Press "Enter" to skip to content

Dergiden Kemal İnal 09

 

 

 

 

KÖY ENSTİTÜLERİ-4: NEDEN KAPATILDI?

Kemal İnal

Köy Enstitüleri’ne eleştiri ile başlayan muhalefetin, yozlaştırma ve yıkım ile nasıl sürdüğünün hazin sürecini iyi anlamak gerekir. Bu çok yönlü bir süreçtir. Yerli güçler ile dış dinamikler el ele verip çalışmışlardır yıkım için. Yani, etraflı, programlı ve sonuca yönelik iç yıkım sürecini dış konjonktür de (ABD gibi çeşitli ülkeler, birtakım örgüt ve programlar vb.) desteklemiştir. Yıkım için ideal bir iklim yaratılmıştır. İşin ilginç tarafı, çok güçlü bir lider olan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün Köy Enstitüleri’ne karşı olanları ve eleştirileri bilmesi ve fakat bunları duymazdan gelir gibi yapmasıydı. İnönü’nün bu yıkımdaki payı çok büyüktür. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, İnönü’yü uyarmalarına, geri adım atılmaması gerektiğini söylemelerine rağmen bir sonuç alamadılar. Başını ırkçı-milliyetçi Nihal Atsız’ın çektiği geniş bir grup, 2. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte, anti-komünist konjonktürün güçlenmesini de fırsat bilerek, Köy Enstitüleri’nin yetkililerine karşı yoğun bir “komünist suçlaması”na girişti. Anti-komünizm histerisinin İnönü’nün döneminde başlatılması, onun bunu önlememek anlamında, yıkımda büyük bir payı olduğunu gösteriyor. Anti-komünizm histerisiyle hem CHP zayıflatılmış hem de ülkedeki sol dalganın önü kesilmiştir. Çok partili hayata geçiş bile, bu histeriyi zayıflatmamış, aksine artırmıştır.  İddialar akıl alır gibi değildi. Örneğin Köy Enstitüsü çıkışlı bir köy öğretmeni olan 19 yaşındaki Mahmut Makal, köyün gerçek yüzünü ve sorunlarını anlattığı “Bizim Köy” adlı eserinden dolayı komünizm propagandası yaptığı suçlamasıyla hapse atılmıştı. O dönem komünist olmakla suçlanan klasik kitaplar, bugün İş Bankası yayınları olarak sağcılar tarafından bile okunuyor. İlginç olan nokta, Batılı liberal klasik eserlerin komünist olmakla suçlanmasıdır. Dahası, Sabahattin Ali’nin romanları, Nazım Hikmet’in şiirleri, “kızıl, dinsiz, ruhsuz zevatın eserleri” olarak damgalanmıştır. Olan şey, tam bir cadı avıdır. Cadı avı,  ABD’de 1950’lerin başlarında McCarthy’cilikten çok önce, 1940’ların başlarında Türkiye’de başlatılmıştı.     

***

Aslında “Kemalizm” ile “Komünizm” birlikte eleştiriliyor; daha doğrusu Kemalizm eleştirisi Komünizm eleştirisi üzerinden dile getiriliyordu. Bu konuda çoğu zaman da ölçü kaçırılıyordu (örneğin bir öğretmenin kırmızı gömlek giymesi, komünistlikle suçlanmasına neden oluyor; bazı Enstitü binalarının havadan bakıldığında orak-çekice benzediği bile iddia ediliyordu.) İnönü sözde “denge politikası” izliyordu ancak daha fazla kelle verilmesinin önüne geçemiyordu bu politika. Birkaç kelle vermeyle başlayan ödün politikası, en sonunda CHP’yi toptan teslim almıştı. İnönü, öldüğünde iki eseriyle anılmak istediğini söylemişti: Köy Enstitüleri ve çok partili hayata geçiş. İkincisine geçiş, ilkini yedi bitirdi. Köy Enstitüleri’nin yıkılmasında çığırtkan DP’nin rolü çok büyüktür. Bu partiyi CHP içinden çıkan sağ eğilimli politikacılar (Bayar, Menderes d.) kurmuşlar; kimi sol çevreler ve liberaller de DP’yi ülkeye özgürlük getireceğini sanarak desteklemişlerdi. 2. Dünya Savaşı dönemindeki tüm sorunlarda (yokluk, kıtlık, karaborsa vb.) sanki Bayar, Menderes, Sazak gibi politikacı, işadamı veya toprak ağalarının hiç dâhili yokmuş gibi davranılmıştı.

***

Daha planlama, programlama ve kuruluş aşamasında bile Köy Enstitüleri projesine “utangaç muhalefet” yapılmıştı. Kimi zaman gizliden, kimi zaman açıktan. Örneğin kimi vali ve kaymakamlar, projeye yardımcı olmak yerine, daha ilk günlerde sorun yaratmışlardı. Gerek CHP içindeki politikacılar, gerekse bürokratlardan bazılarının kafaları bu projeye hiç yatmamıştı. Bu iki kesimin engellemesi, çoğu zaman teknik bir dil, samimi bir uyarı ve sorun çözücü bir tarzda vuku bulmuştu ama bu utangaç muhalefetten çok daha ağır bir karşı çıkış üç farklı tarzda kendini göstermişti. Köy Enstitüleri’ne yönelik muhalefet şu üçlü sırayı izledi: “Akademik eleştiri”, “yozlaştırma” ve “yıkma”.

***

Akademik eleştiri aşaması çok erken başlatıldı. Daha Temmuz 1939’da Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel başkanlığında toplanan 1. Eğitim Şûrası’nda eski İlköğretim Genel Müdürleri’nden Reşat Şemsettin Sirer’in (ki sonra Milli Eğitim Bakanı olunca Köy Enstitüleri’ni yozlaştırmak için pek çok şey yapacaktır) başını çektiği bir grup, Köy Enstitüleri fikrine karşı çıktı. Bu gruba göre asıl ağırlık, kentlerdeki eğitim çalışmalarına verilmeliydi zira kentlerde yapılanlar zamanla zaten köylere de ulaşacaktır. Bu grup, olaya tümüyle kent merkezli bakıyordu. Ne olacaksa, kentlerde olabilirdi ancak. O yüzden yeni tip köy öğretmenine gerek yoktu. Bu okullar kurulsa bile, kentli çocuklar da alınmalıydı. Şûra’da, bu Köy Enstitüsü projesini gerçekleştirebilecek nitelikte kadroların, mali gücün ve deneyimin olmadığı iddia ediliyordu. Kimi de biçimden dem vuruyordu. Örneğin Kastamonu Eğitmen Kursu yöneticisi S. Edip Balkır, kafayı “Enstitü” ismine takmıştı. Tonguç, bu ismin gerekçesini açıklarken, dertlerinin hem köye uygun eleman yetiştirmek hem de bu elemanların köylerde karşılaşacakları çeşitli sorunlar üzerinde araştırma ve çalışma yaptırmak olduğunu söylemişti. Kısaca, uygulamaya yönelik araştırma ve incelemelerle sorunlara çözümler önerilecekti. 1943’te toplanan 2. Eğitim Şûrası’nda konuya ilişkin eleştiri ve önyargılar iyice su üstüne çıkar. Bu Şûra’da bilhassa Köy Enstitüleri’nde üretim yapılmasının, Türkiye’nin milliyetçiliği ve gelenekleriyle uzlaşmaz olduğu ileri sürülüyordu. Reşat Şemsettin Sirer (bu kişi Bakan olunca Köy Enstitüleri Dergisi’nin kimi sayılarını İzmit Kağıt Fabrikasına gönderterek hamur yaptırtmıştır-Bkz. Güler Yalçın, Canlandırılan Ütopya. Köy Enstitüleri, s. 75)  gibi Alman Nasyonal Faşizminden etkilenenler, herkese değil, üstün bir kesime eğitim verilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Öte yandan Gazi Eğitim Enstitüsü öğretmeni Halil Fikret Kanad gibileri de Milli Eğitim Bakanlığı’na imzasız mektuplar göndererek okulları kötülüyor, Bakanlığı okullara karşı kışkırtıyordu. Genelde bu tür eleştirilerde öğrencilerin amele gibi çalıştırıldıkları, kültür derslerinin yeterli olmadığı ve bu yüzden öğrencilerin zayıf biçimde yetiştirildikleri ileri sürülüyordu. Örneğin, Kızılçullu Köy Enstitüsü müdürlüğünden el çektirilen Emin Soysal, Enstitüleri, kültürel eğitimi savsakladığı için suçluyordu. Asım Karaömerliğioğlu, “Orada Bir Köy Var Uzakta. Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem” (2006, s. 95) adlı kitabında, Enstitülerde “anti-entelektüel tavır”ın son derece yaygın olduğunu iddia eder ki, bunun yanlış olduğunu anlamak için programlara şöyle bir bakmak yeterlidir. Öğretim programları son derece dengeliydi. İşin “amelilik” olduğu ve öğrencilerin “amele” yapıldıklarına dair küçümseyici bakış açısı, bilginin iş ile birleşip kültür üretmesini göremiyordu. Örneğin Halil Fikret Kanad’a göre Köy Enstitülerindeki teknik ve tarım içerikli eğitim, bir amelilikti. Zihinler, kente yönelik/özgü “seçkinci eğitim”le kalıplaşmış olduğu için halk çocuklarının eğitilmesini bir türlü anlayamıyorlardı. Hele köylü çocuklarının karma, yatılı, demokratik eğitim almalarını hiç hazzedemiyorlardı. Bu noktada tutucu eğitimciler ile çıkarcı politikacıların görüşleri ilginç biçimde örtüşüyordu. Kanad’ın Köy Enstitüleri programında (1943) milliyetçiliğe yer verilmediği iddiasının ardındaki asıl derdi, kendi klasik pedagojisini ülkeye hâkim kılmaktı. Ancak kılamamıştı ve sorunu da buydu zira Kanad, ruhtan bahsediyor, “milli ve içtimai kıymetlere önem verilmesi”nden söz ediyordu ama bunlar son derece soyut şeylerdi. Enstitüler ise alabildiğine pratik okullardı. Oysa Kanad’ın bu okullarda halk kültürünün nasıl geliştirildiğinden haberi olmaması mümkün değildi. Fakat derdi, halk kültürü değil, ırkçı ideolojinin, Hitler’in Nasyonal Faşizmi gibi okullarda sergilenmesiydi. Nitekim Tonguç’un yerine İlköğretim Genel Müdürü olan Yunus Kazım Köni, açık açık “Bizim de bir görüşümüz var. Biz Nasyonalistiz” (Türkoğlu, Tonguç ve Enstitüleri, s. 553) diyebilmişti. İş eğitimine karşı olmayan Baltacıoğlu bile Köy Enstitüleri için “Ortaokulla sanat okulunu birbirine yamamışlar” (Cavit Binbaşıoğlu, Türkiye’de Eğitim Bilimleri Tarihi) diyerek okulları küçümsemiş, aynı zamanda yanlış anlamıştır. Akademik eleştiri bağlamında kimileri de, sanayileşme olmadan ve fabrikalar kurulmadan çağa özgü insan yetiştirilemeyeceğini iddia etmişlerdi. Yani eleştirmek için neden, malzeme ve gerekçe boldu. Eğer dert, bu okulları yozlaştırıp yıkmaksa, kafayı bu okullara takanların ellerinden geleni artlarına koymamada kullanabilecekleri malzemeyi icat etmeleri çok kolaydı. İlginçtir, radikal sol da, radikal sağla, farklı gerekçelerle de olsa, eleştiride neredeyse ortak bir dil tutturacak hale gelmişti.   

***

Soldan eleştiri konusunda herhalde en ileri giden kişi, romancı Kemal Tahir olmuştur. Romanlarında solculuktan ziyade sağ eğilimli tezler öne süren (örneğin Osmanlıyı “kerim devlet” olarak nitelendirmesinde olduğu gibi) Tahir, Köy Enstitüleri’ni tek-parti rejiminin ideolojisini yaymak amacıyla kurulan “faşizan kurumlar” olarak nitelemişti. Oysa her ne kadar ulus inşasında bir Türkleştirme gibi milliyetçi bir eylemden bahsedilse bile, Asım Karaömerlioğlu’nun da belirttiği gibi, Enstitülerde 1930’lar dünyasına damgasını vuran ırkçı ve saldırgan bir milliyetçilik yoktu. “1940’larda yönetici sınıfın bazı kesimlerinde görülen ırkçı bir anlayışın izlerine Köy Enstitüleri yayınlarında pek rastlanmaz.” (age, s. 102-103) Aslında Köy Enstitüleri’ne yönelik sol eleştiri, son derece teorik ve fakat soyut bir dil kullanmıştı.  Örneğin TEP Genel Başkanı Mihri Belli, 1976’de MEB’e bağlı okulların üstyapı kurumları olduğunu, devrimin okuldan çıkıp gerçekleşmeyeceğini ve fakat ancak devrimci emekçi halkın örgütlü mücadelesinden doğacağını ileri sürmüştü. Yine TSİP Genel Başkanı Ahmet Kaçmaz, 1976’da, Köy Enstitülerinin burjuvazinin kendi işgücü kaynağını yetiştirmek için kurulduğunu söylemişti (Mahmut Makal. Bozkırdaki Kıvılcım. Enstitülüler, s. 201). Oysa soldan daha anlamlı çıkışlar gelmedi değil. Örneğin öğrenci lideri Harun Karadeniz, 1960’larda “eğitim, üretim içindir” sloganı çerçevesinde bir de kitap yazmıştı. Bu görüş, Köy Enstitüleri’nin çizgisine uyuyordu. Sosyalistler, Köy Enstitüleri’ni sosyalist olmadığı veya burjuvaziye işgücü yetiştirmekle eleştirirken kimi sağcılar da, bu okulların sosyalist bir uygulama olduğunu iddia etmişlerdir. Bu konuda Nihal Atsız’dan başlayarak pek çok isim verilebilir. Ama liste uzun; sadece 1990’larda yazılan bir eser ve yazardan bahsedeyim. Muhafazakâr eğitim tarihçisi Osman Kafadar şöyle yazabilmiştir: “Gerçekten de İş okulu ve Üretim okulu fikrinden hareket ederek Marksist bir devrime ulaşma çabalarını ihtiva eden ve bu uğurda hiçbir gayretin peşini bırakmayan Tonguç ve ekibi, bu anlayış ve faaliyetleriyle de eğitimi ideolojiye mahkûm etmiş; sömürüye karşı köylüyü ayaklandıracağım derken onları bir nevi “devrim kurbanları” haline getirmiş, ruhlarını ve bedenlerini bir başka açıdan sömürme gibi eğitimin amaçlarıyla zıtlaşan bir yola girmiştir.” (Osman Kafadar, Türk Eğitim Düşüncesinde Batılılaşma, s. 318) Kafadar’a göre Tonguç’un kafasında “köye uygun öğretmen yetiştirmede sosyalist model” (s. 299) vardı. Bu, son derece yanlış bir tezdir. Bir kere, Tonguç’un, Sovyet eğitim sisteminden veya komünist pedagojiden esinlenmiş olsa bile, Köy Enstitüleri modelini doğrudan oradan aldığına dair hiçbir kaynak, olgu, haber veya belge yok ortada. Kaldı ki Tonguç, SSCB’de değil, Batı Avrupa’da yetişmiş, Ekim Devriminin eğitim kadroları olan Krupskaya, Lunaçarsky, Makarenko veya Blonsky’den ziyade Kerschsteiner ve Pestalozzi’den etkilenmiştir. Üstelik dönemin SSCB’si ile Türkiye’nin tuttukları kalkınma yolları da son derece farklıydı. SSCB’deki komünist yönetimin temel hamlesi, sert ve yılmaz bir “kolektivizasyon” çerçevesinde sanayileşmeydi. Daha Çarlık döneminden beri geri, cahil ve uyuşuk görülen köylülerden ziyade sanayi proletaryasıyla sanayileşme amaçlanıyordu. Asımömerlioğlu’nun dediği gibi, Sovyetlerde işçi sınıfı göklere çıkarılırken köylüler adeta geriliğin ve yobazlığın simgesi olarak sunuluyordu. Türkiye’de ise “milletin efendisi” ilan edilen köylüye dayalı bir tarım üzerinden sanayileşme (gerçekte kalkınma) amacı güdülüyordu. İşçi sınıfına göre köylü sınıfı hem sayıca çok daha fazla hem de daha etkindi. Mili burjuva yaratma hedefi fiyaskoyla sonuçlanmış, azınlıklardan kalanlar hariç, çok az sayıda kamuya ait fabrika ve işçi söz konusuydu. Yani kalkınmada kent ve onun sanayi proletaryasına dayanacak yeterli bir zemin yoktu Türkiye’de. O yüzden Köy Enstitüleri konusunda Tonguç’un modelini SSCB’den aldığı iddiası son derece yanlış. Tonguç’un daha ziyade Almanya ve Bulgaristan’dan etkilendiği de diğer bir iddiadır. Fakat bunun da çok bir önemi yok zira Köy Enstitüleri son derece özgün bir projedir.       

***

Formasyonu Batı Avrupa olan bir eğitimcinin, okuduğu, ziyaret ettiği ve gözlemlerde bulunduğu Batı Avrupa ülkelerinden esinlenmiş olması çok mümkün ve normal. Buna ilişkin de bir sürü belge var. Yalçın’a göre Tonguç, “… uygulamalarında sosyalist ülkelerdeki eğitim örgütlenmelerinden ve batıdaki bazı “yeni okullar”dan esinlenmiştir.” (G. Yalçın, Canlandırılan Ütopya. Köy Enstitüleri, s. 89) Hatta Yalçın’a göre Tonguç, SSCB’de Blonsky’nin politeknik okullarını incelemiş, bu konuda sürekli okumuştur (age, s. 154). Oğlu Engin Tonguç da, babasının Batılı eğitimcilerin (Pestalozzi, Kerschsteiner, Dewey) yanı sıra çağdaş sosyal pedagogların sosyalist ve Marksist eğilimlerine ilgi duyduğunun söylenebileceğini belirtmiştir (Engin Tonguç, Bir Eğitim Devrimcisi: İsmail Hakkı Tonguç, 2001) Ancak esinlenmek ayrı, sosyalist bir modeli alıp olduğu gibi uygulamak apayrı bir şeydir. Üstelik SSCB’deki, diyelim başarılı bir eğitim modelinden esinlenmek veya böylesi bir modelin aynısını alıp uygulamak suç mu? Bunun neresi yanlış? Dolayısıyla eleştiricilerin doğru-düzgün bir kaynak gösterememesi çok manidar. Haliyle Tonguç’un Köy Enstitüleri ile Marksist bir devrime ulaşma çabaları içine girdiğine dair eğitimci Kafadar da hiçbir kaynak gösteremiyor. Öte yandan Tonguç, eğitimi ideolojiye mahkûm etmiş falan değil; bilakis, eğitimi, teorik-ideolojik güzergâha sokmadan alabildiğine pratikleştirmiştir. Fakat Tonguç’un pratiği, saf bir pratik değildir; ardında çok güçlü bir dünya görüşü, kuramsal esinlenmeler ve hayata bakış açısı vardır. Tonguç’un köylüyü ayaklandırma ve onları “devrimin kurbanları” haline getirme iddiaları, 1940’larda başlayan anti-komünist histerinin yeni bir zırvasıdır. Bu desteksiz, temelsiz sözler, bilim insanlarına yakışmaz ama ırkçı-milliyetçi sağ bunu zaten 1930’lardan beri periyodik olarak yapıyor. Yapılan, eleştiri değil, karalama. Zira dert, iyisini bulmak değil, ne olursa olsun solcuların iyi bir şey yapmasını engellemektir.  

***

Kaldı ki, Köy Enstitüleri’nin komünizm ve sosyalizmle ilişkisi etkin ve doğrudan değil, sembolik.  O da ancak birkaç olayla sınırlıdır. Örneğin Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde bir öğrenci “Demokrasi ve Sosyalizm”, diğer bir öğrenci de “Sosyalizm ve Sosyal Mücadeleler Tarihi” adlı kitapları tanıtmışlardır (Yalçın, Canlandırılan Ütopya. Köy Enstitüleri, s. 72). Karaömerlioğlu’na (age, s. 107) göre Enstitülerin kitaplıklarında öğrencilerin sosyalist ya da komünist kitaplar okuduğu iddiası havada kalmaktadır zira bu kitaplar bugünün standartlarıyla aslında liberal bile sayılabilecek kitaplardır. Yalçın’a göre ise kimi öğrenciler elbette sosyalist dünya görüşünden çok etkilenmişlerdir zira çok özgürdüler, istediklerini okuyabiliyor, aralarında tartışabiliyorlardı. Bu öğrencilerin aralarında sosyalist dünya görüşünü benimseyenler de oluyordu (age, s. 151-152). Oysa milliyetçi öğrenciler de vardı Enstitülerde. Örneğin Köy Enstitüsü mezunu emekli bir öğretmen olan Mahmut Mazı şöyle demiş: “… Biz hazırlıkta okurken, üst sınıflardan bir öğrenci, galiba ya solculuk ya da casusluk ile suçlanmış, öğrenciler linç edeceklermiş. Güç kurtarıldı. Tüm öğrencileri toplayıp çocuğu teşhir ettiler. Köy Enstitüleri’nde milliyetçilik duyguları çok aşırıydı.” (Necdet Sakaoğlu, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, s. 95) Ancak bu tür olayların sayısı son derece azdı. Kaldı ki, her öğrencinin politik bir görüşünün olması, demokrasinin gereği değil midir? Öte yandan Karaömerlioğlu’na (age, s. 107) göre 20 bin öğrenciden sadece dördü “aşırı sol”  düşünceler nedeniyle mahkûm olmuştur. Birkaç olumsuz vakadan ötürü okulu tümden karalamak niye!?

***

Yozlaştırmanın bir başka biçimi olan karalama, Köy Enstitüleri’ndeki kimi uygulamaları tersinden anlama veya gerçek değerini anlamama ya da çarpıtmaya dayanıyordu. Okulları solcu yuvası, dinsizlik ve ahlaksızlığın sergilendiği mekanlar olarak görenlere göre ülkede Köy Enstitüleri ile birlikte ciddi bir solculuk tehlikesi baş göstermişti. Karalama konularının başında kız-erkek karışık yatılı karma eğitim geliyordu. Başta kent eşrafı, köy ağaları ve gericiler olmak üzere kimi çevrelere göre kız-erkek karışık, yatılı ve aynı mekânda eğitim yapılması, gelenek, örf-adet ve dinimize uygun değildi. Oysa bu çocuklar, köylerinde hemen her ortamda (evde aile içinde, akraba arasında, komşulukta, tarlada, düğünde vb.) kadın-erkek karışık bir dünya içinde normal bir hayat yaşıyorlardı. Bu kız ve erkek öğrenciler, devletin güvencesinde, nitelikli eğitimcilerin denetimi ve bilimsel programların kalitesi altında eğitim görüyorlardı. Öğrencilerin halk oyunu oynamasını bile “kadın oynatma” diye çarpıtıp karalamışlardı. Karalama, giderek çamur atma, Türkiye sağının zaten uzun zamandan bu yana milli sporudur. Olguyu yerinde, tanıklığa dayalı ve belgelere dayanarak anlamak yerine, kulaktan dolma, çarpık ve yanlış bilgilerle kestirmeden bir sonuca bağlamayı marifet bilmişlerdir.   

***

Dillerine doladıkları bir başka konu da, sözde öğrencilere uygulanan şiddetti. Elbette dayak vakaları yaşanmıştı ama bunlar münferitti. Sayıca çok azdı. Ancak Tonguç, bu konuda son derece net, kararlı ve öğrenciden yana olmuştur: Öğrencilere dayak hiçbir şekilde kabul edilemezdi. Köy Enstitülerinde dayak atılması, öğrencilerin öğretmenlerin özel işleri için kullanılması, öğrenciye angarya iş yaptırılması, hakaret edilmesi, okul içinde politik propaganda ve çalışma yapılması (nutuk atmak, konferans vermek, broşür dağıtmak, afiş asmak vb.), okul dışında ilgili makamlarca izin verilmeyen toplantı ve gösterilere katılınması, okulun adını kullanıp izinsiz propaganda yapılması ve geziler düzenlenmesi, okul içinde öğrenciyken nişanlanılması, nikâhlanılması, evlenilmesi gibi pek çok durum, açık hükümlerle yasaklanmıştır. Buna rağmen bu okullar, bu bakımlardan mesnetsiz biçimde eleştirilmiştir. Bu izin verilmeyen olaylar Enstitülerde çok az yaşanmıştır. Yaşananların da gereği yapılmıştır.

***

Akademik eleştirinin yozlaştırma ve yıkım aşamaları öncesi arkasına saklandığı eleştirilerden biri de, maddi ve manevi simgelere yönelikti. Örneğin öğrencilerin “tulum elbise” giymeleri bile komünist bir uygulama ve propaganda malzemesi olarak yorumlanmıştı. Bunlara göre tulum hiç de uygun bir eğitim elbisesi değildi; üstelik pedagojik değeri de düşüktü! Tulumu komünist moda olarak görüyorlardı. Tulum konusunda TBMM’de masa ve kürsüyü yumruklayıp bunun kabul edilemez olduğunu söyleyen politikacılar olmuştu. Hâlbuki: “Meclis kürsüsünde, Enstitülerde kızların iyi korunmadığı ya da ağır iş yaptırıldığı savında bulunan milletvekillerinin evlerinde nice yetenekli köylü kızı karın tokluğuna besleme, hizmetçi olarak çalış[tırıl]ıyordu.” (Türkoğlu, Tonguç ve Enstitüleri, s. 539) Ne var ki, tulumun yanı sıra öğrenciler, başka tür elbiseler de giyiyorlardı. Ne demek istediğimi, Köy Enstitüleri’nden kalan o sararmış kimi öğrenci fotoğraflarına bakanlar anlayacaklardır. Tulum dikip giymenin amacı, iş sırasında pratik kolaylıklardan yararlanmaktı. Tulum için kullanılan malzeme de, o zor iş ortamı ve sert mevsimlere karşı da son derece dayanıklıydı, yani ekonomikti. Kaldı ki, tulum ilk olarak komünist Sovyetler Birliği’nde değil, Batılı ülkelerin endüstrileşme süreçlerinde atölye ve fabrikalarda giyilmiştir. Öte yandan Enstitüler’de birörnek giysi, ortak kimlik etrafında kolektif dayanışma ve işbirliğinin sağlanması amacıyla da kullanılmıştır. Birörnek giysi, öğrenciler arasında farklı giysi giymekten doğacak çeşitli ayrımcı düşünce ve değerlendirmelerin de önüne geçmiştir. Okullarda üniforma, SSCB’den önce Batılı kapitalist ülkelerin elit ve aristokratik okullarında zaten yüzlerce yıldır giyiliyordu.  

***

Bir başka eleştiri öbeği de sınıf meselesinde kümelenmişti. Köyde yalnızca köy çocuğunun öğretmenlik yapabilmesinin milli bütünlüğü parçalayıp sınıf mücadelesine yol açacağı, öğrencilerin hep köylerden alınmasının köy-kent, zengin-fakir ayrılığı yaratacağı iddia edilmiştir. Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Enstitülerin öğretmen ve öğrenciler tarafından milyonlar harcanarak müteahhitler tarafından yapıldığını söyleyecek denli zırvalamıştı. Oysa Enstitü binalarının öğretmen ve öğrenciler tarafından inşa edilip donatıldığının bir sürü tanığı olmuştur. Zorda kalınmadıkça, Enstitü dışından hizmet satın alınmamış, usta tutulmamış, işçi çalıştırılmamıştır. Zaten Enstitülerin kendilerine yeterli bir eğitim-üretim işletmesi olarak tasarlanması, bir döner sermaye ve kooperatife sahip olmasının gerekçesi, kendine yeterlilikti. Köy Enstitüleri basbayağı kendine yetebilmiş; bırakın yetmeyi, çevresini bile bayındır kılabilmiştir.    

***

Köy Enstitüleri’ne eleştiriyle başlayıp karalamayla devam eden sürecin vardığı en son nokta, okulları yozlaştırarak gerçek kimliğinden etmekti. Bunda da başarı sağlanmıştır. Yozlaştırmayı somutlayacak pek çok olay yaşandı: 1) Köy Enstitüleri’nin ölçme-değerlendirme sisteminde klasik not verme sistemine dönülmesi (bu da, öğrencilerin not için çalışmaya ve not peşinde koşmasına yol açmıştı). 2) Öğrencilerin yönetime katılmaları, yetki ve sorumluluk almalarına son verilmesi. 3) Kız ve erkek öğrencilerin kaldığı yerlerin birbirinden ayrılması (yani karma eğitime son verilmesi). 4) Serbest okuma saatleri ve okuma işlerinin sınırlanması. 5) Klasik eserlerin okunmasının kısıtlanması. 6) 1948’de Enstitü programının değiştirilmesi. 7) İş eğitimi olarak sadece temrin (alıştırma) yapılmasına karar verilmesi. 8) Enstitülerde sağlıkçı, ebe ve tarımcı yetiştirmeye son verilmesi. 9) Eğitmen yetiştirme ve çalıştırma işine son verilmesi. 10) İmece zorunluluğunun kaldırılması. 11) Enstitü çıkışlı olanların kentlere de atanmasının sağlanması. 12) Sağlık memurlarının köy köy dolaşmak yerine kasabalarda hükümet doktorunun el ulağı haline getirilmesi. Bu maddeler artırılabilir. Hedef, ne kadar güzel, verimli ve işe yarar uygulama varsa, hepsine son vermek, yerlerine de geleneksel usulleri getirmekti. 

***

Kuşkusuz Köy Enstitüleri’nin eleştirilecek yönleri de var. Bunlar, uygulama kaynaklı sorunlardı. Tonguç bu konuda şöyle der “Mektuplarla Köy Enstitüsü Yılları” adlı çalışmasında: “… sayıları az da olsa bir kısım öğretmenin öğrenciye kötü davranmasının önlenemeyişi, hasta ya da dertli çocuğun hatırının zamanında sorulmayışı, kazalara karşı sağlam önlemlerin alınmayışı, öğrenci yönetimine verilmesi mümkün ve yararlı işlerin verilmeyişi, her şeyin öğrencilerle açık olarak konuşulmayışı gibi olaylar beni çok üzüyor.” (Türkoğlu, Tonguç ve Enstitüleri, s. 354) Daha pek çok sorun sayılabilir. Ama unutulmamalı: Dönem, 2. Dünya Savaşı dönemidir: Avrupa’da kan gövdeyi görüyor, milyonlarca insan ölüyor, kentler yıkılıyor, açlık ve kıtlık kol kanat geziyor, Nazi faşistleri her yeri işgal ediyordu. Bu dönemde Türkiye’nin savaşa girmemesi ve tarafsız kalması bile büyük bir başarıydı. Kaynakların çoğunun sınırlardaki askerler için ayrılması, geriye diğer işler için çok az kaynak bırakmıştı. Buna rağmen Köy Enstitüleri gibi tarihin gördüğü en başarılı eğitim projelerinden biri gerçekleştirilmişti. Teknolojik olarak geri, kaynakları kıt, sermayesi yetersiz bir ülkenin koşulları içinde bir işi, bir projeyi, üstelik özgün bir projeyi sorunsuz yapmak mümkün değildi. Sorunlar giderek daha çok ortaya çıkmaya başlamıştı. Proje yarım kalmıştı. Çünkü izin verilmemişti. Neden?

***

Nedenini anlayabilmek için yapısal bir analiz yapılmalı. Öncelikle, toprak üzerinden eğitim aracılığıyla bir devrimci girişim olan Köy Enstitüleri, CHP içindeki kimi toprak ağalarını tedirgin etmişti. Kaldı ki bir türlü tam anlamıyla yapılamayan “Toprak Reformu” da tedirginliğin bir başka kaynağıydı. Ancak görünürde Köy Enstitüleri’nin toprak ağalarıyla açıktan mücadele ettiğine dair bir kanıt yok ortada; bilakis bazı yerlerde toprak sahipleriyle Enstitülerin işbirliği var. Eskişehirli toprak ağası, CHP mebusu Emin Sazak bile önceleri Köy Enstitüleri’ni desteklemiştir. Kaldı ki, Enstitüler, büyük toprak sahiplerinin değil, küçük toprak sahipliğinin yaygın olduğu yerlerde kurulmuştur (Karaömerlioğlu, yage., s. 100). Öte yandan, Enstitülerin ilk hedefi, ağalık veya feodalite gibi toplumsal ilişki biçimlerinden ziyade ve önce, doğanın sert, verimsiz, kıraç, yol vermez, hastalık yayan vb. koşullarını ileri teknik bilgi, beceri ve yöntemlerle yenmekti. Enstitülerde öğretmenlik yapan Cavit Orhan Tütengil, köylerin en büyük sorunları olarak cehalet ve üretim araçlarının ilkelliği olduğunu ileri sürmüştür.

***

Öte yandan Enstitüleri tümüyle ve sadece, CHP yönetimi üzerinden Kemalist rejimin siyasal ve ideolojik beklentilerini resmi düzlemde gerçekleştirecek ve bu rejime köylerden kadrolar devşirecek kurumlar olarak görmek de büyük hata olur. Enstitüler, elbette tümüyle rejimin dışında iş görmediler ancak görece bir bağımsızlıkları, özerklikleri de vardı. CHP içindeki sağ kanadın tüm müdahale, engelleme veya muhalefetine rağmen Köy Enstitüleri bir biçimde demokratik okul niteliğini korumayı başarabilmiştir. Enstitüler bir yandan rejimin kapıkulu/memuru olmakla, öte yandan Enstitü öğrencileri ordu ve devlet görevlilerine karşı saygısız, itaatsiz ve ilgisiz oldukları için eleştirilmiştir. Hangisi doğru? Oysa iki eleştiri de yanlıştır. Enstitülü öğrenciler, eleştirel olma, özgüvenli davranma ve haksızlığa kesinlikle karşı koyma öğretildiği için, diğer okulların öğrencilerinden çok farklıydı. Eleştirmesini biliyorlardı; kapıkulu olacak bir formasyonları yoktu.  

***

Sonuç olarak, Köy Enstitüleri, başlangıçta sadece, “zararsız”, “sıradan” ve “okulla sınırlı kalacak” bir eğitim reformu olarak görülüyordu. Etkisinin okul içiyle sınırlı kalacağı yeni bir eğitimi modeli olarak düşünülüyordu. Ancak bu eğitim reformu radikal bir hâl alıp sınırlarını zorlayarak başka bir insan modeli yaratma yönünde evrimleşmeye başlayınca, okula olan teveccüh birden muhalefete dönüşmüştü. Ne var ki, Köy Enstitüleri’ni, yukarıda açıkladığım gibi, asla ülke içiyle sınırlı kalan bir proje olarak düşünmemeliyiz. Türkiye, 1946’daki İstanbul’daki İktisat Kongresi ile birlikte gelişen süreç içinde, batı kapitalist kampına katılma kararı alınca, başka bir kalkınma modeli devreye sokulmuştu. Ülke, sosyolog Murat Kaymak’ın deyimiyle makas ve kalkınma modelini değiştirecektir; dönem, siyasal iktidarda büyük bir dönüşüm yapma dönemidir. Kabaca, eğitim yerine traktör, köylü yerine kentli, tren yolu yerine kara yolu, pratik eğitim yerine teorik-pragmatik bir eğitim modeline yönelinmişti. İyi-kötü bir halkçılık modeliyle bireyci kapitalist kalkınma modeli uyuşamazdı. Köy Enstitüleri’nde simgelenen ve somutlaşan halkçılık, o yüzden içi boş popülizme doğru yönlendirildi. Elitlerin kurduğu DP, “yeter, söz milletin” diyerek köylü kitlelerini demagojik bir popülizmin içine batırıp batırıp çıkardı. Sonuçlar: Traktör gibi tarım aletlerinin köye daha fazla girmesiyle açığa çıkan işsiz köylüler kentlere yığıldılar. İç ve dış göç arttı, kentlerin çeperlerinde sefil gecekondu mahalleri oluştu, yoksulluk arttı, elinde bir mesleği olmayan köylüler kentlerde güvencesiz enformel sektör içine yığılıp kaldılar; giderek bu kesimlere niteliksiz bir eğitim verilerek sınıfsal ayrımlar derinleştirildi. Marshall Yardımı, Truman Doktrini, IMF ve NATO’ya girilmesinin ardından ilk tohumları 1950’lerin başlarında atılan komünizmle mücadele dernekleri, ülkedeki her demokratik, sol ve halkçı yatırımı ülkenin bünyesine uygun değil diyerek reddettiler. Osmanlıdaki “istemezük” yobazlığı DP’li kadroların kışkırtmasıyla amacına ulaştı. DP ile başlayan yeni elitist hareket, Amerikan uşaklığı geleneğini bu ülkeye yerleştirdi (her mahallede bir milyoner yaratılacaktı) ve daha sonraki liberal sağ ve muhafazakârlar tarafından harfiyen yerine getirildi. Köy Enstitüleri’nde ilk kez köylü halkın çocuklarının daha fazla saygı görüp okuması projesi, yerini, ileride kentlerde ardı ardına kurulacak olan özel paralı ve pahalı okullarda okuyan yeni elitist kadroların yetiştirildiği okulların kuruluşuna bıraktı. Enstitü mezunları, öğretmen, edebiyatçı, bilim insanı vb. unvanlarıyla 1960’larda özgürlük rüzgârları estirirlerken, DP ve sonrasında AP’nin yetiştirdiği kadrolar Amerikan “acente”si, “distribütör”ü gibi sıfatlarla ülkede kapitalizmin temellerini güçlendirdiler. Kendi kendine yetebilen bir ülkeden “ithal ikameci” yani asalak bir ekonomi yaratıldı. Köy Enstitüleri’nin derdi köylüyü kendi köyünde tutup oranın kalkınmasını sağlamaktı. CHP-Sağ kesim ve liberal DP gelenekleri ise köylülerin köylerinde kalmalarını değil, şehirlere göç etmelerini istiyordu. Oysa şehirlerin bu nüfus potansiyelini emebilecek ne bir iş imkânı vardı ne de yeterli konut stoku, eğitim ve sağlık hizmetleri. Sonuçta dengesiz, birkaç büyük kente yığılmış, ne köylü ne kentli olabilen kitlelerin sağ politikalarca esir alındığı bir konjonktür yaratıldı. Bu yanlış politikanın sonuçlarını, bugün “nitliksiz eğitim” başlığı altında görüyor, tartışıyor ve bir çıkış yolu arıyoruz. Kamusal eğitim böyle böyle iflas ettirildi. Bundan sonraki, bu dizinin son yazısında Köy Enstitüleri’nden ne tür dersler çıkarabileceğimizi yazacağım.           

 653 total views,  2 views today

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu