Press "Enter" to skip to content

“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” / Eminm Toprak

06.05.2024

“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”

“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile okulların müfredatları değiştiriliyor. Bilgilerin sıkça değiştiği bir çağdayız, tabii ki müfredatlar değişecek, değişmelidir de. Ve bu değişim, geleceğimiz için çok önemli olduğundan hepimizi ilgilendirmektedir.

İşte bu sorumluluğum nedeniyle, geçmiş yıllarıma bakıp hatırladım.

1968 Programı uygulandığı yıl ben de öğretmen olmuştum. Programı; okumuş, öğrenmiş ve derslikte de uygulamıştım.

Bu programın; yaparak-yaşayarak ve yakında uzağa ilkeleriyle öğrenciyi özne-odak yapıp sarmalayan bir anlayışı vardı.

Bu programın öyküsü kısaca:
*5 yıl süreyle ve 250 ilkokulda denenip, geliştirilmiş…
*Yurdun bölgesel özelliklerini dikkate alınmış…
*Hedef ve ilkleri Millî Eğitim Şûrasında belirlenmiş…
*’Mihver Ders’ kavramı ve uygulamasını başlatmıştır.

‘Mihver Ders’ kavramı ve uygulamasını da kısaca anlatmak istiyorum:
Bu, yaşamın altyapısını oluşturan: Hayat Bilgisi, Sosyal Bilgiler, Fen ve Teknoloji derslerinin mihver (eksen-odak) kabul edilmesi demektir.

Amacı ve hedefi, her öğrenci yetisi oranında; Dil, Matematik, Müzik, vb. ifade-beceri derslerini, yaşamın temel taşları yani mihveri olan derslerle ilişkilendirmek… Bu bütünsellik içinde kazanılan deneyim-bilgi sonucu yeti ve becerileri geliştirmek. Böylece; anlayan, anlatan, istekli, katılımcı, özgüvenli, öznel, önemseyen, yapıcı, paylaşan, bilime inanan, teknoloji kullanan, kendisi ve çevresiyle barışık kimlik kazanmaktır.

Geçmişe uzanan bu hatırlatmadan sonra, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” için internet aramasında bulduklarım şunlar:

Sistemin bir adı da: “Erdem-değer-eylem Modeli”dir. Bu sistemin; “adalet-saygı-sorumluluk” üst değerleri, ayrıca: “uyarlılık, merhamet, estetik, temizlik, sabır, tasarruf, çalışkanlık, mütevazılık, mahremiyet, vatanseverlik, yardımseverlik, dürüstlük, aile bütünlüğü, sağlıklı yaşam, sevgi, dostluk, özgürlük” gibi değerleri olduğu belirtiliyor.

Karşılaştırmak için; “Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu” (Unesco) tarafından eğitim için belirlenen 12 evrensel değere baktım. Bu değerlerin de: “mutluluk, dürüstlük, işbirliği, özgürlük, sevgi, barış, saygı, alçakgönüllülük, sorumluluk, sadelik, hoşgörü, birlik” olarak sıralandığını gördüm. (Bilgilerinize…).

Sonra da Anayasanın: “Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” ilkesine ve AİHM’in 2014 kararına uyulmaması ve okullarda ‘zorunlu’ olarak din dersleri okutulması ilgimi çekti.

Okullar, anayasaya ve hukuka uymuyor!

İşte, laiklik ilkesini çiğneyip hukuku yok sayarak okutulan dersler:

  1. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi (4,5,6,7, 8.sınıf)
  2. Peygamberimizin Hayatı Dersi (5,6,7, 8.sınıf)
  3. Kur’an-ı Kerim Dersi (5,6,7 8.sınıf)
  4. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi (9,10,11, 12. sınıf)
  5. Peygamberimizin Hayatı Dersi (9,10,11, 12. sınıf)
  6. Kur’an-ı Kerim Dersi (9,10,11, 12. sınıf)
  7. Temel Dini Bilgiler Dersi (9. Sınıf)

Bu ders listesini görünce kendi kendime:

*Bu, din dersini mihver (eksen-odak) kabul etmek demektir!
*Bu, kendi inancını ‘en doğru’ kabul edip onu herkese dayatmadır!
*Oysa, inançlar kişiye özeldir, her insan da inancı da saygındır!
*Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” Ortaçağdan esin almış bir model!
*Çünkü bu dersler ancak, Ortaçağın medreselerinde okutulabilir!”

Diye fısıldadım.

Ve şimdi herkese diyorum ki: eğer okullarda Din dersi ‘mihver’ olursa öğrenci;
*Bilime değil, yazgıya (kadere) inanır.
*Okuduklarını sıkça tekrar edip ezberler hafız olmaya çalışır.
*Denizde yelkenleri fora olmuş ve pusulasız olarak bilinmeze gider.
*Deney, araştırma, sorup-sorgulama bilmez, özgüveni olmaz biri olur.

İnsanlık tarihinde, ne zamanki dini anlayışlar egemen oldu (MS.500-1500
yılları), o zaman bazı ‘inanç’ sahibi kişi ve gruplar; akıl, mantık gücü, hak ve özgürlüklerin sadece kendileri için olduğunu kabul ettiler. Ve kendilerine ‘özel’ bu inanç ve düşünceleri ‘en doğru’ diye herkese dayattılar.

İşte o zaman haçlı ve ganimet savaşları başladı. Giyotinler çalıştı, deriler yüzüldü, köle pazarları kuruldu… İnsanlığın ortak acıları çoğaldıkça çoğaldı.

Ve Ortaçağ bu karanlık, kirli sayfalarıyla tarihe yazıldı.

* * *

‘Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin baş mimarı: Yusuf Tekin’dir.

Yusuf Tekin, 2013-2018 yıllarında MEB’in 36. ve son müsteşarı ve 2023’den beri Milli Eğitim Bakanı olan kişidir.

Müsteşar olarak (ki, bakandan sonra en etkili kişidir); 2013’de gerici vakıf-cemaat-tarikatların denetiminde: dindar-kindar bir nesil yetiştirmek için 4+4+4 uygulamasını başlatmıştır.

Böylece tüm okullara: ‘imam hatip aşısı’ vuruldu. Fakat onların istedikleri dindar-kindar nesil ile birlikte deist-ateist nesiller de çoğaldı.

Bakan Yusuf Tekin MEB bütçesi için mecliste konuşurken vekillere parmak sallayıp: “Sizin ‘tarikat, cemaat’ dediğiniz, bizim ‘STK’ dediğimiz yapılarla 10 tane protokolümüz vardır” demişti.

Sözlerinde haklı olduğu, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ile belgelendi…

22 yıllık AKP iktidarı, yorgun-yılgın olduğu için dünya yaşamındaki çok hızlı gelişim-dönüşün-değişime uyum sağlayamıyor.

Yenik düşmemek saltanatını sürdürmek için de ‘nas’ diyerek sığınacak bazı kuram ve kurallar buldular. Fakat bunlar da çözüm olmadı.

Yoksulluk arttı, eğitim-öğretim sistemi altüst oldu, iç huzur bozuldu…

Sirenler çalsa da, panik olsa da bu çaresiz kalmış iktidar durmak yok ‘nas’ ile yola devam diyor.

Şimdi de; “Bir haftalık askı sürecinin ardından “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığınca son eleştiri, görüş, öneri ve paylaşımlar doğrultusunda revize edilecek ve son şekline ulaşacak.” (MIŞ!..)

Ve “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile ana okulundan-üniversiteye yeni bir eğitim sistemi başlayacakmış(!)

‘Başlayacakmış’ dedim, çünkü ‘maarif modeli’ yeni değil, eski, çok eskiii!

Bu, yıllardır süregelen çağdışı bir anlayışın devamıdır!

Bu köhnemiş arkaik anlayışa yeni diyenlere bir sorum var:

Peki, bu amaçla toplanmış “Eğitim Şurası” ve alınan bir kararı var mı?

*

CHP heyetinin, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”ni ret ve protesto etmek için MEB önüne gitmesi çok önemlidir.

Ancak “hepimizin geleceği” için bu eylemin partili-partisiz ayrımı olmadan her yerde kitleselleşmesi gerekir.

Hepimiz için hep birlikte…

Emin Toprak – DOSTÇA

 282 total views,  2 views today

Hayat Bilgisi / Emin Toprak

22.04.2024

Hayat Bilgisi

Eğitimciler, her konuda az-çok bilgi sahibi olması gereken kişilerdir. Okullarda her konuda az-çok bilgiyi de: ‘Hayat Bilgisi’ dersi kazandırır.

‘Hayat Bilgisi’; okula yeni başlayan çocuklara, üç yıl süre ile verilen bir dersin adıdır.

‘Hayat Bilgisi’, bazı lokantalarda: ‘Aşçı Tabağı’ adıyla servis edilen bir yemeğe benzer. O tabak içinde, her çeşitten ‘biraz’ olduğu için de müşterisi aç kalmaz derler…

Hayat Bilgisi konuları, yaşamın sürekli döngüsü içindeki ‘herkes’ içindir. Önyargı ve inat üretmeden, güncel ve yenilikçi anlayışla kişiye özgünlük kazandırmak isteyen bir derstir.

Hedefinde: okuyan-yazan, gözlem-deney yapıp düşünen, yeni bilgilerle tanışan, onları bilinenlerle kıyaslayan, konuşan, tartışan, üreten ve her gün yenilenen özgün insanlar vardır.

Sanırım, ‘Hayat Bilgisi’ dersinin en sevdiğim ders oluşu bu yüzdendir.

Çünkü, bu ders: ‘hem öğrenci hem de öğretmen’ olarak her olgudan bir çıkarım yapmayı ve yaşam boyu; gelişen, üreten, paylaşan, uzlaşan bir birey olmayı öğretir insana.

Bilimlerin kalıcı olduğu, bilgilerin de kısa ömürlü, geçici olduğunu herkes kabul eder. Dünyadaki bu hızlı gelişim-dönüşüm-değişim; sosyal yaşamı, teknolojiyi, bilgi ve tüm alışkanlıkları eskitir, işlevsiz kılar ve zamanla yok eder. Bizler eskileri bırakıp, yenileri kullanırken, bilim insanları da hiç boş durmaz yeni buluşlarıyla insanlığa hizmet ederler.

Eğer bir toplum veya insan kendisini, bu hızlı değişim-dönüşüme uygun olarak güncellenmezse, işte o zaman geriler ve yenik düşerler.

Gerilememek ve yenik düşmemek için toplumsal dayanışma artmalı, her birey yaşam boyu: ‘hem öğrenci hem öğretmen olma’ ilkesine uymalıdır. Çünkü bu ilke toplum ve bireyin dinamosudur, bundan aldıkları güçle farkı fark eder, uyum sağlar ve yenilenirler.

* * *

Birkaç satır aşağıda bir konuşmadan alıntılanmış, duyulan, bilinen ve çok düşündüren dört satırlık bir alıntıyı paylaşacağım. Kaynaklarda bir netlik yok, fakat bu söz ya Hrant Dink’e ya da Rakel Dink’e aittir.

İşte o alıntı:

“Ben üç dil biliyorum:
Ermenice, Kürtçe ve Türkçe.
Benim içimde bu üç dil hiç kavga etmiyorlar,
Barış içinde yaşıyorlar!”

Bu kısa fakat anlamlı söylem, aslında bir toplumsal çığlıktır.

Ve bu çığlığın derinlerinde de ülkemiz halklarının pek çok acısı ile özlemi saklıdır.

Eğer söz sahibi konuşmasına biraz daha devam etmiş olsaydı, bence peşi sıra bizlere şu soruyu da soracaktı:

-Peki, bu barışık dillerimiz günlük hayatımızda neden/niçin kavgalı?!..
O diller ki, yılanı deliğinden çıkarır ve kalpten kalbe yol açarlar!

Acaba bizim ellerde o diller neden yasaklı ve de niçin kavgalı?

Bildiğiniz gibi ben öğretmenim hem de bir vatandaşım. Şimdiki görevim, bu yaşanmış gerçeği/bu tuhaflığı bir ‘olgu’ kabul etmek ve ‘Hayat Bilgisi’ bilgilerimle, bu olgu için neden-niçin sıralaması yapıp bazı çıkarımlarda bulunmaktır. Böylece bu toplumsal yaraya kendimce ‘insani’ bir çözüm bulup katkıda bulunmak, hem de bu ayıbı teşhir etmektir.

Öğretmenim demiştim, fakat ben bir öğretmenin: “…şu kadar satır yaz / şu kadar sayfa oku-yaz-çöz / şunu yap, bunu çiz..” diye başlayan, sınırı ve amacı belirlenmemiş ödevlerini hiç sevmem!

Hayat Bilgisi ödevlerine ise bayılırım!

Sevgili okurlarım, eğer kızıp darılan olmazsa, size bir Hayat Bilgisi ödevi vermek istiyorum.

Haydi birlikte bir Ödev Oyunu oynayalım!

İşte ödevimizin konusu:

“Ben üç dil biliyorum:
Ermenice, Kürtçe ve Türkçe.
Benim içimde bu üç dil hiç kavga etmiyorlar,
Barış içinde yaşıyorlar!”

Ödev Soruları:
1. Soru: Yukarıdaki sözlerin sahibi kişi ne demek istiyor?
2. Soru: O kişinin içindeki barışık diller, dışarıda niçin/neden kavgalı?

Ödevin Süresi ve Kuralları: Süre isteğinize bağlı ve sınırlaması yoktur. İsteyen bu konuyu anlatan bir yazı yazar. İsteyen bir kişi veya gruba sunum yapar. İsteyen görüşlerini bana yazılı bildirir. Ancak tüm çıkarım ve çözüm önerilerinizin özgün anlatımınızla yapılması zorunludur.

Ödev için Kaynaklar:

Tüm tarih, sosyoloji, felsefe, psikoloji, psikiyatri, ve pedagoji kaynakları ile kaynak kişi sunumlarından yararlanmak serbesttir.

Ödev ile ilgili hatırlatmalar:

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre;
*Madde 1: Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar…
Madde 2: Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu Bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir.
*Anayasalarla o ülke vatandaşlarının hakları belirlenir.
*Cumhuriyet öncesinde yurdumuzda Osmanlı İmparatorluğu egemendir. *Osmanlı 3 kıta, 7 denizin olduğu büyük coğrafyada 623 yıllık ömründe: yükselmiş, duraklamış, gerilemiş ve yıkılmıştır.
*Osmanlı İmparatorluğunda 1876’da Anayasa ilan edilir, 1878’de askıya alınır ve 1908 yeniden yürürlüğe girer.
*Osmanlının, emperyalist güçlerce işgal edilen topraklarını kurtarmak için ‘Kurtuluş Savaşı’ başlamış ve daha devam ederken 1921 Anayasası kabul edilir. 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Daha sonraki yıllarda da 1924, 1962, 1982 Anayasaları kabul edilir…

Kolaylıklar dilerim.

Emin Toprak – DOSTÇA

 297 total views

BAZEN…/ Emin Toprak

15.04.2024

BAZEN…

Herkesin yaptığı gibi ben de kendimle baş başa kaldıkça bir başkasıyla paylaşmadan sadece içimdeki ‘ben’ ile konuşur, didişir, barışırım. Bu yargılayan, sorgulayan, suçlayan, aklayan, alkışlayan yöntemi her insan içinde yaşar ve kendine özel bir yol bularak uygular.

İşte bu farklı yöntemler de eylem-söylem farklılığı yaratır, o insanın ‘iyi’ ya da ‘kötü’ anılmasına neden olur.

Bazen, sıcak bir gecenin sessizliğini, dinginliğini, böcek-kuşların kanat çırpınışını duymak, temiz bir havayı solumak isteğiyle pencere açtığınızda esen rüzgar, perdeleri şişirip kabartır, sonra da yeni bir rüzgar için eski hallerinde bekletirken o anda da sürücüsünün insafına bırakılmış birçok aracın yaklaştıkça çoğalan uzaklaştıkça azalıp tükenen korna-motor gürültüleri sarsar insanı…

Bazen; doğaya, doğadaki sese, fısıltıya, renge, tohuma, çiçeğe, böceğe, suya, yele … takılır onları sorgular mutlu-mutsuz anlar yaşar insanlar….

Yaşamak, çevremizdeki: iyi-güzel-doğru-yanlış her şeyin bizimle birlikte var olduğunu ve bizden sonra da hep var olacağını bilmek düşünmek ya da hiçlikten kurtulmaktır aslında.

Bence insanlar; bir günün sonunda oturup da yaşadığı sevinç, üzüntü yorgunlukları bir kimyager titizliği ve bir kuyumcu hassaslığı içinde sorgulamalı. Tıpkı bir gecedeki görüntü ve seslerin hafif bir esintiye kapılmışcasına titreşerek akıp, gel-git yapması gibi…

Bazen, yaşanmış ve altı çizilesi mutlu bir gününüzün sonunda akşamımızı başlatarak, dingin bir gecede haz almak isteğiyle çevreyi kuşbakışı gören küçük bir sığınak koltuk/kaya/balkon bulup oturmalı ve orada mehtabın ışıltılarla titreştirdiği deniz/göl/nehir/ormana bakmalıyız, zaten o anlarda beyniniz de hiç durmaz, duramaz da hep; iyi-kötü-örtüşen-zıt pek çok düşünce ile boğuşur, kimi duyguları yok etmeye çalışır, kimilerine kocaman bir yaşam alanı açmaya çalışır, haa, bir de dokunulmaz kılıp ‘giz’ olarak saklamaya karar verdiklerimiz var ki, asıl yorucu olan, insanı rüya-gerçek arası seme sersem bırakan da onlardır…

Rüyalar; onlarca yıllık bastırılmış: tutku-sevgi-özlem-acı-korku-sevinç gibi gibi yaşanmış-yaşanmamış, istenen-istenmeyen tüm duyguların yoğun bir basınç altında birkaç dakikaya sıkışarak hayat bulmasıdır aslında…

Rüyalar, içimizin karanlık dehlizlerinde kalmış; tene, dile, göze, kulağa ulaşmayan arzularımız, acılarımız, korkularımız, sevinçlerimizin toplamı görüntülerdir.

Gece düşlerimizi de gündüzdeki düşlemelerimizi de bunlar doldurur. Fakat farklı düşler görerek farklı düşlemeler yaparak ve farklı eylemlerde bulunarak…

Bazen egomuz baskın çıkar ve edindiğimiz görüş ve duygularımızın birer ‘nas’ olduğu düşüncesine kapılır ve herkesin bunlara uyup yetinmesi gerektiği öngörüsüyle dayatırız insanlığa.

Ki bu anlayış; bir durumun sadece bir yönünü görebilen, başkalarına kapalı yani ne insani ne de doğaldır. Bu insanlık değer ve kaynakları: benim olsun / bana yetsin yeter diyen “çıkarcı-asalak” anlayıştır. İşte bu anlayıştır her yerde yok edip, sömüren, yokluk, çatışma, savaş, ölüm, yıkım ve acılar yaşatan.

Bizler genellikle çözüm bulmamış bir soruna ışık tutup ona çözüm bulmak isteğiyle, inceleme, araştırma, düşlemelerle ve emek vererek üretmek isteriz. Bu, soyut olandan somuta, yokluktan varlığa varma çabasıdır. İşte o anlarda haz duyar zevk alır, bazen kendimizi okşayıp övünürüz bile…

Sonra da, emeğimizin karşılığını almak, anlaşılmak kabul-empati görmek isteriz. Bu duygular barış içinde bir yaşamı sağlamak için karşılık bulması gereken en doğal, zararsız insani duygulardır.

İnsanlığın kötücül yüklerinden kurtulması için iyilik ve barış sağlayan insani duygularla donanması gerekir. Çünkü hiçbir iyilik insana yük olmaz ve iyilik karşılık buldukça büyür barış-sevgi-kolaylık sağlar.

Eğer bizim iyilikçi bir anlayış ve inancımız varsa beddua etmeyi bilmeyiz. Hep iyilik olsun isteriz ve dua ederken de:

“Tanrım, düşmanlarımı da bağışla, onlara doğru yolu göster” deriz.

Böylece sevgi-saygı-insanlığa kucak açmış oluruz.

Emin Toprak – DOSTÇA

 275 total views

Seçim – Bayram ve Halkın Sesi / Emin Toprak

08.04.2024

Seçim – Bayram ve Halkın Sesi

Tüm inançların kendilerine özel gün ve bayramları vardır.

Bizde pek çok gün ile Ramazan ve Kurban Bayramı kutlanır.

İki gün sonra Ramazan Bayramı.

Dini bayramların kutlanışlarını hep düşünür çokça ‘niçin’ sıralarım.

Niçin:
*İnsanlar oruç tutar ve kurban keserler.
*Herkes en yeni kıyafetlerini giymeye çalışır.
*Çocuklara ‘bütçeye uygun’ yeni kıyafetler alınır.
*Yoksullara yiyecek, bağış ve para verilir.
*Çadırlar kurulup ‘bedava aş’ sunulur.
*Bilmem kaç gram kurban et dağıtılır.
*…

Liste böyle uzayıp gider. Ben sorunların temelinde yokluk ve yoksulluk olduğunu düşünerek, kendime fısıltıyla derim ki:

Kimi ‘günah çıkarmış’, kimi beş-on kuruş almış sevinmiş, kimi de birkaç öğün doymuş!

Mutlaka sizin de buna benzer belki de daha öfkeli fısıltılarınız vardır.

Bu fısıltılar toplumun ortak dili olmadıkça, çözüm de çare de olamaz!

Bunun için yokluk-yoksulluk çaresiz-çözümsüz kalarak devam eder!

Bunun için haksızlık, hukuksuzluk, hırsızlık yapanlar tükenmez!

Dileğim: yokluk-yoksulluk-çaresizliklere kalıcı çözümler bulunmasıdır.

* * *

AKP 2002’den beri yapılan tüm seçimleri kazandı ve iktidarda kaldı.

Ancak bu iktidar 2015 yılından beridir, tekçi bir anlayışa yöneldi ne çoğulculuk ne uzlaşı ne de barış istiyor. Geleceğini de ülkemizdeki farklı kimlikleri birbirine düşman edip çatıştırmalara bağlamış durumda.

İşte bu çatıştırıcı politikalar sonunda insanlarımızın pek çok hakkı gasp edilmiş, çok kayıplar verilmiş, büyük acılar yaşanmış ve iç barışımız bozulmuştur.

2021 yılından başlayarak da para bulmak için peş peşe ‘varlık barışı’ düzenlemesi yapılmıştır. Bu uygulamalar da ülkemizi; kara para aklayan, terörizme finansman sağlayan bir dünya ülkesi saydırmış ve ‘Gri Liste’ye aldırmıştır.

Ülkemiz bugün de dünyanın o yüzkarası ‘gri’ listesinin içinde!

Ülkemizin iç huzuru ile kaynakları tükenmiş. İşçi-memur-emekliler açlık sınırında birleşmiş. Gençlik umutsuz, güvencesiz. Hazine boş- boşaltılmış, büyük bir ekonomik çöküntü…

Ve bu kötü karnenin faili iktidar yıllardır: hem ömrünü uzatmış hem beşli çeteler kurmuş hem de ‘Mülk Allah’ındır!’ diyen nice nice varlıklı yandaş türetmiştir.

31 Mart 2024’te böyle can yakıcı günlerden biriydi ve o gün de bir seçim yapıldı. Halk yaşadığı yerleri dört yıllığına yönetecek kişileri oylarıyla seçti.

Bu kutlu bir gündü çünkü halkımız AKP’ye: ‘Artık Yeter!’ dedi

Bu sonuç, yirmi iki yıllık AKP yenilmezliğinin de bitirdi.

AKP yenilmesine yenildi de iktidarı devam ediyor.

Hani derler ya:

“Yenilen pehlivan güreşe doymaz! – Huylu huyundan vazgeçmez!”

İşte tam da öyle oldu!

Neler mi yaptılar?

Binlerce hayalet seçmen taşıyıp sahte oylar verdiler olmadı. Halka baskı-eziyet yaptılar, sandık yaktılar olmadı…

Birleşen halkın iradesine yenik düştüler ve yenilmek de çok zordur…

Hele de Kürtlerin iradesine yenik düşmek, onlara çok ağır geliyordu.

“Umduğumuz neticeyi bulamadık.” deyip:

Kürtlerin iradesini yok etmek için bulup uyguladıkları: ‘kayyum atama’ işlemini yeniden başlattılar.

Hazırlıklı oldukları için pusu ve tuzakları vardı. “Atı alan Üsküdar’ı geçti!” denecek zamanı bile seçmişlerdi! Karşı tarafın hak arayışını, itirazını önlemek için de haftanın son gününü, 17.00 bitecek çalışma saatinden de tam 5 dakika öncesini saat 16,55’i…

İşte tam da o anda:

DEM Parti Van Büyükşehir Belediye Eşbaşkan adayı Abdullah Zeydan’ın: ‘seçilme yeterliliği yoktur’ kararına vardıklarını açıklamışlar!

Bu karara göre ‘mazbata’: Van Büyükşehir Belediye Başkanı seçimini ezici çoğunlukla kazanmış olan DEM Parti adayı Abdullah Zeydan’a verilmeyecek! Onun yarısı kadar oy almış olan AKP’li Abdulahat Arvas’a verilecek!

Buradaki demokrasi dışı anlayışa bakar mısınız?

Tıpkı beş yıl önceki gibi…

Unutanlar için hatırlatalım beş yıl öncesini:

Hani, 31 Mart 2019’te de şimdiki gibi seçim yapılmıştı ya:

İşte o zaman da KHK ile ihraç edilmiş 6 kişi, Belediye Başkanı adayı olmak için başvuru yapmıştı. Ve YSK da araştırmalar yapmış sonra da başvuru sahiplerinin her biri için: “seçilme yeterliliği vardır” kararına varılmıştı.

Ve seçim yapılmış, bu altı kişi de çok büyük oy farkı ile kazanmıştı.

Fakat bu altı kişiye de ‘hayır!’ denilmişti. Çünkü bunlar HDP’li birer ‘öteki’ idi!

Onların yerine çok az oy alarak ikinci olmuş 6 AKP’liye ‘mazbata’ (resmi belge) verilmişti!

Ve HDP bu tuhaflık ve hukuksuzluğa günlerce, yıllarca karşı çıkmış, fakat yapayalnız kalmıştı.

Çünkü, ana muhalefet ve diğer muhalif güçlerin tümü: ‘bana ne’ diyerek yapılan hukuksuzluğu görmez-duymaz-konuşmaz olmuştu.

İktidar da bu sessiz-tepkisiz kalışı fırsata çevirmiş ve HDP’nin kazandığı hemen hemen tüm belediye başkanlarını birer birer görevden almış, belediye meclislerini işlevsiz bırakarak kayyumlar düzenini kurmuştu.

İşte bu demokrasi ayıbını hepimiz birer seyirci olarak birlikte yaşamış ve unutmuştuk.

* * *

Halkımız, 31 Mart 2024 günü Van Büyükşehir Belediye seçimini büyük farkla kazanmış olan Abdullah Zeydan’ın mağduriyetini görüp ona sahip çıktı.

Yurdun pek çok yerinde demokrasi yanlısı parti temsilcileri ve halk birlik olup sabahlara kadar hukuksuzluğu protesto etti.

Ve YSK da: Van İl Seçim Kurulu’nun kararını bozdu!

Böylece, AKP’nin ‘kayyum’ tuzağı; halkın karşı çıkışıyla bozuldu ve ikinci bir yenilgi almasını sağladı.

Bu kazanımı; halkın demokrasi ve insan haklar için uzlaşarak- dayanışarak sokağa çıkması sağladı.

Halkın sesi; vicdanların, demokrasinin ve özlenen barışın en büyük gücüdür.

Bu ses; haksızlık, yolsuzluk, düşmanlık ve de zalimlik yapanlar için en büyük korkudur.

Bu ses, nice diktatörlüğü tarihin karanlık derinlerine gömmüştür.

Bu kutlanması gereken demokratik bir zaferdir.

* *

‘Sarı Öküz’ hikayesinden bir alıntıyla yazımıza son verelim:

Büyük sürünün sıradan bir öküzü, liderleri Boz Öküz’e yaklaşır ve:

“Sürümüz ne kadar güçlüydü, peki ne oldu da aslanlara yenik düştük?

Diye sorar.

Boz Öküz, geçmiş pişmanlıkları ve yenilginin etkisi altında olduğu için soruyu sorana hiç bakmaz, başı öne eğik bir şekilde der ki:

“Biz bu savaşı, Sarı Öküz’ü verdiğimiz gün kaybettik.”

Bence, bu çok sarsıcı cevabı hiç unutmadan hep düşünelim…

Emin Toprak – DOSTÇA

 289 total views

Yarın bir seçim var! / Emin Toprak

01.04.2024

Yarın bir seçim var!

Alışılmış bir ortamdan, bilinmedik bir ortama geçiş yapan her canlının bazı ürkü ve korkuları vardır. Bunlar, hemen hepimizin yaşadığı, bildiği veya tanığı olduğu durumlardır. Bir canlının doğduğu anda çırpınıp ağlaması gibi.

Ağlamayı belki bazı fiziki koşullar hazırlar, hızlandırır. Fakat bu ağlamanın ana nedeni; o canlının gelmiş olduğu korunaklı-güvenli ortamı araması ve bu ortamı yeni geldiği yerde bulamamanın vermiş olduğu bir ürkü ve korkudur. O anda yavrunun tek isteği: ‘güvenli’ bir ortamdır. Yavru bu ağlayış ile de isteğini dile getirmektedir.

O halde her canlıyı yaşama bağlayan ilk ve en temel duygu ‘güven’ içinde olmaktır. Daha sonra başlar canlının diğer duyguları ile yaşam için arayış ve eylemleri.

Şimdi de ‘insan’ özeline ya da kendi yaşam gerçeklerimize biraz bakalım. Ağlayarak ‘merhaba’ dediğimiz ev, sokak, kent, yurt ve dünya acaba bize güvenli bir yaşam için gereken ortamı ya da iklimi sağlıyor mu?

Demek ki herkesin ortak amacı: daha güvenli bir ortamda yaşamaktır. Bu güven içinde olma isteğimiz sadece kendimiz ve o güne özgü değildir. Bu isteğimiz, gelecek yıllarımız ve daha doğmamış nesiller içindir de.

Bu ortak amaca sadece bireysel çabalarımızla ulaşamayız. Bu amaca ancak kolektif bir anlayış ve dayanışma sonucunda varılabilir. İşte devletlerin kuruluşunu gerekli kılan gerekçe de budur.

İnsanların ortak amacı: bugün ve gelecekte ‘güven’ içinde yaşamaktır.

İnsanlar binlerce yıl önce birleşerek ortak amaçları için çokça devlet kurdu, yıkılanın yerine de yenilerini…

Fakat dünyanın güvenlik sorunu hiç bitmedi.

Günümüzde de insanlığın ortak sorunu güvenliktir!

Peki neden?

Çünkü, yönetemediler!

Çünkü, ortaklaşa destekle kurulan bu devletler; ortak sorunlara çözüm olacak eşitlikçi kolektif hizmetler üretemedi. Bunun yerine bir gruba, bir zalime hizmet eder, sadece onların çıkarlarını korur oldular.

Ve böylece güvenlik sorununu çözmekle görevli devletler, birer güvenlik sorunu oldular!..

Bu yüzden insanlığın, ayrım yapmadan herkesi kucaklayan hizmet üreten yönetimlere ihtiyacı vardır. Günümüzü hem de geleceğimizi ancak böylesi istek ve çabalar güvenli kılabilir.

İşte o zaman ‘keşke’ deyişlerimiz ve güvenlik sorunlarımız azalır, insani ve akılcı çözüm yol-yöntemlerle de istenen sonuçlara daha erken varılır.

* * *

Yarın yurdumuzun tüm yaşam alanlarında önemli bir seçim var!

Bu seçimde hepimiz: “Acaba; mahalle, köy ve kentimiz için kim-kimler daha güvenli bir yaşam hizmeti sunabilir?” arayışıyla ‘oy’ kullanacağız.

Tabii ki, oy verecek ve seçilmek için yarışmak isteyen vatandaşlar için: eşit-tarafsız-özgür-güvenli bir seçim ortamı sağlanmışsa!

Ancak o zaman ‘güven’ içinde bir seçim gerçekleşti diyebiliriz.

Güvenli bir iklimi; barışçı, demokratik ve adil olan yönetimler sağlar.

Peki, ülkemizde böyle bir iklim ve bu iklimi sağlayacak ‘güç’ var mı?

-Hayır ne böyle bir iklimimiz ne de bunu sağlayacak bir yönetimiz var!

Çünkü geçmişin yanlışları bugün de tekrarlandı ve:

Yine, Cumhurbaşkanı ile Bakanlar devlet imkanlarıyla il il dolaşıp bir parti adına destek istedi.

Yine, herkese hizmet vermekle görevli olan bürokratlar, halktan yana olmadı, onlar da yetkilerini güçlüden yana kullanıp, bir parti adına boy gösterdi.

Yine; deprem, sel yangın felaket mağdurlarına açık açık: eğer oy yoksa hizmet olmaz diyebildiler.

Yine, güçlüler ayrıştıran, ötekileştiren, zehirli bir dil kullandılar.

Yine, ‘öteki’ sayılan kentlere 55 bin hayalet seçmen gönderdiler.

Yine, ‘öteki’ ilan edilen ‘seçilmişler’ tutuklu ve makamları işgal altında.

Yine, diyanet, tarikat: okulda, atölyede, yolda, sokakta ele ele vermiş.

Yine, TBMM işlevsiz ve tek kişi buyruğuyla yol alıyor: AYM, Yargıtay, YSK.

Yine, 2017’de ‘mühürsüz’ pusula ve zarflardaki oyları geçerli sayan,
2019’da da: aynı zarfın içindeki dört oydan sadece birini iptal etmiş YSK ile sadece iktidarın istediklerini yapan, muhalefete hizmet etmeyi unutan: TRT, TÜİK… işbaşında.

Hani devlet halkın hizmetkarıydı?

Niçin devletin tüm kurum ve görevlileri bir partinin emrinde çalışıyor!

Cumhurbaşkanı tarafsızlık yemini etmiştir, peki nasıl olur da bir partinin taraflısı ve başkanı olabiliyor?

Gördüğünüz gibi: güvenlik sağlayacak görevliler birer tarafgir olmuş!

Ve şimdi onlar ülkemiz için birer güvenlik sorunu olmuş durumda!

Tüm bunların yaşandığı bir yerde insanlar güven içinde olabilir mi?

Ama yine de yarın bir seçim var!

Seçim; iyi, güzel, güvenilir olanı aramak bulmaktır.

İşte bu insani duygularla yarın sandık başına gideceğiz.

Dilerim, güvenli, yaşanır ve barışık günler için bir seçim olur…

Emin Toprak – DOSTÇA

 300 total views

Kılıçdaroğlu Kaybetti! / Emin Toprak

25.03.2024

Kılıçdaroğlu Kaybetti!

Bu, aylardır isteyip de sürekli ertelediğim gecikmiş bir yazıdır aslında.

Belki de sonucu: “Korkak Bezirgân Ne Kâr Eder Ne Ziyan” atasözünün bir doğrulaması kabul edip hiç yazmayabilirdim.

Fakat hiç de öyle olmadı yani atasözü doğrulanamadı. Çünkü, bu sonuç bir kâr sağlamadığı gibi ahlaki ve insani değerlere çokça zarar verdi.

İşte bu duygularla ben de iki soru sorup, okuyucularımın cevap vermesini beklemeden, iki de cevap vermek istiyorum. Çünkü okuyucuların yerine vereceğim iki cevabın da onaylayacağını düşünüyorum.

İşte, o iki soru ile cevapları:

Soru 1: Sizler, 28 Haziran 2023 Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları için TV kanallarınca hazırlanıp ekranlarda gösterilen Türkiye haritasını gördünüz mü?

-Bu soruya hepinizin cevabı: ‘EVET!’ olacaktır.

Soru 2: Peki, sözü edilen haritada; Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı tüm yerlerin: muhalefeti temsil eden ‘kırmızı’ renkle boyandığını da gördünüz mü?

– Biliyorum bu soruya da hepiniz: ‘EVET!’ diyeceksiniz.

Hiçbir karşı çıkış olmadığı için devam ediyorum:

Ve şimdi de diyorum ki, eğer o haritadaki ‘kırmızı’ renk dile gelseydi: “Bu coğrafyada yıllardan beridir, ne ana muhalefet partisi CHP ne de altılı masadaki diğer paydaşlarının pek taraftarı yoktu. Fakat halk bu seçimde onlara ‘Merhaba’ dedi, onların adayı Kılıçdaroğlu’nu adayları kabul edip ona çok yüksek oranda OY verdi!..” derdi.

Buraya kadar hep ben sordum ben cevapladım ve karşı çıkan olmadığına göre: ‘anlaştık’ diyebilirim.

Nerede kalmıştık?

-Seçim bitti ve Kılıçdaroğlu kaybetti!

Ve bu sonuç oy verenlere uzun süre: Oy! Oy! dedirtti.

O halde biz yeniden o haritada gördüklerimize bakıp devam edelim:

Çünkü burada, ülkemizin iç barışını yok etmeyi amaçlayan çatışmacı bir korku iklimine, onun yapay algılarla oluşturduğu önyargılara karşı boyun eğmek istemeyen halkın verdiği önemli mesajlar var.

Eğer bu mesajları görmez, anlamazsak o zaman da ülkemizin kördüğüm olmuş sorunları gün görmez ve çözümsüz kalır.

Sorumuz şudur:

Kürtler, bu altılı muhalefete neden ‘merhaba’ dedi ve adaylarına niçin ‘oy’ verdi?

Bu soruyu da (farklı görüşlere açık olarak) hemen cevaplıyorum.

Fakat cevap vermeden önce de bir ön açıklama yapmalıyım. Şöyle ki;
Kürtler, CHP lideri Kılıçdaroğlu’na destek verirken, onun geçmişte:
*Kürt sorunun çözümü için (yani barış olmasına) katkı vermediğini…
*Haksız savaş politikalarına ve teskerelere destek verdiğini…
*YSK’nın hukuk dışı kararlarına boyun eğdiğini…
*Dokunulmazlıkların kaldırılmasını onayladığını…
*Halk iradesinin gaspı eden ‘Kayyum’ uygulamalarına sessiz kaldığını…
*3. defa Cumhurbaşkanlığı adaylığını…
*Ve benzeri pek çok konu/duruma: “Anayasaya aykırı ama EVET!” diyen bir kişi olduğunu biliyorlardı.

İşte tüm bunları bile bile ona oy verdiler.

Neden mi?

Çünkü Kürtler, Kılıçdaroğlu’nun:
*2023 seçimini eğer Kılıçdaroğlu kazanırsa, Kürt sorununa yeni çözüm (çareseriya nû), yeni bir yol (rêyeke nû) bulabileceğini…
*Geçmişin karanlıklarına ayna tutacağını…
*Mağdurlarla helalleşeceğini…
*Çatışmaları bitireceğini…
*AKP+MHP ortaklığı ile bitirilen ‘barış iklimini’ başlatacağını…
*”Bal tutan parmağını yalar” bir kişi olmadığını… DÜŞÜNMÜŞLERDİ.

İşte bunun için de SHP’den sonra, bölgede hiç varlık gösteremeyen CHP’ye ‘merhaba’ deyip, liderine en yüksek oranda ‘evet’ oy verdiler.

* * *

Seçim olmadan önce, Kılıçdaroğlu, mutfağında Kürtlere el uzatıyordu. Kürtler, yaşananları unutmamış olsa da: “demek ki pişman olmuş”
diyerek onun uzattığı eli tutmak istedi ve öyle de yaptılar.

Meğer aynı günlerde Sn. Kılıçdaroğlu, (hem Machiavelli’ye özenmiş hem de okul arkadaşı Bahçeli’ye yakın olmak için) kapalı kapılar ardındaki dehlizlerde: Ümit Özdağ ile ‘kirli’ pazarlık yapıyor ve ‘gizli’ bir anlaşma imzalıyormuş!

Özdağ’a verilen ‘devlet sözü’ gereğince; Turancı kadrolar görev alacak: Kürtlerin insan hakları, kültürleriyle birlikte yok sayılacak, ‘helalleşme’ de unutulacakmış!…

Yeni bir oyun, yeni bir tuzak, yeniden aldatılmıştı Kürtler!

Özdağ, bu utanç belgesini açıklayınca da; Kılıçdaroğlu ne bir pişmanlık duydu ne de bir özeleştiri yaptı. Sadece susarak kabul etti.

Böylece anlaşıldı Kılıçdaroğlu’nun dürüst ve samimi olmadığı!

Ve böylece Kılıçdaroğlu tarihteki: ‘bir varmış bir yokmuş’ oldu!

İşte: Kılıçdaroğlu’nun: barışçılığı, erdemliği ve dürüstlüğü(!)

İşte, onun utanç duyulması gereken ‘gizli’ uzlaşısı ve anlayışı!

İşte, Dolmabahçe’de devrilen masanın bir benzeri!

Yine odaktalar fakat yine saha dışı bırakılmış Kürtler!

Kürtler yıllardır eşit-özgür vatandaşlık ve BARIŞ istiyorlar.

Çünkü barış; tüm dargınlıklara, çatışmalara, savaşlara çözüm bulur.

Fakat bu barış istekleri; öfke, kin, düşmanca bastırılmak isteniyor.

Savaşı seviyorlar; dargınlık, çatışma, acı, yokluk, kin, düşmanlık, ölüm kaynağı savaşı!

Bakınız Leyla Zana, daha dün Diyarbakır’daki Newroz konuşmasında milyonu aşkın insana sordu onlar hep birlikte: “Barışçı bir çözüme evet” dedi.

Peki, aynı soruyu şimdiki iktidara ve bugünkü muhalefete de sorarsak ne derler acaba?!..

**

Bir hafta sonra yeni bir seçim var!

Dilerim ki bu seçimde barış kazansın.

Sait Faik Abasıyanık: “Bir insanı sevmekle başlar her şey.” diyerek sevginin yaşatan sonsuz gücünü anlatır.

Çünkü sevgi barıştır, kucaklar, korur, çoğaltır ve yaşatır her varlığı.

Oysa, savaş zalimlerin işidir onlar; yakar, yıkar, yok eder ve sadece acı, kin düşmanlık, ölüm üretirler.

Ayrımsız olarak ve hep birlikte: sevgiye, dostluğa, özgürlüğe, barışa götüren yolun yolcusu olalım.

Emin Toprak – DOSTÇA

 331 total views

Öğretmen yerine İmam! / Emin Toprak

18.03.2024

Öğretmen yerine İmam!

Bir günün tarihçesine baktığımızda, birden çok acı-tatlı olay yaşandığı ve her olayın da bir öyküsü olduğu ortaya çıkar.

Bugün 16 Mart!

Öğretmen-öğrenci-veli herkes için anlamlı bir gün.

Osmanlı Devleti, Tanzimat reformunu yürütecek bir eğitim sistemi ister. Bunun için de çağdaş eğitim-öğretim yöntemlerini bilen, ilimleri okutacak öğretmenlere ihtiyaç vardır.

Bu öğretmenleri yetiştirmek için de 1848’de İstanbul’un Fatih’te, erkek vatandaşlar için “Dârülmuallimîn”, 1870’te de kadın vatandaşlar için “Darulmuallimat” açılır.

Böylece, medresenin hurafe, ezber ve rahlesi bırakılmış, eğitimi çağa uygun hale getirecek olan ‘öğretmen’ yetiştirmeye başlanmıştır.

Ben de 12 yaşımda böyle bir okulun öğrencisi oldum, her gün ‘öğretmen olacağım’ diye diye diye 18 yaşında öğretmen oldum.

Demek ki bugün, çağdaş öğretmen ile eğitim için önemli bir gün!

O halde bugün de konumuz EĞİTİM olsun!

40 yıl altı ay çalışıp emekli olmuş bir eğitim emekçisi olarak; Ocak ayının son haftası ile Şubat ayı boyunca, “Okullarda Neler Oluyor?” başlığı altında beş bölümlük dizi yazıda: güncel eğitim-öğretim sürecimizin ‘kuşbakışı’ bir genellemesini yapmaya çalıştım.

Yazdıklarım; yaşadığım, gördüğüm ve duyduğum olgularla, onların çağrıştırıp düşündürdükleriydi. Daha önce de okul-öğrenci-öğretmen-veli yani eğitim sürecini odak alan çokça yazılar yazmıştım, yazacağım da…

Eğitim ile ilgili yazılarımda sıklıkla, karşılaştırmalar yaparak yaşanan iniş-çıkış ve nereden nereye savruluşları anlatmak istiyorum.

Tabii ki okurlar (haklı olarak) bir eğitim emekçisinden, gelecek güvencesi çocuklarımıza dair sevinç, mutluluk ve başarı haberleri duymak isterler. Ben de bir dede-öğretmen olarak böyle olsun isterdim.

Fakat ne yazık ki öyle olmadı/olmuyor!

Çok üzgünüm.

Çünkü:
*Yurdumuzun iklimi bozulunca, eğitim de kuraklaştı!
*Neden-Niçin-Nasıl diye diye araştıran-geliştiren eğitim-öğretimde bilim ve özgünlüğü esas alan sistemin; merak-istek-çaba duyguları yok edildi.
*Bilgi ve komutların bellekte ‘olduğu gibi’ kayıt edilmesini, istendiğinde de aynı şekilde tekrarını esas alan “EZBERCİ” sisteme geçildi.
*Böylece kuruldu bağdaş kuran, rahleyi özendiren, korkuyla geleceği esir alan ‘ÇEDES’ sistemi.
*Sonra da öğretmenin yerine imam geldi! Tabii ki o da; ezberletecek, ‘cehennem korkusu’ salacak ve öbür dünya için çalışacak, onun işi bu…

*’EZBER’ tekrardır, yerinde saydırır, mantıksız düşüncesiz katkısız olarak bir papağan gibi söyletir insanı.
*İmam cemaatiyle camide, öğretmen de öğrencisiyle okulda olur ancak.

Sanki bir düğme yuvasını kaybedip yanlış bir yere iliklenmiş gibi!

Herkes yerine demenin zamanı geldi, geçiyor bile…

* * *

İşte dayatılan sistemden güncel bir görüntü:

Hani, 1 Ocak 2005’de şimdiki gibi ekonomimiz ‘dip’ yapmış ve liradan altı sıfır (000000) silinmişti ya (ki, şimdi de benzer bir durum var.)!

İşte o yıllarda kalitesiz uzak doğu ürünlerini satan ‘birmilyoncu’ denilen yerler açılmıştı. Bunlar çoğaldıkça çoğaldı ve bugünlerin de aranan işyerleri oldular.

Bunlar genellikle büyük binaların merdivenle inilen alt katında olur. Birkaç gün önce bir ‘birmilyoncu’ merdiveninden aşağı inerken, merdiven basamağına bağdaş kurarak oturmuş, sadece sırtı ve ense kökü görünen birisini gördüm. Hafifçe dokundum o irkilerek başını kaldırdı, elinde telefon vardı(sanırım oyun oynuyordu).

Serde öğretmenlik var ya, bundan aldığım güçle ona bu şekilde oturuş nedenini sordum. İskelet yapısı bozulmuş bir yaşlı gibi zorlanarak ayağa kalktı, utangaç bir duruş ve göz teması kurmadan: Yatılı Kuran kursunda beş yıl okudum. Orada saatlerce bağdaş kurup rahle üzerinde ‘Kuran’ okuyorduk. Bu yüzden böyle oturur, böyle okuruz, zaten hocalarımız da böyle ….. diyerek, duruşunun nedenini bir çırpıda anlatıverdi.

İşte böyle tanıştım o işyerinin 15-16 yaşlarındaki çocuk-genciyle.

O, çocukken bile çocukluğunu yaşamamış bir çocuktu…

* *

Evet, gördüm, duydum, üzüldüm, düşündüm ve ürktüm!

Bu yaşanmışlık; yıllardan beridir cemaat, tarikat, diyanet, bazı vakıflar MEB bilgisi ve işbirliğinde: merdiven altı kuran kursu, dershane ve resmi imam hatip okullarından başlayarak tüm okullara enjekte edilen: imam hatip eğitim sistemi anlayışının bir sonucudur.

Bu sistem, Ortaçağ’ın zor ile hurafeye dayalı eğitimine bir özentidir!

Yani bugünkü adıyla: yerli, milli, dini eğitim sistemi!

Yani, çağdaş dünyanın çoktan çöpe atmış olduğu bir eğitim anlayışı!

* * *

Sonuç olarak:

Okullar işgal altında, çocuklar yani ülkenin geleceği tehlikede!

Sadece birkaç öğretmen ve birkaç veli bu tehlikenin farkında!

Ne acıdır ki, ülkemizdeki ‘muhalefet’ de çok çıkarcı/fırsatçı!

Bu muhalefet, iktidarın ikbali için yıllardır yatırım yaptığı bu ‘kindar nesli’ sarsmak, uyandırmak, kurtarmak yerine, onlardan oy ve destek bekliyor!

Muhalefet etmeyi bilmeyen bir muhalefet! Tehlikeli gidişe ‘dur’ demek yerine: ‘dindarlar’ ürkmesin, arkaik düzenleri de bozulmasın, sadece bana/bize ‘oy’ versinler (çok beklerler!) diye suspus olmuş durumda.

İşte, bu yüzden iktidar muhalefeti rüzgâr gülüne çevirmiş…

İşte, bu yüzden muhalefet, köhne iktidara: yeter/dur diyemez olmuş!
Eğer bu sisteme hep birlikte karşı çıkmazsak, sistemin kıskacına düşmüş geleceğimizin teminatı çocuklar:

*Okuduğunu anlamaz, anlatamaz, soru soramaz!
*Güvensizdir, ‘yapamam’ der, araştırmaz, yorum yapamaz!
*PISA ile kanıtlandığı gibi fen-matematik okuryazarı olamaz!
*Buyruklara uyar, bir papağan gibi ezberlediklerini tekrarlar!
İşte bunlar da normal duyu ve yetiye sahip bireylere yakışmaz!

Ve bu nitelikteki bir nesil ne bugün ne de yarınlarda umut olamaz!

Ne zaman ki korkular satın alır geleceği (ki, almış bile)…

İşte o zamanı yaşıyoruz…

Emin Toprak – DOSTÇA

 306 total views,  1 views today

Eş fakat eşit olamayan kadınlar / Emin Toprak

11.03.2024

Eş fakat eşit olamayan kadınlar

Kadın anadır. “Ana” ise doğanın ana belirleyeni, en başat öznesidir.

İnsanın varoluşunda da en önemli özne kadındır.

Kadın; doğuran, doyuran, koruyan, yönlendiren, emekle, sevgiyle, bir arada tutup yaşamı belirleyendir.

Kısacası: ‘ana arı’ olmadan yaşam olmaz ki!

Bugün: “Dünya Kadınlar Günü”. Yaşanan ‘acı’ ve sevinçler toplumsal bellekte unutulmadan kalsın diye seçilir böyle günler.

8 Mart 1857 günü New York’ta unutulmaz büyük bir acı yaşanmıştır. Bir tekstil fabrikasındaki 40 bin işçi hak arayışı için grevdeyken… Polis, fabrikayı ablukaya alır, grevcileri, fabrikaya kilitler ve sonra da çok büyük bir yangın çıkar…

Sonuç olarak: çoğu kadın 129 emekçi yanarak can verir! (Bu katliamın bir benzerini biz de 2 Temmuz 1993’de Sivas Madımak Oteli’nde 37 canımız vahşice yakıldığında yaşamıştık… Unutmadık!)

İşte yakılan bu 129 can unutulmaz ve dünya çapında yıllarca saygıyla anılır.

Sonraki yıllarda 8 Mart’ı esas alan iki karar alınır.

1. 1921’de Moskova’da Alman Marksist Clara Zetkin’in önerisiyle alınan: “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” kararı.
2. ⁠Birleşmiş Milletlerin 1977 “Dünya Kadınlar Günü” kararıdır.

Ben de bu iki kararı da saygın görüyor ve tüm kadınları, bu anlamlı gün nedeniyle kutluyor, onlara sevgi-saygı sunuyorum.

Hani; “Yergilerinizi bize, övgülerinizi de dostlarınıza yapınız.” derler ya! Ben de sevgi-saygı-övgüyü çokça hak eden kadınlara, biraz da yergide bulunmak gerektiğini düşünüyorum (hem de bu günde!).

Toplumu ayakta tutan kadına erkek egemen anlayışla, kadına yönelik cinsiyetçi ayrımcılık, şiddet, cinayet ve haksızlık her gün artarak devam etmekte. Sorumlular önlem almak yerine susup seyirci kalmaktadır. Kadınların büyük çoğunluğu bu gidişi: ‘kader’ sayarak kabullenir, diğerleri ise sessiz-çaresiz olarak beklemede…

İşte yurdumuzdan sadece birkaç örnek:

*Türkiye, kadına yönelik şiddeti önlemek için “İstanbul Sözleşmesi” hazırlayan bir ülke iken, pişman olup imzasını çekti.
*Ve ülkemiz dünya kadın cinayeti sıralamasında, ilkler arasına girdi.
*2023 yılı içinde; 315 kadın cinayeti 248 şüpheli kadın ölüm olmuş.
*Bir hafta önce yani 27 Şubat günü de 8 kadın hunharca katledildi!

Tabii ki, bizim bir de kadınlara dair gerçeklerimiz var. Asırlar, yıllar geçtiği halde yok edilmeyi ve yok sayılmayı kabullenip susuyor kadınlarımız.

Ve eğer, kadınlara mikrofon uzatır: “Neden, kadının adı var da hakları yoktur?” diye soracak olursanız:

Kimi: “Dinimiz, cennet anaların ayakları altındadır der!,
Kimi gözleri dolu dolu “Bilmiyorum!”,
Kimi de “Kadınlarımız oy kullanıyor ya!…“
Ve benzeri çaresiz, yılgın, üzgün cevaplarla liste sürüp gider.

Eğer kadınlara:

“Eşit olmak sizin hakkınızdır. Hakkınızı birileri size ‘lütuf’ olarak vermesini beklemeyiniz. Birlik olup hakkınızı alıncaya kadar mücadele ediniz…” Derseniz, o zaman da: “Biz bilmeyiz ki…” Ve benzeri cevaplar verecek olan; bağımlı, özgün düşünmeyen, kararsız, ürkek… pek çok kadın görürsünüz.

* * *

22 gün sonra ülkemizin yerel seçimler var.

“Yerel Seçim” adından da anlaşıldığı gibi köy, mahalle, ilçe, il gibi tüm yaşam alanlarının halk tarafından seçilenlerce ‘yerinden’ yönetilmesini esas alan ve demokrasiyi var eden bir kavramdır.

Demokrasilerde kadın-erkek eşitliği vardır deriz ya, o halde soralım:

Yerel seçime karşı mısınız? -(Karşı olan pek yoktur.)

Yerinden yönetim olsun ister misiniz? -(Evet diyecek çok azdır.)

Kadın ile erkek eşit haklara sahip mi? – (Çok tartışmalı bir konu)..

Nüfusun yarısı kadın, ‘yöneticilerin’ hemen hepsi erkek!

Birçok ülkedeki sol-sosyalist-yeşil parti, ‘eşbaşkanlık’ uygulamasıyla bu eşitsizliğe son vermiştir.

Bizde 2014’te eşbaşkanlık kabul edilmiş ve sadece DEM parti ile mirasçısı olduğu partiler uygulamıştır. Tekçiliğe karşı çoğulculuğu yani demokrasiyi savunan eşbaşkanlık bir ‘makamın’; eşit yetkili kadın-erkek birlikteliğinde yönetilmesidir.

Bu yönetim biçimi, tüm farklılıkları zenginlik sayar, çoğulculuğu, kadın-erkek eşitliğini ve kadınlara tüm görevlerde öncelik vermeyi savunur.

Peki, kadınların çoğunluğu örgüt ve partilerinden niçin eşbaşkanlık uygulamasını istemezler?

Neden yerinden yönetim ve eşbaşkanlık sözcüklerine bile karşıdırlar?

Tam da soruları sormuş ve kısa bir cevap arıyordum ki.. FLAŞ! FLAŞ!:

CHP Afyonkarahisar Belediye Başkan Adayı Burcu Köksal:
“Seçildiğimde belediyenin kapıları DEM Parti hariç her siyasi partiye açık olacak” derken hemen yanında CHP lideri Özel vardır. Fakat, susar! Ancak Burdur’a varınca bu sözleri: “Sürçü lisan!” ilan eder.

Olan olmuş, bir kadına yakışmayan ‘faşist-eril’ sözler artık ‘gündem’ olmuştur!

Bizler bu ayrımcı, ırkçı, tekçi, üstenci sözlerin yabancısı değildik aslında. Bunlar medyada sık sık duyulan, söylenen, bilinen, tanıdık sözlerdi.

Medya bu sözleri ‘bir ilk’ sayıp ‘gündem’ yaptı, düşündürücü değil mi?

Oysa şimdi sözleri ‘faşistçe’ bulan medya; her gün üç-dört kiralık kişisine, DEM hakkında yalan, iftira, karalama yaptırdı ve hiç söz hakkı vermedi. Yetinmeyip o kiralık kişileri bakalım DEM’e kim daha çok hakaret edecek diye yarıştırdı.

Nereden nereye…

İşte bu medya tüm yaptıklarını unutmuş olacak ki, şimdi de kapıkulu olduğu rantçı sahipleri için bir ‘fırsat’ arayışında.

Doğrusu haftanın konusunu oluşturan bu sözleri duyunca ben de irkildim ve oturup araştırdım:

Burcu Köksal, 1980 faşist ikliminde doğmuş ve sözlerinden de anlaşılıyor ki, bu iklimin etkisinde kalmış bir avukatmış(!) (hukuk-etik ve faşizm nasıl uyuşur ki!). CHP’den dört dönemdir Afyonkarahisar milletvekili, TBMM’de grup başkan vekili hem de CHP Afyonkarahisar Belediye Başkan Adayı. Yani parti adına konuşabilecek önemli bir kimlik(miş).

Afyonkarahisar meydanında dili mi sürçtü yoksa bilinçaltı mı dile geldi konusu tartışılırken… Barış Yarkadaş, CHP Afyonkarahisar il başkanı ve çok partiliye bu soruyu sormuş.

CHP Afyonkarahisar örgütü kısaca: “Arkadaş, bizim anlayışımız bu!” demiş…

Başkan adayı bu sözleriyle; öfke ve kinini dile getirerek bir nefret suçu işlemiştir. Bu sözleri erkek egemen meydana; hoş görünmek için bile-isteye seçerek ve bilinçli olarak söylemiş….

Ve bu faşistçe sözleri meydandan coşkulu kabul ve alkış almıştır!

Durun bakalım bu faşist gidiş nerelere varacak ve nasıl duracak.

Burcu Köksal unutmasın ki, biz barışçı insanlarız, öfkelensek bile kin tutmayız ve kapılarımız da ‘insan’ olan herkese açıktır.

Emin Toprak – DOSTÇA

 347 total views,  1 views today

28 Şubat / Emin Toprak

04.03.2024

28 Şubat

Çevremizde bir olaya ‘olan-olmuştur’ diye bakan, ya da o olayı bir tek nedene bağlayan pek çok kişi vardır. Ben onlara benzemem, yazdıklarım da onların yazdıklarına…

Dünyadaki tüm yaşanmışlıkları bir ‘doku’ olarak gören ve bu oluşumu: tarih-felsefe-sosyoloji-psikoloji süzgecinden geçiren, ‘MR’ benzeri anlayışı savunurum.

Çünkü her yaşanmışlık sosyo-kültürel bir oluşumdur ve bu oluşumun da: adalet, hukuk, demokrasi gibi pek çok değeri bulunmaktadır.

Bu değerler; taassubun dogmaları yerine, akılla mantıkla yol aldırır.

Bu değerlerle insan daha nesnel görür, düşünür, yorumlar, kararlar alır.

Ve yaşamımız bu değerlerin varlığıyla kolay, yokluğuyla da zor olur.

***

İki gün önce takvimler 28 Şubat’ı gösteriyordu.

Yakın tarihimizdeki: 28 Şubat 1997 ile 28 Şubat 2015 çok önemlidir.

Çünkü:

28 Şubat 1997 demokrasiye karşı darbedir.

28 Şubat 2015’te demokrasi ve barış için atılan imzalar ‘yok’ sayıldı.

18 yıl arayla yaşadığımız bu olayların faillerine; kimileri ‘derin devlet’, kimileri de ‘militarist güç’ der.

28 ŞUBAT 1997

28 Şubat 1997’de: halkın oylarıyla seçim kazanmış bir hükümet vardı.

Bu hükümetin, ‘gerici’ eylemleri nedeniyle tanklar sokaklara indi!

MGK demokrasiyi yok sayan bir bildiri yayımlandı!

Ve askerler MGK dışında bürokrasiyi de ele geçirdi!

Böylece militarist güç: yönetim, yasama ve yargıda egemen oldu.

Evet, bence de o hükümetin demokrasiye karşı bazı tutum, davranış ve ‘gerici’ eylemleri vardı.

Ve demokrasiye uymayan tüm bu aykırılıklar engellenmeliydi.

Ancak bu engelleme, militarist gücün yürütme ve yargıyı ele geçirmesiyle olmazdı/olamamalıydı!

Çünkü demokrasilerde bu tür engellemeyi ancak iki güç yapabilir:

*Birinci güç: hükümete yetki veren ve ‘dur-yeter’ diyebilen halktır.

*İkinci güç ise yasadışı gidişleri sorgulayarak ‘cezalandıran’ yargıdır.

Militarist güç, hem halkı hem de yargıyı yok sayıp etkisiz bırakarak zora dayalı bir korku iklimi yarattı.

Ne yazıktır ki, yıllar geçmiş bazı kişiler değişmiş fakat bu anlayışın saldığı korku iktidar ile muhalefetin ortaklaşa iklimi olarak değişmeden devam edegelmiştir.

Bu korku yüzünden 12 Eylül faşist darbecilerinin hazırladığı anayasaya hem iktidar hem de muhalefet ‘karşıyız!’ dedikleri halde değiştirecek güç ve takatten yoksun kalmışlardır.

28 ŞUBAT 2015

AKP 3 Kasım 2002’de iktidar olduğunda ülkemizde; çözülmemiş yüzyıllık Kürt Sorunu ve çokça sosyal-ekonomik sıkıntı vardı.

Bu sorunlara, Avrupa Birliği (AB) tam üyeliği ile bir çözüm bulacağını düşünen AKP iktidarı 3 Ekim 2005’te AB ‘tam üyelik’ görüşmelerini başlattı.

Katılım-uyum için fasıllar açıldı, çokça toplantı, fener alaylı gösterişli kutlama törenler yapıldı.

Ve en sonunda da üyelik için ön koşulun: ‘DEMOKRASİ’ olduğu anlaşıldı!

Demokrasi için en büyük engel ülkede egemen olan ‘Askeri Vesayet’ idi. Bu güç, insan haklarına uymuyor, Kürt Sorununu uzlaşı ve barış ile çözmek yerine, savaşarak/yok ederek bitirmek istiyordu. (Aslında iktidar da kendilerini bu ‘Askeri Vesayet’ ile 28 Şubat 1997 anlayışının mağduru sayıyordu, fakat bu gücü etkisiz kılacak yetki ve gücü yoktu.)

İşte bu ortamda (Ocak 2013) Kürt Sorununu çözme süreci başladı.

Ve:
*Abdullah Öcalan ile Ocak 2013’te başlayan görüşmelere, MİT görevlileri ve Milletvekili heyetleri katıldı. Barış için Kandil’e elçiler gidip geldi…
*Diyarbakır’da 21 Mart 2013 Newroz töreninde okunan ‘mutabakat’ ile de süreç resmiyet kazandı.
*4 Nisan 2013’te de 63 üyeden oluşan ‘Akil İnsanlar Heyeti’ yurdun her tarafında halkla görüşmeler yaptı.
*Ve her gün ölüm haberleri ile acılar yaşayan ülkemizde: ÜÇ YIL süreyle hiç çatışma olmadı!
*Barış rüzgarları esti!
*Askerler ve gençlerin ölüm haberleri gelmedi!
*Analar ağlamadı!
*Ülkemizin kaynakları ölüm makinelerine kurşun olmadı!
*Ve 28 Şubat 2015 günü ‘DOLMABAHÇE MUTABAKATI’ imzalandı.

Dolmabahçe Mutabakatı:

Yüzyıllık Kürt sorununu çözmek için ortaklaşa hazırlanıp imzalanmış, halkların kardeşliğini ve barışı savunan bir belge idi.

Bu belgenin amacı; barış ve uzlaşı içinde ülkedeki çatışmalara son verip eşit vatandaşlık ve çoğulculuğu esas alan demokratik bir ülke yaratmaktı.

İşte bu 10 maddelik demokrasi belgesi, canlı yayında imzalanıp ilan edildi ve halk için bir umut oldu

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘Dolmabahçe Mutabakatı’ açıklandığı gün:

“Bu hasretle beklediğimiz bir çağrıdır” demişti.

Aynı Erdoğan iki ay sonra (24 Nisan 2015) günü Mevlâna’nın: “Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lâzım…” deyişini anımsamış olacak ki:

“Ne mutabakatı? Böyle bir mutabakat yok! ”deyivermişti.

Aslında Mevlâna: “cancağızım” diyerek, seven ve sayan biri olarak yarınlar için daha iyiyi daha güzeli istemektedir.

Oysa Erdoğan bu sözleriyle; hukuk, etik, sevgi, saygı gibi insani değerleri yok etmiş, oluşan boşluğu da öfke-kinle doldurmuştur.

İşte o zaman anlaşıldı ki, o bilindik ‘derin devlet’ ya da ‘militarist güç’ yeniden meydana çıkmış!

Bu nedenle; dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu, HDP’den Pervin Buldan, İdris Baluken, Sırrı Süreyya Önder’in imzaları da uzlaşıyla hazırlamış oldukları: “Dolmabahçe Mutabakatı” da ‘PUÇ’ olmuştu!

Ve böylece:

Barış süreci ‘resmi’ olarak bitti!

Çözüm masası devrildi!

Günümüze dek uzanan bir ölüm-yıkım süreci başladı!

Demokrasi bitti yerine tek adam rejimi inşa edildi!

‘Barış’ yeşerip meyve vermedi, sadece ‘umut’ olarak kaldı!

Ne acıdır ki, bu insan hakkı ihlallerine ‘oh!’ çeken, seyirci olan fakat ben: demokratım, sosyal demokratım, sosyalistim diye övünen çokça insanımız var!

Ve ne acıdır ki bu insanlarımız; Türkiyeli olmak yerine ‘Türk’ olmayı seçince Kürtler yalnız kaldı!

Emin Toprak – DOSTÇA

 334 total views

Okullarda Neler Oluyor? (5) / Emin Toprak

26.02.2024

Okullarda Neler Oluyor? (5)

Bu yazı dizisi öğrencilerin ‘yarıyıl tatili’ sevinç çığlıkları ile başlamıştı.

Peki, sevinç çığlıkları ne zaman ve niçin atılır?

Bu soruya verilecek değişmez bir ortak cevabı vardır o da şöyledir:

Bir ‘müjde’ alanlar veya kötülükten kurtulanlar sevinç çığlıkları atarlar.

Demek ki, öğrenciler okuldan ayrılmayı bir ‘bayram’ ilan etmişler!

Peki, öğrenciler/çocuklar yani en değerli varlıklarımız, akran buluşmasını ve sosyalleşmeyi en yoğun yaşadıkları okuldan niçin kaçmak istiyor ki?

Bu sorun; ülke, okul, öğretmen, veli için bir ayıp, gelecek kara günlerin habercisi ve çözülmesi öncelikli bir ülke sorunudur.

Tabii ki, tüm yaşamsal sorunlar gibi bu eğitim sorunun da birçok psiko-sosyal-ekonomik nedenleri vardır.

Ben sadece ezberci sistemin; derslik ile evlerdeki bazı uygulamalarına ve sistemin destekçisi olmuş öğretmen ile velilere dair anımsatmalar, bir de “sınav”-“ödev” araçlarına dikkat çekmek istiyorum.

Karşımızda: Bilimden yoksun, ezberci ucube bir sistem var!

Bu sistem devletin denetim ve gözetiminde; anaokulundan-üniversiteye tüm öğrencileri, tüm branş-sınıf öğretmenlerini, tüm velileri etkilemiş ve büyük bir çoğunluğun desteğiyle kök salarak güç kazanmıştır.

Ve bu sistemin faturası da öğrencilere yani geleceğimize kesilmektedir.

DERS – SINAV – ÖDEV

Okullar zincirin her halkasında; öğretmen çok bilen ve kürsüde ‘DERS’ anlatandır. Öğrencilerin (kimi uyuklar) dinleyenleri de ‘SINAVA HAZIRLIK’ olsun diye anlatılanı sözcük sözcük ‘EZBERLEMEK’ ister. Çünkü o öğrenci biliyor ki, ‘SINAV’ yapılınca, bu ezberi aynen tekrar etmezse düşük ‘NOT’ alacaktır. Bu anlayış içinde verilen ders saati bitmek üzere iken kürsüdeki öğretmen tüm sınıfa, sonraki derse hazırlık olsun diye bir ‘ÖDEV’ verir.

Günün yorgunu olarak eve varan öğrencinin; hem akranlarla buluşma, oyun oynama, TV izleme vb. istekleri hem de birkaç dersten ödevleri vardır.

Veli karşıladığı çocuğu için sofrayı hazırlarken bir yandan da ona; hal hatır sorar, günün ders-sınav-ödev durumunu anlattırır ve yemek faslı biter… Ve velinin: Bak çok ödevin varmış hemen masa başına! deyişi yankılanır evin içinde.

Çok az çocuk tüm isteklerini öteleyip bu komuta boyun eğer ve uykulu gözlerle ödevlerini yapar.

Çocukların büyük çoğunluğu ise ödev yapmak için direnirse de sonunda veli desteğiyle ödevlerini hazırlarlar.

Ve bu çocukların hepsi ‘yarın’ olduğunda öğretmeninden bir övgü, bir gülücük beklerler. Yarın olur öğretmen ödevleri hiç sormaz, yapılanlara bakmaz, o yine kürsüdedir anlatmaya devam eder. (Pek çok öğretmene: “Verdiğiniz ödevi niçin kontrol etmiyorsunuz? diye sormuş, hemen hepsinden: “Eğer gereğiyle bir ödev kontrolü yaparsam ders saati yetmez ki! cevabını veriyordu. Ve ben de: “Peki, bu durumun öğrencide neleri yok ettiğini hiç düşündünüz mü? sorusunu sorar ve hiçbirinden cevap alamazdım.)

Böylece çocuğun: akran buluşması, oynama, TV izleme vb. doğal istekleri karşılıksız kalmış, çocuk-veliyle tartışması yaşanmış, uykusuz kalınmıştır. Ve en önemlisi de verilen emek ilgi görmemiştir.

İşte böyle başlar, Öğrenci-Öğretmen-Veli arası güvensizlik ve çatışmalar.

İşte bu süreç öğrenciye hile yaptırır, yalan söyletir ve velileri de bu işlere ortak eder.

İşte böyle başlar, çocuğun veliye-öğretmene-okula karşı feryatları ve onlardan kurtulduğunda sevinç çığlıkları atmaları…

Tüm bu olumsuzluklar; bilimsel-insancıl amaç ve ilkeleri bulunmayan, ezberci bir eğitim sistemi ile onun ‘Ders’ “Sınav” ‘Ödev’ araçları yüzünden yaşanıyor.

Bu kapkaranlık ezberci eğitim sistemi; bağımsız düşünemeyen, sadece verilen komutlarla yol alan, yalanı, hileyi mubah sayan fanatik kişiler yetiştirir. O kişiler de gaddarca yıkar, yakar, öldürür!
Böylesi bir iklimde yetişen nesil ne özgür düşünebilir ne makine yapan makine yapabilir ne de bilişim ve yazılım sektöründe başarılı olabilir.

Demek ki bu sistem hepimiz herkes için bir gelecek sorun olmuştur. Düşünmeli, tartışmalı, birlik olup bu kul, köle, çaresiz yetiştiren gerici çağdışı sisteme dur demeliyiz.

Çünkü, olup bitenleri görüp susmak bir suçtur.

Bu insanlığa, çocuklara, geleceğe karşı işlenmiş bir suçtur!

Bu hepimizin ortak suçu, acısı ve utancıdır!

Veli-öğrenci-öğretmen olarak, bu suçu işleyenlere dur demeliyiz!
Ancak toplumsal birliktelik sağlanırsa, bu insanlık dışı anlayış yok olur, kurduğu düzeni yıkılır ve eğitim sistemi de kaostan kurtulur.

***

Bir toplumun çağdışı anlayıştan, bilimsel anlayışa geçmesi oldukça zor bir süreçtir. Bunun için bilimi, barışı, demokrasiyi esas alan, insanı saygın gören, çağdaş bir eğitime ihtiyaç vardır.

Çağdaş eğitim anlayışı; öğrenciyi odak alır ve yaşamın olduğu her yerde de eğitimi öngörür. Süreç diyalektik olduğundan: ortam, koşul ve katılımcılar sürekli olarak gelişir, dönüşür ve değişirler.

Diyalektik eğitimde; öğrenci-öğretmen kavramları da değişkendir:

Kürsü ortaklaşa kullanılır, bazen öğretmen öğrenci olur bazen de öğrenci öğretmen…

Ve öğrenciniz bir gün, sizin doğru bildiğiniz yanlıştır deyip, bunu kanıtlayabilir!

Kısacası okul sürecinde paydaşlar; birlikte öğrenir, öğretir, sosyalleşir.

Bir önceki yazıda sınıftaki öğretmeni, bir trafik görevlisine benzetmiştim.

Şimdi ise bu tanımlamanın, “doğru fakat eksik” olduğunu düşünüyor ve diyorum ki:

“Öğretmen, sınıfta bir orkestra şefi anlayışıyla çalışmalı!”

Çünkü, orkestra şefi yüzünü göstermez ve öncelik de istemez! O belki, iyi bir kemancı, piyanocu, … ve ses de değildir.

Fakat O, büyük bir grubu jest-mimikleriyle yöneten, yönlendiren, gruptaki her ses, yeti, beceriyi ortaya çıkaran ve bu değerleri tanıtan geliştiren ortamın etkili bir öznesidir.

Çağdaş bir öğretmen de; sınıfındaki çeşitliliği, çok sesliliği yönetirken, orkestra şefi anlayışıyla çalışmalı, farklı değerlere özgün ve özgüvenli bir değişim-gelişim ortamı sağlamalıdır…

Emin Toprak – DOSTÇA

 328 total views,  2 views today

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu