. Yaz olunca debisi biraz düşer, o da dinlenir, sakinleşirdi. Fakat şimdi Peri Suyu; derin, karanlık, durağan bir göl olmuştu. Neşe ile yüzüp kaçışan atik balıkları yok olmuş, onların yerini tembel tombul sazanlar almıştı. Ve artık Peri Suyunun ne kelekleri ne de yolcuları kalmıştı.
…
O, çocukluk yaşantılarını pek anımsamasa da bir Peri Suyu anısını hiç unutmamıştı:
Altı yaşında kar-fırtınanın olduğu bir kış günü çok hastalanmıştı. Ateşi düşürmek için buzlu- sirkeli sular çare olmamış, sabaha kadar ateşler içinde kıvranıp sayıklamıştı.
Babası yine gurbetteydi…
Annesi alacakaranlık sabah ayazında komşu Hüseyin’i çağırmış, çocuğu sırtında Karakoçan-Çan nahiyesine götürmesini istemişti.
Orada, “penisilin iğne” yapılacak ve yavrusu iyileşecek…
Peri Suyu’nu kelekle geçtiklerinde, uğultular koparan rüzgâr eşliğinde yoğun kar yağışı…
O, yanakları alev alev olarak Hüseyin amcanın sırtında inliyor…
Annesi, sürekli ağlıyor ve dua ediyor…
Hüseyin amca da “abla ağlama” diyordu.
Nihayet dik patika yolu aşıp Çan’da bir tanışın evine varmışlardı…
Üç-dört saat sonra ateşi düşmüş bir tas dolusu tutmaç çorbasını içmiş…
Ve aynı yolu izleyerek karanlık çökmeden köylerine dönmüşlerdi.
…
Hani nerede vadinin çok sesliliği, çok renkliliği, neşe kaynağı; kuzu, oğlak, tay, sıpaların birlikte ve ana-babalarıyla konuşup oynaşması.., Ya kınalı kekliklerin aile boyu konserleri, çevreyi koruyan kartal ve şahinler…
Neredeler şimdi?
Niçin sustu: ‘denbej û billûr’.
Ya, ‘beri’ yolunda ‘govend’ tutup ‘klâm’ söyleyen berivanlar?
Ne oldu arı ve kara kovanlara?
Sahipsiz kalan yaylalar, çayırlar, buğday, arpa, nohut ekilmeyen tarlalar…
İşte gördüğünüz bu coğrafya; insanıyla, hayvanıyla, toprağıyla susturulmuş, sindirilmiş!
…
Her hareket edişte sağ bacağına bir şey batıyordu, eğilip aradı, buldu o ısırık atanı. Bu, kapsül içinde bir meşe palamudu idi…
Palamudu avucuna aldı sevip okşadı ve önce Meşeye sonra Şekok’a baktı, selamlaştı ikisiyle.
Ve Kemal Burkay’ın “Ağıt” şiirinden üç dizeyi okudu onlara:
Artık, yorgunluğu azalmış dinginleşmişti ve şimdi daha kolaydı olguları anımsaması, kendisiyle didişip, söyleşmesi.
Ve düşündü ki:
Her tohum, bir parça toprak birazcık su bulunca, depreşip çatlatır kabuğunu ve ışık arar dal verip yeşermek için. Bahar işte böyle başlatır bir ömrü. Bahar gelince taşın, kayanın altında tutsak kalmış bir kök yaşamak için bir yol arar-bulur kendine. O ömür ki; anı, günü, haftayı, ayı, yılı, on yılları acı-sevinç-yem ile beslenerek, yenerek yenilerek, döl vererek, düşe-kalka yol alır…
Yaşam mücadele demektir. Güçsüz-çaresiz bırakılıp susturulan insana da doğaya suskunluk yakışmaz. Doğanın kuralı gereği elbet bir gün; toprağa su yürür, tohuma gün doğar, kök salar-filizlenir ve dik-özgür olarak yol alır.
Daha devam edecekti, etmedi.
Bir kez daha Şekok ağacına sevgiyle baktı.
Şekok da bu coğrafyada bakım istemeden ürün veren, sevilen bir armut ağacı cinsidir.
Sevilmeyen bazı Şekoklar aşılanır: “Hermi Rezi” olurlar. ‘Rezi’ armutlar daha iridir.
Bu yüzden O, kendisini ve onun gibi olan milyonlarca Kürdü aşılanmış Şekok’a benzetirdi.
Çünkü: Kürtçe, kendine özgü alfabesi, grameri, kuralları, kültürü, tarihi olan anadildir. Fakat inkarcılar; bu gerçekleri yok saymış, milyonlarca insanın anasıyla, anadiliyle konuşmasını, o dilde okuyup yazmasını yasaklamıştır!
Ve diyorlar ki; Onların anadili, kimliği, kültürü, coğrafyası ve tarihi yoktur! Onlar, Türk’tür!
Amaç: Kürtçe dilini ve kültürünü yok etmek…
Türk aşısı vurulmuş milyonlarca Kürt anadilini belki konuşabiliyor, fakat bu dille okuyup yazmayı biliyor.
Peki, sizce bu tuhaflık bir insanlık ayıbı değil midir?
Fakat biliyor musunuz, bu dil ve kültür durmaksızın yeşerip gelişiyor, çünkü onun tarihsel birikimini ve köklerini kurutamıyorlar.
Bu yüzden yasaklarla; Kürtçe düşünenlere, rüya görüp, hayal kuranlara engel olamıyorlar! Ve çok üzülüyorlar…
Bir halkın dilini kültürünü geçmişini, kimliklerini yok etmek düşmanlıktır/zalimliktir.
Peki, bu düşmanlık niye?
Oysa diller, kültürler zenginliktir ve kimseye zarar vermezler!
Dillerin yardımıyla toplumsal zorluklar aşılır, uzlaşı, birliktelik ve barış sağlanır.
Belki de O; bu satırları, aşılanmış bir dille değil de kendi anadiliyle yazmış olsaydı daha çok beğeni alırdı.
O’na, arkadaşları sık sık: “Kürtlerin hangi hakları yok ki? diye sorarlarmış.
El insaf!..
Anadilleri yasaklanmış onların!
Daha ne olsun ki?
Oturduğu yerden silkelenerek kalktı ve yüksek sesle bir bilgenin iki dizesini söyledi:
Bazen anmak gerekir, anılmak için. Bazen de susmak gerekir, duymak için…
Şems-i Tebrizi
Ve, evleri karşı tepeye sıralanmış susturulmuş köyüne doğru yürümeye başladı.
Not: Bu yazı 09.01.2025 günü ‘PAZARTESİ 14’de yayımlanmıştır.
Bilişim teknolojilerini, ne tümüyle olumlu ne tümüyle olumsuz kullanımla ilişkilendiriyoruz. Bilişim teknolojileri yaygınlaştıkça, ‘teknoloji bağımlılığı’ gibi kavramlar geçersizleşiyor. Ya da öyle mi? Örneğin, sigaranın yaygınlaşması, onun bağımlılık olduğu gerçeğini ortadan kaldırmadı. Öte yandan, teknoloji bağımlılığı sigara gibi, herkesi değil belli kesimleri kapsar bir nitelik kazandı. Diğer bir deyişle, teknolojiye bağımlı olduğunu söyleyebileceğimiz aşırı kullanımcı kişiler var ve hepimizde bağımlı olma potansiyeli var. Peki olumlu kullanımla olumsuz kullanımı nasıl ayırabiliriz?
Sosyal medya özelinde konuşacaksak, hepimiz sosyal medyayı eğlence amaçlı olarak ya da zaman geçirmek için kullanabiliriz ve kullanıyoruz. Haberleri, güncel olayları ve ilgi alanlarımızı takip ediyoruz. Bilgi almak ve birşeyler öğrenmek için kullanım yaygın. Kimilerimiz siyasal tartışmalara girer, kimimiz girmez. Kimimiz düşüncelerini paylaşır, kimimiz paylaşmaz. Kimimiz için, sosyal medya, bir toplumsal duyarlılık arttırma ve bilgilenme aracıdır. Kimimiz için, sosyal medya, belli başlı bir kendini ifade etme yolu anlamına gelir. Başkalarının paylaşımlarına bakar, onların düşünceleri hakkında bilgi sahibi oluruz. Kimilerimiz, ünlü kişilerini sosyal medyadan takip etmeyi severken, kimilerimiz de ünlü olma ve daha çok takipçi kazanma düşüyle sosyal medyayı kullanır. Kimimiz sosyal medyadan yeni insanlar tanır ve sosyal medyasını genişletir. Kimilerimizse, çevrimiçi alışverişe kendini kaptırmıştır. Elbette iş ve eğitsel amaçlı kullanımlar da söz konusudur (Ökten, 2023). Buraya kadar her şey olağan… Fakat bir de, ‘sorunlu teknoloji kullanımı’ dediğimiz bir durum var. Bir de buna bakalım…
Aramızdan çok azı şu özellikleri gösterir: Sosyal medyada gezinmeyi gerçek yaşamda arkadaş edinmeye yeğler. Sosyal medya kullanımı nedeniyle sağlık sorunları yaşar. Sosyal medya kullanımı, yapmak istediklerini yapmalarını engeller. Yakınları, “çok fazla sosyal medya kullanıyorsun” diye uyarır ama bunun bir etkisi olmaz. Sosyal medya kullanımı nedeniyle, aile sorumlulukları yerine getirilemez olur. Arkadaşlar ve aile ihmal edilir. Eğitim ya da iş yaşamı olumsuz etkilenir. Yeme düzeni bozulur vb (Yavuz, 2020).
Aynı durumlar, cep telefonu kullanımı için de uyarlanabilir. Örneğin, cep telefonlarının aşırı kullanımında şunlar görülür: Cep telefonu sık sık düşünülür; her fırsatta kullanılır; geceleri uykular kaçar; iş ve eğitsel çalışmalar dışındaki tüm boş zamanlarda kullanılır; cep telefonsuz kalınca huzursuzluk duyulur; kötü bir ruh halinde cep telefonuna yönelinir; planlanılandan uzun kullanılır; yakınlar, “telefonu çok fazla kullanıyorsun” der ama bunun bir etkisi olmaz; sağlık sorunları olsa bile cep telefonu yine de kullanılır; internet paketi ve uygulamalara çok para harcanır; aile ve arkadaşlar ihmal edilir vb. (Özen ve Topcu, 2017).
Hepimiz teknoloji bağımlısı değil, çünkü teknoloji olumlu amaçlarla kullanıyoruz. Olumsuz kullanımlarda yine de, yukarıda görüldüğü gibi, teknoloji bağımlılığından söz edebiliyoruz. Öte yandan, bu bağımlılık türü, madde bağımlılığı formülasyonuyla tümüyle uyuşmuyor. Bir kere, aynı hazzı almak için daha fazla kullanım söz konusu değil. Ayrıca bırakma süreci de, o kadar sancılı olmayabiliyor. Yukarıdaki olumsuz kullanım biçimleri, bir rahatsızlığa işaret ediyor; ancak bu, psikolojik yardım profesyonellerinin temel kaynağı olan Tanı ve İstatistik El Kitabı’na girmiş değil. Üzerinde anlaşılmış olan bir tedavi de bulunmuyor (Şahin ve Günüç, 2020).
Sonuç olarak, teknolojinin olumsuz kullanımlarına dikkat etmeli; olumlu kullanımlarına devam etmeliyiz. Bu sınırı aştığımızda uzman desteği almalı, tedavi geciktirmemeliyiz.
Kaynakça
Ökten, M. S. (2023). Sosyal Medya Kullanım Amaçları Ölçeği: Üniversite Öğrencileri Üzerinde Bir Validasyon Çalışması. Mavi Atlas, 11(2), 238-254.
Özen, S., ve Topcu, M. (2017). Tıp fakültesi öğrencilerinde akıllı telefon bağımlılığı ile depresyon, obsesyon-kompulsiyon, dürtüsellik, aleksitimi arasındaki ilişki. Bağımlılık Dergisi, 18(1), 16-24.
Şahin, C. ve Günüç, S. (ed.) (2020). Teknoloji Bağımlılıkları. Ankara: Nobel.
Yavuz, S. (2020). İlahiyat Fakültesi Öğrencileri Örnekleminde Problemli Sosyal Medya Kullanım Ölçeği Geliştirme: Geçerlik-Güvenirlik Çalışması. Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (44), 109-124.
Yapay zekânın (YZ) eğitimde yarattığı dönüşüm iddiaları, devrimsel bir değişim vaadiyle sahneye çıkıyor. Hararetli savunucuları, YZ’nin sınıfları adeta birer yüksek teknoloji laboratuvarına çevireceğini, öğrencileri birer Einstein’a dönüştüreceğini iddia ediyor. Öğretmenleri de rutin işlerden kurtarıp “modern çağın ilham perileri”ne dönüştürerek, dünyanın en yenilikçi eğitim modelini hayata geçirme sözü veriyorlar. Dahası, bu teknoloji, öğrenme boşluklarını tıpkı bir sihirli değnek dokunuşu gibi anında kapatıp kusursuz bir eğitim ekosistemi kurmayı vaat ediyor. Hatta çocukları geleceğin liderleri olarak hazırlayacak ve eğitimdeki her sorunu “bir algoritmayla çözülebilir” hale getirecek kadar iddialı. Ancak, bu parlak vizyonun ardında şu kritik sorular yatıyor: YZ gerçekten eğitimde devrim yaratıp eşitlik ve inovasyonu sağlayacak mı? Yoksa bu “devrim”, büyük teknoloji şirketlerinin kâr grafiklerinde mi gerçekleşecek? Sınıflarımız, yaratıcılığın ve insan odaklı öğrenmenin kaleleri mi olacak, yoksa algoritmaların “ideal” öğrenci modelleri yarattığı birer eğitim fabrikasına mı dönüşecek? YZ’nin eğitimdeki etkisi üzerine tartışmalar, tıpkı bir sihir gösterisi gibi: Işıklar etkileyici, ama perde arkasında neler olduğunu gerçekten biliyor muyuz?
Bu sorulara yanıt ararken, teknolojik determinizmin yaygın etkisini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Teknolojik determinizm, her yeni teknolojinin toplumu ve kurumları kaçınılmaz bir biçimde dönüştüreceği fikrine dayanır. Ancak eğitim tarihine baktığımızda, bu dönüşümlerin nadiren tek yönlü ve eşitlikçi olduğunu görüyoruz. Örneğin, 15. yüzyılda matbaanın icadı, bilginin herkes için erişilebilir olacağı bir çağın başlangıcı gibi görülmüş, fakat bu devrim, başlangıçta yalnızca ayrıcalıklı grupların faydalanabildiği bir araca dönüşmüştü. Benzer şekilde, 20. yüzyılda radyo ve televizyon, uzaktaki öğrencilere nitelikli eğitim sunma umudunu doğurmuş, ancak altyapı ve erişim eşitsizlikleri bu teknolojilerin sınırlı bir etki yaratmasına yol açmıştı.
Bugün eğitim teknolojileri (EdTech) sektörü, geleceği kodlarla örülü bir ütopya gibi pazarlayarak, “herkes için eşit eğitim” masalını büyük bir iştahla anlatıyor. Ancak bu masal, gerçek dünyada internet erişiminden yoksun çocuklar, eski bir tabletle çaresizce çözüm arayan aileler ve dijital araçlarla kuşatılmış ama destekten yoksun bırakılmış öğretmenler için trajikomik bir hayale dönüşüyor. Oysa bu tablo, sadece bir altyapı eksikliği değil; kapitalizmin yaldızlı vitrinindeki çatlakların en görünür hali. Teknoloji, ekonomik eşitsizliklerin aynasına bakmayı reddeden bir sistemin propaganda aracı haline gelirken, bu sistemde “eşitlik” en çok, internet hızınız kadar mümkün.
Erişim ve Eşitlik Söylemleri
Yapay zekâ (YZ) ile eğitimde fırsat eşitliği sağlanacağına dair söylemler, kulağa tıpkı modern bir ütopyanın reklamı gibi hoş geliyor. Ancak bu hikâyenin içinde, görünmez bir “küçük yazı” var: Bu ütopyanın gerçekleşmesi için önce herkese birer cihaz, kesintisiz internet ve dijital beceri eğitimi gerekiyor. Ve işte burada, ütopya yerini hızlıca “çözülemeyen teknik bir hata”ya bırakıyor.
Türkiye gibi dijital uçurumun derin olduğu ülkelerde, bu vaadin ne kadar gerçekçi olduğu sorgulanmayı hak ediyor. PIAAC verilerine göre, Türkiye’de yetişkinlerin yalnızca % 9’u temel dijital problem çözme becerilerine sahip.(1) Yani, bir dosyayı indirmek ya da bir e-posta göndermek, kimi için “eski bir daktiloyla kod yazmaya çalışmak” kadar karmaşık bir süreç. Daha da çarpıcı olan, TÜİK’in 2021 verilerine göre, kırsal bölgelerdeki hanelerin %36’sının internet erişiminden yoksun olması. Başka bir deyişle, kırsalda yaşayan birçok çocuk için dijital öğrenme, bir teleskopla bakıldığında ancak seçilebilen uzak bir yıldız kadar erişilemez durumda.
Bu tablo, dijital uçurumdan en çok etkilenen kadınlar, yoksullar ve yaşlılar gibi grupları da kapsıyor. Teknolojinin sunduğu “herkese eşit eğitim” vaatleri, bu gruplar için bir peri masalından ibaret kalıyor. Hatta YZ’nin “geleceğin liderlerini yetiştirme” iddiaları, dijital araçlara erişimi olan ayrıcalıklı bir azınlıkla sınırlı kalacak gibi görünüyor. Eğitimde fırsat eşitliği yaratmayı hedefleyen YZ projeleri, eğer internet ve cihaz erişimi bir lüks olmaktan çıkarılmazsa, “deniz olmayan bir yerde gemi yüzdürmeye” çalışmak kadar anlamsız kalacak.
Kişiselleştirilmiş Öğrenme ve Verimlilik
Yapay zekâ (YZ) tabanlı kişiselleştirme modelleri, geleneksel Prusya tipi okul sisteminin katı, standartlaştırılmış yapısını kökten değiştirme iddiasıyla sahneye çıkıyor. Ancak bu büyük vaatlerin ardında şu önemli soru karşımıza çıkıyor: Eğitim sistemlerinin yalnızca bilgi aktarım mekanizması olmadığını, aynı zamanda toplumsal, kültürel ve ulusal değerlerin şekillendiği temel mekânlar olduğunu düşündüğümüzde, bu dönüşüm neyi feda edecek? Okullar, yalnızca akademik bilgi sunmanın çok ötesinde; sosyalleşmenin, değer aktarımının olduğu ve birlikte yaşamayı öğrendiğimiz eşsiz toplumsal alanlardır. Nitekim UNESCO’nun 2020 raporuna göre, çevrimiçi öğrenim gören öğrencilerin % 60’ının sosyal becerilerinde gerileme yaşadığı tespit edilmiştir.(2) Bu, dijital öğrenmenin öğrenciler arasında izolasyonu artırabileceğini ve toplumsal bağları zayıflatabileceğini açıkça göstermektedir.
Türkiye’de ise eğitim sistemi, öğrencilerin öğrenme yoluyla gelişiminden çok, onları sınavlara hazırlama hedefi etrafında şekillenmiştir. Bu bağlamda, yapay zekâ destekli teknolojilerin kişiselleştirilmiş öğrenme deneyimleri sunma vaadi, sınav merkezli eğitim yapısı içinde başka bir yöne evrilebilir. YZ tabanlı sistemlerin, bireylerin potansiyellerini geliştirmek yerine, öğrencileri sınav sonuçlarına göre değerlendiren mevcut yapıyı güçlendirme ihtimali oldukça yüksektir. Örneğin, öğrencinin zayıf olduğu konuları analiz ederek bu alanlarda test çözme becerilerini artırmaya yönelik yöntemler öneren YZ sistemleri, sınav odaklı yaklaşımı pekiştirebilir. Sonuç olarak, bireysel öğrenme deneyimlerini zenginleştirme iddiası, “daha etkili sınav yanıtlayıcıları” yaratmaya indirgenebilir.
Bu durum, YZ destekli kişiselleştirme söylemlerinin daha geniş bir çerçevede ele alınmasını zorunlu kılar. Bu söylemler, sıklıkla “eğitim” yerine “öğrenme” ve “öğretim” süreçlerini öne çıkarmakta ve odaklanmaktadır. Ancak bu vurgu, yüzeyde bireysel potansiyeli ortaya çıkarma amacı taşıyor gibi görünse de, derinlerde neoliberal bir çerçeveyi yansıtır. Bireyleri kendi öğrenme süreçlerinden tamamen sorumlu tutan bu yaklaşım, öğrenciyi tüketiciye dönüştürerek başarısızlığı toplumsal yapılar yerine bireyin çabalarının yetersizliğine bağlayan bir anlayışı beraberinde getirir. Böylece eleştirel psikolog Bruce Levin’in “insan ıstırabının depolitizasyonu” dediği şey gerçekleşir.
Öğretmenlerin Rolü ve Otomasyon
“Rutin işleri yapay zekâ halleder, öğretmenler pedagojik yeniliklere odaklanır!” Bu fikir kulağa oldukça cazip geliyor. Ancak dijital altyapının sınırlı, öğretmenlerin dijital okuryazarlık seviyesinin düşük olduğu ülkelerde ne kadar uygulanabilir? Yapay zekânın, öğretmenlerin iş yükünü hafifletme ve pedagojik yeniliklere daha fazla zaman ayırmalarını sağlama potansiyeli yadsınamaz. Ancak bu potansiyelin hayata geçmesi, yalnızca teknolojik araçların varlığına bağlı değildir. Öğretmenlerin bu araçları etkin bir şekilde kullanmaları için kapsamlı eğitim almaları ve sürekli desteklenmeleri gereklidir.
Çünkü eğitim, yalnızca bilgi aktarımından ibaret değildir. Öğretmen-öğrenci ilişkisi; empati, motivasyon ve sosyal destek gibi insani unsurlarla şekillenir. Yapay zekâ, öğrencilerin öğrenme hızını analiz edebilir ya da kişiselleştirilmiş ders planları oluşturabilir. Ancak bir öğrencinin hayal kırıklığını yüz ifadesinden anlayıp onu cesaretlendiremez. Başarısızlık karşısında moral vermek ya da bir başarıyı içtenlikle kutlamak, yapay zekâdan beklenemeyecek kadar insana özgü yetkinliklerdir. Öğretmenler, yalnızca bilgi rehberleri değil, aynı zamanda öğrencilerin duygusal ve sosyal gelişimlerini destekleyen vazgeçilmez liderlerdir.
Bu nedenle, teknolojinin eğitime entegrasyonu üzerine yapılan tartışmalar, öğretmenlerin rolünün yeniden tanımlanmasını kaçınılmaz kılıyor. Teknoloji, öğretmenlerin yerini almak için değil; onların işlerini kolaylaştırmak, yaratıcılıklarını artırmak ve öğrencilere daha fazla odaklanmalarını sağlamak için bir araç olarak tasarlanmalıdır. Seymour Papert’in 1993’teki uyarısı bugün de geçerli: “Teknolojik yenilikler, pedagojik bir vizyon olmadan yalnızca pahalı oyuncaklardan ibarettir.” (3) Bu vizyon, teknolojiyi anlamlı kılacak temel unsurdur.
Gerçek bir eğitim dönüşümü, öğretmenlerin rehberliği ile yapay zekânın sağladığı destek arasında bir denge kurmakla mümkündür. Eğitim; yalnızca dijital ekranlar aracılığıyla sunulan bilgiler değil, insanın insana aktardığı, empatiyle güçlenen bir bağdır. Yapay zekâ, bu bağın tamamlayıcı bir parçası olmalı, merkeze yerleşmemelidir.
Algoritmik Önyargı ve Eşitsizlik
Yapay zekâ sistemlerinin karar alma süreçlerini yönlendiren algoritmalar, beslendikleri verilere bağlı olarak şekillenir. Ancak bu veriler, toplumsal önyargılarla dolu bir geçmişin izlerini taşıdığında, algoritmalar da bu önyargıları öğrenir ve sistematik bir şekilde yeniden üretir. Düşünün ki bir işe alım algoritması, geçmiş verilere dayanarak adayları değerlendiriyor. Eğer bu geçmiş veriler, kadınlara karşı ayrımcılık yapılmış bir geçmişin ürünü ise, yapay zekâ da bu ayrımcılığı sessizce sürdürebilir. Nitekim Amazon’un geliştirdiği bir işe alım algoritmasının kadın adayları sistematik olarak dışladığını biliyoruz.(4)
Ayrıca yapay zekâ sistemlerinin beslendiği veriler, genellikle toplumun yalnızca belirli kesimlerini yansıtır. Bu seçici temsil, YZ’nin karar alma süreçlerinde daha az temsil edilen grupları fark etmemesi ya da onların ihtiyaçlarını göz ardı etmesiyle sonuçlanır. Sağlık alanını ele alalım: YZ’nin sağlık verileri genellikle gelişmiş ülkelerdeki belirli demografik gruplardan alınır. Bu nedenle, az temsil edilen grupların hastalık semptomları ya da tedaviye verdikleri yanıtlar, sistem tarafından doğru şekilde öngörülemez. Eğitimde ise; YZ tabanlı eğitim platformları, düşük gelirli veya kırsal bölgelerdeki öğrencilerin ihtiyaçlarına uygun çözümler sunmakta yetersiz kalmaktadır. Eğitimde fırsat eşitsizliği zaten yeterince kökleşmişken, yapay zekâ bu eşitsizliği daha da derinleştirir ve sistematik hale getirir.
Yapay zekânın bir diğer önemli etkisi ise bilginin standartlaştırılmasıdır. YZ sistemleri, veri ve bilgi işleme süreçlerinde genellikle mevcut ve standart olanı öne çıkarır. Bu durum, alternatif ya da eleştirel yaklaşımların alanını daraltır. Örneğin, sosyal medyada kullanılan algoritmalar, daha önce ilgi gösterdiğimiz içerikleri önceliklendirerek, farklı ya da alışılmışın dışında olan bilgilere erişimimizi sınırlayabilir. Bu yalnızca bireysel tercihleri değil, aynı zamanda toplumsal bilgi akışını da homojenleştirir. Eleştirel ve yenilikçi bakış açıları, bu süreçte görünmez hale gelirken, yapay zekâ tarafından yeniden üretilen içerikler mevcut düzeni güçlendiren bir döngü yaratır.
Bu bağlamda, yapay zekâ her ne kadar nötr bir teknoloji gibi görünse de, beslendiği verilere gömülü olan geçmişin önyargılarını ve adaletsizliklerini taşır. Üstelik, fark edilmeden, sessiz bir şekilde bu eşitsizlikleri yeniden ve yeniden üretir. Standart olanı önceliklendiren yapısı ise toplumsal eleştiriyi ve alternatif çözümleri gölgede bırakır. Bu, yapay zekânın basit bir hesaplama gücü olmadığını; aynı zamanda toplumsal gerçekliklerimizi yansıtan, onları yeniden şekillendiren ve bazen de sınırlandıran bir araç olduğunu gösterir.
Sonuç
Şüphesiz, YZ’nin eğitimde büyük bir potansiyeli var. Bireyselleştirilmiş öğrenme deneyimleri başarıyı artırabilir, öğretmenlere yaratıcı yaklaşımlar için alan açabilir, hatta öğrencilerin öğrenme boşluklarını kapatabilir. Ama burada kilit bir detay var: Tüm bunların gerçekleşebilmesi için YZ’nin yalnızca teknolojik olarak değil, aynı zamanda toplumsal olarak erişilebilir olması gerekiyor. Aksi takdirde, bu “devrim,” yalnızca ayrıcalıklı grupların faydalandığı bir gösteriden öteye geçemez. Daha kötüsü, YZ eşitsizlikleri ortadan kaldırmak yerine, onları daha karmaşık ve görünmez hale getirerek “yeni nesil” eşitsizliklere yol açabilir. Daha önce matbaanın, radyonun ve televizyonun eğitimdeki etkilerini gördük. Her yeni teknoloji, devrim yaratma iddiasıyla geldi, ama beraberinde yeni sorular ve problemler getirdi. Bugün YZ ile eğitimde bir dönemin eşiğinde duruyoruz. Ancak asıl sormamız gereken şu: Bu teknoloji, gerçekten kime hizmet ediyor? Kimler bu “devrim” sayesinde ilerleyecek, kimler geride kalacak? Özetle: Teknoloji, yeni bir eşitlik mi yaratıyor yoksa eski eşitsizlikleri daha şık bir pakette mi sunuyor?
Unutmayalım, yeni teknolojinin yalnızca varlığı eğitimdeki sorunları çözmeyi garanti etmez. Demokrasi, eşitlik ve özgürlük için gereken dönüşüm, teknolojiyle değil, toplumsal mücadeleyle şekillenir. YZ’nin potansiyeli büyük, ama bu potansiyelin neye hizmet edeceği politik bir tercihten ibarettir. Teknoloji, ya eğitimi daha adil ve kapsayıcı bir hale getirmenin aracı olacak ya da küresel eşitsizliklerin bir başka yüzü. Ve bu tercihi yapacak olan yalnızca algoritmalar değil; toplumsal mücadelenin kendisidir.
(1) Yıldız, A., Dindar, H., Ünlü, D., Gökçe, N., vd. (2018). Yetişkin Yeterliklerinin Uluslararası Değerlendirilmesi Programı (PIAAC)” Sonuçları Bağlamında Türkiye’de Temel Eğitim Sorunlarını Yeniden Düşünmek. Ankara University Journal of Faculty of Educational Sciences (JFES), 51(2), 209-237. https://doi.org/10.30964/auebfd.438222
(2) UNESCO. (2020). Küresel Eğitim İzleme Raporu 2020: Kapsayıcılık ve eğitim: İstisnasız herkes için eğitim (Özet). UNESCO Yayınları. Erişim adresi: https://unesdoc.unesco.org/ark:/48223/pf0000373721_tur
(3)Papert, S. (1993). The Children’s Machine: Rethinking School in the Age of the Computer. Basic Books.
(4) Amazon’un işe alım algoritmasıyla ilgili örnek, 2018 yılında Reuters tarafından yayınlanan bir haberden alınmıştır. Haberde, Amazon’un 2014-2017 yılları arasında geliştirdiği ve işe alım süreçlerini otomatikleştirmeyi amaçlayan bir yapay zekâ sisteminin, kadın adaylara karşı önyargılı davrandığı belirtilmiştir. Algoritma, geçmişte erkek ağırlıklı bir teknoloji sektörü verisiyle eğitildiği için, kadın adayları sistematik olarak dezavantajlı bir konuma itmiştir. Örneğin, sistem, özgeçmişlerde “kadın” ya da kadınlara özgü faaliyetlerle ilişkilendirilen terimler geçtiğinde bu özgeçmişleri olumsuz değerlendirmiştir. Bu durum, algoritmaların eğitildikleri verilerdeki toplumsal önyargıları öğrenebileceğini ve bu önyargıları yeniden üretebileceğini gösteren somut bir örnek olarak sıkça tartışılmaktadır. Daha fazla bilgi için şu kaynak kullanılabilir:Reuters, “Amazon scraps secret AI recruiting tool that showed bias against women,” October 2018.
Ahmet Yıldız
1997 yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde Eğitim Yönetimi ve Planlaması alanında lisans derecesini; 2002 yılında aynı fakültede yüksek lisans derecesini ve 2006 yılında da doktora derecesini Halk Eğitimi/Yetişkin Eğitimi alanında aldı. Doktora sonrası araştırmalar yapmak üzere 2009-2010 öğretim yılında Lancaster Üniversitesi’nde (İngiltere) bulundu. 2017-2018 yıllarında Applied Sciences Upper Austria Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2010 yılında yardımcı doçent, 2012 yılında doçent, 2023 yılında profesör unvanı aldı. Halen Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Hayat Boyu Öğrenme ve Yetişkin Eğitimi bölümünde çalışmaktadır. Yetişkinlerin temel eğitimi, halk eğitimi tarihi, yetişkin okuryazarlığı, yerel yönetimler ve eğitim, öğretmenlik mesleğinin dönüşümü, kırsal alanlarda eğitim, eleştirel eğitim düşünce ve uygulamaları ile laik eğitim konularında çalışmaları bulunmaktadır.
TBMM, ‘Aralık’ ayı bütçe görüşmelerinde çok hareketli günler yaşar.
‘Atanmış bakanlar’; kendilerinden habersizce hazırlanan, sınırları belli olan ‘değiştirilemez’ bütçelerini alarak TBMM’ye gelirler. Yasa gereği: bu bütçenin TBMM görüşülüp onanması gerekiyormuş.
Zaten, meclisteki sayısal çoğunluk, bu bütçenin ‘değiştirilmez’ olduğuna inanmıştır. Zaten, muhalefetin ‘seçilmiş’ vekilleri etkisiz-yetkisiz kalmıştır.
Muhalif vekillerin kimileri: üzgün-gergin-mahcup-utangaç olsa da fırsat bulmuşken, yoksul halkın sorunlarını ve gasp edilen haklarını dile getirir. Kimileri de bu fırsatta: “Vatan-Millet-Sakarya” diye seçmenlere selam gönderir.
İşte böylesi ortamda yapılan görüşmelerde sesler de tansiyonlar da yükselir.
Fakat sonuç hiç değişmez ve ‘değişmez’ bütçe geldiği gibi kabul edilerek hazırlayan makama “arz” edilir.
2025 bütçesi de aynı şekilde kabul edilip gereği yapılsın diye arz edildi.
Peki ben size bu bilindik özeti niçin yaptım?
Çünkü; bir ‘Bakanlık’ olmayan Diyanet İşleri Başkanlığı 130.1 milyar TL olan 2025 bütçesi: İçişleri/ Dışişleri/ Enerji ve Tabii Kaynaklar/ Kültür ve Turizm/ Sanayi ve Teknoloji/ Ticaret / olmak üzere tam 6 Bakanlığı geride bıraktı.
Çünkü; bu bütçe teklifinde, “Din Hizmetleri ve Yaygın Din Eğitimi” için de 127 milyar 269 milyon 146 bin TL ayrılmış! Peki, Diyanet’in “Din Hizmetleri ve Yaygın Din Eğitimi” birimi bu bütçe ile ne yapacak? Tabii ki yapışık ikiz haline geldikleri MEB sahalarında çalışacaklar.
Çünkü; Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) gelecek nesli, özgürlüğü ve özgünlüğü olmayan “kullar” yetiştirmek istiyor. Bu amaç için MEB, Diyaneti, Tarikatları ve Dinci Vakıfları birer Sivil Toplum Örgütü (STO) saydı ve onlarla işbirliği yaptı. Böylece, onların ‘Sünni’ elemanları okullarda: “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum Projesi” (ÇEDES) için birer uygulayıcı ve eğitimci oldu.
(Acaba başarırlar mı? Diyenlere cevabımdır: Evet, %1(Yüzde bir) başarı kazanmak bile onlar için başarı, bizim için başarısızlık ve yenilgidir).
İşte, bunları bilmeyenler duysun, bilenler hatırlasın ve birlikte düşünelim istedim.
***
Milattan önceki on binlerce ve sonrasındaki 2025 yıl, insanlığa dedi ki:
Tüm bilimler; deney, gözlem, araştırma ve sorgulamalar sonucu oluşur.
İnançlar ise; ruhsal ve kişiye özel inanışlar oldukları için deney, gözlem, araştırma ve sorgulamaya kapalıdır.
O halde diyebiliriz ki, dünyadaki hiçbir dini öğreti ve hiçbir dini kitap bilimsel değildir.
Fakat bizler demokratik bir anlayışla; kişiye saygıyı esas alır, onun tüm inanç ve değerlerini saygın görürüz. Ayrıca da inancın herkesi değil, sadece ona inananı bağladığını kabul ederiz…
NOKTA.
*
Evet, eğitim bir bilimdir ve yurdumuzdaki uygulayıcı da MEB’dir.
Peki MEB, bilimsel olmayan, ruhsal alanla ilgili olan; Diyanet, Tarikatlar ve Dinci Vakıflardan niçin eğitimci ve eğitim desteği alabilir?
Bu tuhaflık neden/niçin hangi amaçlarla oluşmuştur ve karanlık perdenin arkasında neler olup bitiyor?
Diye sorup bakındıkça:
Dünya bilişim çağında ve “Yapay Zeka” ile yol aldığını…
Çıkar savaşları altta kalanların canını yakarak devam ettiğini…
Yurdumuzda da:
Emekliler, işçiler, işsizler yoksul, aç ve güvencesizliğini…
Bir tost alacak parası olmadığı için aç kalan ilk-orta-lise öğrencilerini…
Barınacak yeri olmadığı için kazandığı üniversiteye kayıt yaptıramayan gençleri…
Her gün başka ülkede para ve yatırımcı arayan Maliye Bakanını…
MEB’in ortaçağ hurafeleri ile uğraştığını…
Ve bir de: “İtibardan Tasarruf Olmaz” diyen büyüklerimizi görürüz.
İşte bu büyükler ya da “Devlet Ricali” için: vatandaşın ne durumda olduğu hiç önemli değildir. Onlar; “İtibardan Tasarruf Olmaz” diyerek; saraylar, köşkler yapar, ekolojik dengeyi bozan madenler için ruhsat verir, müşterisiz yollar, tüneller yaparlar. (Tabii ki, ülkenin birer kara deliği olacak bu işleri de adrese teslim ihalelerle yandaşlarına yaptırırlar)
Ayrıca bu devlet ricalinin; kara, hava ve denizde yol alan en pahalı ve zırhlı binlerce taşıtı var.
Dünyada ender görülen bu taşıt konvoyu yüzlerce koruma eşliğinde yurtiçi ve yurtdışında sürekli geziyor. Fakat, işsizlik-yoksulluk yüzünden yollarda trafikte yoğunluğu da var. Korumalar da “Yol hakkı büyüklerindir.” diye; korna çalarak, çakar lamba yakarak, sözle tehdit edip korku salarak halkın yolunu keserler.
Ve bu şaşaalı düzenleri hep sürüp gitsin istiyorlar. Bunun için de görevi: çağdaş-demokratik-laik-bilimsel ilkelere uygun eğitim olan okullara zorunlu din dersi ve seçmeli derslerle imam-hatip okullarına benzettiler. Ve bu eğitimin amacı da soru sormayan, emre itaat eden, kindar ve dindar nesiller yetiştirmektir.
*
Ve MEB çağdaş anlayışla kamu hizmeti veren belediyeleri engellemek için İçişleri Bakanlığına gönderdiği yazıda bakın özetle neler yazmış: “Kreş eğitim yuvasıdır. Eğitim milli eğitimin işidir. Yenisini açtırmayın, eskisini kapatın.” diyor.
“Eğitim milli eğitimin işidir.” sözü yıllarca MEB Müsteşarlığı yapan bakana hiç yakışmıyor değil mi?
Acaba bu bakan eğitimin tanımını bilmiyor mu?
Çünkü eğitim; yaygın ve örgün olarak yaşamın olduğu her yerde: evde, sokakta, tarlada… ve okulda vardır.
Çünkü; işbirliği yaptığı: Diyanet, Tarikatlar ve Dinci Vakıflar da harıl harıl yaygın eğitim veriyorlar.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’in enflasyon verilerini hangi kıstaslara göre belirlediğini sakladığı gibi, asgari ücretle çalışanların sayısını da ‘sır’ gibi saklıyor. Fakat çeşitli araştırmalar; ülke çapında asgari ücret ve civarı ücretle çalışanların yüzde 50’si, özel sektör ise bu oranın yüzde 70,4 olduğunu gösteriyor.
Sevgili okurlarım;
Her yılın Aralık ayında gelecek yılın bütçesi hazırlandığı için bu ay gelince asgari ücretli halk hayal kurar umutlanır. Bu yüzden bugünkü yazıma; emeğinin karşılığını alamayanlara ve onların beklentilerine ayırmak istedim. Sonra vazgeçip bütçeleri çokça tartışılan eğitim ve diyanet sistemine dair yazmak istedim. Sonra yine vazgeçtim. (lütfen bu kararsızlığımı hoşgörünüz).
Şimdi göreceğiniz gibi satırlarım beni Aralık ayının karanlık arşivlerine götürdü.
***
Günümüz ile önceki yıllara ait toplumsal arşivimiz; yüzleşmekten korkarak, unutmak, yok saymak ve yok etmek isteğiyle sürekli halının altın süpürülmüş pek çok acı, yokluk, utanç, hukuksuzlukla dolu. 2024 birkaç gün sonra çekip gidecek. Onun da ahlarla dolu bir bagajı var ve onu 2025’e miras bırakacak.
Arşive girmişken farklı yılların Aralık aylarında yaşanıp karanlıkta kalmış sadece birkaç olayı sizlere de anımsatmak istedim:
“MARAŞ KATLİAMI”: (19-26 Aralık 1978) Yedi gün-gece süren olaylarda; faşistler evlerini işaretlediği Alevilerden 111 kişiyi vahşice öldürmüş, 559 ev ile 290 işyerini de yakIP, yıkıp, tahrip etmişlerdi.
*
“CEZAEVLERİ KATLİAMI”: 19 Aralık 2000 günü cezaevlerini F tipine çevirmek uğruna; 30’u tutuklu, 2’si asker 32 kişi öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştı.
*
“ROBOSKİ KATLİAMI” 28 Aralık 2011 THK’ne ait F-16 savaş uçakları aldıkları emirle: Irak’ın kuzeyinden mazot ve kaçak gıda getiren 17’si çocuk 34 kişiyi ve yük taşıyan katırları bombalarla katletti.
*
“PARALARI SIFIRLA”: 17/25 Aralık 2013 günlerinde baba-oğul ve çokça devlet büyüğü ile hayırsever tedarikçileri arasında hemen herkesin dinlediği çok samimi muhabbet kayıtları ortaya çıkmıştı. Ancak, bu kayıtlar; yasal yollardan değil de “Fetö Kumpası” soncu toplanmış kabul edilmiş. Muhabbet edenler mağdur ve “sıfırlanan paralar” da “helal” sayılmıştı. Yani bu kayıtlar için de ‘gereği’ yapılmamıştı.
*
“TRUMP”: Yeniden ABD Başkanı seçildi. Esad rejiminin dirençsiz olarak yıkılınca 18 Aralık 2024 günü: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı için: “Çok akıllı bir adam ve çok güçlü… Suriye’nin anahtarı Türkiye’nin elinde olacak. Bunu söyleyen kimseyi duymamışsınızdır ama bu böyle.” Dedi. İşte bu sözlerin verdiği güçle Erdoğan da: “Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782 bin kilometrekareyle sınırlandıramayız. İnsan nasıl kaderinden kaçarak kurtulamazsa Türkiye ve Türk milleti de mukadderatından kaçamaz, saklanamaz.” dedi. Anlaşılan o ki özenle seçilmiş sözler bir: “Osmanlıcılık Düşü” depreşmesi ve hedefinde Kürtler var. Demek ki, Sn. Erdoğan: Trump’ın 18 Ekim 2018 günü yazıp dünyaya ilan ederek diplomasi arşivine kazandırdığı o ünlü “Aptallık Etme!” mektubunu ve ‘dostça’ uyarılarını unutmuş.
*
“YARGITAY ÜÇÜNCÜ DAİRESİ”: (Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin Hatay milletvekili Av. Can ATALAY için verdiği: “hak ihlali” kararına uymamış hem de kararı veren AYM hakimleri için suç duyurusunda bulunarak ün kazanmıştı). 13 Aralık 2024 günü de 8 yıl önce, Atatürk Havalimanı’nda 45 insanı katledip 46’şer kez ağırlaştırılmış müebbet cezası almış olan 6 IŞİD’liyi hiçbir önlem-kısıtlama olmaksızın serbest bırakmış. (Sanırım bu karar da karanlık arşivlere girecek. Kararı bir yüksek yargı organı vermiş ve benim bu karara dair neden-niçin sıralama yetkim de yeterliliğim yok. Fakat şaşkınım, çünkü ortada 45 canı yok eden 6 kişi, bir de çokça savcı-yargıç ve savunman görüşüyle verilmiş bir karar var. Acaba, Yargıtay 3. dairesi, bu karar hangi amaç, gerekçe, felsefe ile geçersiz saymış.
Sizce de bu sonuç çok garip değil mi?
Nerden nereye…
***
Yukarıdaki birkaç örnek anımsatmadan eğer bir çıkarım yapacak olursak: “Halktan yana olmayan tüm iktidarların amacı; halkın yaşamını zorlaştıran olguları saklamak ve unutturmak olmuştur! Diyebiliriz.
İşte bu yüzden iktidarlar sürekli olarak; gerçeklere ulaşmayı zorlaştıran, engelleyen yalan ve algılarla sıkıca örülmüş ışık geçirmez perdeler üretmiş, bu tuzaklarla karanlık uygulamalar yapmışlardır.
Evet, AKP iktidarı da çokça acı, yokluk, hukuksuzluk dolu bir bagajı teslim almıştı. Fakat, 22 yıllık uzun ömründe, bu bagajı temizlemediği gibi uygulamalarıyla bagajı; “karesi-küpü” olarak arttırmış ve arttırmaya devam ediyor.
Şimdilik bir rakibi de pazarlama sorunu da yok gibi.
Çünkü, bu iktidarın karanlığı ‘kader’ bilen, aydınlıktan korkan pek çok müşterisi var.
Ve çok satıyor!
Hukuk yoksunu zor günlerden geçiyoruz.
İç sesimiz her gün dile gelerek buyruk verircesine: “Çocuklarımızla birlikte çok çektik, bari torunlarımız yaşamasın bu zorlukları, bari onların iyi günleri olsun!” Diyor.
İşte yılın son ayının üçte ikisini de geçtik!
Güneş biraz daha erken doğup günleri uzatacak.
Artık, çocuklar ortalık biraz daha aydınlanınca okullarına varacaklar.
Ve “karanlık perde” üreticilerinin de halkın iradesiyle, çekip gidecekleri kesin…
Peki ya yaşanmışlıkların sızıları?
Önümüz kış!.. Yoksulluk bitmedi. Yoksullukta birleşen kısık sesli on milyonların üstüne daha bir de soğuk karlar yağacak…
Yaşamda tek yönlü hiçbir neden-sonuç ilişkisi yoktur-olamaz.
Örneğin, kötülük yoksulluğu, yoksulluk da kötülüğü besler.
Komşuluk, birbirine selam vermek, el uzatmakla başlayan en eski bir insanlık değeridir. Komşuluk bugüne gelinceye kadar pek çok toplumsal süzgeçten geçmiş, çokça deneyimle test edilmiştir. Bu insani ilişki; komşu aileler, mahalle, köy, kent sırasını izleyerek başka ülkelere uzanarak evrenselleşir.
Bunun için her toplumun; masal, destan, öykü, roman, şiir, türkü, şarkısına konu olur. Bunun için tüm din-dil-töre-ahlak-hukuk-kültür-sanat sistemlerinde önemli bir yeri vardır.
Hemen herkes:
“Komşu dar gün dostudur, onun komşusunun malında gözü olmaz.
Komşu, komşusunu dinler-anlar, ona moral-destek verir, onun sevinç ve acılarını paylaşır…” Diyor.
Bunun için de her kültürde: “Ev alma komşu al.” “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” benzeri atasözleri vardır.
O halde, eğer günümüz ve gelecek nesillerimiz için güvenli bir yaşam istiyorsak, çocuklarımızı; komşularla dostça ilişki kuran, omuz omuza duran, barışık bireyler olarak eğitmeliyiz.
O zaman da insanlar göz-göze konuşur, birbirine el uzatır, duygudaş olur ve birbirlerine kötülük değil iyilik dilerler.
Çünkü, duygudaşlık, birlikte yol almanın en güçlü yakıtı olan sinerjidir. Sinerji, güçlerin toplamından daha büyük olan kuraldışı bir insani güçtür. Bu güç saygıyı esas alır ve insanlığa; onurlu-güvenli-huzurlu kazanımlar sağlar. Tarafların karşılıklı; sevgi-saygı-güven-dürüstlük ile devam eder. Başkalarına zarar vermeyip, içişlerine karışmadıkça da sürüp gider.
Her ailede olduğu gibi her komşunun da iç sorunlar vardır. “Komşuluk” için yaşayarak oluşmuş bazı etik kurallar vardır. “Birbirinin içişlerine karışmama” en öncelikli ve önemli kuraldır. Bu kural gereği sorunları ile baş etmeyi, komşularımıza bırakmalı, eğer o isterse yardım etmeliyiz. Eğer komşusunun içişlerine izinsiz karışılırsa o zaman komşuluk biter.
Komşular arasındaki; inançsal, sosyal, politik, ekonomik, kültürel bazı farklılıklar da sorun üretebilir. Böylesi sorunlara da ancak karşılıklı saygı, güveni esas alan barışçı bir dille çözüm bulunabilir.
***
Komşumuz Suriye
Osmanlı İmparatorluğu, pek çok etnik grup ve inancı barındırıyordu. Suriye de 1516-1918 yılları arasında Osmanlı’nın himayesindeydi. Ancak, Osmanlı yenildi, parçalanıp toprak kaybına uğradı ve sınırları değişti.
Bu nedenle 1918’de demiryolunun alt tarafında ev-arazisi olan Suriyeli… Demiryolunun üst tarafında ev-arazisi olan ise Türkiyeli sayılmıştı. Bu mekanik paylaşımla; aynı etnik yapısı, inancı, dili olan sülale ve akraba aileler parçalanmış, kardeşlerden kimi Türkiyeli, kimi Suriyeli olmuştu.
Ve Türkiye ile en uzun sınırı (911 km.) olan komşu ülke de Suriye olmuştu.
İki komşu ülke arasında zaman zaman bazı sorunlar yaşansa da Suriye ve Türkiye dostluğu 2008 Haziran’da en üst seviyeye çıkmış ve Devlet Başkanı Beşşar Esad ile Başbakan Recep T. Erdoğan Bodrum’da buluşup ailece tatil bile yapmıştı.
Türkiye ve Suriye’nin birçok benzerliği de vardı. Örneğin:
İki ülkede de sık sık askeri darbe yaşanmıştı.
İki ülke de demokrasi yoksunu, yoksul kalmıştı.
Türkiye’de “Tek Adam” Erdoğan’ın 22 yıllık saltanatı devam ederken.
Suriye’de “Tek Adam” olan Esad’ın 24 yıllık saltanatı 8 Aralık 2024’te (7 gün önce) son bulmuştu. Despot Esad, köşk ve saraylarını bırakıp, halkın milyar dolarlarını çalarak Moskova’ya sığınmıştı. Peki, komşumuz Suriye’de neler neler olmuştu:
Temmuz 2011’de ABD, İngiltere, Fransa gibi emperyalist güçlerinin isteği ve Türkiye’nin katkısıyla Suriye’deki despot rejimi yıkmak için iç savaş başlamıştı.
Böylece Türkiye-Suriye komşuluğu ve dostluğu son bulmuş, Esad, Eset olmuştu.
Çatışmalarda büyük acılar yaşayan Suriye halkı can derdine düşüp, evini-barkını bırakmış ve çok büyük gruplar halinde komşu ülkelere, en çok da Türkiye’ye sığınmıştı.
Rusya ve İran’ın desteklediği Suriye rejimini yıkmak için 29 Temmuz 2011’de firari Suriyeli subaylarca “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO), 2017’de Türkiye’nin; finansman, eğitim ve askeri desteğiyle “Suriye Milli Ordusu” (SMO) kuruldu.
SMO daha çok; Özbek, Uygur, Çeçen ve Kafkasya’nın diğer yerlerinden gelmiş, talancı-yağmacı-öfkeli-kindar teröristlerden oluşmuştu.
Türkiye her ortamda “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız” diyor. Fakat TSK vasiliğinde SMO’yu besleyip, donatıyor, onlar da Suriye kent ve kurumlarını talan ve işgal ediyordu. Ayrıca, Suriye’deki Kürt yaşam alanlarına da karadan ve havadan sürekli “Harekât” düzenliyordu.
Suriye’nin yüzde doksanı Kürt-Alevi olan bir kentiydi Afrin. Ve Türkiye, 20 Ocak 2018 günkü “Zeytin Dalı Harekâtı” ile bu kenti ele geçirdi. Halkı çok büyük acılar yaşadı ve sağ kalanlar evini-bağını-bahçesini bırakıp göç etti.
Daha sonra Afrin’de yaşananları kısaca özetlersek:
Pek çok kişi işgal edilen Afrin’i Türkiye’nin 82’nci kenti saydı.
Hatay’dan yönetilmeye başlandı ve parası TL, dili Türkçe oldu.
Telefon sistemi, okul, sağlık ocağı, hastane, elektrik sistemleri Türkiye’ye bağlandı.
Kentin güvenliği TSK tarafından yetiştirilen ÖSO verildi.
Sonuç: KOMŞULUK değerleri yok edildi.
Demokrasi yoksunu Suriye ile Türkiye karşı karşıya geldi ve Suriye Devleti tarih arşivine girerek yok oldu.
Pek çok ülke gibi Türkiye’nin de “terörist” ilan ettiği HTŞ Suriye yönetimini ele geçirdi.
Suriye halkları; sosyal, politik, ekonomik, psikolojik çöküntü içinde kaldı.
Şimdi de Türkiye; “Terörist” ilan ettiği HTŞ ile ele ele ve yağmacı ÖSO çeteleriyle ile de gururlanıyor.
O, bilindik yandaş betoncu müteahhitler ve hamileri de kıs kıs gülüp avuç ovuşturuyor..
Çünkü; Suriye bu sömürücü azınlık için iştah kabartan “ekmek teknesi” bir enkaza dönmüş durumda…
Suç işleme özgürlüğü olanlar yine Kürt düşmanlığına devam ediyor!
Fiziki olarak zarar görmeden, acı çekmeden güven içinde yaşamak her canlı gibi her insanın temel duygusu ve hakkıdır. İnsanlar kendilerine yaşanacak ortam sağlamak için doğanın güç ve zıtlıkları ile sürekli mücadele ederler.
Birbirleriyle de duygularını paylaşır, tartışır, yarışır, empati yapar ve “Daha güvenli bir yaşam” uğruna nice bedel öderler. Kısacası insanlar; güvenli ve mutlu bir yaşam için çokça mutsuzluk yaşarlar.
İlk devletlerin oluşumu da böyle başlamıştır. Çünkü devlet, halka hizmet için güçlerinin uyumlu birlikteliği ile oluşan bir organizasyondur. Devletin asıl amacı da: birlik olmanın sağladığı ‘sinerji” ile ayrım yapmadan tüm halkın yaşamsal sorunlarına çözümler bulmaktır. Bu yüzden de devlet: ‘ana-baba-ulu-kutsal-değerli’ sayılmıştır.
Ne yazık ki zamanla devletler, kucaklayıcı-koruyucu kamusal görevlerini unutmuştur.
Hemen her ülke, saldırılardan korunmak için kalıntıları günümüze ulaşan çokça kale, kule, sur, saray ve zindan yapmıştır.
Ancak, ‘egemen güç’ ülkesi içinde güçlenip büyümekle yetinmez!.. Komşu ülkeden de: toprak, ganimet, cariye, köle almak ister. Bunun için buyruk verir savaş olur.
Dünyadaki kapitalist-emperyalist-faşist düzenler sonucu, belki birçok ülke zengin olmuştur.
Fakat egemenlerin: “hepsi benim olsun” anlayışıyla; ülke halkına refah payı verilmemiş, sömürüye devam denmiştir. Ve bu yüzden de, her ülkede ezilenler hep çoğunluk, ezenler ise hep küçük bir azınlık olmuştur.
Devletlerin yeni görevi de:
Emeği sömüren, hakları gasp eden ve doymak bilmeyen egemen güçleri korumak…
Emek sömürüsü istemeyen, hak, hukuk, adalet isteyen: köylü, işçi, işsiz, memur ve yoksullara tuzak ve barikat koymak olmuştur..
Bu genelleme, sadece bir ülke için değildir. Günümüzde hemen hemen tüm devletler, ülkelerinindeki egemen güçlerin emrindir ve onlara hizmet ederler.
***
Biraz da yurdumuzda olup-biten güncel olgulara bakalım:
Çünkü bugünlerde; işsiz, güvencesiz, yoksul kalmış: köylü, işçi, memur, öğrenciler meydanlarda, yollarda…
Çünkü onların; ormanı, merası, madeni, suyu, fabrikası, okulu, hastanesi çıkar çevrelerine ikram edilmiş!
Çünkü onların; insan hakları ve özgürlükleri yok sayılmış!
Çünkü onlar; işsiz, güvencesiz, yoksul bırakılmış!
Çünkü bu insanlar ‘insanca’ yaşamak istiyor ve yaşadıkları haksız ve hukuksuzları herkes duysun, seslerine ses versin, manevi destek olsun ve olanları başka kimse yaşamasın istiyorlar. Bu amaçla toplanıyor, yürüyor, direniyor, haykırıyorlar.
Çünkü; dağa, toprağa, ağaca, aşa, işe, insan ve canlılara zarar veren zalimler çoğaldı.
İşte iki örnek:
Birinci örnek, Çanakkale’den:
Çanakkale’de doğa katliamı var! Cengiz Holding ve benzerleri rant firmaları dur-durak-doymak bilmiyor. Sıraya girmiş yerli-yabancı şirketler arasında, bilindik olanlar yine sıranın en başındalar… Yine maden ocağı, JES ve termik santrallar için; ormanı, tarım arazilerini ve yaşam alanlarını yok edecekler.
Yaşanacak doğa felaketler için o yörenin köylü, kentli tüm halkı endişe-korku içinde.
*
İkinci örnek, Ankara’dan:
Nallıhan ilçesi Çayırhan Termik Santrali kâr eden ve 500 işçisi bulunan bir kamu kuruluşudur. Ve işçiler aileleri ile birlikte kuruma ait lojmanlarda oturmaktadır.
Şimdi bu sorunsuz kurum için, ‘kamu yararı gözetmeden’ bir özelleştirme kararı alınmış!.. (Ve kim bilir bu kârlı kurumu da kim bilir hangi yandaşa peşkeş çekecekler!)
Çayırhan Termik Santrali işçileri işsiz, aile evsiz, aşsız, çocuklar okulsuz kalacaklar. Bu acılar yaşanmasın diye ailece direnişteler
**
Şimdi de demokrasi ayıplarından birkaçına bakalım:
“Demokrasi ayıbı” dedim ya, bu söz için üç ‘çünkü’ sayabilirim:
Çünkü; demokrasi halkın özgür iradesiyle var olan bir yönetim biçimidir. Eğer bir ülkede halkın iradesi yok sayılmışsa, bu büyük ayıp demokrasiyi bitirir.
Çünkü; Ahmet Türk, 2016, 2019 ve 2024 yerel seçimlerinde Mardin Belediye Eş Başkanlığını (her seferinde oy artırarak) kazandı. Ve fakat üç kez de görevden alındı!
Çünkü; 2024 Haziran-Kasım arasında: Hakkari, Esenyurt, Mardin, Batman, Halfeti, Dersim ve Ovacık Belediyelerine kayyumlar atandı. Böylece oy kullanan halka: oyunu saymıyor ve iradeni tanımıyorum denmiş oldu.
Peki, demokrasi için bunlardan daha büyük bir ayıp olabilir mi?
***
Birkaç ayda yaşananlardan sadece birkaçını saydım. Fakat her seferinde de bu demokratik hak ve istekler devlet güçlerince engelleniyor.
Ne acıdır ki, hak arayanları engelleyen: polis, jandarma ve askerlerin tümü yoksul halk çocuklarıdır. Onlar emir alan ‘neferler’ oldukları için aldıkları emirle hak arayan; anne-baba-kardeş-akraba-komşu yani yoksul halka karşı duruyorlar. Hem de telaş içinde ve öfkeli-kinli bakışlarla…
Henüz mağdurlar isteklerini, ‘yetkiliye’ anlatma fırsatı bulamamışken, ‘güç’ gösterisi başlar. Bariyer-engeller konur ve su-gaz sıkma, cop sallamalar başlar.
Bu telaş neden? Neden! Niçin!
Cevap sız kalan soru ve çığlıklar devam etse de hak arayanlar, haklı olanlar engellenir. (Hani; “Ağaç baltaya demiş ki: Beni kestiğine değil sapının benden olduğuna yanarım.” derler ya, ne yazıktır ki yaşanan tam da böyle bir durum.)
Bununla da yetinmezler bir de: “Halkı kin, nefret düşmanlığa tahrik ve aşağılama etmek…” suçlamasıyla bir yargılama başlatırlar…
İşte yaşananlar ayan-beyan duruyor.
Şimdi de en yetkili kimse ona üç soru sorup yazımızı noktalayalım:
Sizin önlerine bariyer koydurduklarınız: dağını, toprağını, ormanını, ağacını, aşını, işini, oyunu, haklarını, özgürlüğünü korumak istiyor, siz onlardan ne istiyorsunuz?
Acaba kim, kimi: kin, nefret ve düşmanlıkla tahrik edip aşağılıyor?
Pek çok kişi gibi ben de zor günlerin ikileminde kalmış karasız biri olarak, kendimle didişiyorum. Günlerdir, bir yanım:
“Haksızlıkları gör-duy-oku-düşün-yaz!”
Bir yanım ise:
“Çık sokağa hesap sor, bağır çığlık at!”
Diyor.
Ben ise olanları: görüyor, dinliyor, araştırıyor, okuyor ve iç çığlıklarıma ses vermeden susup otuyorum.
Susmak niye?
Görmek, duymak, okumak, sormak, düşünmek, yazmak ve haksızlıklara karşı durmak birbirini besleyen, geliştiren, var eden birer olgu değil midir?
‘İnsan’ olduğum için, zaten olup bitenlerden herkes gibi benim de pay ve sorumluluğum var.
Olmaması gereken, olanları çaresizce kabullenip ve susmaktır.
Buna karşın niye ikilem yaşayıp da susuyoruz, bu ne kadar da saçma!
Olması gereken ise haksızlıklara çare-çözüm bulamayan 22 yıllık iktidar sistemini sorgulayıp, ondan hesap sormaktır.
***
20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü!..
Haklar; bireylerin güven içinde, sağlıklı ve özgür yaşamasını sağlar. Bugün, çocuk haklarına konan engelleri kaldırmak, bataklıkları kurutmak ve karanlıklara ışık tutmak içindir.
Gel gör ki, yurdumuzun birkaç güncel manzarası da:
Çokça ‘Narin’ çocuğun, hunharca yok edildiğini…
Çıkar sağlamak için, hastanelerde sağlık personelinin emir-katkı-gözetimi altında ölüm çeteleri kurulduğu, bunların “Yeni Doğan” bebekleri vahşice öldürdüğünü…
Tarikat dehlizleri ve devlet kurumlarında “korunan(!)” çocukların işkence, taciz, tecavüz gördüğünü…
Çocuk gelinlerin çoğaldığını, yoksulluk nedeniyle çocukların alev alev yandığını …
Söylüyor!… Böyle bir iklimde kutlanacak: “Dünya Çocuk Hakları Günü”!
Günün hikayesi de şöyledir:
Birleşmiş Milletler 20 Kasım 1989 günü “Çocuk Hakları Sözleşmesi”ni benimser ve 2 Eylül 1990’de yürürlüğe koyar. Türkiye dahil 196 ülke de imzalar.
Türkiye Cumhuriyeti, sözleşmeyi 14 Ekim 1990’da imzalar ve 27 Ocak 1995’te de yürürlüğe koyar. Ancak; ‘Sözleşme’nin 17. 29. 30. maddeleri için “İhtirazi Kayıt” düşmüştür. (“İhtirazi kayıt”: hak kullanma hakkını saklı tutmak, engellemektir.)
İşte o maddeler:
MADDE:17 (5 fıkradan oluşur ve bence “İhtirazi Kayıt” 4. fıkra içindir) 4. fıkra: “Kitle iletişim araçlarını azınlık grubu veya bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine özel önem göstermeleri konusunda teşvik ederler;” MADDE:29 (2 fıkra 5 benttir. Ve bence “İhtirazi Kayıt” şunlar içindir): – 1. fıkranın 3. bendi: “Çocuğun ana–babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi;” – 1. fıkranın 4. bendi de: “Çocuğun, anlayışı, barış, hoşgörü, cinsler arası eşitlik ve ister etnik, ister ulusal, ister dini gruplardan, isterse yerli halktan olsun, tüm insanlar arasında dostluk ruhuyla, özgür bir toplumda, yaşantıyı, sorumlulukla üstlenecek şekilde hazırlanması; MADDE:30 (“İhtirazi Kayıt” tüm madde içindir): “Soya, dine ya da dile dayalı azınlıkların ya da yerli halkların var olduğu Devletlerde, böyle bir azınlığa mensup olan ya da yerli halktan olan çocuk, ait olduğu azınlık topluluğunun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma ve uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz.” (“İhtirazi Kayıt” ve olasılıklarını ben sıraladım, yorumlamasını da siz sevgili okurlarıma bırakıyorum).
***
Bir zamanlar duyar, görür, okurduk:
Kentlerin arka sokaklarında ve yolu olmayan, olan yolları da kapalı olan tenhada unutulmuş, kimsesiz kalmış kentler ile köylerde yaşanan acıları…
Oralarda; çokça bebenin; kimisi ana karnında (henüz dünyaya merhaba demeden) bir başına, kimisi anasıyla birlikte, kimileri de merhaba dediği dünyada sadece birkaç gün yaşayıp kendi iç ateşleri ile ölürdü.
Bu ölümlerde; ne bir kazanın darbesi, ne de bir savaşın yarası vardı, bunlar sadece kimsesiz bırakılmanın sonucu ölümlerdi.
Bu ölümler: ihmalin, yokluğun, ezikliğin, çaresizliğin, başeğişin duyulmayan birer çığlığıydı.
Bu çığlıklara çare-çözüm bulmakla görevli olanların da çare-çözüm bulmak yerine, çokça bahaneleri vardı ve bunlar:
“Kış, kar-tipi-fırtına-çığ var!”
“Yol yok, yollar kapalı!”
“Kaderleri buymuş / böyleymiş!”
“Takdiri ilahiyle melek oldular!”
… diye sürüp giderdi…
Peki, ya şimdi! Ne diyecek hangi bahanelere sığınacak 22 yıldır ülkeyi tek başına yöneten iktidar?
Çokça kamu kuruluşunu işlevsiz bırakıp, çökerttiğini…
Ülke temelinin dayandığı hukuk-güvenlik-sağlık-eğitim ve kamu kaynakları için ne “oldu bittiler” yaşattığını…
Özetlersek;
1. Hukuk sisteminde:
Kuvvetler ayrılığı yok edilmiş, yetkiler tek kişide toplanmış.
Yargı güvencesi olan kurumlar arasında çatışmalar başlamış.
Demokrasilerin ilk koşulu seçme-seçilme haklarının yok sayılarak “atanmış kayyum” sistemi başlamış.
Türkiye’miz; 2024 “Hukukun Üstünlüğü Endeksinde” 173 ülke arasında 148. olmuştur. 2. Sosyal Güvenlik ve Sağlık Sisteminde:
Devletin, vatandaşa sağlıklı yaşam sağlamak zorunda olduğu hastaneleri atıl duruma düşürülmüş…
Bazı özel kişilere, ülkede birer kara delik olduğu söylenen “Özel Hastaneler” açtırılmıştır.
3. Eğitim Sisteminde:
Tüm okullarda “laik demokratik eğitim” verilmesi ilkesi bile isteye terk edilmiş.
Dindar ve kindar bir nesil yetiştirmek için “zorunlu din dersi” odaklı bir sisteme geçilmiş…
Kurulan yeni sistem de Sünni anlayıştaki diyanet-tarikat-cemaat yönetim ve denetimine verilmiş…
Sadece varlıklı aile çocuklarının gidebilecekleri “Özel Okullar” açılmıştır.
4. Kamu Kaynaklarında:
Eko-sistemi koruyup, kaynakları tüm vatandaşların yararına kullanmak terk edilmiş, kamuya ait halkın ekmek teknesi pek çok kaynak ve kurumu belirli kişi ve gruplara yok pahasına adrese teslim ihalelerle satılmış, satılmaktadır..
Böylece;
*Hukukta:
Yargı kurumlarımız iç çelişkileri nedeniyle zaman zaman Anayasaya ve Uluslararası sözleşmelere uymayan uygulamalarda bulunmaktadırlar.
*Sosyal Güvenlik ve Sağlıkta:
Sağlık güvencesi olmayan vatandaşların çoğaldığı…
*Eğitimde:
Soru sormayı, yorum yapmayı, özgün düşünmeyi ve konuşmayı bilmeyen dindar-kindar-kaderci bir nesil yetiştiği…
*Kamu Kaynaklarında:
Orman, maden, su, toprak, canlılar arasındaki eko sistemin bozulduğu…
Köylerin boşaldığı: tarım, orman ve hayvancılığın can çekiştiğini görürüz.
Peki, bu yapılanlar, yapanlara kâr mı kalacak?
İnsanca yaşamak için bu kötü gidişi durdurmalıyız.
*
Ve yazıyı iyi bir haberle noktalayalım:
Sn. Turan Çömez, devlet koruması altındaki çocuklara uygulanan bir insanlık suçunu ortaya çıkardı.
Ve nihayet TBMM’de tüm partilerin uzlaşmasıyla bu konuyu araştırmak üzere bir komisyon kuruldu.
Bu komisyon; “üstün çocuk haklarına” karşı işlenen suçları durdurmak ve “Çocuk Hakları Sözleşmesi” 17. 29. 30. maddelere konan o ayıplı “İhtirazi Kayıt”ları da kaldırmak için yol-yöntem bulmalıdır.