Press "Enter" to skip to content

Dergiden Kemal İnal 04

 

 

 

 

Virüs’e Tepki Ve Eğitim

Kemal İnal

Diyelim, Almanya’da bir tıp profesörü, koronavirüsü, Tanrı’nın, bozulan nüfus dengesini yeniden düzenlemek için dünyanın başına bilerek bela ettiği bir musibet olduğunu söylesin. Ya da bunun bir olasılık olduğunu ileri sürsün. Bu durumda Alman toplumu ne düşünür, ne yapardı acaba? Meslektaşları örneğin? Çok mu şaşırırlardı? Beklenmedik mi bulurlardı? Olacak şey mi bu diye tepki mi verirlerdi? Muhtemelen o profesörünün inancını değil ama bu tezinin saçmalığını, akıl dışılığını veya ucubeliğini alabildiğine eleştirirlerdi. O profesörün, diploması ve uzmanlığı sorgulanmaz, eserleri yeniden gözden geçirilmez ama değerine ilişkin soru işaretleri uyanırdı. Onca insanın ölmesi ve acı çekmesinin, ekonomik kayıpların, psikolojik korkuların nedeni Tanrı’nın gazabı olabilir miydi? Bilimle açıklamak yerine, olayı Tanrı’ya havale etmek, kolaycılığın da ötesinde, safsata değil mi? Artan nüfusun kimi unsurlarını “Sosyal Darwinizm” gereği bu krize (beka savaşına) en dayanıksız olanları (yaşlı, hasta, yoksul vb.) bu hayattan koparmak (seçip elemek), ilahi bir iş miydi? Almanya’dan zaten böyle bir profesör çıkmaz diyebiliriz; Alman halkına da böyle bir şeyi düşünüp sorgulama işi düşmez. Ama bizde böyle bir profesör çıkıp bu saçma fikri öne sürdü. Olasılık dâhilinde olsa bile. Hem de çok izlenen bir televizyon kanalında. Peki, neden? Nasıl olur da, tıp bilimi gibi çok zor bir alanda eğitim alıp uzmanlaşan biri, virüsün kökeni, nedeni ve etkileri, tedavi şekilleri üzerine sayısız bilimsel araştırma, deneyim, olay ve çeşitli yaşanmışlıklar ortada dururken, konuyu kalkıp Tanrı’nın “ilahi nüfus düzenleme” politikasına bağladı? Bu bir inanç mı, yoksa inanç takviyeli bir teori mi? Teori dense bile, bir bilim insanı olarak bu görüşü, hangi yöntemle doğrulayabilecek veya yanlışlayabileceksiniz?

Bu yazıda, krizin kendisinden ziyade, krize gösterilen tepkileri anlamaya ve eğitim bağlamında analiz etmeye çalışacağım.

***

Kriz, insanlığın kaderi midir? Şu ana kadar olan olaylar, öyle gibi gösteriyor ama değil. Kader, değiştirilemez bir şey ama insan, bilim gibi araçlarla değiştirebilme gücüne sahip. Virüs, doğal değil, toplumsal bir krizin göstergesi ve sonucudur. Koronavirüsün kendisi doğal bir şey ama yayılması ve etkileri toplumsal. Şöyle ki, bu tür virüsler, içinde yaşadıkları yapılara (kimi hayvanlara örneğin) insanın müdahalesi olmadığı sürece, insanlık için bir tehdit teşkil etmemektedir. Kültürel yeme-içme tarzları (yarasa yemek gibi), uykudaki virüslerin insanın aleyhine hareket geçmesine neden olabilmektedir. Fakat burada asıl sorun, insanlığın bu krize karşı gösterdiği tepkilerin asıl büyük krizi oluşturmasıdır. Bilinen insanlık tarihinin her krizinde, örneğin “doğal afetler”de (depremler, yangınlar, kıtlık vb.), “toplumsal kargaşalar”da (örneğin savaşlar, devrimler, kitlesel göçler vb.), “ekonomik altüst oluşlar”da (enflasyona, yoksulluk, iflaslar gibi) insanlık çeşitli parametrelere göre farklı yanıtlar vermiştir. Bu yanıtlar, bilimsel birikim, teknolojik kapasite, yönetim geleneği, eğitim düzeyi, sınıfsal bilinç, kültürel kimlik gibi pek çok etmene göre farklılık göstermiştir. Örneğin Almanya ile Türkiye’nin bu krize karşı tutumu çok farklıdır, kimi benzerlikler olsa da. Genelde okumaz-yazmaz, geleneksel ve muhafazakâr ülke, kültür ve gruplarda tepkiler, bu tür krizlerin ilahi bir işaret, yanıt veya ders verme (ibret) olduğu şeklinde ortaya çıkar. Bilgisiz insan için belirsizlik, korku kaynağıdır. Bilgi, etkili bir güç olarak işe koşuldukça, belirsizlik dağılır ve korku nedeni ortadan kalkar veya denetlenir. Yukarıdaki tıp profesöründe olduğu gibi çok az da olsa, okur-yazar, eğitimli ve bilinçli kesimlerde de saçma saptamalar ortaya çıkabilir. Nihayetinde pozitif bir bilimin (örneğin tıp veya mühendislik) eğitimini almak, insanı her zaman pozitif yönde harekete geçirmeyebilir. Örneğin bir başka tıp profesörü de, daha salgın Türkiye’ye gelmeden veya virüs yayılmadan önce, AKP hükümetinin elinde krizi yönetebilecek çok önemli bir araç olduğunu söylemişti: “Biat”. Bu profesöre göre AKP tabanı biat kültüründen geldiği için kolaylıkla hükümetin alacağı sert önlemleri kabul edecek ve virüs yayılmayacaktı. Yani, bilinçli yurttaşlığın akılcı temellerde harekete geçirilmesi yerine, sorgulamayan bir tutum olarak biat çözüm olarak önerilebiliyor. Fakat biat, modern formlarıyla da devam ediyor. Bırakın eğitimsiz, milliyetçi-muhafazakar kitleyi, bilinçli oku-yazar kitlenin bir kısmının bile virüse karşı gereken önemi göstermediğini çeşitli defalar gördük: “Bize bir şey olmaz”. Fakat olayın absürd başka yanları da var.

***

Yine krizin daha yayılma belirtileri göstermediği günlerde bir AKP milletvekili, tam evlerimize tıkılıp kalmışken bunun, cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en az “üç çocuk” politikasını yerine getirmek için ideal bir fırsat olduğunu söylemişti. Kriz, fırsatı ayağımıza getirmişti. Şimdi aynı muhafazakâr çevreden bir tıp profesörü, koronavirüsün Allah’ın dünyada bozulan nüfus dengesini yerine oturtmak için ilahi gazabı veya müdahalesi olduğunu söylerken bir nevi ölümleri doğallaştıran, kanıksayan ve hatta onaylayan bir bakış açısını savunuyordu. Yani nüfusun azaltılması gerekiyordu; tıpkı 19. yüzyılın başlarında Malthus’un tezinin bir versiyonunda savunulduğu gibi: Yiyecekler aritmetik olarak artarken, nüfus geometrik biçimde artıyordu. Bu da ileride ciddi bir yiyecek kıtlığı ve açlık tehlikesinin ortaya çıkması demekti. Bu nüfus artışı acilen denetlenmeliydi. Fakat aynı çevreden bir milletvekili de virüsü, çok çocuk yapmak için ideal bir fırsat olarak görüyordu. Ortada iki tuhaf ve fakat çelişkili öneri vardı: İlahi işaret olarak nüfusun azaltılması talebi ve insani imkan olarak nüfusun çoğaltılması. Nüfus olarak azalmamız mı yoksa çoğalmamız mı gerekiyor? Nüfusu düzenleme üzerinden “toplum mühendisliği”ne ilişkin literatürde tonla yayın var; o yüzden şu kadarını söyleyeceğim: Böylesi büyük kriz dönemlerinde “akıllı devletler”, “bilinçli uzmanlar” ve “sorumlu yurttaşlar” hemen sağlık önlemlerini destekleyecek pek çok tedbiri (örneğin yiyecek ve su potansiyelini yeniden düzenlemeyi, kritik sektörlerdeki üretimi, enerji akışını vb.) alır, kendini güvencede hissetsin diye halkına moral verir ve gerçekleri yurttaşlarıyla sektirmeden paylaşır. Şeffaflık temel politika olmaya devam eder, fısıltı gazetesi devreye girmez, nasıl olacaksa artık “ortak akıl” diye bir şey üretilmeye çalışılır. Böylece krizin büyüklüğü, etkileri ve sonuçlarının ölçüsü, krize verilen insani ve toplumsal yanıtla belirlenir. Haksızlık etmeyeyim: Türkiye’nin aklı başında sağlık personeli, tarım uzmanları, eğitimciler vb gerekli önerilerde bulundular.

***

Fakat burası Türkiye ve şu ana değin pek çok hata yapıldı. Bu salgına karşı önceden hazırlanmış bir planımız olmadığı ortaya çıktı. Oysa Almanya daha 2012’de bu salgını öngörüp önlemlerini aldı. Ülkemizde “plansızlık”, temel plan bilinci olmaya devam etti zira bu ülkede çoktan beri planlama aleyhine bir dolu yanlış laf ve politika devreye girdi. Örneğin Demirel’in 1960’ların ortasındaki şu meşhur lafı: “Bize plan değil, pilav lazım” veya DPT’nin kapatılması, kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesi, kamusal kaynakların özel şirketlere peşkeş çekilmesi, ülkenin madenlerinin yağmalanması vb. Bizde kriz yönetilmez, anca üstü kapatılır. Krizin Tanrı’nın gazabı olduğunu söylemekle krizi fırsata çevirip üç çocuk yapın demek arasında hiçbir fark yok. Peki, durum böyle ama sorumuz hâlâ ortada duruyor: Krize neden akılcı olmayan tepkiler veriyoruz? En tepeden aşağıya değin, yumurta kapıya dayanınca harekete geçmenin, yanlış-gereksiz önlemler almanın, şeffaf olmamanın, lazım gelen adımları atmamanın nedenleri nedir? Türkiye neden krizlere çok dayanıksız bir ülke haline geldi? Sorun nerede? Pek çok neden arasından sadece eğitime değineceğim. Acaba, eğitim almak veya eğitimsizlik, bu krizi yönetememenin gerekçelerinden biri olabilir mi? Örneğin İskandinav ülkeleri, Almanya, Singapur, Güney Kore, Çin gibi ülkeler bu krizi iyi yönetirken Türkiye neden iyi yönetemiyor? Neden bir Kazakistan bile olamıyoruz bu süreçte? Bizde eksik veya fazla olan ne?

***

Çoktandır bizim eğitim sistemimiz, Weber’in bürokrasiyi anarken kullandığı tanımlama, “insan makinesi”ne dönüşmüş durumda. Bu makine, bir torna tezgahı gibi elbette şaşmaz biçimde çalışamıyor; bozulan tezgah nedeniyle arada üretim kaçağı (aydınlar) oluyor ama tezgah yine de tezgah. Sorun yaratan yönleriyle saat gibi işleyen, ritmini tutturunca iyice hızlanan ve çok çalışan bir makine. Şöyle bir baktığınızda, okullarımız son derece akılcı görünür: Merkezi bir Bakanlık denetiminde işleyen okul yönetimleri, sapmaya izin vermeyen birörnek eğitim materyalleri (müfredat, ders kitapları, teknolojik aletler vb.), standart öğretmen pratiği ve performansı, son derece bürokratik/akılcı bir yönerge akışı, olabildiğince belirlenen kalıplara göre alıcı rolünü oynayan bir öğrenci kitlesi, onları sermaye olarak piyasa için yetiştirmeye çalışan bir ebeveyn kültürü. Ve pek çok yan destek, telafi edici program ve ek kuruluşlar (özel ders, dershane vb). Görece akılcı bir sistem bu. İyi-kötü, az da olsa saparak ve fakat mütemadiyen işleyen bir sistem. Eğitim sistemimiz aslında son derece pozitif görünüyor: Derslerde kullanılan matematiksel kanıtlama teknikleri, laboratuarlarda yapılan doğabilimsel deneyler, üretilen mantıksal çıkarımlar, okutulan bilimler, üretilen bilimsel bilgiler vb. Epey de alanında uzman olan insan yetiştirebiliyoruz. Ama ülkece kötüyüz.  Her türlü uluslar arası endekste tel tel dökülüyoruz. Görünen bu; fen, matematik, fizik gibi doğabilimleri son derece muteber. Bakanlık alabildiğince akılcı bir yönetim aygıtı kurmuş. Sistem öyle veya böyle işliyor. Fakat sorun da, bu işleyen sistemin nasıl işlediğinde değil mi? Örneğin bu sistem, sorun çözme noktasında daha çok çelişkilerin çözümü yönünde gerçekçi bir tutum mu takınıyor, yoksa idare-i maslahat babından uyum ve ahengi mi pompalıyor? Eğitim sistemimiz işlevselci mantıkla mı çalışıyor, yoksa diyalektik mi?

***

Spinoza şöyle demiş: “Bir etki, oluşumunda ne kadar çok sayıda neden beraber iş görüyorsa o kadar güçlüdür.” Bu sözü şöyle değiştirmek istiyorum: “Bir sistem, oluşumunda ne kadar çok sayıda sorun beraber iş görüyorsa o kadar güçlüdür.” Bizim eğitim sistemimiz, politika ve piyasa tarafından bir makine gibi kurgulanmış görünüyor; o yüzden öğrenci davranışlarını mekanikleştirmek için pek çok aracı fiili olarak kullanacak potansiyellerimizi geliştirip durduk habire. Bunu yaparken şu araçları bol bol kullandık: Çeşitli ölçekler, test tekniği, merkezi sınavlar, ezber yöntemleri, standart müfredat, birörnek eğitim materyalleri, tek öğretmen modeli, niceliksel kültür üreticiler… Ve bütün bu merkezi, standart ve birörnek politikaları uyguladığımızı düşünürken yaratıcı, yenilikçi ve keşfedici bir öğrenci tipi üretebileceğimizi düşündük. Ancak sisteme eklenen her halka, onu güçlendireceğine daha çok kafa karıştırdı, sorun üretti ve içinden çıkılmaz bir yapı ortaya çıkardı. Fakat bunu eğitim yapısının belirleyiciliği altında aktif bir özne inşa etme beklentisiyle yaptı. Sınırları sürekli güncellerken öğrenciden sınırsız davranış geliştirmelerini (örneğin yenilikçi olmak adına sınırları zorlamalarını) bekledi. Öğretmeni verimi artsın diye onu özgürleştirmek yerine daha fazla izlemeye aldı (okuldaki baskıcı yönetim, standart performatif ölçümler, müdürün odasındaki kameralar, denetçilerin müdahalesi vb.). Velhasıl koşullarını iyileştirmedik, öğretmenleri haksız politikaların kurbanı yaptık. Örneğin EBA’da hangi kafa/mantık, böylesi bir kriz döneminde, eski başbakan Menderes’in asılmasını bir çizgi filmde ilahiler eşliğinde küçük çocuklara izletmeyi pedagojik bir değer ihtiva eden bir fırsat olarak görür? Sorunumuz aslında çok derin. O yüzden biraz felsefi çıkarım yapalım.

***

Roger Smith’in “Zihin ve Doğa Arasında. Bir Psikoloji Tarihi” adlı kitabında dediği gibi: René Descartes (1596-1650), kendi döneminin tehlikeli bir kuşkuculuk çağı olduğunu düşündüğü şeyden rahatsızlık duymuştu. Smith’e göre: “Değişim zamanlarında insanlar belirsizlikten korkar ve endişe içinde mutlak hakikati ararlar.” Descartes’ın tutkusu, bilebileceğimiz her şey için yeni ve somut temeller sağlamaktı ve bunun için akıl yürütmedeki kesinlik modelinin kökenini matematikten almıştı. Almıştı ama insanı (özneyi) ikiye bölerken (düalizm, beden ve ruh/düşünce) tüm kuşkucu durumdan çıkabilmek için Tanrı’ya sığınmıştı: Tanrı bilgisi, kesindir. Descartes, güvenilir bilgiye spekülasyonla (düşünme, tefekkür) ulaşmaya çalışmıştı. Çağdaşı Locke (1632-1704) için ise güvenilir bilgi, (Newton’ın doğa hareketlerinin altındaki yasaları açığa çıkarmak için) deneyime dayanabilirdi ancak: Zihnimiz algılamadan önce boştur (“tabula rasa”) ve onu doldurmak insana kalmıştı. Boş zihin deneyim, bilgi, davranış vb ile doldurulabilirdi. Uzatmadan sonuca bağlayayım: Bu iki tür bilgi üretme (düşünsel spekülasyona karşı pratik deneyim bilgisi) Batı’da büyük bir tartışmanın ilk adımı oldu. Eğitim sistemleri de buna mukabil bir evrim izledi: Orta çağların spekülatif eğitim sistemleri bol bol geleneksel yöntemlerle (aktarma, dikte, ezber, kısıtlı yorum vb.) yetinip kendini tekrar ederken modern eğitim sistemleri Rousseau ve Locke ile başlayan yeni bir trende girdi: İnsan, ancak insanın pratik, deneyime dayalı müdahalesi ile eğitilebilirdi. Bunun için Batı pek çok buluş yaptı: Çocukluğun icadı, okullaşma (schooling), yaşa dayalı okul/derslik, zorunlu eğitim, müfredat ve ders kitapları, karne, diploma, ölçme-değerlendirme, gözetim, zeka ölçekleri vb. Bütün bu süreçte elbette eğitim zaman zaman oldukça bürokratikleşti, militerleşti, faşistleşti, sınıfsallaştı, piyasalaştı ama belli bir akılcı temel veya kalıp yerini hep korudu: Bütün eğitim bilgisi, pratiği ve yöntemi çoğunlukla eleştirel bir öznenin üretimi için kullanıldı. Yani Batı eğitim geleneği, önceki pratik ve bilgilerin sert bir eleştirisi eşliğinde gelişti. Eleştiri, çelişkilerin çözülmesi yönünde temel mantık veya dil haline geldi. İlerleme böyle sağlanabildi.

***

Bu süreçte sert, disiplinli ve çalışkan Alman geleneğinin yarattığı “Bildung” (kişinin ve bir kültürün iyi, doğru ve güzelin peşinden giderek bütünlük sağlaması yani bir formasyon edinmesi), onca geleneksel ilişki, cemaat kültürü ve ulusal izolasyona rağmen bir tür aktif, özerk ve akılcı özne modeli ortaya çıkardı. Daha önce kendinde fail (agent) olan insanın (bilinçli ve aktif, bireyliğini kurabilen) bir özneye dönüşebilmesinde modern olan tutumlar yarattı. Kapitalizmin maddi güçleri, talepleri ve uyarlamaları bu modernliği güçlendirdi. Kilisenin 19. yüzyıla değin modernliğe çeşitli şekillerde direnmesine (örneğin Fransa’da modern, laik ulusal okullara karşı Cizvit Kolejleri’nin kurulması) rağmen modern eğitimi geliştirecek pek çok mekanizma icat edildi. Örneğin geç 18. yüzyılda bile Alman eğitimciler, öğrencilerin gelişimlerini anlamak için günlükler tuttular. 19. yüzyıldan itibaren kapasite, potansiyel ve yeteneklerin belirlenmesi için birçok araç geliştirdiler. Cetveli, eğitim amacıyla kullanırlarken elbette zaman zaman disiplin aracı olarak da kullanmaktan imtina etmediler. Sonuçta Batı aklı veya zihniyeti, “doğa” (nature) ve “yetiştirme/kültür” (nurture) arasındaki dengeyi kurabilmek için büyük çabalar sarf etti. Kuşkusuz yaptığı her şey doğru da değildi; IQ, kişilik testi, performans ölçümü gibi.  Fakat her şeye rağmen, virüsün nedeni olarak Tanrı’nın gazabı olarak dillendiren bir aydın üretmeyecek bir sisteme kavuşabildi.

***

Daha önce de bir akademisyen çıkıp Hz. Nuh’un tufan sırasında oğluyla cep telefonundan görüştüğünü söylemişti. Bir başka akademisyen de cehaletin kutlanması gerektiğini ileri sürmüştü. Örnekler artırılabilir. Biz kültür/uygarlık olarak Newton, Locke, Rousseau, Pestalozzi, Piaget, Vygotksy falan çıkaramadık çünkü bir Aydınlanma yaşamadık; biat kültüründen eleştiri kültürüne geçemedik. Birbirimizi kıyasıya eleştiren bir toplumuz ama eleştiri, bir disiplin, mantık ve yöntem işidir. Kriz döneminde kritik yerine, biat gibi şeyler öneren profesörlere kaldık. Eğitim sistemimizi mekanik (makine gibi) bir işleyişten çıkarabilmek için, eğitime konu olan insanları (yönetici, öğretmen, öğrenci, ebeveyn) nesne (idare edilmesi gereken yığınlar) yerine özne (diyalojik ilişkiye geçilmesi gereken yurttaşlar) olarak yeniden kurgulamalıyız. İktidar, monologtur. Demokrasi, diyalog. Eğitimi makine gibi işleyen bir iktidar biçimi (endoktrinasyon) olarak görmek yerine, diyalojik bir öğrenme aracı olarak kabul ettiğimizde, özneler arası akıl kendi ortaklığını dayanışma ve işbirliği içinde yaratıp çözüme ulaşacaktır. Bunun için “eleştirel pedagoji” şart. Krizi doğru anlamak ve yönetmek için.

*Bu yazı daha önce www.mektepligazete.com sitesinde yayınlandı.

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu