Koronavirüs Bizi Nasıl Eğitiyor?
Kemal İnal
Eğitim, öğrenmedir. Öğrenme yaratması beklenmeyen bir eğitim düşünülemez. Olumlu olduğu kadar olumsuz, iyi olduğu kadar kötü, doğru olduğu kadar yanlış şeyler de bizi eğitir. En azından bir şeyler öğretir. Elbette ders alana veya çıkarana. Koronavirüs de farkında olmadan bizi eğitmeye devam ediyor. Bir musibet, bin nasihate yeğdir. Kaç aydır insanlık, koronavirüs karşısında belirsizlik, panik ve korku eşliğinde pek çok şeyi de öğrenmek zorunda kalıyor. Genç veya yaşlı fark etmez; herkesin hayatına yeni kavramlar giriyor, en okumaz-yazmazımız bile “virüs”, “karantina”, “pandemi”, “test”, “kit” gibi tıbbi kavramları öğreniyor. Ya da bunlara ilişkin iyi-kötü bir fikir ediniyor. Kriz, iyi öğretmek/öğrenmek için bir fırsattır aslında. Bu, sağlık veya hijyen bilgisinde yeni, zorunlu ve etkili bir sosyalleşme sürecine girdiğimizi gösteriyor. Tıp bilimi, bize kendini adeta dayatıyor. Çoğumuz ilk kez tıbbın bir meslek, sağlık hizmeti ve şifa kaynağı olmasının yanı sıra bir “bilim dalı” olduğunu da anlamaya başladık.
***
İlginçtir, böylesi küresel felaketlerde mistik dilden konuşan, hurafelere batmış ve dinsel referanslar veren kanaat önderleri yerine insanlık, hekimleri daha fazla dikkate alıp dinliyor. Halklar, virüs karşısında nasıl davranacaklarına karar verebilmek için hekimler başta olmak üzere seküler yetkililerin otoritelerini kabul ediyor. Tıpkı depremlerde jeologların fikirlerini daha çok merak edip dinlediğimiz gibi. Bilim, gücünü, kanıtlanmış pratiklerinden alır. Bilime güveniyoruz ve herkes, şifanın hurafede değil, bilimde olduğunun gayet farkında. Dua edilse, yüzler türbe duvarına sürülse, ilahi işaretlerden dem vurulsa bile aklı başında insanlar, koronavirüsün ilacını, aşısını ve tedavi ekipmanının bulunmasını, geliştirilmesini ve şifa kaynağı olmasını dört gözle bekliyor. Çünkü can tatlı, hayat her şeye rağmen güzeldir. Onca öte dünya düşüncesi, cennet beklentisi ve hayırların yazılacağı sevapların hesaplanmasına rağmen kimse bu dünyayı hemen terk etmek istemiyor. Bugünlerde zorunlu anti-sosyalleşmemizin gereğini, anlamını ve önemini büyük ölçüde tıbbi bilgi üzerinden inşa ediyoruz. İnsanlardan fiziken mesafelenirken, ailemiz ve medya üzerinden başka türlü bir sosyalleşme içine giriyoruz.
***
Öncelikle, koronavirüse dair hemen her türlü, çok sayıda ve değişik haber, yorum, değerlendirme ve istatistiki analizleri pür dikkat izliyor, okuyor ve değerlendiriyoruz. Küresel salgına karşı konumumuzu kişisel olarak düzenliyoruz. Sosyal medya mecrasında pek çok kişi bu konulara dair ya bir haber üretiyor veya ajansların geçtiği haberleri paylaşıyor, yorumluyor, çıkardığı dersleri iletiyor. Bu aralar TV’lerde, internet sitelerinde ve gazetelerde sadece hekimlerin sesi duyuluyor. Olması gereken de bu. İmam bu kültürde hayırlı bir insandır, ama değer verdiğimiz kişi hekimdir. Çevremizde her şeyine güvendiğimiz akıllı biri vardır ama böylesi dönemlerde hemşire, eczacı veya sağlık teknisyeni bizim için daha değerlidir. Sanırım bu süreçte rakamlar, tablolar ve istatistiklerle fazla meşgulüz. Ülkelerdeki vaka ve iyileşenlerin sayısını merakla öğreniyor, karşılaştırmalar yapıyor ve birtakım çıkarımlarda bulunuyoruz. Aşı geliştiriliyor mu diye pür dikkat haber takip ediyoruz. Yani aklımızı kullanmaya çalışıyoruz; başka da yapacak bir şey yok. Ama aklımızı çoğu zaman sadece dayanışmacı, işbirliğine açık ve yardımsever şeklinde değil, bencilce de kullanabiliyoruz. Bu davranış biçimi, pek çok faktörün üzerimizdeki en büyük hasarı veya kalıntısıdır. Fazla talep olan malların (üst ve orta sınıflar için tuvalet kâğıdı, alt sınıflar için makarna, bütün kesimler için kolonya ve çeşitli dezenfenktanlar) fiyatını hemen artırıp fahiş kârlar yapıyor, sahte kimlikle girip insanların evlerini virüs taraması yapma bahanesiyle soyabiliyor, alındığımız karantinadan kaçabiliyor, sahte dezenfenktan üretebiliyoruz. Hatta virüsümüzü bilerek başkalarına bulaştırabiliyoruz (karantinaya alınan bir kadının, karantinadan kaçamayınca, görevli polisin yüzüne tükürerek “ben hastaysam, sen de hasta ol” demesinde olduğu gibi). Fakat bu tür davrananların sayısının çok fazla olduğunu düşünmüyorum. Aklını olduğu kadar vicdanını yitirmemiş insan tipi hâlâ bu dünyada egemen. Sorun, onlarda değil, seçilen sistemlerde. Her türlü kriz döneminde insanlık ahlak, vicdan ve adalet gibi kavramları daha fazla düşünür ve gündeme getirir. Savaşlar, salgın hastalıklar, depremler, ekonomik krizler, yangınlar, askeri darbeler, kitlesel göçler, çeşitli hastalıklar, insanlığı sürekli ahlaki değerlendirmenin ortasında bırakır. Yaşam yeniden değerlendirilir. Böyle dönemlerde, eğer çok bireyci değilsek, toplum olmanın anlamını yeniden düşünürüz. Kendimiz bir parça olsak da, bir bütüne aidiz. Bütünsel düşünmek doğamızda var ama tabii belli koşullarda.
***
Koronavirüs çeşitli “kültürel kalıplar” konusunda da bizi değişmeye zorluyor. Zorladı bile. Bu değişim de, yeni bir öğrenme sürecini dayattı. Örneğin başkalarıyla, kültürel kodlarımızın emrettiği yerel selamlaşma biçimleri yerine (sarılıp öpüşmek gibi), küresel düzeyde ortak selamlaşma konusu haline gelen bazı kültürlerin hijyenik selamlaşma biçimlerini (Hindistan’dan “nameste”, Türkiye’den “derviş”, Japonlardan öne eğilerek selamlama vb.) benimsedik ilk aşamada; elbette eve kapanma öncesi günlerde. Kültürler arası iletişimin bir konusu olan kişiler arası mesafeye dair belirlenmiş, meşru ve normatif fiziki mesafeleri yeniden değerlendirdik. Eğer dışarı çıkıyorsak, öpüşmek artık yok, tokalaşma kalktı, toplu taşıma gibi kamusal alanlarda eldiven ve maske takıyoruz; başkasına bir metreden fazla yaklaşmıyoruz, hapşırırken ağzımızı nasıl kapatacağımızı yeniden öğreniyoruz. Sus işareti yapan hemşire fotoğrafının imajı yeniden döndü aramıza. Bütün bunlar, aslında yerel kültürlerin kimi yönlerinin, koronavirüsün bulaşmaması konusunda gözden geçirildiği, hatta reddedildiği ve yanlış bulunduğu bir ortama işaret ediyor. Kültür kolay değişmez çünkü binlerce yıldan bu yana süzülüp gelen bir birikime dayanır. Kültürel alışkanlıklarımız çok güçlüdür. Rutine binmiştir. Yapmazsak, kendimizi eksik hissederiz. Çoğu zaman da bunları farkında ve bilincinde olmadan yaparız. Ama hayati bir konu olduğunda, bunları hemen hatırlar ve gözden geçiririz. Sigara içenlerin yumurta kapıya dayandığında, sigarayı bırakmasında olduğu gibi. Türkiye gibi hâlâ cemaat türü davranış ile bencil düşünme kalıpları arasında bir yerde olan ülkelerin kültürleri, Singapur, Çin ve Güney Kore gibi toplumların hem yönetim hem de birey düzeyinde sergilediği sorumluluk bilincine sahip değildir; disipline pek gelmez ve kaçamak davranışları kurnazlık olarak hemen meşrulaştırır. Çin toplumu, komünist yönetiminin otoriterliği, cemaat değerleri ve kapitalist davranışların karışımı içinde, kendine özgü bir disiplin, akıl ve pratiğe dayanarak koronavirüse karşı olağanüstü bir mücadele vererek tüm dünyayı şaşırttı. Ve büyük bir maliyet ödemekten kurtuldu. Bu kurtuluşta sadece sistemin aşırı otoriter ve baskıcı yönü rol oynamadı. Çin toplumu eğitimde belli bir yere geldi ve çok çabuk öğrenebiliyor. Onca teknolojik hamle, endüstriyel başarı ve maddi zenginlik başka nasıl açıklanabilir bilemiyorum. Türkiye de baskıcı bir yönetime sahip, toplum da büyük ölçüde bu baskıyı kendi kimliğine bir tehdit olarak görmüyor ama kimse bu ülkenin Çin gibi davranmasını beklemesin.
***
Bu sürecin ilk aşamasından itibaren Çin ve İran’ın tezlerine dayanarak kimi insanlar, bu virüsün “biyolojik silah” olarak üretilip kullanıldığını iddia ettiler. Akıllara zarar “komplo teorileri” dolaşıma sokuldu. Gerçekliğe dair ölçüsünü ve izanını kaybeden kalemler için düşman veya sorumlular belliydi. Hastalıkla nasıl mücadele edileceğine kafa yormayanlar, hemen “düşman edebiyatı”na sığınıp yerini belli ettiler. Ürettikleri komplo teorileri bir teori ama bilimsel değil; ne doğrulanabiliyor ne de yanlışlanabiliyor. Burada mesele, bilimden uzak insanların düşünme biçimlerinin (“kısa/kestirme yol”) tuhaf tarafları. Toplum olarak son yıllarda komplo teorilerine fazla şerbetliyiz. Her kötü şeyi, dış güçlerin gizli emel ve davranışlarıyla açıklayıp kendimizi hemen temize çıkarıyoruz. Bu davranış türü, sorumluluktan kaçıştır ve kendini geliştiremez. Bütün dünyanın diken üstünde olduğu bir durumda ve dönemde kim böylesi bir virüsü üretip düşmanına karşı kullanabilir ki!? Diyelim böyle oldu; fakat bu saatten sonra, komplo teorisinin hiçbir değeri olamaz. Artık bilimsel düşünmekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Komplolara sarılmak yerine tam da bu krizi fırsata çevirip toplum olmanın anlamını, dayanışmanın değerini ve paylaşmanın hazzını öğrenmeli ve yaşamalıyız. Marketlere saldırmak, belki anlaşılabilir ama insanlık pek çok kriz atlattı, bunu da atlatacaktır. Milyonlarca insanın öldüğü “Veba Salgını” ve “İspanyol Gribi”, o geri teknoloji, henüz gelişmemiş ilaç sanayisi ve baskıcı devlet aygıtlarına rağmen atlatılabildi. Maliyeti büyük olsa da üstesinden gelindi o musibetlerin.
***
Böylesi bir dönemde pek çok şeyi öğrenmek zorundayız: Sokağa çıkmadan evde, dört duvar arasında yaşamayı, bu yaşantı biçiminde neler yapabileceğimizi, zamanımızı en iyi şekilde nasıl değerlendirebileceğimizi. MEB, okulları tatil ederken, EBA (Eğitim Bilişim Ağı) üzerinden, internet bağlantısı olan öğrencilerin girip kullanabilecekleri çeşitli (ders, oyun, tasarım vb.) içerikleri online eğitim çerçevesinde kullanıma açtı. Fakat bu imkân çok değerli olsa da, öğrenciler, tam da bu kriz ortamını fırsata çevirip okulda yaşamadıklarını yapabilecekleri şeylere yönlendirilmelidir. Örneğin öğrencilerimizin kitap okuma oranları çok düşük. Bilhassa bilim, macera, kurgu vb çeşitli türde kitap okuyabilirler. İnternet üzerinden ünlü çocuk ve gençlik filmlerini izleyebilirler. Hepimizin elinde telefon online bir hayat sürmek yerine, aile efradı birlikte film izleyebilir, onu kritik edebiliriz. Yaşlılar torunlarına veya ebeveyn, çocuklarına eski anılarını anlatabilirler. Zor zamanlarda konuşmak iyi gelir. Gelen kötü haberler artacak gibi; bu gerginliği psikolojik olarak herkes kaldıramaz. Sosyal psikoloji diye bir disiplin var; toplumsal davranışlarımızın psikolojik içeriklerini yorumluyor. Bir ülke, sadece toprak, bayrak, devlet, şirketlerden oluşmuyor; üzerinden toplum denilen insanlar, bütün bunlara anlam katıyor. Ülkemizin sorunlarını böylesi bir dönemde konuşurken iyi örneklerin sergilenmesine şiddetle ihtiyacımız var. Çok yıllar önce (90’ların başlarında) TRT’de “Kuzeyde Bir Yer” (Northern Exposure) diye bir dizi vardı. Aradan 25-30 yıl kadar geçti; aklımda kaldığı kadarıyla, bu dizide kırmadan-dökmeden, barış ve hoşgörü içinde anlatılan güzel insan hikâyeleri vardı. Toplum, bu insanlardı. Bu hayali kasabada bizler insanları izlerken aslında toplum olmanın anlamını da düşünüyorduk. Tam da böylesi bir dönemde bu diziyi izlemek iyi gelir.
***
Sağlığımızın iki yönü var: Biri biyolojik-beden sağlığımız, diğeri de ruh-akıl sağlığımız. İnsan aklı, öğrenmeden duramaz; eğitim yaşam boyu sürer. İnsan öğrenme karşısında aslında pasiftir. İstemese de bir şeyler öğrenir. Çoğu öğrenme, insanı bir parça rahatlatır; kimi öğrenmeler de rahatsız eder. Etrafımızda eğitici pek çok mekanizma ve uyaran var. Dağ başındaki böcek bile bizim eğitimimizin bir parçasıdır. Bundan kaçış yok. Belki de öğrenerek insan olduk. Fakat böylesi bir dönemde kendimizin öğretmeni olmalıyız. İnsanın en iyi öğretmeni, kendisidir. Kriz ile aynı anlama gelen kritik (eleştiri), kendimize dönüp hayatın anlamından içinde yaşadığımız sorunlara değin her şeyi elekten geçirebileceğimiz fırsatları bize verebilir. Dünya sadece bir felaketler panoraması değil; güzel manzaralar sekansıdır da. Bakış açımızı değiştirebilirsek, gördüğümüz şeyin aslında büyüleyici olduğunu anlayabiliriz. Yağma kültürüne göre davranmak, fahiş fiyatla mal satmak, tedavide torpil aramak gibi ilkel davranışlar, dünyayı her seferimde bir felaketler panoramasına dönüştürür. Bencilliğimizin panzehiri, dayanışma, paylaşma ve işbirliğidir. Örneğin apartmanımızda yalnız yaşayan, koronavirüs karşısında riskli yaşlı insanların marketten alışverişlerini yapabilir, eğer eczacıysak o apartmanın ilaç ihtiyacını bizzat karşılayabilir, site içinde dijital imkanlar varsa, ortak programlar düzenleyebiliriz.
***
Bu zorlu süreçte, pek çok şeyi yeniden tartıp biçiyoruz: Sağlık sistemimizi, ülke yönetim tarzımızı, aklımız ve vicdanımızın sınırlarını, düşünme ve davranma alışkanlıklarımızı, alınan önlemlerin yeterliliğini… Tam da böylesi zor, belalı ve belirsiz durumlarda yeteneğimizi, kararlılığımızı, imkanlarımızı sınıyoruz. Böylesi bir durumda kimimiz, en kolayı olanı yapıp Tanrısal inancı olana hiçbir şey olmayacağını söylerken yanı başımızdaki müslüman İran’ın içler acısı durumunu hesaba katmıyor. Bu dönemde büyük ülke ve çok paraya sahip olmanın pek bir anlamı yok. İşte başarılı Küba ve Singapur ile şimdiden çuvallayan ABD, İngiltere, İtalya gibi ülkeler. Ülkeler, örgütler, şirketler veya sivil toplum kuruluşları arasında dayanışma, işbirliği ve bilgi paylaşımı olmayınca, her koyun kendi bacağından asılıyor. AB’nin yardım taleplerini geri çevirdiği İtalya örneği ne kadar da hazin. Hele bir ülkenin yurttaşları eğitimsiz ise, facia o zaman başlıyor. KONDA’nın araştırmasına göre ülkemizde insanların % 85’i, virüse karşı doğru önlemlerin ne olduğunu bilmiyor; önlemleri doğru-yanlış uygulayanların oranı ancak % 55. Neden bu oran bu kadar yüksek? Pek çok insan cahillik, bilinçsizlik, kaderine razı gelme (tevekkül) ve mistisizm diyecektir ama eğitimli kesimlerde de bu sorun var. Bu kolaycılık, boşvermişlik, bencillik nasıl açıklanabilir? “Bize bir şey olmaz” düsturu bu topraklarda çok güçlü. Başa geldiğinde ise ardından güçlü bir eleştiri, değerlendirme ve değiştirme isteği oluşmuyor. Sağlığın kişisel bir tüketim değil, kamusal bir sorun olduğunu bir türlü anlayamadık, anlatamadık. Orta sınıflarımıza musallat olan “sağlıklı yaşam” talebi, çoğu zaman görüntüyü kurtaran “neyi yemeliyiz?”, “hangi egzersizi yapmalıyız?” kolaycılığına teslim oldu. Yaşam kalitemiz, ancak bireysel bir arayış konusu olması durumunda bizim için anlamlı ve yeterli olurken, bir gün koronavirüs gibi küresel bir felaketin o bireysel sağlık arayışımızın temelini yıkacağını bir türlü anlayamadık. Çözümü tek başımıza ararken, güvendiğimiz medya, piyasa bilgisi ve uzmanlarının yönlendirmesini yeterli gördük.
***
İnsanlar can derdindeyken, bir AKP’li milletvekili çıkıp, tam da evlerimize kapanmışken Erdoğan’ın üç çocuk talebini gerçekleştirmemiz için iyi bir fırsata sahip olduğumuzu söyledi. Bir düşünün, insanlardan, evlerinde hapis, diken üstünde ve büyük bir belirsizlik içindeyken çocuk yapmaları bekleniyor. Bu gerginliği azaltmanın, yok etmenin daha anlamlı yolları varken, birileri hâlâ soy ve zürriyet meselesini gündeme getiriyor. İnsanlar isterlerse çocuk yaparlar, istemezde yapmazlar. Böylesi bir küresel felaket, çocuk yapmak için hiç de iyi bir dönem değil. O gerginlikle yapılan çocuklar acaba nasıl bir şey olabilir? Çocuk yapmak yerine, bu felaketin nedenlerini ve sorumlularını yeniden düşünmek, kendimizi hazır evdeyken eğitmek açısından en iyisi değil mi?
*Bu yazı daha önce www.mektepligazete.com sitesinde yayınlandı.