19 Mart 2025’de Ekrem İmamoğlu, “siyasal ve yargısal” bir operasyonla gözaltına alındı ve tutuklandı. Bu hukuksuz eylem ülkemiz için büyük bir deprem oldu ve faturası gün geçtikçe büyüyor.
Yurdun her yerinde günlerdir milyonlarca insanımız ayakta, bu hukuksuz operasyonu protesto ediyor.
Ekonomi en dibe inmesin diye:
*Bayram tatili 9 güne çıkarılmış yine de:
*Merkez Bankası 18-24 Mart günlerinin ateşini düşürmek için şimdilik 29 milyar dolar satmış…
*İstanbul Borsasında küçük yatırımcılara büyük kayıplar yaşamıştı. Fakat depremin artçıları bitmedi, devam ediyor.
Sorumluluğunu bilen bir mağdur birey olarak ben de boş durmadım:
23 Mart günü kurulan ‘Dayanışma Sandığına oyumu atmış…
29 Mart günkü “Maltepe Mitingi” için karara varmış…
Ve dostlarla Bostancı sahilinde buluşmuştum.
Maltepe Toplanma Alanına coşku içinde yürüdük. (Geri dönüşümüz de coşkuyla aynı yoldan…)
Hiç yorulmadık, aksine yürüdükçe dinlendik, düşündükçe dirildik.
Çünkü buraları, her gelişimizde bir başka güzel oluyor…
Çünkü, bu muhteşem kıyı şeridi, kesintisizce Tuzlaya uzanıyor…
Çünkü, gidiş dönüş yolunun arasına dikilen manolyalar büyüyor, çimenler güçlenerek daha derinlere kök salıyor…
Çünkü, tam karşımızda Marmara’nın incileri: Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada sıralanıyor…
Çünkü; “Ya hep beraber, ya hiçbirimiz ” anlayışıyla milyonlarca genç-yaşlı-kadın-erkek yoldaşa bu koca meydan dar geliyor…
Çünkü milyonların; “Hak, hukuk, adalet” çığlıkları meydanı aşıyor…
Çünkü; çoğumuzun ‘A politik’ saydığı ‘Z Kuşağı Gençliği’; Şehzadebaşı, Maltepe’de başlayıp yurdumuza yayılan protesto gösterileri ve 2 Nisan Boykotunun en önemli özneleri olmuşlardı. (Demek ki biz yanılmışız, bir özür borcumuz var: Z Kuşağı Gençlerine…)
Meydanlarımız, hiç benzemiyor 68’li-78’li yılların meydanlarına…
Şimdi meydanlarda sadece akran gençler bulunmaz, dört kuşak bir arada!
Belki akademiler susmuş-susturulmuş, fakat bu kez halden anlayan yoldaşlar çoğalmış.
Bakın, görün işte: nine-dede-anne-baba-kardeş-torun el ele, omuz omuza…
Coşkulu milyonlar meydanlara çıkmış: “Hak hukuk adalet” istiyor.
Uzak değil haklarını bugün-yarın alacaklar…
Fakat onların sesleri dalga dalga çoğalıp yankılanarak taa uzaklara varacak.
O uzaklarda korkulu rüya gören birileri de panikleyip, hiç istemedikleri kararları verecek…
Onların gizli tanıkları, besleme medyaları, kayyumları… yargılama ve denetim dışı tuttukları kaba militarist zalim güçleri var. Bu güçlerin gücü ve yalanlarıyla, düzenlerine karşı olanlar için bir korku iklimi yarattılar.
Halkın kaynakları ve iradelerine vahşice-sadistçe saldırdılar.
Kadın-genç-yaşlı-hasta farkı gözetmeden saldırıp kitlesel tutuklamalar yaptılar, yapıyorlar.
Ahmet Arif, bu korkakları şöyle tanıtır:
“Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları,…”
Halkımız da zulme-talana karşı direniyor ve diyor ki:
“Biz korkmayız ondan bundan…”
Onlar ise; korkuyor, yönetemiyor ve çırpınıyorlar!
Elbette halkın demokratik gücü tez zamanda, onları geri gelmemek üzere gönderecek… Ve sırça köşklü saltanatları bitecek!
***
Şimdi de bu korku salan, uyku bölen: “Hak hukuk adalet” sözcüklerin anlamları neymiş birlikte bakalım:
‘Hak’; Arapça kökenli bir sözcüktür. Dilimizde: kazanç-kazanım-çıkar gibi karşılıkları vardır. Kısaca: bireye özel kazanımlar da diyebiliriz. Bu sözcük tüm sözlü-yazılı anlatımlarda kısaca yaşamın olduğu her yerde çok sık kullanılır.
‘Hukuk’; Arapça kökenli ve ‘hak’ sözcüğünün çoğul halidir ve toplumsal düzenin kuralları ile kişisel hakları belirler ve korur.
“Adalet” de Arapça kökenli bir sözcüktür. Anlamı; eşit olmak, eşit kılmak, denklik, denge, doğru davranmak, hakkı teslim edecek hüküm vermek, herkese ve her şeye hak ettiği şekilde davranmak demektir. Demek ki adaletsiz bir yaşam ol(a)maz! Ve adaleti ancak kuvvetler ayrılığı ilkesini uygulayan bir hukuk devleti sağlar.
Hak-Hukuk-Adalet sözcüklerinin üçü de Arapça ve aynı kökten türedikleri için de benzeşir ve birbirlerini tamamlarlar. Ve herkes için hava-su kadar gereklidirler.
Halk işte bu yüzden; iş, çarşı, pazar, okul yani yaşamın olduğu her yerde hak-hukuk-adalet istiyor.
{Biliyorum bazı dostlar kızarak: “Demek ki, milyonlar isteklerini Arapça dillendirilmiş! diyecekler. Haklılar tam da öyle oldu, ama olsun! Çünkü; diller insanlığı yücelten evrensel değerleridir. Diller arasında geçirgenlik olabilir.}
Eğer milyonlarca insan her ortamda: hak-hukuk-adalet istiyorsa…
Düşünebilen hemen herkes bu konuda genelleme yaparak ve:
“Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?”
Demiş! …
* BOYKOT
Ben bir boykotçuyum:
15-18 Aralık 1969’da TÖS önderliğinde ‘Büyük Öğretmen Boykotu’na katıldım, yargılanıp beraat ettim.
1973’de öğretmenlikten istifa edip yeniden öğrenci oldum. 1975 yılında uzun süren bir boykota katıldık. Bu süreçte darp edildim, haksız yere tutuklanıp ve kısa süre cezaevinde kaldım. Sonra okuldan atıldım ve Danıştay kararıyla geri döndüm…
24 Aralık 1979’da TÖB-DER önderliğinde Maraş Katliamı’nın birinci yıldönümünde bir günlük boykota katıldım, açığa alındım, soruşturma sonucunda göreve döndüm.
2 Nisan 2025’de de gençlerin organize ettiği bir günlük “Satın Almama Boykotu”na da katıldım.
Bu boykot ve eylemlere hak aramak için bilerek-isteyerek katıldım, hiç de pişmanlık duymadım. Fakat bunları anne-babam-akrabalarım duyup üzülmesin diye çok çırpındım…
Şimdi ise haksızlık yapan zalime karşı: nine-dede-anne-baba-çocuk-torun… Bir arada dört kuşak, el ele, omuz omuza…
Bu ne güzel bir görüntü ve birliktelik! Aydınlık bir gelecek için bu dirençli örüntünün sürmesi gerekir…
Haksız, hukuksuz ve zalimce yapılan çıkar savaşları herkesi yaralıyor. Birileri de çıkmış: ‘Halkımız niçin bu kadar kaderci, çaresiz, suskun!” diye yakınıyor. Oysa bu durumu hiç yadırgamamak gerekir.
Çünkü, 23 yıllık iktidarın yönetiminde: 1. Hakları, özgürlükleri korumak ve adaleti sağlamakla görevli: Yasama-Yürütme-Yargı güçleri denetimsiz olarak tek elde toplanmış 2. Karara imza atacak olan bürokratları ‘gelecek’ korkusu sarmış… 3. Çare bulsunlar diye seçilmiş vekiller ile meclisleri işsiz, işlevsiz kalmış… 4. Güvenliği sağlamakla görevli asker-polisler; hakkını arayan ana-baba-kardeşleri bariyerle engellerken, gaz ve su sıkıp, cop kullanır olmuş… 5. Emek karşılığını bulmamış, yoksulluk ve hukuksuzluk zirve yapmış… Bu sıralamayı daha da uzatacaktım fakat hemen herkesin bildiği diyaloğu anımsayınca durdurdum.
*
Derler ki: {Napolyon yenilmez bir komutan iken yenilir ve sorumlu komutana: “Niçin yenildik? diye sorar. Komutan: “Efendim beş (5) nedeni var.” der ve hemen saymaya başlar: “1. Barut bitti… 2. ..” Napolyon: “Ötekileri sıralamaya gerek yok!” deyip komutanı susturur.}
*
{ Eğer Napolyon engeli olmasaydı size daha:
Yargıçların gelecek korkusu içinde; hukuka, vicdana uygun karar yerine, otosansür ve fısıltıların belirlediği kararlar verdiklerini… Tüm gazeteci, yazar, sanatkar, akademisyen, işçi, memur, öğretmen, öğrencilerin korku içinde olduklarını… Dünyanın en büyük şehirlerinden İstanbul’un milyon oylarla Belediye Başkanı seçilmiş Ekrem İmamoğlu’nun ‘gizli tanık’ ifadeleriyle gözaltında tutulduğunu… Halkın seçtiği birçok il ve ilçenin belediye başkanları görevden alınıp, yerine kayyumlar atanmasıyla halk iradesinin yok sayıldığı… Böylesi hukuksuz keyfi kararlar ve “İmamoğlu Depremi” yüzünden; çöküş noktasına varmak üzere olan ekonomiye ve küçük yatırımcılara çok büyük zarar verdiğini… Ayrıca bu 23 yıllık iktidar; nice can ve mal kaybı yaşatan yüzyıllık Kürt sorununa henüz demokratik bir çözüm bulamamışken… Şimdi de bir vasi edasıyla; Suriye Kürtlerini de yok sayacak bir ‘çözümsüzlük’ istemekte bu amaçla ülke kaynaklarını heba etmekte… Yurdumuz çoraklaştığı için; bilim, kültür, sanat, eğitim, ekonomi gelişmiyor, sığ düşünce, polemik, hakaret, tehdit, küfür dili ise zenginleşiyor… Zaten pranga dolu bu iklimde; hangi duygu, düşünce, fırça, kalem, mızrap özgürce, konuşur, tartışır yazar, çizer ki!.. Tabii ki, özgür ve özgün düşünme olmazsa : başarı-verim de olmaz! da diyecektim.}
Aslında, Napolyon yöntemi uyarınca; sadece yukarıdaki (5) maddeden sadece (1.) yeterliydi. Fakat, ‘söz uçar yazı kalır!…
***
Yazdıklarımı okuyunca sizler de haklı olarak: Peki; 23 yıllık iktidar, bunları bir bir yaparken acaba muhalefet ne yapıyordu? diyebilirsiniz.
Anlatayım:
Muhalefet 2002 yılında yaşadığı büyük seçim şoku nedeniyle uzun süre derlenip, toplanıp uyanmadı.
Çünkü, 2002 genel seçiminde AKP yüzde 34,3 gibi düşük oranda oy alsa da:363 milletvekili kazanmış ve tek başına güçlü bir iktidar olmuştu.
Fakat bu sürpriz iktidarın bir de gizli ortağı vardı. İktidar bu yere göğe sığdıramadığı ‘karanlık’ ortağı: “Hizmet Hareketi” diye tanıtıp kendileri için ‘kılavuz’ saydı. 14 yıl kol kola girerek; makam, çıkar paylaşa paylaşa birlikte çokça yol aldılar. Yurdumuz ve dünyaya yayılan bir eğitim ağı kurdular.
Bu mutlu yoldaşlık; dershane krizi, tapeler, Rıza Sarraf hediyeleri, alo babacığım paracıkları, delil-belge sayılmayan saat-çanta-kutu-çekimler… ortaya ‘foş’ olunca, karşılıklı kılıçlar çekildi ve ortaklık darbe girişimi ile son buldu.
Ve en yetkili kişi ekranlara çıkıp: “Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.” dedi. Allah’ın affetmesini beklemeyen, mahcup munis muhalefet ‘Yenikapı’da Kürtler olmaksızın bu ‘mağdur’ iktidarla sarmaş dolaş oldu…
{Erdoğan’ın geçmişte “Fetö suç örgütü” ile kurduğu bu ilişkiden dolayı bir hesabı olduğu itirafı idi ve hiç sorgulanmadı. CHP ciddi olarak bu itirafın sorgulanmasının takipçisi olmadı. Bugün de onlar ‘gizli tanık’ ifadeleriyle yargılanıyorlar.}
CHP demokratik muhalif olacağına, yıllarca olup biten hukuksuzluklar için çokça; “belki, ama, fakat, lakin…” üretti. Sınır ötesi operasyonlar yapılsın dedi. Dokunulmazlık kaldırma isteğini Anayasaya aykırı buldu, fakat ‘evet’ kalksın dedi. Kayyum atamalarına sıra kendilerine gelinceye kadar göz yumdu. Altılı masa başarısızlığı nedeniyle de genel seçimi kaybetti…
Fakat CHP 2023 yerel seçimlerinin birincisi olsa da zafer sarhoşu olmadı. İktidara uzlaşı elini uzattı. Kimileri bu barışçı girişimi eleştirse de bence bu doğru bir adımdı. Fakat iktidar ne uzlaşı ne barış ne de demokrasi istiyor. Ayrıca, yönetemediklerini ve gelecek seçimde de kaybedeceklerini bildikleri için de çok korkuyorlar.
Bu nedenle barışmayı, uzlaşmayı istemiyorlar, öfke ve kinle gözdağı veriyor, kayyum atamaları, toplu tutuklamalar, 30 yıl öncesi diploma iptal etmeleri…
Özetle; yargı sopa, muhalefet ise hedef olmuş ve etik olmayan, haksız, hukuksuz, provokasyon dolu günleri başlatmıştır.
Ve tam gazla gidiyor, gitmekte olan!
Bu kez CHP dik durdu. Hiç ikircik yaşamadan soğuk meydanlarda halkla buluşup kucaklaştı ve sıcak ilişkiler kuruldu. Halka doğru adım atmanın karşılığı olarak da yurdumuzun her noktasından muhteşem görüntüler izledik.
Halkın gücüne bir kez daha inandım. Ve bu halkçı adımın devamını dileyerek alkışladım.
*
Bugün demokrasi-barış isteyenin bayramı! Önseçim ‘Dayanışma Sandığı’na giderken iç çığlığım: ‘Ya hep beraber ya hiçbirimiz!’ oldu.
Nedense, ‘müesses nizam’, iktidar ile muhalefet, Kürt siyasi hareketi ile taraftarlarını pek sevmez ve istemezler.
Müesses nizamın emri, iktidarın bilgisi, muhalefetin suskunluğunda; Kürtler listelenip katledilmiş, nice seçilmiş kişi tuzak ve sanal gerekçeyle tutuklu-yasaklı olmuş, pek çok parti ve demokratik oluşum kapatılmıştır.
Fakat onlar haklı olduklarını biliyor, halk da onlara inanıyor-güveniyordu. Yıllarca süren mücadelede hiç yıkılıp pes etmediler. Yeni partiler kurup, yeni kişiler seçtiler ve her seçimde çoğalarak var olmaya devam ettiler.
Birkaç ay öncesine kadar iktidar ve bazı muhalif görünümlüler; meydan meydan kanal kanal dolaşıp Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM)’i etkisiz-desteksiz bırakmak için yalan üretiyor, onları ve selamlaştıklarını terörist sayıyor, “birlikte demleniyorlar” diye alay konusu yapıyorlardı.
Devlet Bahçeli ki, ayrımcılığın önde gelen bir lideridir.
Yıllar önce meydanda Erdoğan’a bir urgan fırlatmış: “Oğluna gemi alacak kadar paran var Apoyu asacak kadar mı bulamadın. Al sana ip as da görelim” demişti.
Aynı Bahçeli, 1 Ekim 2024 günü mecliste, her gün ‘terörist’ dediği DEM grubunun yanına gidip elini uzatmış ve “Abdullah Öcalan gelsin mecliste konuşsun!” çağrısında bulunmuştu (bir yazımda bu çağrıyı ‘kıymetli’ bulmuştum ve görüşüm değişmedi).
Bahçeli’nin bu çağrısıyla ülke gündemi değişti. Hızlı tur ve görüşmelerle bu ‘isimsiz’ süreç devam ediyor.
Gelişmeleri özetlersek:
DEM Parti heyeti, PKK lideri Abdullah Öcalan ile 27 Şubat 2025 günü 3. görüşmeye gitmiş ve Öcalan, el yazısıyla yazdığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nı onlara sunmuştu.
Heyetin aynı gün Beyoğlu’nda düzenlediği basın toplantısında, bu çağrı Kürtçe ve Türkçe okundu. Öcalan bu çağrısında; yaşanan süreç için yapılan eleştirileri belirtip özeleştirisini yapıyor… Ve güvenli bir toplum için barışın şart olduğunu önemle vurguluyordu.
Öcalan, çağrısının son iki cümlesi bir ‘özet’ sayılabilir. İşte o cümleler:
“Varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın; tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.
Sayın Devlet Bahçeli’nin yaptığı çağrı, Sayın Cumhurbaşkanın ortaya koyduğu iradeyle diğer siyasi partilerin malum çağrıya dönük olumlu yaklaşımlarıyla oluşan bu iklimde silah bırakma çağrısında bulunuyor ve bu çağrının tarihi sorumluluğunu üstleniyorum.” diyordu.
“PKK kendini feshetmelidir” çağrısı dünyada Yurdumuzda:
MHP lideri Bahçeli; Hasta yatağında uzattığı elin karşılık bulmasından çok memnun olmuş ve daha önce ismini anmadığı Demirtaş’a telefon edip el uzatmış ve X hesabına şunları yazmıştı:
“Ne mutlu bizlere ki, sahte ayrımcılıkların, yapay anlaşmazlıkların, cepheleşme ve yanlış anlamaların milli hayatımızdan tamamıyla sökülüp atılacağı kutlu bir dönemin eşiğindeyiz”
*
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan ise, Şehit Aileleri ve Gazilerle İftar Programı’nda 40 yıldır yurdumuz insanlarına büyük acılar yaşatan alışılmış tehdit söylemlerini tekrarlıyordu:
“Verilen sözler tutulmazsa günah bizden gider. … Hala devam eden operasyonlarımızı, gerekiyorsa taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadan son teröristi bertaraf edene kadar sürdürürüz.” diyordu.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel:
“Toplumsal mutabakat sağlanacaksa, Meclis’te oturup bunu konuşmalıyız. Konuşacaksak ilk toplantıda da şehit aileleri ve gaziler gelmeli, düşüncelerini söylemeli. Son toplantıda da gelip varılan noktaya rızaları var mı, yok mu söylemeliler. ‘Onların razı olmadığı hiçbir şeye ben razı olmayacağım” diyerek ‘barış’ için ‘ön-şart’ koşuyordu.
(Demek ki, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel henüz bu süreci benimsememişler.)
*
DEM Parti TİP ve demokratik STK’lar zaten sürekli barış istiyorlar…
DEM Parti, “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” için mecliste bir toplantı yapmış konukları da: 1990’larda Güneydoğuda çocuklarını yitiren “Barış Anneleri Derneği” üyeleri… (Lütfen dikkat ediniz, bu acılı annelerin kuruluş amaçları: ‘BARIŞ’! ..).
Barış Annelerinden Tenzile Baydar’ın konuşmasını, Sn. Erdoğan ile Sn. Ö. Özel de duysunlar isterdim. Kısaca diyordu ki:
“Sayın Öcalan’a söz veriyoruz. Barış Anneleri elini bu taşın altına koyacak, her zamanki gibi. Barış için varız. Sayın Erdoğan ve Bahçeli de elini uzattı. Onlara da teşekkür ediyorum. Bizim beklentilerimiz çok büyük. Artık bir anne olarak evlatlarımızı torbalara, kartonlara koyup kucağımıza almak istemiyoruz. Asker annelerine de sesleniyoruz; biz hepimiz anneyiz, gerilla annesi annedir, asker annesi annedir, polis annesi annedir, acı çeken annedir… Bizim çocuklarımız öldü, asker anneleri taziye kurdu ama biz taziye bile kuramadık… Gelsinler bizim elimizi tutsunlar. Omuz omuza biz bu süreci yürütelim…”
*
İYİ Parti ve Zafer Partisi: ‘istemezük’ nidalarıyla Turan’a doğru tam yol…
***
Şimdi de yukarıda belirttiğim CHP’nin ön-şartına değinmek istiyorum.
Tabii ki, kurulması gereken bir uzlaşı-barış masasında: ‘Şehit Aileleri’ ile ‘Gaziler’ bulunmalı.
Tabii ki, büyük acılar yaşamış, kan ve gözyaşı dökmüş bu anneler ve mağdurlarla empati yapılmalı.
Peki, bu anneler gibi büyük acılar yaşamış: ‘Barış Anneleri’, ‘Cumartesi Anneleri … vb. yok mu?
Neden-niçin, bu acılı anneler, anılmamış ve yok sayılmış?
Bu ayrımcılık değil mi?
Empati, bilimsel bir yöntem olarak karşılıklı saygıyı esas alır. İnsana; kendisiyle yüzleşmeyi, çevresiyle barışçı ilişkiler kurmasını sağlar ve farkındalık yaratır…
Empati; insanının düşünüp araştırarak sorun çözücü yol-yöntemler aramasını sağlar. Böyle kişiler çoğaldıkça toplumsal yaşam daha güvenli-sağlıklı-yaşanır olur.
Fakat empati, acısı-yarası olana bakarak; yakınmak, üzülmek ve ağlamak değildir. Popülizm denen çıkarcı yöntem; kapanmaya başlamış yaraları kaşır-kanatır, böylece geçmişin öfke-kin ve acılarını geleceğe taşır.
Politikacılar, çıkarları için sık sık kullandıkları popülist yöntemin; sorun çözmediğini, aksine düşmanlık duygularını beslediğini ve toplumsal barışı engellediğini görmeli ve kullanmamalı.
Psikoloji ve sosyoloji benzer amaçla insanlığa hizmet üreten iki bilimdir. Bu alanlarda çalışan psikolog ile sosyologların görevi: birey ve toplum yaşamını iyileştirmektir.
Psikologlar, bireyin duygusal-sosyal tepkimelerini inceler, kişide farkındalık yaratılır. Sosyologlar ise toplumdaki tüm birey, kültür, örgüt, kurumların sosyal davranışlarını inceler, yaşamsal kolaylıkları araştırırlar.
Savaş ve çatışmalar, büyük toplumsal sorunlar doğurunca; çözüm-çare bulucu bir bilim daha aranmıştır.
1908 yılında İngiliz psikolog Mcdougall ile Amerikan sosyolog ‘Sosyal Psikoloji’ adıyla birer kitap yazmışlar.
1924’de Edward Alsworth Ross ise, yazdığı Sosyal Psikoloji kitabı ve çalışmaları nedeniyle ‘Sosyal Psikoloji’ biliminin kurucusu sayılmıştır.
Böylece ben size; “eğitim (pedagoji) bölümü” öğrencisi olduğum yıllarda, ilgimi çeken bilim alanlardan biri olan: Sosyal Psikoloji ve tarihçesini kısaca anlatmış oldum.
Peki, Sosyal Psikoloji nedir, insanlık için neler yapıyor?
Sosyal psikoloji insanların, sosyal (toplumsal) çevresinde oluşan; duygu, düşünce, his davranış, bakış, inanç ve hedefleri inceleyen, değiştirebilen bir bilimdir. Bu değişimle de sağlıklı toplumu oluşturacak bir gücü, yani dayanışma sinerjisini ortaya çıkarıyordu.
Ancak, fırsatçılar sinerjiyi toplumun refahı için değil, kendi çıkarları için kullanırlar. Ve ölümüne destekleyen taraftarlar için değişmez: ‘Hükümdar’ olurlar. İşte bu yüzden Sosyal Psikoloji’ye: ‘Sürü Psikolojisi’ de derler.
‘Sürü Psikolojisi’ diyenler hiç de haksız değiller!
Çünkü, hemen herkes öğrendi, gördü bildi ve kabul etti ki:
Büyük halk desteği alarak iktidar olan tüm otokrat-emperyalist-faşist liderler, sürü psikolojisinin yaratıklarıdır. Bu yaratıklar saltanatları daim olsun isterler. Bunun için de yalan-algı üretip halkı zıt kutuplara ayırıp birbirine “düşman” eder ve vuruştururlar.
Bu taktiklerle çıkan sömürü savaşları; nice canın kanını akıtmış, doğayı, kentleri yakmış-yıkmış-yok etmiş, kaynakları tüketmiş…
Ve daha doğmamış torunlara da miras olarak: kin-öfke-düşmanlık bırakmıştır.
Kısacası; sürü psikolojisi ile uyutulanlar eğer uyanmazsa, o zalimler de ülke/dünya çapında sömürü savaşlarına devam edecektir. Yani zalimler, halkın gücüyle halklara zulüm etmeye devam edecekler…
***
1950’li yıllarda, ‘dünyadan habersiz’ bir çocuktum.
Çok sonra öğrendim ki: yorgun-yoksul bir dünyaya doğmuşum.
25 yıl arayla iki ‘Dünya Savaşı’ da ben doğmadan yaşanmış.
Yaşadıkça; duydum, gördüm, okudum, anladım ki; savaşın acı-yoksulluk-yokluk-enkazları bitmemiş. Barış içinde yaşaması gereken komşular, savaş yüzünden; kuşkulu, korkulu, güvensiz… Kimileri de birbirine düşman olmuş.
İki kutba bölünen dünyamız, savaş galibi iki süper gücün kanatları altına sığınınca da birbirine can düşmanı iki dünya oluşmuş…
Emperyalist-otokrat devletlere ABD, demokratik-sosyalist devletlere de SSCB “hami” olmuş.
Ve aralarında düşmanca bir yarış başlamış.
ABD; 1947’de sosyalist-komünist devletlere karşı olan devletlere destek amacıyla Marshall Planı’nı başlatmış ve 1949’da güvenliği sağlamak için de askeri-siyasi bir güç olarak NATO’yu kurmuş.
NATO’nun askeri ve siyasal olarak güçlenmesi, sosyalist ülkeleri tedirgin etmiş. Ve bu duygu 1955’de Sovyetler Birliği’nin, sosyalist ülkelerle bir olup ‘Varşova Paktı’nı kurması için bir gerekçe olmuş.
NATO emperyalist şemsiye altına toplanan devletleri, Varşova Paktı ise sosyalist şemsiye altındaki devletleri ve düzenleri koruyacakmış.
Emperyalist güçler dünya savaşının yarattığı korkuları yaşamamak için, dünya savaşı istemiyormuş. Ancak bölgesel çapta ve sadece ‘geri bırakılan’ ülkelerde işgaller ve çıkar savaşları devam ediyormuş. Örneğin Kore, Vietnam, Küba … gibi birçok ülkede kaynak-emek sömürüsü yapılırken pek çok insanlık ve savaş suçu da işlenmiş.
*
Düşünüp yorum yaptığım yıllarda da:
İnsanlar, ‘zaman her şeyin ilacıdır’ anlayışıyla olup bitenleri sessizce izliyor, yaşamak için: acıları unutmaya, yaraları sarmaya çalışıyordu.
Küçük bir azınlık hiç boş durmuyor, yeni sömürü alanları arıyordu…
İşte böyle bir dünya ve iklimde hayat devam ediyordu.
1960’lı yıllar özellikle NATO şemsiyesine sığınan otokrat-emperyalist-faşist devletler için korkulu yıllardı. Yurdumuz ve dünyanın yurtsever antiemperyalist anlayışa sahip gençleri bulundukları kentin meydanlara sığmayan coşkulu mitingler yapıyordu.
Gençler: Karl Marx, Friedrich Engels, Lenin öğretisiyle, Mao Zedong, Che Guevara, Fidel Castro, Ho Şi Minh … gibi önderlerin uygulamalarını takip ediyor. Ülkelerinin: sömürüsüz-demokratik-özgür tam bağımsız olmasını istiyordu. Böyle bir dünya kurmak için de işçi-köylü-gençlik-akademi el ele tutuşmuşlardı.
Dünyada bazı küçük çaplı savaşlar olsa da artık dünya savaşlarının yerini soğuk savaşlar almıştı.
Soğuk savaş, dünya tarihinin önemli olaylarından biri ve bu savaşın asıl silahı da sosyal psikoloji olmuştu. Çünkü, otokrat-emperyalist-faşist liderler, ülkelerindeki korku iklimini sosyal (sürü) psikoloji yöntemleriyle sindirip susturuyor. Ve bu zalimler ancak halkın gücüyle yok oluyorlardı.
İki süper güç arasında her gün ‘savaş çıktı-çıkacak’ diye askeri ve siyasi gerginlik çıkardı.
Nihayet 1991 yılında ‘Berlin Duvarı’ yıkıldı.
SSCB, kapitalist anlayış ile soğuk savaş yöntemleriyle içten içe çöktü ve parçalandı.
Rusya, otokrat Putin önderliğinde emperyalist-kapitalist yelpazede yerini aldı.
Komünizm dünya genelinde bir çöküş yaşadı.
Soğuk savaş dönemi son buldu.
Ve dünyanın tek süper gücü ABD oldu.
*
Şimdi de güncel bir haberle yazımızı noktalayalım:
ABD’yi otokrat bir lider olan Donald Trump yönetiyor!
Münih Güvenlik Konferansı’nın davetlisi olan ABD Başkan Yardımcısı JD Vance 14 Şubat günü: nezaket ve diplomasi kuralarını çiğneyen üstenci bir tavır ve dille Avrupa liderlerine seslendi!
Toplantıdan sonra da Adolf Hitler’in Nazi rejimi ve ideolojisine bağlı aşırı sağcı “Almanya için Alternatif Partisi” (AfD) lideriyle bir araya geldi. Ve böylece faşizmin savunucusu olduğunu kanıtladı.
Münih Güvenlik Konferansı (MSC) Başkanı Christoph Heusgen bu saygısızlığı kabul etmedi. Gözyaşları dökerek duygusal bir konuşma yaptı ve başkanlık görevini bıraktı.
Bizim kuşağa ’68’liler deseler de kendimi daha çok ’78’li olarak düşünürüm.
O yıllarda gençler demokratik-bağımsız bir ülke istiyor ve çok fazla kitap okuyordu.
O yıllarda da şimdiki gibi solcu-demokrat-yurtseverler için: “Ya hep beraber ya hiçbirimiz” ortak slogandı.
Ve o yılların devlet politikasına göre: ‘komünizm’ en büyük tehlike veya hastalık sayılıyordu. 1950’de “Komünizmle Mücadele Derneği” adlı bu paramiliter oluşum devlet gözetiminde ülke çapında örgütlenir. Dernek; yurdumuzun tüm demokrat-yurtsever-sol-komünist ile azınlık halkları ve Alevileri düşman sayarak sayısız kanlı saldırılar yapmıştır.
Ve o zamanın Başbakanı Demirel: “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz!”, İçişleri Bakanı Faruk Sükan ise; ‘Solcuların nefeslerini bile kontrol ediyoruz, hepsini 24 saatte toplarız!’ demişlerdi.
12 Mart 1971-12 Eylül 1980 arası 9 yılda; iki faşist darbe, 11 hükümet değişmiş, ilan edilen sıkıyönetim ve olağanüstü haller süresince halkımız çok ağır bedeller ödemişti.
1987’de kurulan illegal faşist JİTEM, Kürtleri hedef alan nefret dili, işkenceleri, “faili meçhul” katliamları ve hapishaneleriyle yurdumuzda bir korku iklimi yaratmış… Sonuç olarak: nice kasaba-köy yanmış, yıkılmış, sağ kurtulan insanları ise göç etmişti.
O zamanlarda da şimdiki gibi bilirkişiler vardı fakat onlar pek gizlenmez bilinirdi. Ve bu bilirkişiler de 141-142 maddeler için av peşindeydi. Bu amaçla: yurdumuzda yayınlanan; yerli-yabancı eserler, parti, sendika, dernek, kişi demeç-konuşma-bildirileri, olası bir komünist propagandası için satır satır incelenirdi. Uzun yıllar süren yargılama, tutukluluk ve sansürler olurdu.
Bugünlerimiz soracak olursanız: bu günler de o günleri hiç aratmıyor!
Şimdilerde sadece, komünist yerine hain/terörist sıfatları kullanılır oldu.
***
Size yukarıda anlatmaya çalıştıklarım, sadece Türkiye’ye özgü olgular değildir, İnsanlık, ilk çağlardan beridir bunları yaşamakta…
Hikayesi de kısaca şöyledir: İnsanlar, yaşamsal önemi olan beslenme, barınma ve güvenlik zorlukları karşısında kendilerini yetersiz-güçsüz bulmuşlardır. Deneyip yaşadıkça da bu zorlukları ancak dayanışma ve birliktelikle çözebileceklerini öğrenip-anlamışlar.
Özetlersek; insanların yenilgi ve acılı yaşanmışlıkları devletlerin, ya da toplumsal barışı ve güvenliği sağlayacak gücün oluşturulması için gerekçe olmuştur.
Ve demek ki, dünyadaki tüm devletlerin amacı; kamu güvenliğini sağlayan ve herkesin hakkını koruyan bir düzen kurmaktır.
İşte, herkesi kucaklayan bu yüce amaç yüzünden; ‘devlet’ her yerde ve her çağda kutsanmıştır.
Peki acaba, dünyada bu yüce amacı güderek “halk” için hizmet üreten kaç devlet vardır?
Ve acaba dünyada, “halka” hizmet için kurulmuş, fakat sadece bir azınlığa, bir gruba, bir partiye hizmet eden kaç devlet vardır.
Bu iki soruya da eğer önyargılardan uzak bilimsel yöntemlerle cevaplar ararsak, ne yazık ki dünyada hiçbir “halk devleti” olmadığını görürüz…
*
Burada biraz durmak isterim, Hani “denk geldi” derler ya, şimdi benim için de öyle oldu. Çünkü, yazılarımı sürekli okuyan bazı dostlarım bana: “Sen devlet karşıtı mısın?” sorusunu soruyorlar. Şimdi “denk geldi” ve ben de o dostlara soruyorum:
Peki sevgili dostlarım; siz kuruluş amacına uygun çalışmayan böylesi devletlerin taraftarı mısınız?
*
Çünkü dünyamızdaki hemen hemen tüm devlet yönetimlerde çokça egoist-zalimler var! Bunlar; deprem, yangın, savaş gibi felaketleri bile fırsata çevirirler. Fakat, bu zalimler de kendilerinden daha güçlü olan zalimlerden emir alır, onların piyonu olur, hatta bazen de zulüm görürler.
Günümüz dünyasını otokratlar yönetiyor. Otokratlar, kendi ülkelerinde güçler birliğini ele geçiren halkı sömüren-ezen zalimlerdir. Düzenlerini sürdürmek için her yol ve yöntemi mubah sayarlar. Muhalifler onlar için birer düşman olduğu için yok olmalı veya etkisiz kalmalıdır. Bu amaçları için de her yol-yöntemi kullanarak ülkede güvensiz-korku dolu bir kaos ortamı yaratırlar.
Korku-kötülük dolu bir iklimi yaratarak ömür süren: tüm hükümdar, kral, komutan, vali, kayyum, bilirkişi, din istismarcısı ve onların tetikçileri halkın kanı-emeği ile beslenip var olan bir çıkar zincirdir.
Bu dokunulmaz küçük zincir, muhalifler için yalan ve algıya dayalı her tür tuzağı-kötülüğü planlar ve uygularlar.
Bu zalimleri: “sen/siz hukuk dışına çıktınız” diye ayıplamak ve kınamak da hiç etkili olmaz!
Çünkü onlar güçlerini; hukuktan değil, hukuk dışı güçler ve odaklardan alırlar.
Fakat bu insanlık düşmanlarının tek korkusu var o da: halkın birlik olup artık ‘YETER!’ demesidir.
Şimdi dünya vatandaşı/insanlık dostu iki ozanın dizelerine bakalım.
Metin ELOĞLU, milyarlarca insanın haykırışını duymuş olacak ki:
Böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum. Ama böyle dünya olur mu? Böyle barış olur mu? Böyle hürriyet olur mu? Böyle kardeşlik olur mu? Biliyorum ki, katlanıver, diyeceksin; Ama böyle yaşamak olur mu!” Diyor.
Bertolt BECHT de bu çığlığı cevaplarcasına:
“Kim mi kurtaracak seni, köle? Görecekler seni, kardeş. yuvarlananlar uçuruma, duyacaklar çığlıklarını: Seni köleler kurtaracak kurtaracaksa!
Ya hep beraber ya da hiç birimiz. Kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden. Ya hep beraber ya da hiç birimiz…” Diyor.
Bugünlerde her yurdum insanı gibi ben de çokça yaşamsal sorun ile yatıp kalkıyorum. Bu sorunların hangisine dokunsam çığlık duyuyor, ve o çığlıklara ortak oluyorum.
Ve günlerdir bu çığlıkları hemdert olanlar için dillendirmek isteğiyle masaya oturuyor. Fakat klavyenin tuşları donuk ve yazmıyordu.
Bu da beni neyi-kime-nasıl diyeceğini bilmeyen kararsız birisi yapmıştı.
Nihayet birkaç saat önce; herkesin bilip hakkında çokça söz söyleyebileceği üç konu buldum ve bu satırları yazmaya başladım.
Fakat çok önemli üç konuyu da özetlemekle yetineceğim.
İsterim ki, okuyucular bu üç konuya eleştirel bakıp, özgün katkılarda bulunsunlar.
*
Birinci Konu: Ekonomi!
Çünkü yurdumuzda bir ekonomik kriz var. Adaletten yoksun bu kriz; evde, mahallede, okulda, pazarda … yaşamın olduğu her yerde işçiyi, emekçiyi, emekliyi, öğrenciyi silkeleyip sarstıkça çığlıklar duyuyoruz.
Ve bu çığlıklar içinde benim çığlığım da var!
Çünkü: Ben 57 yıl önce 18 yaşında yarı-çocukken öğretmen olmuştum. Beş (5) yıl çalıştıktan sonra meslekte yükselmek için yüksek okul sınavına girip kazanmış ve 4 yıl daha ana-baba eline bakan bir öğrenci olmuştum. Okul bitince de mesleği değişmeyen bir eğitimci olarak değişik il ve görevlerde 35 yıl daha çalışan, 40 yıllık ve + göstergesi olan bir eğitim müfettişi emeklisiyim şimdi. (-Ve aramızda kalsın!- Aldığım maaş: sadece iki (2) yıl milletvekili olarak çalışıp emekli olmuş bir vekil maaşının üçte birinden daha da az… )
*
İkinci Konu: Demokrasi Yoksunluğu!
Bu, geçmişten biz torunlara kalan bir mirastır. Bu miras; her zaman demokrasi dışı oyun, tuzak ve uygulamalarla ertelenip çözümsüz bırakılmış toplumsal bir yaramızdır.
Yukarıdaki ekonomik sorunları doğuran, derinleştiren ve ülkede değişmez bir korku iklimini de yaratan bir ana sorundur bu.
Peki neden yaşıyoruz bu sorunu?
Çünkü Ülke nüfusumuzun yüzde 25’i Kürt ve onların önemli insan hakları engellenmiş!
Ve onlar:
“Biz, Kürt’üz, bizim doğuşla sahip olduğumuz: dilimiz, kültürümüz ve insan haklarımız var! Biz, bu haklarımız alarak ülkemizin eşit birer vatandaşı olmak istiyoruz…” Diyor.
Peki, bu istekler; suç mu, günah mı, ayıp mı?
Dünyanın her yerinde karşılanan bu demokratik talepler, bizim ülkemizde niçin-neden karşılık bulmuyor?
İşte inkârcı-yasakçı anlayış yüzünden ülkemizin tüm halkları büyük bedeller ödemiş, büyük acılar yaşamıştır.
Yukarıda: ‘korku iklimi’ demiştim, tekrarlıyorum!
Çünkü demokratik talepler sadece; korku iklimlerinde ‘güç’ ile çözülmek istenir.
Ülkemizde de sıkça “tek kişi yönetimi-sıkıyönetim-olağanüstü hâl” ilanları olmuş ve sürekli korku iklimi olmuştur. Korku ikliminin amacı: halkı tepkisiz ve suskun bırakarak demokrasisi olmayan düzenini sürdürmektir.
Ve bu düzen yüzünden halkımız; pek çok soysal, ekonomik, siyasi, psikolojik, ahlaki çöküş yaşamış ve yaşamaktadır.
Bunlar yalan söyleyip “Bitti, bitti!” diyor fakat hiç bitmedi/bitmiyor.
Aslında savaşlar sorunları çözmediği gibi, karşı güce güç kazandırır, onların öfke, kin, düşmanlıklarını geleceğe miras bırakırlar.
Ben bilmem, onların söylediğine göre bu sorun yüzünden 41 yılda: 50.000 gencimiz ölmüş ve trilyon dolara varan ülke gelirimiz de ölüm makinalarına bomba-kurşun olmuştur.
Şimdi ortada bir çatışma var ki CB Erdoğan çıkmış: “Ya silahlarını gömecekler ya da silahlarıyla birlikte toprağa gömülecekler. Üçüncü bir yol yoktur” diyor.
Hani ortağına el uzattırarak kardeşlik istiyordu, ne oldu?
Güç kullanmak savaştır ve bu sözler de savaş dilidir.
Oysa demokrasiler olan çatışma ve düşmanlıkları karşılıklı görüşme ve uzlaşılarla barış içinde çözerler…
*
Üçüncü Konu: Bolu Kartalkaya’da Otel Yangını:
Dünyada ve yurdumuzda; deprem, sel, orman yangını, maden ocakları çökme-patlamaları olur. Fakat diğer ülkelere oranla bizdeki kayıplar çok daha fazla oluyor.
Örneğin; Bolu Kartalkaya’daki yangında: ana-baba-çocuk-bebek78 canımız yok olmuş… Los Angeles’ta ise 2 hafta süren yangın milyonların yaşadığı şehirleri yakıp küle çevirmiş ve 27 kişi yaşamını kaybetmişti.
Tabi ki doğal felaketler önlenemez. Fakat doğal felaketlerin verdiği can-mal kayıplıları alınan önlemlerle en az düzeye indirilebilir. Bizim yöneticilerimiz bilimsel önlemler almak yerine ‘bu fıtrat gereğidir’ diyerek ‘kaderci’ anlayışa taraftar topluyorlar. Bu yüzden önlem almayı: bilmiyor-becermiyor-istemiyorlar.
Bu ölümcül otel yangını da; doğal nedenlerden değil, bilinen fakat “para gitmesin” diye giderilmeyen bazı eksiklikler nedeniyle çıkmıştır. Bu açgözlü varlıklar yüzünden: ana-baba-çocuk-bebek tam 78 canımız yok oldu
En ölümcül hastalığın: ‘çoklu organ yetmezliği’ olduğunu söylerler.
Yerinden yönetimi istemeyen ‘tekçi’ anlayış da böylesi ölümcül yangın için yetkisiz bir ara-eleman zinciri oluşturulmuş… (Hani, Maraş depreminde ’emir gelmedi’ diye Kızılay ve Afad ekipleri depremzedelere saatlerce ulaşmamıştı!..). Bu yangında da işlevsiz bir zincir ya da bir: ‘çoklu kurum yetmezliği’ vardı.
Çünkü, Bolu’daki; Belediye, Valilik, İl Özel İdaresi, İtfaiye yok sayılmış ve Bolu’nun bir dağındaki tesisin denetimi Ankara’dakiler verilmişti.
Bilir kişi raporu da bu yangının sorumlularını:
Otel işletmesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Bolu İl Özel İdaresi, Bolu Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü olarak belirlemiş.
Bence bu listeye, yangına neden olan eksikleri bulan, fakat bunların takipçisi olmayan Bolu Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü eklenmeli. Çünkü itfaiye de bu felakete göz yummuştur.
40 yıllık çalışmamda 19 yılı Eğitim Müfettişi idim. Her yıl ildeki örgün ve yaygın eğitim kurumların açılmış veya açılacak kurumlarını denetlerdik. Kurumun: güvenlik, sağlık ve eğitimini ilgili ‘mevzuat’ ile ‘standartlar yönergesi’ uyarınca inceleyip raporu başkanlığımıza sunardık. Fakat hazırladığımız o raporların, akıbetini sorgulama hakkımız yoktu. Bazı raporların beğenilmeyip yeniden inceleme yapıldığını duyardık…
Ve: ‘Demek ki idare isterse, idare de eder’ derdik.
Biliyorum, bir süre sonra, hepimizin yangını olan bu ölümler de unutulacaktır. Fakat o ateş düştüğü yerde hiç sönmeden yakmaya devam edecektir…
O, yaz-sonbahar aylarında haftada bir bazen iki kez köyden kasabaya yolcu götürüp getiren minibüsten inmiş ve köy içine girmeden, rüyalarına sık sık giren Peri Suyu vadisine doğru yürümüştü.
O, 12 yaşında bir çocukken ayrıldığı bu topraklara; çocukları büyüyüp, torunları olduktan yıllar sonra, deneyim ve tanıklıkları çoğalmış yaşlı biri olarak gelmişti.
O, bu topraklarda; altı yedi yaşlarında oğlak-kuzu-buzağı otlatmış, çocuk yaşta kızgın güneş altında; dağda, tarlada çalışmış, anasının dilinde: “lori-klam-cirok-stran” dinlemiş, gülmüş, ağlamış, düşmüş yaralar almış, hastalanmış, acı-sevinç çığlıklarla büyümüştü.
O, yedinci yaşının Eylül ayında, anadili yasaklanarak köydeki ilkokula başlamış, Mart-Nisan gelince de artık Türkçe konuşan-okuyan-yazan biri olmuştu. Ve çok mutlu olmuştu.
O, 12 yaşında iken öğretmen olmak için öğretmen okulunun parasız-yatılı sınavını kazanmış ve çok uzaklara gitmişti…
O, yaşamın: çıkış-iniş ya da yengi-yenilgi dolu bir süreç olduğunu bilir, okumayı çok sever, hurafeye değil bilime inanır, araştırmaya, deneye önem verirdi. Ve tüm olgu ile algıları; akıl, mantık, bilim süzgecinden geçirerek yol almaya çalışırdı.
O, yürümeyi, yürürken düşünmeyi, kendisiyle konuşup didişmeyi çok severdi. Şimdi de sırtını yaslamak, çevreyi gözlemek, kendisiyle konuşup tartışmak ve dinlenmek için bir yer arıyordu. Ve çok aramadan isteğine uygun bir yeri bulmuştu.
Burası; Peri Suyu Baraj gölüne altmış derecelik bir açıyla bakan bir tepedeydi. Kürtçe “Dâd” derlerdi buraya. Burada da gökyüzünü dallarıyla kucaklayan, yaşlı fakat oldukça dinç ve kocaman bir meşe ağacı vardı. Hemen onun dikey-yatay çatlaklı gövdesine sırtını yasladı ve ayaklarını da onun serin duldasına uzattı. Derin bir nefesle ciğerini şişirdi ve aldığı havayı yavaş yavaş boşalttı. Ve sonra da içten bir ‘ooohhh’ çekti.
Oturduğu yerin tam karşısında, kale duvarları gibi yükselerek vadiyi belirleyen: dağ-tepe-düzlüklerde; Bingöl-Sancak ile Elâzığ-Karakoçan-Çan köylerinin yerleşke-mera-arazileri…
Oturduğu yerin sol tarafında: Bingöl-Kığı köyleri, sağ tarafında ise: Bingöl-Yayladere köyleri vardı.
Ve şimdi çok tenha görünen bu topraklarda bir zamanlar; okullar cıvıl cıvıl, tarlalar ekili, meralar hayvanlar … kısacası her yer yaşamın sesleriyle dopdoluydu.
…
Yaz mevsiminin sonu yaklaşıyordu, hafif hafif esen yel, koca meşenin yapraklarıyla oynaşırken, sararmaya başlamış çelimsiz kalmış olanları dalından hışırtıyla koparıp uçuruyor, güçlü olanları okşarcasına sarsıyordu. Oturduğu yerin 4-5 metre ötesindeki ‘Şekok’ ağacı da meşe ağacına ve onun garip misafirine bakıyordu.
O, yelin hışırtılı ezgilerini dinlerken iç sesi de dile gelmiş ve dudaklarında istemsiz kıpırtılar, akortsuz mırıltılar sıralanmıştı. Ve O, kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa misali, iç sesiyle yaşamı zor eden tüm aykırılıklara sövüp, söylenip dinleniyordu…
Her ne kadar şair: “Geçmiş geçmişte kaldı cancağızım” dese de pek de öyle olmuyordu. Geçmiş hiç yerinde durmuyor, geleceği sürekli tehdit ediyordu. Bu yüzden de sanki karşısına vadiyi boylu boyunca kaplamış kocaman bir perde asılmıştı. Bu perdede geçmişin tüm; acı-tasa-öfke-pişmanlıkları ile bir de henüz gün görmemiş-yaşanmamış geleceğe dair; kaygı-düş-korku-bilinmezlikler sıralanıyordu.
Ve akıyordu perdede susturulmuş coğrafyanın; günleri, ayları, mevsimleri, yılları, gerçekleri ve düşleri…
Zaten bu yükler yüzünden; pek çok uykusuz gecesi, çokça karmaşa ve duygusal boşluğu olmuş ve bunlar onu yorgun bırakmıştı.
Şimdi O, geçmişin yaşlı tanığına sırtımı dayamış, yarı uykulu yarı uyanık gözleriyle çevreyi izliyor-düşünüyor ve içinde saklı kalmış çocukluğunu arıyordu.
O zamanlar, Peri Suyu; birçok dere ve çaydan aldığı güçle üç mevsim coşku ile deli-dolu akardı. Yaz olunca debisi biraz düşer, o da dinlenir, sakinleşirdi. Fakat şimdi Peri Suyu; derin, karanlık, durağan bir göl olmuştu. Neşe ile yüzüp kaçışan atik balıkları yok olmuş, onların yerini tembel tombul sazanlar almıştı. Ve artık Peri Suyunun ne kelekleri ne de yolcuları kalmıştı.
…
O, çocukluk yaşantılarını pek anımsamasa da bir Peri Suyu anısını hiç unutmamıştı:
Altı yaşında kar-fırtınanın olduğu bir kış günü çok hastalanmıştı. Ateşi düşürmek için buzlu- sirkeli sular çare olmamış, sabaha kadar ateşler içinde kıvranıp sayıklamıştı.
Babası yine gurbetteydi…
Annesi alacakaranlık sabah ayazında komşu Hüseyin’i çağırmış, çocuğu sırtında Karakoçan-Çan nahiyesine götürmesini istemişti.
Orada, “penisilin iğne” yapılacak ve yavrusu iyileşecek…
Peri Suyu’nu kelekle geçtiklerinde, uğultular koparan rüzgâr eşliğinde yoğun kar yağışı…
O, yanakları alev alev olarak Hüseyin amcanın sırtında inliyor…
Annesi, sürekli ağlıyor ve dua ediyor…
Hüseyin amca da “abla ağlama” diyordu.
Nihayet dik patika yolu aşıp Çan’da bir tanışın evine varmışlardı…
Üç-dört saat sonra ateşi düşmüş bir tas dolusu tutmaç çorbasını içmiş…
Ve aynı yolu izleyerek karanlık çökmeden köylerine dönmüşlerdi.
…
Hani nerede vadinin çok sesliliği, çok renkliliği, neşe kaynağı; kuzu, oğlak, tay, sıpaların birlikte ve ana-babalarıyla konuşup oynaşması.., Ya kınalı kekliklerin aile boyu konserleri, çevreyi koruyan kartal ve şahinler…
Neredeler şimdi?
Niçin sustu: ‘denbej û billûr’.
Ya, ‘beri’ yolunda ‘govend’ tutup ‘klâm’ söyleyen berivanlar?
Ne oldu arı ve kara kovanlara?
Sahipsiz kalan yaylalar, çayırlar, buğday, arpa, nohut ekilmeyen tarlalar…
İşte gördüğünüz bu coğrafya; insanıyla, hayvanıyla, toprağıyla susturulmuş, sindirilmiş!
…
Her hareket edişte sağ bacağına bir şey batıyordu, eğilip aradı, buldu o ısırık atanı. Bu, kapsül içinde bir meşe palamudu idi…
Palamudu avucuna aldı sevip okşadı ve önce Meşeye sonra Şekok’a baktı, selamlaştı ikisiyle.
Ve Kemal Burkay’ın “Ağıt” şiirinden üç dizeyi okudu onlara:
Artık, yorgunluğu azalmış dinginleşmişti ve şimdi daha kolaydı olguları anımsaması, kendisiyle didişip, söyleşmesi.
Ve düşündü ki:
Her tohum, bir parça toprak birazcık su bulunca, depreşip çatlatır kabuğunu ve ışık arar dal verip yeşermek için. Bahar işte böyle başlatır bir ömrü. Bahar gelince taşın, kayanın altında tutsak kalmış bir kök yaşamak için bir yol arar-bulur kendine. O ömür ki; anı, günü, haftayı, ayı, yılı, on yılları acı-sevinç-yem ile beslenerek, yenerek yenilerek, döl vererek, düşe-kalka yol alır…
Yaşam mücadele demektir. Güçsüz-çaresiz bırakılıp susturulan insana da doğaya suskunluk yakışmaz. Doğanın kuralı gereği elbet bir gün; toprağa su yürür, tohuma gün doğar, kök salar-filizlenir ve dik-özgür olarak yol alır.
Daha devam edecekti, etmedi.
Bir kez daha Şekok ağacına sevgiyle baktı.
Şekok da bu coğrafyada bakım istemeden ürün veren, sevilen bir armut ağacı cinsidir.
Sevilmeyen bazı Şekoklar aşılanır: “Hermi Rezi” olurlar. ‘Rezi’ armutlar daha iridir.
Bu yüzden O, kendisini ve onun gibi olan milyonlarca Kürdü aşılanmış Şekok’a benzetirdi.
Çünkü: Kürtçe, kendine özgü alfabesi, grameri, kuralları, kültürü, tarihi olan anadildir. Fakat inkarcılar; bu gerçekleri yok saymış, milyonlarca insanın anasıyla, anadiliyle konuşmasını, o dilde okuyup yazmasını yasaklamıştır!
Ve diyorlar ki; Onların anadili, kimliği, kültürü, coğrafyası ve tarihi yoktur! Onlar, Türk’tür!
Amaç: Kürtçe dilini ve kültürünü yok etmek…
Türk aşısı vurulmuş milyonlarca Kürt anadilini belki konuşabiliyor, fakat bu dille okuyup yazmayı biliyor.
Peki, sizce bu tuhaflık bir insanlık ayıbı değil midir?
Fakat biliyor musunuz, bu dil ve kültür durmaksızın yeşerip gelişiyor, çünkü onun tarihsel birikimini ve köklerini kurutamıyorlar.
Bu yüzden yasaklarla; Kürtçe düşünenlere, rüya görüp, hayal kuranlara engel olamıyorlar! Ve çok üzülüyorlar…
Bir halkın dilini kültürünü geçmişini, kimliklerini yok etmek düşmanlıktır/zalimliktir.
Peki, bu düşmanlık niye?
Oysa diller, kültürler zenginliktir ve kimseye zarar vermezler!
Dillerin yardımıyla toplumsal zorluklar aşılır, uzlaşı, birliktelik ve barış sağlanır.
Belki de O; bu satırları, aşılanmış bir dille değil de kendi anadiliyle yazmış olsaydı daha çok beğeni alırdı.
O’na, arkadaşları sık sık: “Kürtlerin hangi hakları yok ki? diye sorarlarmış.
El insaf!..
Anadilleri yasaklanmış onların!
Daha ne olsun ki?
Oturduğu yerden silkelenerek kalktı ve yüksek sesle bir bilgenin iki dizesini söyledi:
Bazen anmak gerekir, anılmak için. Bazen de susmak gerekir, duymak için…
Şems-i Tebrizi
Ve, evleri karşı tepeye sıralanmış susturulmuş köyüne doğru yürümeye başladı.
Not: Bu yazı 09.01.2025 günü ‘PAZARTESİ 14’de yayımlanmıştır.
TBMM, ‘Aralık’ ayı bütçe görüşmelerinde çok hareketli günler yaşar.
‘Atanmış bakanlar’; kendilerinden habersizce hazırlanan, sınırları belli olan ‘değiştirilemez’ bütçelerini alarak TBMM’ye gelirler. Yasa gereği: bu bütçenin TBMM görüşülüp onanması gerekiyormuş.
Zaten, meclisteki sayısal çoğunluk, bu bütçenin ‘değiştirilmez’ olduğuna inanmıştır. Zaten, muhalefetin ‘seçilmiş’ vekilleri etkisiz-yetkisiz kalmıştır.
Muhalif vekillerin kimileri: üzgün-gergin-mahcup-utangaç olsa da fırsat bulmuşken, yoksul halkın sorunlarını ve gasp edilen haklarını dile getirir. Kimileri de bu fırsatta: “Vatan-Millet-Sakarya” diye seçmenlere selam gönderir.
İşte böylesi ortamda yapılan görüşmelerde sesler de tansiyonlar da yükselir.
Fakat sonuç hiç değişmez ve ‘değişmez’ bütçe geldiği gibi kabul edilerek hazırlayan makama “arz” edilir.
2025 bütçesi de aynı şekilde kabul edilip gereği yapılsın diye arz edildi.
Peki ben size bu bilindik özeti niçin yaptım?
Çünkü; bir ‘Bakanlık’ olmayan Diyanet İşleri Başkanlığı 130.1 milyar TL olan 2025 bütçesi: İçişleri/ Dışişleri/ Enerji ve Tabii Kaynaklar/ Kültür ve Turizm/ Sanayi ve Teknoloji/ Ticaret / olmak üzere tam 6 Bakanlığı geride bıraktı.
Çünkü; bu bütçe teklifinde, “Din Hizmetleri ve Yaygın Din Eğitimi” için de 127 milyar 269 milyon 146 bin TL ayrılmış! Peki, Diyanet’in “Din Hizmetleri ve Yaygın Din Eğitimi” birimi bu bütçe ile ne yapacak? Tabii ki yapışık ikiz haline geldikleri MEB sahalarında çalışacaklar.
Çünkü; Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) gelecek nesli, özgürlüğü ve özgünlüğü olmayan “kullar” yetiştirmek istiyor. Bu amaç için MEB, Diyaneti, Tarikatları ve Dinci Vakıfları birer Sivil Toplum Örgütü (STO) saydı ve onlarla işbirliği yaptı. Böylece, onların ‘Sünni’ elemanları okullarda: “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum Projesi” (ÇEDES) için birer uygulayıcı ve eğitimci oldu.
(Acaba başarırlar mı? Diyenlere cevabımdır: Evet, %1(Yüzde bir) başarı kazanmak bile onlar için başarı, bizim için başarısızlık ve yenilgidir).
İşte, bunları bilmeyenler duysun, bilenler hatırlasın ve birlikte düşünelim istedim.
***
Milattan önceki on binlerce ve sonrasındaki 2025 yıl, insanlığa dedi ki:
Tüm bilimler; deney, gözlem, araştırma ve sorgulamalar sonucu oluşur.
İnançlar ise; ruhsal ve kişiye özel inanışlar oldukları için deney, gözlem, araştırma ve sorgulamaya kapalıdır.
O halde diyebiliriz ki, dünyadaki hiçbir dini öğreti ve hiçbir dini kitap bilimsel değildir.
Fakat bizler demokratik bir anlayışla; kişiye saygıyı esas alır, onun tüm inanç ve değerlerini saygın görürüz. Ayrıca da inancın herkesi değil, sadece ona inananı bağladığını kabul ederiz…
NOKTA.
*
Evet, eğitim bir bilimdir ve yurdumuzdaki uygulayıcı da MEB’dir.
Peki MEB, bilimsel olmayan, ruhsal alanla ilgili olan; Diyanet, Tarikatlar ve Dinci Vakıflardan niçin eğitimci ve eğitim desteği alabilir?
Bu tuhaflık neden/niçin hangi amaçlarla oluşmuştur ve karanlık perdenin arkasında neler olup bitiyor?
Diye sorup bakındıkça:
Dünya bilişim çağında ve “Yapay Zeka” ile yol aldığını…
Çıkar savaşları altta kalanların canını yakarak devam ettiğini…
Yurdumuzda da:
Emekliler, işçiler, işsizler yoksul, aç ve güvencesizliğini…
Bir tost alacak parası olmadığı için aç kalan ilk-orta-lise öğrencilerini…
Barınacak yeri olmadığı için kazandığı üniversiteye kayıt yaptıramayan gençleri…
Her gün başka ülkede para ve yatırımcı arayan Maliye Bakanını…
MEB’in ortaçağ hurafeleri ile uğraştığını…
Ve bir de: “İtibardan Tasarruf Olmaz” diyen büyüklerimizi görürüz.
İşte bu büyükler ya da “Devlet Ricali” için: vatandaşın ne durumda olduğu hiç önemli değildir. Onlar; “İtibardan Tasarruf Olmaz” diyerek; saraylar, köşkler yapar, ekolojik dengeyi bozan madenler için ruhsat verir, müşterisiz yollar, tüneller yaparlar. (Tabii ki, ülkenin birer kara deliği olacak bu işleri de adrese teslim ihalelerle yandaşlarına yaptırırlar)
Ayrıca bu devlet ricalinin; kara, hava ve denizde yol alan en pahalı ve zırhlı binlerce taşıtı var.
Dünyada ender görülen bu taşıt konvoyu yüzlerce koruma eşliğinde yurtiçi ve yurtdışında sürekli geziyor. Fakat, işsizlik-yoksulluk yüzünden yollarda trafikte yoğunluğu da var. Korumalar da “Yol hakkı büyüklerindir.” diye; korna çalarak, çakar lamba yakarak, sözle tehdit edip korku salarak halkın yolunu keserler.
Ve bu şaşaalı düzenleri hep sürüp gitsin istiyorlar. Bunun için de görevi: çağdaş-demokratik-laik-bilimsel ilkelere uygun eğitim olan okullara zorunlu din dersi ve seçmeli derslerle imam-hatip okullarına benzettiler. Ve bu eğitimin amacı da soru sormayan, emre itaat eden, kindar ve dindar nesiller yetiştirmektir.
*
Ve MEB çağdaş anlayışla kamu hizmeti veren belediyeleri engellemek için İçişleri Bakanlığına gönderdiği yazıda bakın özetle neler yazmış: “Kreş eğitim yuvasıdır. Eğitim milli eğitimin işidir. Yenisini açtırmayın, eskisini kapatın.” diyor.
“Eğitim milli eğitimin işidir.” sözü yıllarca MEB Müsteşarlığı yapan bakana hiç yakışmıyor değil mi?
Acaba bu bakan eğitimin tanımını bilmiyor mu?
Çünkü eğitim; yaygın ve örgün olarak yaşamın olduğu her yerde: evde, sokakta, tarlada… ve okulda vardır.
Çünkü; işbirliği yaptığı: Diyanet, Tarikatlar ve Dinci Vakıflar da harıl harıl yaygın eğitim veriyorlar.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’in enflasyon verilerini hangi kıstaslara göre belirlediğini sakladığı gibi, asgari ücretle çalışanların sayısını da ‘sır’ gibi saklıyor. Fakat çeşitli araştırmalar; ülke çapında asgari ücret ve civarı ücretle çalışanların yüzde 50’si, özel sektör ise bu oranın yüzde 70,4 olduğunu gösteriyor.
Sevgili okurlarım;
Her yılın Aralık ayında gelecek yılın bütçesi hazırlandığı için bu ay gelince asgari ücretli halk hayal kurar umutlanır. Bu yüzden bugünkü yazıma; emeğinin karşılığını alamayanlara ve onların beklentilerine ayırmak istedim. Sonra vazgeçip bütçeleri çokça tartışılan eğitim ve diyanet sistemine dair yazmak istedim. Sonra yine vazgeçtim. (lütfen bu kararsızlığımı hoşgörünüz).
Şimdi göreceğiniz gibi satırlarım beni Aralık ayının karanlık arşivlerine götürdü.
***
Günümüz ile önceki yıllara ait toplumsal arşivimiz; yüzleşmekten korkarak, unutmak, yok saymak ve yok etmek isteğiyle sürekli halının altın süpürülmüş pek çok acı, yokluk, utanç, hukuksuzlukla dolu. 2024 birkaç gün sonra çekip gidecek. Onun da ahlarla dolu bir bagajı var ve onu 2025’e miras bırakacak.
Arşive girmişken farklı yılların Aralık aylarında yaşanıp karanlıkta kalmış sadece birkaç olayı sizlere de anımsatmak istedim:
“MARAŞ KATLİAMI”: (19-26 Aralık 1978) Yedi gün-gece süren olaylarda; faşistler evlerini işaretlediği Alevilerden 111 kişiyi vahşice öldürmüş, 559 ev ile 290 işyerini de yakIP, yıkıp, tahrip etmişlerdi.
*
“CEZAEVLERİ KATLİAMI”: 19 Aralık 2000 günü cezaevlerini F tipine çevirmek uğruna; 30’u tutuklu, 2’si asker 32 kişi öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştı.
*
“ROBOSKİ KATLİAMI” 28 Aralık 2011 THK’ne ait F-16 savaş uçakları aldıkları emirle: Irak’ın kuzeyinden mazot ve kaçak gıda getiren 17’si çocuk 34 kişiyi ve yük taşıyan katırları bombalarla katletti.
*
“PARALARI SIFIRLA”: 17/25 Aralık 2013 günlerinde baba-oğul ve çokça devlet büyüğü ile hayırsever tedarikçileri arasında hemen herkesin dinlediği çok samimi muhabbet kayıtları ortaya çıkmıştı. Ancak, bu kayıtlar; yasal yollardan değil de “Fetö Kumpası” soncu toplanmış kabul edilmiş. Muhabbet edenler mağdur ve “sıfırlanan paralar” da “helal” sayılmıştı. Yani bu kayıtlar için de ‘gereği’ yapılmamıştı.
*
“TRUMP”: Yeniden ABD Başkanı seçildi. Esad rejiminin dirençsiz olarak yıkılınca 18 Aralık 2024 günü: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı için: “Çok akıllı bir adam ve çok güçlü… Suriye’nin anahtarı Türkiye’nin elinde olacak. Bunu söyleyen kimseyi duymamışsınızdır ama bu böyle.” Dedi. İşte bu sözlerin verdiği güçle Erdoğan da: “Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782 bin kilometrekareyle sınırlandıramayız. İnsan nasıl kaderinden kaçarak kurtulamazsa Türkiye ve Türk milleti de mukadderatından kaçamaz, saklanamaz.” dedi. Anlaşılan o ki özenle seçilmiş sözler bir: “Osmanlıcılık Düşü” depreşmesi ve hedefinde Kürtler var. Demek ki, Sn. Erdoğan: Trump’ın 18 Ekim 2018 günü yazıp dünyaya ilan ederek diplomasi arşivine kazandırdığı o ünlü “Aptallık Etme!” mektubunu ve ‘dostça’ uyarılarını unutmuş.
*
“YARGITAY ÜÇÜNCÜ DAİRESİ”: (Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin Hatay milletvekili Av. Can ATALAY için verdiği: “hak ihlali” kararına uymamış hem de kararı veren AYM hakimleri için suç duyurusunda bulunarak ün kazanmıştı). 13 Aralık 2024 günü de 8 yıl önce, Atatürk Havalimanı’nda 45 insanı katledip 46’şer kez ağırlaştırılmış müebbet cezası almış olan 6 IŞİD’liyi hiçbir önlem-kısıtlama olmaksızın serbest bırakmış. (Sanırım bu karar da karanlık arşivlere girecek. Kararı bir yüksek yargı organı vermiş ve benim bu karara dair neden-niçin sıralama yetkim de yeterliliğim yok. Fakat şaşkınım, çünkü ortada 45 canı yok eden 6 kişi, bir de çokça savcı-yargıç ve savunman görüşüyle verilmiş bir karar var. Acaba, Yargıtay 3. dairesi, bu karar hangi amaç, gerekçe, felsefe ile geçersiz saymış.
Sizce de bu sonuç çok garip değil mi?
Nerden nereye…
***
Yukarıdaki birkaç örnek anımsatmadan eğer bir çıkarım yapacak olursak: “Halktan yana olmayan tüm iktidarların amacı; halkın yaşamını zorlaştıran olguları saklamak ve unutturmak olmuştur! Diyebiliriz.
İşte bu yüzden iktidarlar sürekli olarak; gerçeklere ulaşmayı zorlaştıran, engelleyen yalan ve algılarla sıkıca örülmüş ışık geçirmez perdeler üretmiş, bu tuzaklarla karanlık uygulamalar yapmışlardır.
Evet, AKP iktidarı da çokça acı, yokluk, hukuksuzluk dolu bir bagajı teslim almıştı. Fakat, 22 yıllık uzun ömründe, bu bagajı temizlemediği gibi uygulamalarıyla bagajı; “karesi-küpü” olarak arttırmış ve arttırmaya devam ediyor.
Şimdilik bir rakibi de pazarlama sorunu da yok gibi.
Çünkü, bu iktidarın karanlığı ‘kader’ bilen, aydınlıktan korkan pek çok müşterisi var.
Ve çok satıyor!
Hukuk yoksunu zor günlerden geçiyoruz.
İç sesimiz her gün dile gelerek buyruk verircesine: “Çocuklarımızla birlikte çok çektik, bari torunlarımız yaşamasın bu zorlukları, bari onların iyi günleri olsun!” Diyor.
İşte yılın son ayının üçte ikisini de geçtik!
Güneş biraz daha erken doğup günleri uzatacak.
Artık, çocuklar ortalık biraz daha aydınlanınca okullarına varacaklar.
Ve “karanlık perde” üreticilerinin de halkın iradesiyle, çekip gidecekleri kesin…
Peki ya yaşanmışlıkların sızıları?
Önümüz kış!.. Yoksulluk bitmedi. Yoksullukta birleşen kısık sesli on milyonların üstüne daha bir de soğuk karlar yağacak…
Yaşamda tek yönlü hiçbir neden-sonuç ilişkisi yoktur-olamaz.
Örneğin, kötülük yoksulluğu, yoksulluk da kötülüğü besler.
Komşuluk, birbirine selam vermek, el uzatmakla başlayan en eski bir insanlık değeridir. Komşuluk bugüne gelinceye kadar pek çok toplumsal süzgeçten geçmiş, çokça deneyimle test edilmiştir. Bu insani ilişki; komşu aileler, mahalle, köy, kent sırasını izleyerek başka ülkelere uzanarak evrenselleşir.
Bunun için her toplumun; masal, destan, öykü, roman, şiir, türkü, şarkısına konu olur. Bunun için tüm din-dil-töre-ahlak-hukuk-kültür-sanat sistemlerinde önemli bir yeri vardır.
Hemen herkes:
“Komşu dar gün dostudur, onun komşusunun malında gözü olmaz.
Komşu, komşusunu dinler-anlar, ona moral-destek verir, onun sevinç ve acılarını paylaşır…” Diyor.
Bunun için de her kültürde: “Ev alma komşu al.” “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” benzeri atasözleri vardır.
O halde, eğer günümüz ve gelecek nesillerimiz için güvenli bir yaşam istiyorsak, çocuklarımızı; komşularla dostça ilişki kuran, omuz omuza duran, barışık bireyler olarak eğitmeliyiz.
O zaman da insanlar göz-göze konuşur, birbirine el uzatır, duygudaş olur ve birbirlerine kötülük değil iyilik dilerler.
Çünkü, duygudaşlık, birlikte yol almanın en güçlü yakıtı olan sinerjidir. Sinerji, güçlerin toplamından daha büyük olan kuraldışı bir insani güçtür. Bu güç saygıyı esas alır ve insanlığa; onurlu-güvenli-huzurlu kazanımlar sağlar. Tarafların karşılıklı; sevgi-saygı-güven-dürüstlük ile devam eder. Başkalarına zarar vermeyip, içişlerine karışmadıkça da sürüp gider.
Her ailede olduğu gibi her komşunun da iç sorunlar vardır. “Komşuluk” için yaşayarak oluşmuş bazı etik kurallar vardır. “Birbirinin içişlerine karışmama” en öncelikli ve önemli kuraldır. Bu kural gereği sorunları ile baş etmeyi, komşularımıza bırakmalı, eğer o isterse yardım etmeliyiz. Eğer komşusunun içişlerine izinsiz karışılırsa o zaman komşuluk biter.
Komşular arasındaki; inançsal, sosyal, politik, ekonomik, kültürel bazı farklılıklar da sorun üretebilir. Böylesi sorunlara da ancak karşılıklı saygı, güveni esas alan barışçı bir dille çözüm bulunabilir.
***
Komşumuz Suriye
Osmanlı İmparatorluğu, pek çok etnik grup ve inancı barındırıyordu. Suriye de 1516-1918 yılları arasında Osmanlı’nın himayesindeydi. Ancak, Osmanlı yenildi, parçalanıp toprak kaybına uğradı ve sınırları değişti.
Bu nedenle 1918’de demiryolunun alt tarafında ev-arazisi olan Suriyeli… Demiryolunun üst tarafında ev-arazisi olan ise Türkiyeli sayılmıştı. Bu mekanik paylaşımla; aynı etnik yapısı, inancı, dili olan sülale ve akraba aileler parçalanmış, kardeşlerden kimi Türkiyeli, kimi Suriyeli olmuştu.
Ve Türkiye ile en uzun sınırı (911 km.) olan komşu ülke de Suriye olmuştu.
İki komşu ülke arasında zaman zaman bazı sorunlar yaşansa da Suriye ve Türkiye dostluğu 2008 Haziran’da en üst seviyeye çıkmış ve Devlet Başkanı Beşşar Esad ile Başbakan Recep T. Erdoğan Bodrum’da buluşup ailece tatil bile yapmıştı.
Türkiye ve Suriye’nin birçok benzerliği de vardı. Örneğin:
İki ülkede de sık sık askeri darbe yaşanmıştı.
İki ülke de demokrasi yoksunu, yoksul kalmıştı.
Türkiye’de “Tek Adam” Erdoğan’ın 22 yıllık saltanatı devam ederken.
Suriye’de “Tek Adam” olan Esad’ın 24 yıllık saltanatı 8 Aralık 2024’te (7 gün önce) son bulmuştu. Despot Esad, köşk ve saraylarını bırakıp, halkın milyar dolarlarını çalarak Moskova’ya sığınmıştı. Peki, komşumuz Suriye’de neler neler olmuştu:
Temmuz 2011’de ABD, İngiltere, Fransa gibi emperyalist güçlerinin isteği ve Türkiye’nin katkısıyla Suriye’deki despot rejimi yıkmak için iç savaş başlamıştı.
Böylece Türkiye-Suriye komşuluğu ve dostluğu son bulmuş, Esad, Eset olmuştu.
Çatışmalarda büyük acılar yaşayan Suriye halkı can derdine düşüp, evini-barkını bırakmış ve çok büyük gruplar halinde komşu ülkelere, en çok da Türkiye’ye sığınmıştı.
Rusya ve İran’ın desteklediği Suriye rejimini yıkmak için 29 Temmuz 2011’de firari Suriyeli subaylarca “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO), 2017’de Türkiye’nin; finansman, eğitim ve askeri desteğiyle “Suriye Milli Ordusu” (SMO) kuruldu.
SMO daha çok; Özbek, Uygur, Çeçen ve Kafkasya’nın diğer yerlerinden gelmiş, talancı-yağmacı-öfkeli-kindar teröristlerden oluşmuştu.
Türkiye her ortamda “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız” diyor. Fakat TSK vasiliğinde SMO’yu besleyip, donatıyor, onlar da Suriye kent ve kurumlarını talan ve işgal ediyordu. Ayrıca, Suriye’deki Kürt yaşam alanlarına da karadan ve havadan sürekli “Harekât” düzenliyordu.
Suriye’nin yüzde doksanı Kürt-Alevi olan bir kentiydi Afrin. Ve Türkiye, 20 Ocak 2018 günkü “Zeytin Dalı Harekâtı” ile bu kenti ele geçirdi. Halkı çok büyük acılar yaşadı ve sağ kalanlar evini-bağını-bahçesini bırakıp göç etti.
Daha sonra Afrin’de yaşananları kısaca özetlersek:
Pek çok kişi işgal edilen Afrin’i Türkiye’nin 82’nci kenti saydı.
Hatay’dan yönetilmeye başlandı ve parası TL, dili Türkçe oldu.
Telefon sistemi, okul, sağlık ocağı, hastane, elektrik sistemleri Türkiye’ye bağlandı.
Kentin güvenliği TSK tarafından yetiştirilen ÖSO verildi.
Sonuç: KOMŞULUK değerleri yok edildi.
Demokrasi yoksunu Suriye ile Türkiye karşı karşıya geldi ve Suriye Devleti tarih arşivine girerek yok oldu.
Pek çok ülke gibi Türkiye’nin de “terörist” ilan ettiği HTŞ Suriye yönetimini ele geçirdi.
Suriye halkları; sosyal, politik, ekonomik, psikolojik çöküntü içinde kaldı.
Şimdi de Türkiye; “Terörist” ilan ettiği HTŞ ile ele ele ve yağmacı ÖSO çeteleriyle ile de gururlanıyor.
O, bilindik yandaş betoncu müteahhitler ve hamileri de kıs kıs gülüp avuç ovuşturuyor..
Çünkü; Suriye bu sömürücü azınlık için iştah kabartan “ekmek teknesi” bir enkaza dönmüş durumda…
Suç işleme özgürlüğü olanlar yine Kürt düşmanlığına devam ediyor!