Press "Enter" to skip to content

Dergiden Kemal İnal 03

 

 

 

 

Pandemi Döneminde Dijital Yurttaşlık ve Eğitim

Kemal İnal

Eve tıkılıp kaldığımız şu pandemi günlerinde acaba ne yapıyoruz? Zamanımızı nasıl geçiyoruz? Sıkılıyor muyuz yoksa keyif mi çatıyoruz? Sağlığımız için bu durumu anlayışla ve gerekli mi karşılıyoruz? Bunu bir hapis mi, yoksa boş zamana sahip olmak için eşsiz bir fırsat olarak mı değerlendiriyoruz? Bu korkunç krizi bir fırsata mı çeviriyoruz, yoksa miskinlikten çatlayıp duruyor muyuz? Kuşkusuz pek çoğumuzun bir uğraşısı vardır. Hiçbir şey yapmamaktansa TV seyretmek, kitap okumak, bir hobiyle uğraşmak, balkondaki çiçeklere bakmak, örgü örmek, eski fotoğrafları karıştırmak, eksik kalmış işleri yapmak, ödevleri tamamlamak, arada bir sokağa çıkıp alışveriş yapmak, köpeği gezdirmek veya yürüyüşe çıkmak gibi herkese genel veya özel bir şeyler yapıyoruzdur mutlaka. Bilhassa orta sınıfların bol bol internete girdiğini, sosyal medyada zaman geçirdiğini, yakınlarıyla whatsapp gibi uygulamaları kullanarak telefonla görüştüğünü, siteler arası gezindiğini, internetten alışveriş yaptığını, sanal dünyaları (örneğin müzeleri) keşfe çıktığını söylemek mümkün. Geçmişte radyo, yakın zamanda TV ve şimdi de bilgisayar/akıllı telefon ile sosyalleşmemizi, aslında birçok bakımdan (bilgi, haber, eğitim, tüketim vb.) dış dünyayla “sanal ilişki” kurduğumuz açık. Tam da bu korkunç pandemi günlerinde sağlığımız için gerekli haber ve bilgileri takip ederken pek çok şeyi de öğrenmek zorunda kalıyoruz: Temizlik, hijyen veya sanal eğitim gibi. Şu anda ilk, ortaokul ve yüksek öğretim öğrencileri, derslerini hocalarından internet üzerinden alıyorlar. Yeni bir eğitim paradigmasına doğru gidiş buradan itibaren hızlanabilir mi? Elbette yeni bir yurttaşlık biçimi de?  

***

“Yeni yurttaşlık” aslında otuz yıldır sosyal bilimlerde, bilhassa medya bağlamında tartışılan bir konu. Geçmişte, klasik ulus-devlet formunda yurttaşlık, maddi bir ilişki biçimiydi öncelikle: Okul, ordu, hastane gibi resmi kurumlarda, trafik gibi ulaşımın akışında, tüketim piyasalarında, kamusal alan düzenlemelerinde devletin koyduğu (rasyonel) kurallara uymak ve değerleri içselleştirmek için “maddi/fiili katılım”ı gerektiriyordu. Biz bu katılımın genel formunu “yurttaşlık bilgisi” olarak öğrendik okul ve diğer pratikler içinde. Yurttaşlık, örneğin politikaya fiili katılarak öğreniliyordu. Seçim gibi bir takım kitlesel olaylarda deneyimleniyordu. Savaş zamanları test ediliyordu. Zorunlu eğitimle gereği yerine getiriliyordu. Vergi dairelerinde vergiler ödenerek icra ediliyordu. Yani yurttaş, siyasal topluma (devlete) göre formunu alan bir özneydi. Bu ya demokratik ya da alabildiğine hiyerarşik, tek boyutlu ve otoriter yurttaşlık formunda devlete karşı ödevlerimizin yanı sıra haklarımız olduğunu da öğrendik. Devlete kan değil, bir sözleşmeyle (anayasa) bağlanarak katılımımızı görece demokratikleştirdik. Ve bu yurttaş olma sürecini, Weber’in deyimiyle akılcı davranış geliştirmemizi sağlayan yoğun bir bürokratikleşme süreciyle yaşadık. Akılcı örgütlenmeye dayalı bürokrasi, biz yurttaşlardan toplumsal uyum adına işlevsel bir davranış geliştirmemizi bekledi. Kitle toplumuna bir yandan “bilinçli yurttaş”, öte yandan “aktif tüketici” olarak katıldık. İkisinin ortalaması, kimliğimizi, katılım düzeyimizi ve çeşitli pratiklerimizi belirledi

***

Klasik yurttaşlığı iktidar, ulus-devlet modeli üzerinden evrensel normlara göre inşa etmişti. Batılı demokrasiler bunun üzerine kuruldu. Bireyin “politik özne” haline gelmesi, siyasal sosyalleşmenin maddi pratikleri içinde şekillenmesinin bir sonucuydu. Ancak pek çok faktör (şirket çıkarları, kitle toplumu, tüketim, propaganda ve manipülasyon, yabancılaşma vb.) evrensel normların (demokrasi, insan hakları, kişi özgürlükleri vb.) içinin kapitalizmde boşaltılmasını engelleyemedi. Foucault’nun 19. yy ve öncesi için kuramlaştırdığı “kapatılma”, 20 yüzyılda ve günümüzde pek çok değişik zeminde (mülteci geçişlerine karşı sınırlara örülen yeni uzun ve yüksek duvarlar, şehirlerin getto ve mutena semtler diye ikiye bölünmesi, sığınmacı kampları, korunaklı kentsel site hayatı vb.) yeniden üretildi, üretilmeye de devam ediliyor. Geçmişte topyekûn kurumlara kapatılıyorduk, şimdi çeşitli sınıfsal, etnik veya kültürel ayrımlara göre bize özel ayrılmış mekânlara…

***

Kapitalizmin küreselleşmesiyle sistemin kendini güvenlik altına almasının örnekleri eğitim alanında da yaşanmaya başladı. Geçmişin ulusal, bölgesel, yerel, kadim ve geleneksel eğitim sistemleri, “farklı” yönleri törpülenerek küresel benzer paketler, standart uygulamalar, hazır yapımlar içinde yeniden üretildi. Aklın erdem peşinde koşmayı bırakıp özel çıkarları savunmasıyla araçsallaşması sonucu pedagoji, dünyanın her yanında egemen bir “nicelik kültürü”, “test tekniği”, “zeka ölçümü”, “standart müfredat”, “benzer performans”, “teknoloji-yoğun öğrenme” gibi pratiklere göre belirlenmeye başladı. Klasik yurttaşlık, aklın araçsallaşması (Horkheimer, Adorno), kamusal alanın demokratik niteliğini yitirmesi (Habermas), insanın tekboyutlulaşması (Marcuse) ile yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladı.  Batılı ülkelerde seçimlere katılım oranının giderek düşmesi, bireyin kitle toplumu içinde kendine daha çok dönmesi, iktidarın siyasal alandan tüm ilişkilere doğru yayılması (Foucault) ve “istisna hali”nin (Agamben) artık kural haline gelmesiyle yakından ilişkili olsa gerek bu süreç. Yurttaş, artık sözleşmede devletin aktif muhatabı olmaktan çıkıp sözleşmesinin pasif nesnesi derekesine indirildikçe yurttaşlığın anlam ve zemini hızla zayıflamaya başladı. Klasik yurttaşlığın başına bunlar gelirken yurttaştan “egoist birey”e doğru gidişimiz de hızlandı; sonuç, yurttaşlık görevlerine göre değil de, egoları tatmin eden eğitim sistemlerinin yeniden üretilmesiydi (örneğin “öğrenci merkezli eğitim”, böylesi bir hamlenin sonucudur). Davranışçı öğrenmenin yerine getirildiği söylenen “inşacı yaklaşım”la öğrenci-bireyin pedagojik süreçlere daha çok katılacağı, üreteceği, aktif ve yaratıcı olacağı, yeniliklere imza atacağı falan söylendi ama tüm bu aktif, yoğun ve aşağıdan katılım, tıpkı interaktif/sosyal medyada olduğu gibi, bekleneni veremedi; yani demokrasi mücadelesindeki yeri, önemi ve anlamı sorgulanıp duruldu. 

***

Bu fiili katılım son zamanlarda, bilhassa 1980’lerden itibaren hızlanan küreselleşmeyle birlikte giderek sembolik, sanal ve bilinçsel formlar almaya başladı. İnternetteki çeşitli mecralara (blog, sosyal medya, tematik siteler vb.) katılımımız basit bir eylemle (bir tuşa basarak, bir listeye adımızı yazıp imzamızı atarak, bir bilgiyi paylaşarak, yorumlara kendimizinkini de ekleyerek vb.) gerçekleşmeye ve basit bir eylemle de sonuçlanmaya başladı (bir tuşla biten facebook arkadaşlıkları). Yine de bu “interaktif ilişki” görünüşte çift taraflı işliyor gibi: Klasik radyoda pasifçe program dinler gibi değiliz ya da TV’de beğenmediğimiz program için oturup şikâyet mektubu yazmamıza gerek yok. Bireyler olarak aramızdaki sosyal ve fiziksel mesafeler artarken yeni medya bizi birbirimize daha fazla yaklaştırdı. Sanal da olsa uluslar, halklar, etnik kimlikler, farklı cinsiyetler, bölge ve kültürler arasındaki duvarlar yıkılıp ayrıştırıcı mekanizmalar güç ve zemin kaybederken kendimizi bir anda dijital platformlarda başka türlü buluverdik. Sanal ilişkilerimiz, tanıdıklarımız, bilgilerimiz, deneyimlerimiz, fotoğraflarımız, an(ı)larımız çoğaldıkça çoğaldı. Kendimizi tanımlama biçimimiz de yenilendi. Örneğin geçmişteki politik davaların alan ve caddelerindeki fiili “eylemcisi”nden sivil toplum mücadelesinin sanal âlemindeki “aktivist”ine dönüşüverdik. Şu anda pek çok şeyimiz internet ortamında serpilmiş durumda. İlişkilerimiz, aşklarımız, mesleki deneyimimiz, sportif meşgalelerimiz, hobilerimiz, gezilerimiz… Bu değişim, klasik yurttaşlığın yerine yeni bir yurttaşlığı mı getiriyor?

***

Yaşadığımız şey, basit, sadece ve anlık bir teknolojik değişim değil. İlişki kalıplarımız değişirken örgütlenme ve toplum olma biçimimiz de dönüşüme uğruyor. En basiti şu: Pandemik günlerde evde olmak zorundayız ama bir biçimde dışarıdayız; toplumun içindeyiz. Pandemi öncesi özgürlük mücadelesi omuz-omuza, kol kola ve fiziksel mesafelerin eridiği bir zeminde yer bulurken (ya da öyle olması doğal görülürken), şimdi birbirimize fiziksel mesafe alarak kendimizi bile-isteyerek evimize kapatmamız bekleniyor; haliyle rasyonel bir tedbir olarak. Yeni biçimleriyle hayatımıza giren o kadim “karantina” kültüründen, şehirlerin dışarıya kilitlenmesinden herhalde çok az insan şikâyetçidir. Çünkü sağlığımız söz konusu. Gelecekte sağlıklı bir açık hayat için şimdi evimizde kapalı kalmalıyız. Sorun değil galiba: Şikâyet etmek yerine kendimizi evimizde yeniden üretmenin yollarını hemen buluveriyoruz. Örneğin telefonumuzun ekranını dörde bölerek dostlarımızla ortak görüşmeler yapmaktan dünyanın en uzak köşesindeki olayları takip etmeye değin epey aktifiz. Dersler, alışverişler, toplantılar vb. internet üzerinden yapılıyor. Yoksa “dijital yurttaş” mı oluyoruz? Dijital yurttaşlık, “klasik yurttaşlık”ı ortadan mı kaldırıyor? Eğer öyleyse bu yeni, olağanüstü halde teknoloji üzerinden yeni bir yurttaşlık tanımı yapılabilir mi?

***

Aslında pek de radikal ölçüde değişen bir şey yok. İktidar, otorite ve düzen bakımından. Geleneksel güçler hâlâ yerli yerinde duruyor. Ulus-devletler, uluslar arası şirketler, küresel sivil toplum örgütleri, Dünya Sağlık Örgütü gibi özgül kuruluşlar iş başında, krizi yönetmeye çalışıyorlar. Kabaca, küresel kapitalizmin yasaları her yerde hâlâ işliyor. Ama artık sorgulanan çok şey de var. Bir virüs, gelecekte küresel ısınmanın olumsuz sonuçları, olası bir asteroit çarpması, kitlesel açlık ve susuzluk gibi büyük felaketlerde ne yapmamız gerektiği konusunda senaryolar veya olası çözümler belirsiz veya etkisiz. Öte yandan, o koca devletler, devasa bütçeleri, büyük orduları, gelişmiş silahları, ileri teknolojileri ve muazzam yetişmiş insan güçlerine rağmen çaresiz. Bu tam da, “büyük korku”yu besleyen ve zaman zaman bilinçdışımızdan bilincimize doğru fışkıran bir durum. Uygarlığımız, dünyamız ve insanlık tehlike altında mı? Fütüristlerden medyumlara, felaket senaryosu yazan falcılardan kötümser bilim insanlarına değin buna ilişkin bir uyarı veya alarm zili mi çalıyor? Bu öngörülemeyen veya öngörülen tehlike karşısında biz “dijital yurttaşlar” neler yapabiliriz? 

***

Dijital yurttaş, yani gelişmiş iletişim ve üretim teknolojilerini ustaca kullanan, dünyadaki olaylardan haberdar ve doğa dostu üretimin/tüketimin ne olduğunu bildiği kadar katılımcı demokrasi, organik üretim, dünya kaynaklarının korunması, yoksullarla dayanışma ve her türlü soruna yönelik demokratik örgütlenmeler içine giren “anti-kapitalist kürselleşmeciler” veya “başka bir dünya mümkün” diyenlerden bahsediyorum. Peki, özde kim bunlar? Bu insanlar çoğunlukla orta sınıflara aitler. Eğitimli, öngörülü ve aktif insanlar. Yeni yurttaşlık formunun tanımlanmasına, içinin doldurulmasına çalışıyorlar. Odak ve gündemlerinde hep, gezegenimizin kapitalistler tarafından yağmalanıp doğanın dengesinin neden bozulduğu ve ne tür önlemler alınması gereği var. Birçok yeni virüse maruz kalmamızın nedeni, bu dijital yurttaşlara göre, doğayı fethedilip sömürülecek bir nesne olarak görmemizden kaynaklanıyor. Gözümüzdeki hırs, doymak bilmez iştahımız, felaket kabilinden rekabet mantığımız ve bencil kişiliğimizle ördüğümüz kapitalizm artık bizi temsil düzeyinde oyalarken dünya tükenip duruyor. Atmosfer iyice ısınıp ekosistem bozulur ve çevresel yıkımlar (örneğin Tuz gölümüzün kurumasının hızlanması, artık akmayan derelerimiz, kirlenen deniz ve göllerimiz, azalan ormanlarımız, betona yenilen tarımsal arazilerimiz vb. söz konusu) alıp başını giderken elimizdeki tüm değerler metalaşıyor, şeyleşiyor, özelleştiriliyor, birkaç insana peşkeş çekiliyor. Sağlık sisteminin % 80’inini özelleştiren İtalya’da yaşlıların bu virüse dayanamayıp ölmeleri, doğanın bir yanıtından ziyade, onların yanlış sistem tercihlerinde yatıyor. Kapitalizmi yağma, talan, borç, kriz, sömürü, rant, yokluk, eşitsizlik, açlık, yoksulluk gibi kavramlarla beraber anıyoruz nicedir. Doğanın verdiklerine biz bir şeyler katmaktansa, ondan daha fazla şeyler istiyoruz. Ekosistemleri (örneğin flamingoların mesken tuttuğu bir sulak alanı) rasyonel değerlendirmek adına yaptığımız kötülük ortada. İşte, Burdur’daki dünya harikası “Salda Gölü”“millet bahçesi”ne çevirme çılgınlığımız… Bir zamanların sükseli kavramı olan “sürdürülebilir kalkınma” anlamsızlaştı. Çin’in çılgın kalkınma anlayışı, kentlerinin havasını kirletti, sularını içilemez hale getirdi, tarımsal alanları tüketti…

***

Sorunumuz belli, nedenleri de… Marx’ı anarak söylersek, insanlığın büyük bir kısmı yanlış bilinç üreten hegemonyanın ideologlarının taraflı ve çıkar güden bombardımanı altında. İdeologlar, kanaat önderleri, uzmanlar, siyasetçiler, akademisyenler, tam da böylesi ağır bir kriz döneminde asıl fenomeni değil, onun gölgesini anlatıp duruyorlar. Yaşadığımız şey (iklim krizi, ekolojik yıkım, küresel çevre felaketi vb.), bir sonuç; bu sonucun arkasındaki nedeni, önemli bir çelişkiyi (yani her şeyi “kullanım değeri” yerine “değişim değeri” adına üretip tüketmek) anlamazsak, gölge boksu yapmaya devam ederiz. Eğer küresel hapishaneye tıkılmak istemiyorsak, temel çelişkinin diyalektik mantık gereği çözümünün de olduğunu bilmeliyiz. Bu pandemik kriz, kapitalizmin sürdürülebilir bir sistem olmadığını bir kez daha gösterdi. Peki, biz yurttaşlar, elimizin altında pek çok güç (örneğin akıllı teknoloji, sayıca üstünlüğümüz, örgütlenme geleneğimiz, fiili deneyimlerimiz, yenilgiler kadar zaferlerle dolu tarihimiz) varken, ne yapabiliriz?

***

Evlerimize hapsolduğumuz, sokağa çıkışlarımızın kısıtlandığı veya yasaklandığı, işlerimizi yapamaz hale geldiğimiz bu ağır kriz dönemi bir fırsat penceresi açabilir mi? Daha önce bu köşede birkaç yazımda da belirttiğim gibi, “kriz” ile “kritik” birbirine yakın kavramlar. “Hastanın durumu kritik” dediğimizde, kriz yaratan durumu eleştirel/bilimsel biçimde kavrayıp harekete geçeceğimizi ifade ederiz. İşte böylesi bir dönem yaşıyoruz. Yapabileceğimiz pek çok şey var ama öncelikle bu “dijital yurttaş” olmanın gereklerini konuşabiliriz. Şu anda elimize akıllı telefon, TV, bilgisayar gibi pek çok alet var. Dünyanın ahvalini yeniden ama bu kez eleştirel biçimde düşünmenin tam zamanı. Bu noktada elimizdeki iletişim teknolojisini, bir “eleştirel eğitim aracı” olarak nasıl kullanabileceğimizi düşünmeliyiz. Bize yukarıdan, hiyerarşik ve tekboyutlu öğretilenlerin dışında birbirimizi, Ivan Illich’in 1971’de yayımlanan “Okulsuz Toplumu”nda okul yerine önerdiği “beceri ağları”nı örerek birbirimize bilgi, yetenek, beceri, deneyim, tarih vb. aktararak hem “öğreten” hem de “öğrenen” olabiliriz. Paulo Freire’nin “Ezilenlerin Pedagojisi”nde önerdiği gibi “öğretmen-öğrenci” iç içe geçirilip “diyalojik pedagoji”yi yani monologa değil, karşılıklı konuşmaya/paylaşmaya dayalı bir öğrenme ağı kurabiliriz. Bize öğretilenlere karşı aramızda diyaloglar kurarak öğrenebiliriz. Tam da tüm ulusal, etnik, ırksal, cinsel, bölgesel ve kültürel farklılıklarımızı değiş-tokuş ederek öğrenip zenginleşebileceğimiz bir dönemi yaşıyoruz. Nasıl Aydınlanma, sefaleti aklın bilgiye başvurmasıyla yok etmeye çalıştıysa, biz de böylesi bir dönemde bilgi ve beceri paylaşımına giderek eğitime yeni bir form verebiliriz.

***

Krizin neyi öğreteceği, tümüyle bize bağlı. Bu dönemde devletler, şirketler, uluslar arası sağlık kuruluşları vb. yayınladıkları istatistik, tablo, bilanço, ölçek ve grafiklerle içinde bulunduğumuz durumu bize tek tek anlatacaklardır. Biz de bu verileri bilgi olarak alıp yaşamımıza yön vereceğiz. Oysa tam bu noktada, yukarıdan gölge veya sonuç fenomene yönelik verilerin bizi bilgilendirdiğini sandığımız noktada biz yine cahil bırakılacağız. Okur-yazar olup da cahil veya bilgisiz kalmak feci bir şey. Bunu engellemenin tek yolu, eğitimi bir “taban hareketi” haline getirip (tıpkı Brezilya’nın Porto Alegre kentindeki “Yurttaş Okulu”nda olduğu gibi) çocuklarımıza neyi, nasıl ve hangi yöntemlerle öğreteceğimize karar vermek için yönetim insiyatifini ele geçirmektir. Kuşkusuz bu, iktidar olmadan dünyayı değiştirmek gibi safiyane bir hayalin sınırlarına sığmaz. Kuşkusuz sanal ağlarda, iletişim araçlarında da örgütlenmek önemli ve gerekli ama bu mecra ile sınırlı kalındığında, eğitim sadece biz orta sınıfların birbirimize bir şeyler öğrettiği bir zemin olarak sınırlı kalır. Freire o yüzden Brezilyalı ezilen yoksullara doğru gitmişti. Rus Narodniklerin giderek anarşizme evrilmesiyle sönen umutlar, yoksullara önemli dersler öğretmişti. İktidar için mücadele öncelikle hegemonyanın ele geçirilmesi için mücadeleyi gerektirir, Gramsci’nin dediği gibi. Bu çerçevede herkes kendi çapında bir entelektüeldir ama yeni bir hegemonya kurmak, entelektüellerin (aydınların) halka fiili öncülüğüyle olabilir. Dijital platformlardaki öğrenmelerimizi pratik maddi alanlara (örneğin kamu okullarına) taşınmadığı sürece, pek bir işe yaramaz. Mesele, kriz yönetmeyi öğrenmek değil, kriz yaratmayan bir toplumu şimdiden kurmaya başlamaktır.       

*Bu yazı daha önce www.mektepligazete.com sitesinde yayınlandı.

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu