Press "Enter" to skip to content

Bebek ve Çocuk Çığlıkları / Emin Toprak

 

24.11.2024

Bebek ve Çocuk Çığlıkları

Pek çok kişi gibi ben de zor günlerin ikileminde kalmış karasız biri olarak, kendimle didişiyorum.
Günlerdir, bir yanım:

“Haksızlıkları gör-duy-oku-düşün-yaz!”

Bir yanım ise:

“Çık sokağa hesap sor, bağır çığlık at!”

Diyor.

Ben ise olanları: görüyor, dinliyor, araştırıyor, okuyor ve iç çığlıklarıma ses vermeden susup otuyorum.

Susmak niye?

Görmek, duymak, okumak, sormak, düşünmek, yazmak ve haksızlıklara karşı durmak birbirini besleyen, geliştiren, var eden birer olgu değil midir?

‘İnsan’ olduğum için, zaten olup bitenlerden herkes gibi benim de pay ve sorumluluğum var.

Olmaması gereken, olanları çaresizce kabullenip ve susmaktır.

Buna karşın niye ikilem yaşayıp da susuyoruz, bu ne kadar da saçma!

Olması gereken ise haksızlıklara çare-çözüm bulamayan 22 yıllık iktidar sistemini sorgulayıp, ondan hesap sormaktır.

***

20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü!..

Haklar; bireylerin güven içinde, sağlıklı ve özgür yaşamasını sağlar. Bugün, çocuk haklarına konan engelleri kaldırmak, bataklıkları kurutmak ve karanlıklara ışık tutmak içindir.

Gel gör ki, yurdumuzun birkaç güncel manzarası da:

Çokça ‘Narin’ çocuğun, hunharca yok edildiğini…

Çıkar sağlamak için, hastanelerde sağlık personelinin emir-katkı-gözetimi altında ölüm çeteleri kurulduğu, bunların “Yeni Doğan” bebekleri vahşice öldürdüğünü…

Tarikat dehlizleri ve devlet kurumlarında “korunan(!)” çocukların işkence, taciz, tecavüz gördüğünü…

Çocuk gelinlerin çoğaldığını, yoksulluk nedeniyle çocukların alev alev yandığını …

Söylüyor!…
Böyle bir iklimde kutlanacak: “Dünya Çocuk Hakları Günü”!

Günün hikayesi de şöyledir:

Birleşmiş Milletler 20 Kasım 1989 günü “Çocuk Hakları Sözleşmesi”ni benimser ve 2 Eylül 1990’de yürürlüğe koyar. Türkiye dahil 196 ülke de imzalar.

Türkiye Cumhuriyeti, sözleşmeyi 14 Ekim 1990’da imzalar ve 27 Ocak 1995’te de yürürlüğe koyar. Ancak; ‘Sözleşme’nin 17. 29. 30. maddeleri için “İhtirazi Kayıt” düşmüştür. (“İhtirazi kayıt”: hak kullanma hakkını saklı tutmak, engellemektir.)

İşte o maddeler:

MADDE:17 (5 fıkradan oluşur ve bence “İhtirazi Kayıt” 4. fıkra içindir)
4. fıkra: “Kitle iletişim araçlarını azınlık grubu veya bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine özel önem göstermeleri konusunda teşvik ederler;”
MADDE:29 (2 fıkra 5 benttir. Ve bence “İhtirazi Kayıt” şunlar içindir):
– 1. fıkranın 3. bendi: “Çocuğun ana–babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi;”
– 1. fıkranın 4. bendi de: “Çocuğun, anlayışı, barış, hoşgörü, cinsler arası eşitlik ve ister etnik, ister ulusal, ister dini gruplardan, isterse yerli halktan olsun, tüm insanlar arasında dostluk ruhuyla, özgür bir toplumda, yaşantıyı, sorumlulukla üstlenecek şekilde hazırlanması;
MADDE:30 (“İhtirazi Kayıt” tüm madde içindir): “Soya, dine ya da dile dayalı azınlıkların ya da yerli halkların var olduğu Devletlerde, böyle bir azınlığa mensup olan ya da yerli halktan olan çocuk, ait olduğu azınlık topluluğunun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma ve uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz.” (“İhtirazi Kayıt” ve olasılıklarını ben sıraladım, yorumlamasını da siz sevgili okurlarıma bırakıyorum).

***

Bir zamanlar duyar, görür, okurduk:

Kentlerin arka sokaklarında ve yolu olmayan, olan yolları da kapalı olan tenhada unutulmuş, kimsesiz kalmış kentler ile köylerde yaşanan acıları…

Oralarda; çokça bebenin; kimisi ana karnında (henüz dünyaya merhaba demeden) bir başına, kimisi anasıyla birlikte, kimileri de merhaba dediği dünyada sadece birkaç gün yaşayıp kendi iç ateşleri ile ölürdü.

Bu ölümlerde; ne bir kazanın darbesi, ne de bir savaşın yarası vardı, bunlar sadece kimsesiz bırakılmanın sonucu ölümlerdi.

Bu ölümler: ihmalin, yokluğun, ezikliğin, çaresizliğin, başeğişin duyulmayan birer çığlığıydı.

Bu çığlıklara çare-çözüm bulmakla görevli olanların da çare-çözüm bulmak yerine, çokça bahaneleri vardı ve bunlar:

“Kış, kar-tipi-fırtına-çığ var!”

“Yol yok, yollar kapalı!”

“Kaderleri buymuş / böyleymiş!”

“Takdiri ilahiyle melek oldular!”

… diye sürüp giderdi…

Peki, ya şimdi! Ne diyecek hangi bahanelere sığınacak 22 yıldır ülkeyi tek başına yöneten iktidar?

Çokça kamu kuruluşunu işlevsiz bırakıp, çökerttiğini…

Ülke temelinin dayandığı hukuk-güvenlik-sağlık-eğitim ve kamu kaynakları için ne “oldu bittiler” yaşattığını…

Özetlersek;

1. Hukuk sisteminde:

Kuvvetler ayrılığı yok edilmiş, yetkiler tek kişide toplanmış.

Yargı güvencesi olan kurumlar arasında çatışmalar başlamış.

Demokrasilerin ilk koşulu seçme-seçilme haklarının yok sayılarak “atanmış kayyum” sistemi başlamış.

Türkiye’miz; 2024 “Hukukun Üstünlüğü Endeksinde” 173 ülke arasında 148. olmuştur.
2. Sosyal Güvenlik ve Sağlık Sisteminde:

Devletin, vatandaşa sağlıklı yaşam sağlamak zorunda olduğu hastaneleri atıl duruma düşürülmüş…

Bazı özel kişilere, ülkede birer kara delik olduğu söylenen “Özel Hastaneler” açtırılmıştır.

3. Eğitim Sisteminde:

Tüm okullarda “laik demokratik eğitim” verilmesi ilkesi bile isteye terk edilmiş.

Dindar ve kindar bir nesil yetiştirmek için “zorunlu din dersi” odaklı bir sisteme geçilmiş…

Kurulan yeni sistem de Sünni anlayıştaki diyanet-tarikat-cemaat yönetim ve denetimine verilmiş…

Sadece varlıklı aile çocuklarının gidebilecekleri “Özel Okullar” açılmıştır.

4. Kamu Kaynaklarında:

Eko-sistemi koruyup, kaynakları tüm vatandaşların yararına kullanmak terk edilmiş, kamuya ait halkın ekmek teknesi pek çok kaynak ve kurumu belirli kişi ve gruplara yok pahasına adrese teslim ihalelerle satılmış, satılmaktadır..

Böylece;

*Hukukta:

Yargı kurumlarımız iç çelişkileri nedeniyle zaman zaman Anayasaya ve Uluslararası sözleşmelere uymayan uygulamalarda bulunmaktadırlar.

*Sosyal Güvenlik ve Sağlıkta:

Sağlık güvencesi olmayan vatandaşların çoğaldığı…

*Eğitimde:

Soru sormayı, yorum yapmayı, özgün düşünmeyi ve konuşmayı bilmeyen dindar-kindar-kaderci bir nesil yetiştiği…

*Kamu Kaynaklarında:

Orman, maden, su, toprak, canlılar arasındaki eko sistemin bozulduğu…

Köylerin boşaldığı: tarım, orman ve hayvancılığın can çekiştiğini görürüz.

Peki, bu yapılanlar, yapanlara kâr mı kalacak?

İnsanca yaşamak için bu kötü gidişi durdurmalıyız.

*

Ve yazıyı iyi bir haberle noktalayalım:

Sn. Turan Çömez, devlet koruması altındaki çocuklara uygulanan bir insanlık suçunu ortaya çıkardı.

Ve nihayet TBMM’de tüm partilerin uzlaşmasıyla bu konuyu araştırmak üzere bir komisyon kuruldu.

Bu komisyon; “üstün çocuk haklarına” karşı işlenen suçları durdurmak ve “Çocuk Hakları Sözleşmesi” 17. 29. 30. maddelere konan o ayıplı “İhtirazi Kayıt”ları da kaldırmak için yol-yöntem bulmalıdır.

Emin Toprak – DOSTÇA

 147 total views

“Osmanlı’da Oyun Bitmez” / Emin Toprak

03.11.2024

“Osmanlı’da Oyun Bitmez”

Çok ağır sosyal-ekonomik sorunlarla kışa girmek üzere iken; 1 Ekim’de TBMM’de yaşanan olay herkes için ‘şok’ oldu. 

Ve bu konu her; ev, köy, mahalle, meydan, ekran, eli kalem tutan-tutmayan genç-yaşlı-herkesin konuştuğu ve çokça ‘acaba!’ sıraladığı günleri başlattı. 

Konuyu: MHP lideri Sn. Devlet Bahçeli, DEM Partililerin oturduğu sıralara giderek selamlaşması-tokalaşması başlatmıştı. Birdenbire çok ağır yükleri olan ülkenin gündemi değişmişti. 

O Bahçeli ki, meydanlarda idam urganı fırlatmış, her Salı günü ‘öteki’ saydığı partiye ve onu kapatmayan Anayasa Mahkemesine meydan okumuş,… ülkücü-Türkçü en ‘şahin’ savaşçı lideriydi. 

Şimdi ise ‘güvercin’ olmuş, dilinde kin-nefret yok, gülücük saçarak barış istiyor BARIŞ!..

Devlet Bahçeli bu tokalaşma ile de yetinmedi: ” Öcalan’a ‘umut hakkı’ verilsin o da TBMM’ye gelsin DEM Parti grup toplantısında, terörün bittiğini, örgütün lağvedildiğini ilan etsin…” dedi.

Bahçeli’nin el uzatıp barış istemesi ‘eğer samimi ise’ çok çok önemlidir. 

Çok önemlidir çünkü; Bahçeli her zaman bu sorunu çözümsüzlüğü için bir ‘özne’ olmuştu. Dün “terörist” deyip yok olmalarını isteyen kişi, bugün el uzatıp barış-uzlaşı istiyorsa tabii ki çok önemlidir. 

Çok önemlidir çünkü bu tokalaşma; 100 yıl önce başlamış ve son 40 yılda çoğumuzun yaşayıp tanık olduğu acılar için: “Olanları unutalım ve birlikte barışçı bir çözüm arayalım” demektir. 

Çok önemlidir çünkü; yurdumuzun bugünkü çatıştıran gergin iklimden acil olarak kurtulması ve barış içinde yaşamasına ihtiyacı vardır.

İşte bu tokalaşma ve sözler toplumda büyük bir yankı yarattı ve pek çok kişi günlerce bu konuyu tartışıp: 

Ne/neler oldu ki: “Devlet aklı; Devlet Beyi sözcü seçti ve: “Git, tokalaş, konuş ve ülke için barış iste!” dedi. Peki, ani karar-eylem-söylemlerin;  “Acaba” ve nedenleri nedir? dediler ve sıraladılar:

  • Tokalaşma ve konuşmalar doğru olan, yapılması gerekenlerdir. 
  • Bu tür çatışmalar ancak tarafların; hukuki-siyasi-eşit-onurlu-barışçı görüşmelerde vardıkları uzlaşılarla durdurulabilir.
  • Acaba; şımartılmış faşist İsrail’in Ortadoğu’da başlattığı savaş, “Bir gece ansızın Türkiye’ye sıçrayabilir” korku ve endişesi mi var?
  • Acaba; yıllardır can-mal-kaynaklarımızı yok eden güvenlikçi anlayışın çare olmadığı mı anlaşıldı? 
  • Acaba; Kürtleri etkileyip Tayyip Erdoğan’ı ömür boyu Sultan yapmak mıdır? 

Bahçeli’den hemen sonra Özgür Özel; konu netleşsin diye “el yükseltti” ve: Kürtlere Türkiye Cumhuriyeti devletinin sahibi eşit vatandaşı olmayı teklif ediyorum. dedi. 

DEM Parti Şanlıurfa Milletvekili Ömer Öcalan, İmralı’ya gitti ve 43 aydır tecritte tutulan amcası Abdullah Öcalan’dan: “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” mesajı getirdi.

***

Kısa bir mola verip hepimizin gözleri önünde bu konu için sergilenen bir oyunu hatırlatmak istiyorum:

Konumuz: Barış – Kürt sorunu; yandaş ve muhalif TV kanalları günlerdir bu konuda çokça ‘acaba!’ soru ve ünlem üretti, onlarla yatıp kalkıyor.

Ekranların çoğunda; söylem-eylemiyle bu sorunun oluşumuna katkı veren: terör uzmanı, emekli general, ergenekoncu, milliyetçi, bozkurt, asena, ülkücü, ulusalcı … gibi savaşı kutsayan güvenlikçi-militaristler var!

Konumuz: Barış – Kürt sorunu; ekranlarda barış sever ve insan hakkı savunan olmadığı gibi Kürt hatta ‘Kürt kökenli’ bile yok! 

Peki konu Kürt sorunu ise; 12 Eylül 1980, Diyarbakır Cezaevi, insanlık suçları, jitem, beyaz toroslar!… Ve Celal Başlangıç’a “Korku Tapınağı”nı yazdıran yaşanmışlıklar neden hiç konuşulmadı?..

Ülkedeki her dört kişide birisinin Kürt olduğu ve bunların demokratik insan haklarının engellendiği gerçeği hep inkar edildi. Ve bu sorun ülkenin kilit sorunu olarak büyüdükçe büyüdü. 

Soruna çözüm olacak pek çok fırsat kaçırıldı.

Kazananlar hep sömürücü ölüm tüccarları… 

Kaybedenler, her zaman Türkiye halkları oldu.

***

Nihayet 32 gün sonra 22 yılın baş sorumlusu Sn. Erdoğan da konuştu. Bu konu için bunca gündür neden sustuğunu hiç açıklamadan. Bahçeli’ye kalbi teşekkür edip övgülerde bulundu ve kısaca: 

  • Kürt sorunu yoktur, onlar bizim din kardeşimizdir! 
  • Atılan adımlar çözüm için değil, bir girişimdir. 
  • Değişen-değişecek bir şey yok eski günler devam edecek… Demek istedi. 

Hemen sonra; “Kürtlerin seçme-seçilme hakkı yoktur!” dercesine yıllarca denediği demokrasi dışı bir projenin tekrarı için düğmeye bastı:

31.10.2024 (beş gün önce) Türkiye’nin en büyük ilçesi İstanbul-Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’i bilindik bir kurguyla tutuklandı ve hüküm kesinleşmeden yerine “Kayyum” kişi atandı. 

04.11.2024 (bugün) de erken saatte Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk, Halfeti Belediye Başkanı Mehmet Karayılan ve Batman Belediye Başkanı Gülistan Sönük görevden alındı, bu seçilmişlerin yerine, “Kayyum” kişiler atandı. 

Demek ki nefretleri kinleri bitmemiş ki Kürt halkının; barış, demokrasi, eşit vatandaşlık istekleri ile iradelerine bir kez daha zincirler vuruldu! 

Yukarıda “tokalaşma” için birkaç “acaba” sıralamıştım ya, ekleri de var :
Acaba; bu bir havuç mu?
Acaba; “İyi-polis-kötü polisçilik mi?
Acaba: bu bir “avcı kekliği” taktiği mi?
Acaba; samimi mi, demokratik-barışçıl bir “çözüm süreci” başlatır mı?
Acaba, 22 yıllık iktidarın rakiplerini bölüp parçalamak başarısız kılmak için yeni bir kurgusu-oyunu mu? 

Ve en sonunda da: “Osmanlı’da oyun bitmez” dedirttiler!

Emin Toprak – DOSTÇA

 147 total views

Cumhuriyet ile Demokrasi / Emin Toprak

29.10.2024

Cumhuriyet ile Demokrasi

Sonra bir baktık,
Bize en çok hüzün yakışmış. 
Aslında, yakıştığından değil, 
yapıştığından çıkaramadık…
                  /Mehmed Uzun

Osmanlı, ‘kul’ sayıldığı birçok farklı kimliği merkezi ‘Monarşi’ kurallarıyla yöneten büyük bir imparatorluktu. 

Birinci Dünya savaşında yenilince; ülke içerisindeki bazı azınlıklarla zor günler yaşamış, emperyalist güçler pek çok bölgesini, hatta saltanat merkezi İstanbul’u bile kuşatmış ve işgal etmişti. 

Gücünü kaybeden Sultan çareyi yurtdışına kaçmakta bulmuş, böylece saltanatı son bulmuştu.

Anadolu da Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları; birçok şehirde farklı kimlik lideri ile etkili din adamlarıyla toplanıp, işgal edilen yerleri kurtarmak ve korumak için yol-yöntem-çare aramaktaydı. 

Uzlaşıya varılınca da: “Kurtuluş Savaşı” başlamış ve kazanılmıştı. 

Bu zaferle yurdumuzun adı: “Türkiye”, başkenti “Ankara”, yönetim şekli ise “Cumhuriyet” olmuştu.  

Cumhuriyet; demokrasiyi esas alan, hukukun üstünlüğüne dayanan, çoğulculuğu savunan ve her bireyin eşit haklara sahip olduğu, tüm kimlikleri kucaklayan bir yönetim şeklidir.

Ancak bizdeki Cumhuriyetin demokratik kucaklayıcı anlayışına izin vermeyen, ‘öteki’ olanı yok sayan tekçi inkarcı anlayış egemen olmuş. Sonra da neler neler olmuş… 

İşte demokrasiye uymayan birkaç uygulama: 

  • Türkçe dili dışındaki diller yasaklı…
  • Tarihsel bellekte yeri olan; dağ-ova-köy-belde-kent isimleri yok sayılıp yerine Türkçe isimler konulmuş…
  • Çocuklara Türkçe olmayan isim vermek yasak…
  • Okulda Türkçe dışındaki dillerin eğitim hakkı olmaz….
  • Öğrenci; Türkçe bilmeyen anne-baba-akraba ile anadillerinde konuşamaz olmuş…
  • Anayasasında Laik olduğunu ilan eden Devlet; okullarda farklı inancı olan ailelerin milyonlarca çocuğuna, diyanet-cemaat işbirliği, yönetim ve denetiminde (veli izni almadan) Sünni anlayışı aşılayan: “zorunlu din dersi” vermekte…
  • Alevi köy ve beldelere Cemevi yerine Cami yaptırmakta, inançlı-inançsız herkes Sünni-İslam yapılmak istenmektedir.

Kısacası, Devlet ‘taraf’ olmuş daha ne olsun ki! 

Bu uygulama ve yasaklarla; Kürt, Alevi, Çerkez, Süryani, Laz, Gürcü, Hemşin, Pomak, Roman … gibi dil, inanç ve kültürler etkin kullanılamaz. Bu şekilde işlevsiz kalan dil, inanç ve kültürler; gelişmeyen, geleceğe aktarılamayan, geleceğin birer ölü dil-kültür adayı olmuşlardır. 

Çünkü geçmişten gelen dil ve kültürler kullanılmazsa, gelecekte var olamazlar!  

İşte bu yok sayan, inkar eden “devlet aklı” nedeniyle toplumsal pek çok karşı çıkış olmuştur. Bu ‘insani’ talepler için hiçbir demokratik uzlaşı ve çözüm aranmamış, hak talep edenler ‘terörist’ sayılınca, öldürmüş-ölmüş, veya ‘suçlu’ sayılarak karakol-mahkeme-hapishanelerde sindirilip susturulmuştur. 

Görüldüğü gibi hiç uzlaşıyı sağlayacak diplomasi dili ve yöntemi kullanılmamıştır. Böylece, sadece ‘güç’ kullanan ölen-öldüren öfkeli-kinli nesiller yetişmiştir. 

Bu nesiller de halkımıza; kuşaktan kuşağa geçen unutulmaz acılar yaşatmıştır. 

İşte, politikacıların geçmişle: yüzleşelim, helalleşelim dedikleri toplumsal acılardır bunlar. 

Geçmişin bu büyük acıları ve yükleri, bugün de hem ülkemizi hem de insanımızı; yoksul, acılı ve mutsuz bırakmıştır. Ve ayrıca ülkenin iç-dış güvenliği sorunlu, özgürlükleri ve kültürel çeşitlilikleri yasakların baskısı altındadır.

Yukarıdaki satırlar, bir korku ikliminin bize yaşattıklarıdır, sizleri bunlarla gerip üzdüğümü de biliyorum. Fakat içsesim bana “bunlar bizim gerçeklerimizdir” yazacaksın diyor, ben de mecburen yazıyorum. 

Şimdi kısa bir ara vermeden önce size, küçücük bir soru soracağım: 

Ötleğen kuşunu tanıyor musunuz?

Çokça evet cevabı aldığımı biliyorum. Fakat ben o kuşları görüp tatlı ötüşlerini duysam da onların zoolojik yaşamdaki bir gerçeğini yeni öğrendim. Ve belki bu bilgi yukarıdaki karamsarlığa biraz ışık olur diye sizlerle paylaşmaya karar verdim: 

Ötleğen kuşları gördüğünüz gibi; çok sevimli, küçücük, çok güzel öten  göçmen kuşlardır. Bu kendi küçük, gönlü yüce kuşlar; “Kim hangi yumurtan çıkmış?” sorgulaması yapmadan her tür yavruyu kanatları altına alarak ayrımsız; sever-besler-büyütür sonra da onları kendi kalıtsal mirasları ve kazandıkları yetileriyle özgürce yaşasınlar diye uçururmuş. 

Bu, çatışmaya neden olabilecek bir sorunun barış içinde sevgi ile çözümüdür, beğendiniz mi?

Tabii ki herkes beğenip: “Evet!” diyecektir.

Peki, toplumsal sorunların bu yöntemle çözülmesine itirazı olan var mı?

Herkesin bu soruya: “HAYIR!..” dediğini duyar gibiyim.

Şimdi de son soruyu soruyorum:

Ötleğen kuşu gibi soy-sop-inanç sorgulaması yapmadan ve kanatları altında herkese yer açarak yol alan bir ‘Demokratik Cumhuriyet’ istiyor musunuz?

Belki kararsız olanlar ve “ben bilmem ki” diyenlerimiz vardır. Olabilir.

EVET! EVET! EVET! diyenlerin çoğaldığı günlere…

Emin Toprak – DOSTÇA

 243 total views

“Kürt Sorunu” / Emin Toprak

21.10.2024

“Kürt Sorunu”

Bence, ülkemizin tek karar vericisi Sayın Erdoğan, tarafsız olmayı sevmez, her zaman bir taraftan yana, “öteki” saydıklarına karşı olmak ister. Bu yüzden de tutkuyla hem Cumhurbaşkanı hem de parti başkanı olmak istemiş ve başarmıştı.

Yani tarafsız-dokunulmaz-güçlü kimlikle yetinmemiş; bir partiye başkan olarak ‘taraf’ olduğunu ilan etmişti. Sonra da “Kuvvetler ayrılığı” ilkesini yok edip tek kişilik “Külliye Yönetimi” başlamıştı. 

Cumhurbaşkanının devlet güvencesindeki “dokunulamaz-sorgulanamaz” gücü bir partinin gücüne eklenince de partiler arası demokratik yarış bitmiş, ülkemiz halkı birbirine öfkeli-kinli iki kutba bölünmüştü.  

Devletin yetki ve olanaklarıyla, partisi adına yurdu karış karış gezip, meydan ve ekranlarda oy istemiş, depremin yerle bir ettiği Hatay’da: “Oy verirseniz hizmet alırsınız” bile demişti. 

Artık, partisi gibi düşünmeyen tüm parti, kurum, grup ve kişiler onun için birer: “öteki” olmuştu. Onlara: “hain-terörist-düşman-çürük-sürtük.” gibi sıfatlarla sesleniyor ve onları çok ağır sözlerle aşağılıyor-yıpratıyor-incitiyordu. 

Henüz 2023 şubat depreminin yaraları sarılmadı depreşip duruyor. Ve yeni depremler, yangınlar, seller oluyor ve olacak. Ülke kaynakları; kamu çıkarı, çevre sağlığı ve güvenliği düşünülmeden, plansızca ve “ticari sır” diyerek saklı sözleşmelerle yapılan yandaş adreslerine teslim ihaleler çoğaldıkça çoğaldı… Sokaklarımızda mafya kol geziyor.. Suç ve suçlular arttı adliyeler, cezaevleri yetmez oldu, yenileri yapılıyor…

Ülke halkı, iki katmanlı yoğurda benzedi: en üstte ince bir tabaka türedi zengin, altta ise; acı ve korkularıyla kimsesiz, güvensiz, huzursuz olan on milyonlarca yoksulumuz kaldı. 

İçeride bunlar oluyorken, dış politikada da diplomasinin yerini güvenlikçi anlayış almış, güçlü olana: ‘evet-peki’ deniyor, güçsüz olanlara da: “Bir gece ansızın gelebiliriz!” diye tehdit ediliyordu. 

Aylardır emperyalist güçlerin piyonu faşist İsrail devleti, halkının karşı çıkmasına rağmen, susturulmuş Arap coğrafyasına kanlı tuzaklar kurup bombalar yağdırıyor. 

İşte bu korku iklimi ve ekonomik çöküş  acı-yokluk kışı geldi-gelecek… 

Halkımız 23 yılın bu ağır yükleriyle yol alıyorken dillerden düşmüyor: o nakarat: “Nerden nereye, güçlü Türkiye…”

***

Osmanlı’da 1880’de başlayan ulusalcı hareketlerle birlikte “Kürt Sorunu” da başlamıştır diyebiliriz. Bu sorun Kurtuluş Savaşı sürecinde Amasya, Erzurum ve Sivas’ta görüşülmüş ve varılan uzlaşıyla 1921 Anayasası hazırlanmıştır. Ancak 1924 yılında yapılan Anayasada hem Kürtler hem de 1921 uzlaşısı ‘yok’ sayılmıştır. 

Kısaca bu sorun: Kürtlerin, devletçe engellenmiş “İnsan Haklarını” istemesidir. Bu haklar: eşit vatandaşlık, kimlik, dil, inanç, güvenlik, eğitim, kültür, yaşam tarzı, seçme, seçilme vb. yani her insanın doğumuyla hak ettiği evrensel haklardır.  

Pek çok ülkenin böylesi sorunları olmuş ve ülkelerin pek çoğu çözümle sonuçlandırmıştır. Çözüm için iki yol izlenmiş ve izlenmektedir: 

  1. Demokratik devletlerde bu talepler; uzlaşıcı bir anlayışla karşılıklı görüşülür ve varılan uzlaşıyla çatışmasız, savaşsız olarak barışla karşılanır. Barış; bedavadır, ülkeye ve halkına hiç bedel ödetmez. Barışçı çözüm o ülke ve halkına; güvenli, huzurlu, sevgi-saygı dolu, acısız, korkusuz, sevinçli ve coşkulu bir yaşam sunar. Ve; kanlı-kirli savaşı, ölüm araçlarını, sömürüyü, silah tüccarlarını besleyen ülke kaynakları, halkın yaşamını kolaylaştırmak için kullanılırlar. 
  2. Otokratik devletler ise bu insani talepleri; militarist bir anlayışla yani zorla, baskıyla, sindirerek, zorunlu göçle ve yok ederek çözmeye çalışırlar.

Devletimiz bu tarihsel-sosyolojik Kürt sorununu, barış ve uzlaşı ile çözmek yerine, “beka sorunu” kabul etmiş ve bu sorunu çözme görevini de asıl görevi: vurmak, yok etmek olan “militarist” güce vermiştir. 

İşte; onlarca yıldır Türkiye halklarını kutuplaştıran, kaynaklarını ölüm aracı ile mermisi yapan, nice canımızı alan, büyük acılar yaşatan bu: “ilan edilmemiş örtük savaş” böyle başlamış ve devam ediyor. 

Solcu, demokrat, ulusalcı, milliyetçi hatta Kürt olduğunu söyleyen çok büyük bir çoğunluğumuz var. Bu kişi ve gruplar; Kürtlerin demokratik isteklerini, insan hakkı değil “terör” nedeni sayar ve “ilan edilmemiş örtük savaş” tezkeresine “evet” diyenlerdir.

Bu, “evet” de “hak ihlali” için destek ve onay vermektir!

Oysa; Kürtler; barış severdir, insanlık suçu olan kanlı savaşları ve terörü her ortamda lanetlerler.

Ve sanki Yılmaz Erdoğan, Kürtlerin barışçı duygularını: 

*“Ben senin beni sevebilme ihtimalini seviyorum”*

Dizesiyle dile getirmiş gibidir.

Mademki barışın kötüsü, savaşın iyisi yokmuş. 

 Ve sevgi barışı, nefret ise savaşı besliyormuş.
O halde, bir “ihtimal” bile olsa yine de sevgi…

***

1 Ekim günü TBMM açılışında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, DEM Parti grubu önüne giderek partililerle tokalaşması ve sonra da Erdoğan’ın açıklamaları ülkenin gündemi değişti. (Ve “avcılar barış güvercini mi!” benzetmesi de bu yazıyı yazdırdı.) Gündemin şimdilik iki öznesi var:  Erdoğan ile Bahçeli… 

Sayın Bahçeli’den üç önemli cümle:

  1. “Uzattığım el, İlk Meclis’in ve Sayın Cumhurbaşkanımızın isabetli sözlerinin meşale gibi yanan aydınlığıdır… (Bu cümledeki “İlk Meclis” vurgusu çok önemlidir, çünkü o meclis 1920  Anayasasını hazırlamış ve Kürtlere bazı demokratik haklar tanımıştır.) 
  2. : “Öcalan çıksın, terörün bittiğini açıklasın.” (Bu cümle de çok önemlidir çünkü, Öcalan, silahlı güç PKK’nın lideri olarak muhataptır.) 
  3. : “Dünyada barışı isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” (diyerek olması gerekeni itiraf etti.) 

Sn. Erdoğan: “Sırf anasının dilini konuştuğu için milyonlarca vatandaşımız ötekileştirildi, ötelendi, haksızlığa ve hukuksuzluğa maruz bırakıldı” dedi. (Bu gerçekleri açıklayan çok önemli tespittir. Fakat bu fail/failler kimdir? – Acaba 23 yıllık tek lideri olarak kendisinin hiç katkısı var mı?) 

Aslında böylesi sözler kişinin; eylemlerine ayna tutup, vicdani-insani sorgulama yapması, pişmanlıklarını söylemesi yani özeleştiridir. Fakat bence, bu sözleri sınırsız yetkilerle yıllarca iktidarda bulunan kişi/kişiler söylemişse  durum değişir. Eğer ortada bir toplumsal ihmal-suç varsa bu sözler onun için “günah çıkarma” sayılmalıdır.  

Sonuç olarak: 

Sosyal-ekonomik-politik açıdan bakıldığında Kürt sorununun; ülkemizin kilit sorunu olduğu görülür. O halde her gün iktidar olacağını söyleyen CHP, Erdal İnönü döneminde olduğu gibi bu sorunu nasıl çözeceklerini açıklamalı ve çözüm için el uzatmalıdır.

Bekleyip göreceğiz… 

Emin Toprak – DOSTÇA

 146 total views

Merhaba / Emin Toprak

14.10.2024

Merhaba;

Her kişi; zamanla yorulur, yılar, duraksar ve güç kazanıp yenilenmek ihtiyacı duyar ya, ben de yorulmuştum. 

İşte bu gerekçeye sığınarak, 19 Mayıs’tan bugüne kadar “Dostça” blogda hiç yazı paylaşmadım. 

Sessizliğim uzun sürünce, pek çok dostum haklı olarak: “Ne var-ne oldu-ne oluyor?” diye aradı, sorguladı, kimileri azarladı bile! 

Sağ olsunlar… 

Bu dostların çoğu, beni yolun ikinci yarısını da geçmiş, işi-gücü olmayan, hiç yorulmayan bir emekli bilir, fakat yazı mutfağında neler çektiğimi bilemez, bu nedenle onlar haklılar.

Haklılar çünkü, eğer benim önemli bir sorunum yoksa haftada bir yazı yazardım. O dostlar da bu yazıları okur, bana hem övgü hem de yergide bulunurdu. Ben de övgülerle egomu okşar, anlık sevinçler yaşardım. Yergiler ise ufkumu açar, beni geliştirirdi. 

Peki, o halde ne olmuştu niçin yazmıyordum!…

Dedim ya, o dostlar mutfağımda olup bitenleri bilmiyorlar. Oysa orada, birçok aracım, birçok süzgecim, çokça işim vardır benim. Orada, okurların bana yaptığı yergilerden en acımasız olanını, ben, bana karşı yapıyorum. 

Orada biriken notları karşıma alır: onlarla hece, virgül, özne, yüklem, nokta, soru, ünlem … saatlerce  tartışırım. Bazılarını; çizer-karalar-siler-ekler-çıkarır, günlerin emeği ‘bazı notları’ ise bazen bir sözcük yüzünden cezaya bırakırcasına günlerce kuytuda bekletirim. Ne zaman ki aramızda bir uzlaşıya varırız o zaman da okurla paylaşırdım. 

Evet bu sadece bana ait fiziksel, zihinsel, duygusal bir yorgunluktur. Fakat bu yüklere bir de Melih Cevdet’in: “Memleketinin hali” dedikleri eklenince, taşıma gücüm kalmadı, yani yoruldum. 

Bu yüzünden de kendimi beş ay nadasa bıraktım. 

İnanınız ki, bu sürede de hiç boş durmadım! Daldan dala, çağdan çağa atlayarak zaman içinde gezinip durdum. 

Ve o zamanların; tarihi, felsefesi, coğrafyası sosyolojisi ile beslenip boy vermiş: söylence, günlük, öykü, roman, şiirlerin olduğu çokça kitap okudum. 

Tarih boyunca insanlar daha iyi yaşamak için; doğadaki kaynakları, hayvanları ve bitkileri kendi kontrolüne almaya çalışmışlar.

Kimi insan; severek, emek vererek üretip gürleştirmiş, kimi açgözlü çıkarcı zalimler ise emek vermeden: insan, hayvan, ormanı, dağ, ova, su … herşey “benim olsun” diye güç kullanıp; yakmış, yıkmış, yok etmiş.

İmparatorluk ve sömürgelerdeki halk; kul-köle-cariye olup, karın tokluğuna çile çekerek yaşamak zorunda kalmış.

Zaman tünelindeki güç ve “erkek egemen” dünya böyle var olagelmiş…

Dünya halkları; halkı seven, haktan, hukuktan yana çok az kral ve yöneten görmüş. Yönetenlerin büyük çoğunluğu ise birer halk düşmanı imiş. 

Bu zalimler nefret savaşlarıyla güç kazanmış, halklara ölüm, yıkım büyük acılar yaşatmış, sonra da nefret edilen olarak yok olup gitmişler. Fakat halkın çok sevip masal, destan, türkü kahramanı yaptığı çokça insanlık değerleri de hep var olmuş ve olacaklar. 

Bu kitapları okudukça öğrenir, tanık olursunuz dünyamızda olup bitenlere. Sonra da: “bu dünyada ne çok iyi şeyler ve ne çok iyi olmayan şeyler yapılmış” olduğunu fısıldarsınız içinizden. 

Olgularla; düşünür, üzülür, sevinir, hayal kurar, kaygı, umut üretirsiniz geleceğe dair. Ve işte öyle bir anda kulağınızda çınlar Mahzuni Şerif’in: “Kör olası dünyada (vay) can gider zaman kalır…” deyişleri. 

Evet, zaman tüm canlıları yenilensin, yenisi gelsin diye tüneline gönderi ve kendisi kalıcı olur. 

Yaşamak doğa ile savaştır. Doğada da anlaşılan ve anlaşılmayan temel olgular vardır. İnsanların yaşamsal görevi; anlaşılmayan bir olguyu ‘tamam, bu kaderdir’ diyerek kabul etmek değildir. O olguyu anlaşılır kılmak, geliştirmek, yaşama uygun olarak hizmete sunmak için çaba göstermektir. 

Aydınlık gelecek için, zaman tünelini eşelemeli, geçmişte olup bitenleri neden-niçin-nasıl diye irdeleyerek anımsamalıyız. 

***

Şimdi gelelim yurdumuzun güncel sisli ve puslu fotoğrafına: 

Dünya kaynaklarını sömürme ve paylaşmını kolaylaştıran emperyalist çatışmalar  devam ediyor. Bugünlerde soykırım yapmakta olan faşist İsrail devletine kendi halkının çoğunluğu ve dünya halkları karşı olsa de çoğu dünya devleti bu faşist güce destek oluyor. Çünkü devletler güçlülerin gücü olan organizasyonlardır, ezilen halka karşı olurlar ve sömürü savaşlarla beslenirler. 

2023 Küresel Modern Kölelik Endeksi’nde Türkiye, dünyada beşinci, Avrupa’da birinci, aynı zamanda Avrupa ve Orta Asya bölgesinde modern köleliğin en sık görülen ülkesi olmuştu. (2024’te de değişen bir şey olmaz sanırım).

Modern kölelik: “Zorla çalıştırmayı, zorla veya kölece evlendirmeyi, borç esaretini, zorla ticari cinsel sömürüyü, insan kaçakçılığını, kölelik benzeri uygulamaları ve çocukların satışını ve sömürüsünü içerir.”

İcra ve İflas Dairelerinde 2023 yılı sonunda 38 milyon 969 bin 260’a icra ve iflas dosyası bulunuyormuş. 2024 sayısı meçhul…

İşçiler, işsizler, emekliler, öğrenciler, bizi görün, bizi duyun, çare bulun diye yürüyerek meclise gitmek istiyor. Polisler, emir yüksek yerden deyip; demokratik hakları, özgürlükleri ve anayasayı hiçe sayarak parkları bile kapatıyor. 

Güvenli yaşam, ekonomik ve özlük hakları gasp edilen öğretmenler de meclise ses duyuramadı. Ve yeni bir yasa ile artık öğretmen, yasalara aykırı “medreselerin” emekçisi oldular.  

Dünyada da savaş, çatışma, yokluk, yalan, yolsuzlukları ivme kazanmış bir hızla devam ediyor zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul… Kadın, çocuk, hayvan kıyımı, hak ihlal ihlalleri dur durak bilmiyor. 

Gördüğünüz bildiğiniz gibi çok ‘eksili’ bir yaşam oldu bizimkisi…  

Sevgi ve sevinçleri kayıp-örtük kalmış kimsesiz bir öksüzün yaşamı gibi.

Şimdi yüküm azalmasa da azıcık dinlendim. 

Devam edeceğim.

Emin Toprak – DOSTÇA

 164 total views

Mayıs ayının acı ve sızıları… / Emin Toprak

20.05.2024

Mayıs ayının acı ve sızıları…

C. Baudelaire (1821-1867): “En korkunç acılar sessiz çekilen acılardır.” diyor.

Bizim tarihimiz çatışma ve savaşların mirası olan: kan, acı, göç, kin ve çığlıklarla dolu.

Evet: kan, acı, göç, kin, ve çığlıklar …

Mayıs ayı da bu acı ve çığlıklardan payına düşenleri almış ve bu ağır yükleriyle yavaş yavaş yol alıyor.

O bagajda: Halklarımızın bağımsız-özgür geleceği için yola çıkıp idam edilen, prangalanıp işkencede öldürülen, Taksim Meydanında kurşuna dizilen nice fidanın şiir-öykü olmuş fakat hiç tükenmemiş sızı ve çığlıkları var.

O kan, acı, göç, kin dolu bagaja; Korku Tapınağı’nda kaybolanları, zorla korucu yapılanları, Güçlükonak’ta katledilenleri, Yeşilyurt’ta dışkı yedirilenleri bulan-kanıtlayan, bu yüzden de kendi yurdunda yaşama güvencesi kalmadığı için yurtdışına sığınmış olan Celal Başlangıç 3 Mayıs 2024 günü o yad ellerde öldü.

Ve böylece, Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Mehmet Uzun, Necmettin Salaz gibi ‘memleket özlemiyle ölenler’ listesine Celal Başlangıç da katıldı.

15 Mayıs 2024 günü Kobani davası tutuklularına ağır cezalar verildi, eş zamanda 28 Şubat Davası tutuklularına “af” geldi. Peki, her iki karar da çok manidar değil mi?

15 Mayıs Dünya Çiftçiler Günüdür. Çiftçi; tarım ve hayvancılıkla uğraşan, tarla ve bahçenin: tahıl, sebze, meyvesi ile hayvan gücünü kullanan, süt, et, yumurta vb. gibi yaşamsal ürünleri sağlayan-yetiştiren-pazarlayandır. Dünyadaki ilk uygarlığı başlatan ender coğrafyalardan biridir Mezopotamya!

Mezopotamya; Fırat ile Dicle çevresindeki toprak ve tüm canlılara can vererek nice uygarlıklara da barınak olmuş coğrafyadır. Bu coğrafyada şimdi; topraklar çorak, hayvancılık can çekişiyor, halk güvencesiz, yoksul, acılı…

İşte bugün ’19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı!’

Sokaklar işsiz dolu, gençlerimiz güvensiz, güvencesiz. Ve bu gençler geleceklerini yurtdışında arıyorlar!

* * *

2024 Mayıs ayı devam ediyor.

Sn. Özgür Özel; iki ay önce yapılan yerel seçimlerin birincisi olmuş ana muhalefet partisi CHP lideri olmanın haklı gururuyla halkın arasındaydı.

Özel’in mayıs ayı gündemi de çok yoğundu. O, tek başına karar verip yol almakta olan kibirli bir anlayışı tökezletmiş ve o üstenci anlayışı, ‘öteki’ saydıklarıyla görüşmek zorunda bırakmıştı. Amacı, uygarca ilişkiler kurup ülkedeki gerginlikleri azaltmaktı. Bu da toplumsal barış için yapılması gereken bir görevdi. Ben de onun bu girişimine saygı duydum ve alkışladım.

Özgür Özel, 1 Mayıs İşçi-Emekçi Bayramı kutlaması için, eline Anayasa Mahkemesi kararı yazılı bir afişle Saraçhane Meydanına gelmişti.

Orada alkışlanan bir konuşma yaptı ve yasaklanan Taksim Meydanının işçi-emekçilere açılmasını istedi. Ve sonra her ne olduysa, nasıl bir ‘fısıltı’ geldiyse, birdenbire ortadan kayboldu!

Bu kayboluşun nedenini soran bir gazeteciye de: “Biz şu anda Türkiye’nin 1. partisiyiz. Bunun sorumlulukları var… 31 Mart’ın kazananı olan bir parti olarak varıp da polise verilmiş kanunsuz emre rağmen polisle itişip kakışmak bana da partime de yakışmazdı.” deyivermişti!

Vay be!!

Elinde Anayasa Mahkemesi kararı olduğu halde kaçıyor!

Hem de yasaklı Taksim’e işçi sendikaları ile birlikte yürümeye de söz verdiği halde!.

Ve hem de o meydanda emekçilere çektiği ‘ajitasyonu’ unutarak, bu tuhaf savunmayı yapıyor.

Peki, bir vali ya da bir bakan, elinde Anayasa Mahkemesi kararıyla hak arayan bir ana muhalefet partisi başkanı ile polis ile çatışmaya sokar mı?

Aslında bu görevliler sık sık ‘ben devletim’ diyerek, yasal olmayan yetkilerle görev yapıyorlar.

Peki, o zaman Sayın Özel’in bu yasadışı hukuksuzlukla mücadele etmesi gerekmiyor mu?

Acaba kendisi ile bile itişip-kakışacak polisler sıradan vatandaşlara neler yapacağını hiç düşünmedi mi?

Ya, kendisi çekip gittikten sonra o tutuklanan, suçlanan emekçilere…!

Özel, 18 Mayıs 2024’te “Büyük Eğitim Mitingi” için yine Saraçhane’de… Ve katılım sayısı da çok az!…

Bu kez de öğretmen atamalarını odak yapan bir konuşma yaptı. Ayrıca, 2002’den bugüne öğretmen maaşlarını, ‘çeyrek altın’ alım gücüyle hesaplayarak kıyasladı ve özetle:

  • 93 eğitim fakültemiz var ve sürekli öğretmen yetiştiriyor!
  • Madem atamayacaktın, 68 bin günahsızı niye okuttun?
  • Madem atamayacaktın 1 milyon günahsızı niye okuttun, diploma verdin ve şimdi sırtını dönüyorsun? Dedi.

Tabii ki bunlar söylenmesi gerekenlerdi ve söylendi.

Ben emekli bir eğitimci vatandaş olarak isterdim ki: Sn. Özel veya CHP’nin olası (gölge) Milli Eğitim Bakanı o meydanda; ‘zorunlu din dersi’ verilerek laiklik ilkesinin nasıl yok edildiğinin altı kalın çizgilerle çizerek ‘Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’ni odak alan konuşma yapsınlar. Ve bu sistemin hurafelere dayalı olan Ortaçağ felsefesini anlatsınlar. Sonra da kendi hedefleri ile yapacaklarını, halkımıza ilan etsinler.

Sanırım yine: ‘aman ürkütmeyelim’ diye düşündüler ve yapmadılar!

Bari hiç olmasa Yusuf Tekin’in; 2013-2018 yıllarında MEB’in 36. ve son müsteşarı, 2023’ten beri Milli Eğitim Bakanı olarak: 2013’te gerici diyanet-vakıf-cemaat-tarikat denetiminde başlatılan: dindar-kindar bir nesil yetiştirme amaçlı 4+4+4’ü başlatan kişi olduğunu, tüm halkımıza anlatsalardı.

Olmaz mıydı?

O da olmadı…

Emin Toprak – DOSTÇA

 452 total views

“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” / Eminm Toprak

06.05.2024

“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”

“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile okulların müfredatları değiştiriliyor. Bilgilerin sıkça değiştiği bir çağdayız, tabii ki müfredatlar değişecek, değişmelidir de. Ve bu değişim, geleceğimiz için çok önemli olduğundan hepimizi ilgilendirmektedir.

İşte bu sorumluluğum nedeniyle, geçmiş yıllarıma bakıp hatırladım.

1968 Programı uygulandığı yıl ben de öğretmen olmuştum. Programı; okumuş, öğrenmiş ve derslikte de uygulamıştım.

Bu programın; yaparak-yaşayarak ve yakında uzağa ilkeleriyle öğrenciyi özne-odak yapıp sarmalayan bir anlayışı vardı.

Bu programın öyküsü kısaca:
*5 yıl süreyle ve 250 ilkokulda denenip, geliştirilmiş…
*Yurdun bölgesel özelliklerini dikkate alınmış…
*Hedef ve ilkleri Millî Eğitim Şûrasında belirlenmiş…
*’Mihver Ders’ kavramı ve uygulamasını başlatmıştır.

‘Mihver Ders’ kavramı ve uygulamasını da kısaca anlatmak istiyorum:
Bu, yaşamın altyapısını oluşturan: Hayat Bilgisi, Sosyal Bilgiler, Fen ve Teknoloji derslerinin mihver (eksen-odak) kabul edilmesi demektir.

Amacı ve hedefi, her öğrenci yetisi oranında; Dil, Matematik, Müzik, vb. ifade-beceri derslerini, yaşamın temel taşları yani mihveri olan derslerle ilişkilendirmek… Bu bütünsellik içinde kazanılan deneyim-bilgi sonucu yeti ve becerileri geliştirmek. Böylece; anlayan, anlatan, istekli, katılımcı, özgüvenli, öznel, önemseyen, yapıcı, paylaşan, bilime inanan, teknoloji kullanan, kendisi ve çevresiyle barışık kimlik kazanmaktır.

Geçmişe uzanan bu hatırlatmadan sonra, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” için internet aramasında bulduklarım şunlar:

Sistemin bir adı da: “Erdem-değer-eylem Modeli”dir. Bu sistemin; “adalet-saygı-sorumluluk” üst değerleri, ayrıca: “uyarlılık, merhamet, estetik, temizlik, sabır, tasarruf, çalışkanlık, mütevazılık, mahremiyet, vatanseverlik, yardımseverlik, dürüstlük, aile bütünlüğü, sağlıklı yaşam, sevgi, dostluk, özgürlük” gibi değerleri olduğu belirtiliyor.

Karşılaştırmak için; “Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu” (Unesco) tarafından eğitim için belirlenen 12 evrensel değere baktım. Bu değerlerin de: “mutluluk, dürüstlük, işbirliği, özgürlük, sevgi, barış, saygı, alçakgönüllülük, sorumluluk, sadelik, hoşgörü, birlik” olarak sıralandığını gördüm. (Bilgilerinize…).

Sonra da Anayasanın: “Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” ilkesine ve AİHM’in 2014 kararına uyulmaması ve okullarda ‘zorunlu’ olarak din dersleri okutulması ilgimi çekti.

Okullar, anayasaya ve hukuka uymuyor!

İşte, laiklik ilkesini çiğneyip hukuku yok sayarak okutulan dersler:

  1. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi (4,5,6,7, 8.sınıf)
  2. Peygamberimizin Hayatı Dersi (5,6,7, 8.sınıf)
  3. Kur’an-ı Kerim Dersi (5,6,7 8.sınıf)
  4. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi (9,10,11, 12. sınıf)
  5. Peygamberimizin Hayatı Dersi (9,10,11, 12. sınıf)
  6. Kur’an-ı Kerim Dersi (9,10,11, 12. sınıf)
  7. Temel Dini Bilgiler Dersi (9. Sınıf)

Bu ders listesini görünce kendi kendime:

*Bu, din dersini mihver (eksen-odak) kabul etmek demektir!
*Bu, kendi inancını ‘en doğru’ kabul edip onu herkese dayatmadır!
*Oysa, inançlar kişiye özeldir, her insan da inancı da saygındır!
*Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” Ortaçağdan esin almış bir model!
*Çünkü bu dersler ancak, Ortaçağın medreselerinde okutulabilir!”

Diye fısıldadım.

Ve şimdi herkese diyorum ki: eğer okullarda Din dersi ‘mihver’ olursa öğrenci;
*Bilime değil, yazgıya (kadere) inanır.
*Okuduklarını sıkça tekrar edip ezberler hafız olmaya çalışır.
*Denizde yelkenleri fora olmuş ve pusulasız olarak bilinmeze gider.
*Deney, araştırma, sorup-sorgulama bilmez, özgüveni olmaz biri olur.

İnsanlık tarihinde, ne zamanki dini anlayışlar egemen oldu (MS.500-1500
yılları), o zaman bazı ‘inanç’ sahibi kişi ve gruplar; akıl, mantık gücü, hak ve özgürlüklerin sadece kendileri için olduğunu kabul ettiler. Ve kendilerine ‘özel’ bu inanç ve düşünceleri ‘en doğru’ diye herkese dayattılar.

İşte o zaman haçlı ve ganimet savaşları başladı. Giyotinler çalıştı, deriler yüzüldü, köle pazarları kuruldu… İnsanlığın ortak acıları çoğaldıkça çoğaldı.

Ve Ortaçağ bu karanlık, kirli sayfalarıyla tarihe yazıldı.

* * *

‘Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin baş mimarı: Yusuf Tekin’dir.

Yusuf Tekin, 2013-2018 yıllarında MEB’in 36. ve son müsteşarı ve 2023’den beri Milli Eğitim Bakanı olan kişidir.

Müsteşar olarak (ki, bakandan sonra en etkili kişidir); 2013’de gerici vakıf-cemaat-tarikatların denetiminde: dindar-kindar bir nesil yetiştirmek için 4+4+4 uygulamasını başlatmıştır.

Böylece tüm okullara: ‘imam hatip aşısı’ vuruldu. Fakat onların istedikleri dindar-kindar nesil ile birlikte deist-ateist nesiller de çoğaldı.

Bakan Yusuf Tekin MEB bütçesi için mecliste konuşurken vekillere parmak sallayıp: “Sizin ‘tarikat, cemaat’ dediğiniz, bizim ‘STK’ dediğimiz yapılarla 10 tane protokolümüz vardır” demişti.

Sözlerinde haklı olduğu, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ile belgelendi…

22 yıllık AKP iktidarı, yorgun-yılgın olduğu için dünya yaşamındaki çok hızlı gelişim-dönüşün-değişime uyum sağlayamıyor.

Yenik düşmemek saltanatını sürdürmek için de ‘nas’ diyerek sığınacak bazı kuram ve kurallar buldular. Fakat bunlar da çözüm olmadı.

Yoksulluk arttı, eğitim-öğretim sistemi altüst oldu, iç huzur bozuldu…

Sirenler çalsa da, panik olsa da bu çaresiz kalmış iktidar durmak yok ‘nas’ ile yola devam diyor.

Şimdi de; “Bir haftalık askı sürecinin ardından “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığınca son eleştiri, görüş, öneri ve paylaşımlar doğrultusunda revize edilecek ve son şekline ulaşacak.” (MIŞ!..)

Ve “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile ana okulundan-üniversiteye yeni bir eğitim sistemi başlayacakmış(!)

‘Başlayacakmış’ dedim, çünkü ‘maarif modeli’ yeni değil, eski, çok eskiii!

Bu, yıllardır süregelen çağdışı bir anlayışın devamıdır!

Bu köhnemiş arkaik anlayışa yeni diyenlere bir sorum var:

Peki, bu amaçla toplanmış “Eğitim Şurası” ve alınan bir kararı var mı?

*

CHP heyetinin, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”ni ret ve protesto etmek için MEB önüne gitmesi çok önemlidir.

Ancak “hepimizin geleceği” için bu eylemin partili-partisiz ayrımı olmadan her yerde kitleselleşmesi gerekir.

Hepimiz için hep birlikte…

Emin Toprak – DOSTÇA

 412 total views,  1 views today

Hayat Bilgisi / Emin Toprak

22.04.2024

Hayat Bilgisi

Eğitimciler, her konuda az-çok bilgi sahibi olması gereken kişilerdir. Okullarda her konuda az-çok bilgiyi de: ‘Hayat Bilgisi’ dersi kazandırır.

‘Hayat Bilgisi’; okula yeni başlayan çocuklara, üç yıl süre ile verilen bir dersin adıdır.

‘Hayat Bilgisi’, bazı lokantalarda: ‘Aşçı Tabağı’ adıyla servis edilen bir yemeğe benzer. O tabak içinde, her çeşitten ‘biraz’ olduğu için de müşterisi aç kalmaz derler…

Hayat Bilgisi konuları, yaşamın sürekli döngüsü içindeki ‘herkes’ içindir. Önyargı ve inat üretmeden, güncel ve yenilikçi anlayışla kişiye özgünlük kazandırmak isteyen bir derstir.

Hedefinde: okuyan-yazan, gözlem-deney yapıp düşünen, yeni bilgilerle tanışan, onları bilinenlerle kıyaslayan, konuşan, tartışan, üreten ve her gün yenilenen özgün insanlar vardır.

Sanırım, ‘Hayat Bilgisi’ dersinin en sevdiğim ders oluşu bu yüzdendir.

Çünkü, bu ders: ‘hem öğrenci hem de öğretmen’ olarak her olgudan bir çıkarım yapmayı ve yaşam boyu; gelişen, üreten, paylaşan, uzlaşan bir birey olmayı öğretir insana.

Bilimlerin kalıcı olduğu, bilgilerin de kısa ömürlü, geçici olduğunu herkes kabul eder. Dünyadaki bu hızlı gelişim-dönüşüm-değişim; sosyal yaşamı, teknolojiyi, bilgi ve tüm alışkanlıkları eskitir, işlevsiz kılar ve zamanla yok eder. Bizler eskileri bırakıp, yenileri kullanırken, bilim insanları da hiç boş durmaz yeni buluşlarıyla insanlığa hizmet ederler.

Eğer bir toplum veya insan kendisini, bu hızlı değişim-dönüşüme uygun olarak güncellenmezse, işte o zaman geriler ve yenik düşerler.

Gerilememek ve yenik düşmemek için toplumsal dayanışma artmalı, her birey yaşam boyu: ‘hem öğrenci hem öğretmen olma’ ilkesine uymalıdır. Çünkü bu ilke toplum ve bireyin dinamosudur, bundan aldıkları güçle farkı fark eder, uyum sağlar ve yenilenirler.

* * *

Birkaç satır aşağıda bir konuşmadan alıntılanmış, duyulan, bilinen ve çok düşündüren dört satırlık bir alıntıyı paylaşacağım. Kaynaklarda bir netlik yok, fakat bu söz ya Hrant Dink’e ya da Rakel Dink’e aittir.

İşte o alıntı:

“Ben üç dil biliyorum:
Ermenice, Kürtçe ve Türkçe.
Benim içimde bu üç dil hiç kavga etmiyorlar,
Barış içinde yaşıyorlar!”

Bu kısa fakat anlamlı söylem, aslında bir toplumsal çığlıktır.

Ve bu çığlığın derinlerinde de ülkemiz halklarının pek çok acısı ile özlemi saklıdır.

Eğer söz sahibi konuşmasına biraz daha devam etmiş olsaydı, bence peşi sıra bizlere şu soruyu da soracaktı:

-Peki, bu barışık dillerimiz günlük hayatımızda neden/niçin kavgalı?!..
O diller ki, yılanı deliğinden çıkarır ve kalpten kalbe yol açarlar!

Acaba bizim ellerde o diller neden yasaklı ve de niçin kavgalı?

Bildiğiniz gibi ben öğretmenim hem de bir vatandaşım. Şimdiki görevim, bu yaşanmış gerçeği/bu tuhaflığı bir ‘olgu’ kabul etmek ve ‘Hayat Bilgisi’ bilgilerimle, bu olgu için neden-niçin sıralaması yapıp bazı çıkarımlarda bulunmaktır. Böylece bu toplumsal yaraya kendimce ‘insani’ bir çözüm bulup katkıda bulunmak, hem de bu ayıbı teşhir etmektir.

Öğretmenim demiştim, fakat ben bir öğretmenin: “…şu kadar satır yaz / şu kadar sayfa oku-yaz-çöz / şunu yap, bunu çiz..” diye başlayan, sınırı ve amacı belirlenmemiş ödevlerini hiç sevmem!

Hayat Bilgisi ödevlerine ise bayılırım!

Sevgili okurlarım, eğer kızıp darılan olmazsa, size bir Hayat Bilgisi ödevi vermek istiyorum.

Haydi birlikte bir Ödev Oyunu oynayalım!

İşte ödevimizin konusu:

“Ben üç dil biliyorum:
Ermenice, Kürtçe ve Türkçe.
Benim içimde bu üç dil hiç kavga etmiyorlar,
Barış içinde yaşıyorlar!”

Ödev Soruları:
1. Soru: Yukarıdaki sözlerin sahibi kişi ne demek istiyor?
2. Soru: O kişinin içindeki barışık diller, dışarıda niçin/neden kavgalı?

Ödevin Süresi ve Kuralları: Süre isteğinize bağlı ve sınırlaması yoktur. İsteyen bu konuyu anlatan bir yazı yazar. İsteyen bir kişi veya gruba sunum yapar. İsteyen görüşlerini bana yazılı bildirir. Ancak tüm çıkarım ve çözüm önerilerinizin özgün anlatımınızla yapılması zorunludur.

Ödev için Kaynaklar:

Tüm tarih, sosyoloji, felsefe, psikoloji, psikiyatri, ve pedagoji kaynakları ile kaynak kişi sunumlarından yararlanmak serbesttir.

Ödev ile ilgili hatırlatmalar:

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre;
*Madde 1: Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar…
Madde 2: Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu Bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir.
*Anayasalarla o ülke vatandaşlarının hakları belirlenir.
*Cumhuriyet öncesinde yurdumuzda Osmanlı İmparatorluğu egemendir. *Osmanlı 3 kıta, 7 denizin olduğu büyük coğrafyada 623 yıllık ömründe: yükselmiş, duraklamış, gerilemiş ve yıkılmıştır.
*Osmanlı İmparatorluğunda 1876’da Anayasa ilan edilir, 1878’de askıya alınır ve 1908 yeniden yürürlüğe girer.
*Osmanlının, emperyalist güçlerce işgal edilen topraklarını kurtarmak için ‘Kurtuluş Savaşı’ başlamış ve daha devam ederken 1921 Anayasası kabul edilir. 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Daha sonraki yıllarda da 1924, 1962, 1982 Anayasaları kabul edilir…

Kolaylıklar dilerim.

Emin Toprak – DOSTÇA

 403 total views

BAZEN…/ Emin Toprak

15.04.2024

BAZEN…

Herkesin yaptığı gibi ben de kendimle baş başa kaldıkça bir başkasıyla paylaşmadan sadece içimdeki ‘ben’ ile konuşur, didişir, barışırım. Bu yargılayan, sorgulayan, suçlayan, aklayan, alkışlayan yöntemi her insan içinde yaşar ve kendine özel bir yol bularak uygular.

İşte bu farklı yöntemler de eylem-söylem farklılığı yaratır, o insanın ‘iyi’ ya da ‘kötü’ anılmasına neden olur.

Bazen, sıcak bir gecenin sessizliğini, dinginliğini, böcek-kuşların kanat çırpınışını duymak, temiz bir havayı solumak isteğiyle pencere açtığınızda esen rüzgar, perdeleri şişirip kabartır, sonra da yeni bir rüzgar için eski hallerinde bekletirken o anda da sürücüsünün insafına bırakılmış birçok aracın yaklaştıkça çoğalan uzaklaştıkça azalıp tükenen korna-motor gürültüleri sarsar insanı…

Bazen; doğaya, doğadaki sese, fısıltıya, renge, tohuma, çiçeğe, böceğe, suya, yele … takılır onları sorgular mutlu-mutsuz anlar yaşar insanlar….

Yaşamak, çevremizdeki: iyi-güzel-doğru-yanlış her şeyin bizimle birlikte var olduğunu ve bizden sonra da hep var olacağını bilmek düşünmek ya da hiçlikten kurtulmaktır aslında.

Bence insanlar; bir günün sonunda oturup da yaşadığı sevinç, üzüntü yorgunlukları bir kimyager titizliği ve bir kuyumcu hassaslığı içinde sorgulamalı. Tıpkı bir gecedeki görüntü ve seslerin hafif bir esintiye kapılmışcasına titreşerek akıp, gel-git yapması gibi…

Bazen, yaşanmış ve altı çizilesi mutlu bir gününüzün sonunda akşamımızı başlatarak, dingin bir gecede haz almak isteğiyle çevreyi kuşbakışı gören küçük bir sığınak koltuk/kaya/balkon bulup oturmalı ve orada mehtabın ışıltılarla titreştirdiği deniz/göl/nehir/ormana bakmalıyız, zaten o anlarda beyniniz de hiç durmaz, duramaz da hep; iyi-kötü-örtüşen-zıt pek çok düşünce ile boğuşur, kimi duyguları yok etmeye çalışır, kimilerine kocaman bir yaşam alanı açmaya çalışır, haa, bir de dokunulmaz kılıp ‘giz’ olarak saklamaya karar verdiklerimiz var ki, asıl yorucu olan, insanı rüya-gerçek arası seme sersem bırakan da onlardır…

Rüyalar; onlarca yıllık bastırılmış: tutku-sevgi-özlem-acı-korku-sevinç gibi gibi yaşanmış-yaşanmamış, istenen-istenmeyen tüm duyguların yoğun bir basınç altında birkaç dakikaya sıkışarak hayat bulmasıdır aslında…

Rüyalar, içimizin karanlık dehlizlerinde kalmış; tene, dile, göze, kulağa ulaşmayan arzularımız, acılarımız, korkularımız, sevinçlerimizin toplamı görüntülerdir.

Gece düşlerimizi de gündüzdeki düşlemelerimizi de bunlar doldurur. Fakat farklı düşler görerek farklı düşlemeler yaparak ve farklı eylemlerde bulunarak…

Bazen egomuz baskın çıkar ve edindiğimiz görüş ve duygularımızın birer ‘nas’ olduğu düşüncesine kapılır ve herkesin bunlara uyup yetinmesi gerektiği öngörüsüyle dayatırız insanlığa.

Ki bu anlayış; bir durumun sadece bir yönünü görebilen, başkalarına kapalı yani ne insani ne de doğaldır. Bu insanlık değer ve kaynakları: benim olsun / bana yetsin yeter diyen “çıkarcı-asalak” anlayıştır. İşte bu anlayıştır her yerde yok edip, sömüren, yokluk, çatışma, savaş, ölüm, yıkım ve acılar yaşatan.

Bizler genellikle çözüm bulmamış bir soruna ışık tutup ona çözüm bulmak isteğiyle, inceleme, araştırma, düşlemelerle ve emek vererek üretmek isteriz. Bu, soyut olandan somuta, yokluktan varlığa varma çabasıdır. İşte o anlarda haz duyar zevk alır, bazen kendimizi okşayıp övünürüz bile…

Sonra da, emeğimizin karşılığını almak, anlaşılmak kabul-empati görmek isteriz. Bu duygular barış içinde bir yaşamı sağlamak için karşılık bulması gereken en doğal, zararsız insani duygulardır.

İnsanlığın kötücül yüklerinden kurtulması için iyilik ve barış sağlayan insani duygularla donanması gerekir. Çünkü hiçbir iyilik insana yük olmaz ve iyilik karşılık buldukça büyür barış-sevgi-kolaylık sağlar.

Eğer bizim iyilikçi bir anlayış ve inancımız varsa beddua etmeyi bilmeyiz. Hep iyilik olsun isteriz ve dua ederken de:

“Tanrım, düşmanlarımı da bağışla, onlara doğru yolu göster” deriz.

Böylece sevgi-saygı-insanlığa kucak açmış oluruz.

Emin Toprak – DOSTÇA

 399 total views

Seçim – Bayram ve Halkın Sesi / Emin Toprak

08.04.2024

Seçim – Bayram ve Halkın Sesi

Tüm inançların kendilerine özel gün ve bayramları vardır.

Bizde pek çok gün ile Ramazan ve Kurban Bayramı kutlanır.

İki gün sonra Ramazan Bayramı.

Dini bayramların kutlanışlarını hep düşünür çokça ‘niçin’ sıralarım.

Niçin:
*İnsanlar oruç tutar ve kurban keserler.
*Herkes en yeni kıyafetlerini giymeye çalışır.
*Çocuklara ‘bütçeye uygun’ yeni kıyafetler alınır.
*Yoksullara yiyecek, bağış ve para verilir.
*Çadırlar kurulup ‘bedava aş’ sunulur.
*Bilmem kaç gram kurban et dağıtılır.
*…

Liste böyle uzayıp gider. Ben sorunların temelinde yokluk ve yoksulluk olduğunu düşünerek, kendime fısıltıyla derim ki:

Kimi ‘günah çıkarmış’, kimi beş-on kuruş almış sevinmiş, kimi de birkaç öğün doymuş!

Mutlaka sizin de buna benzer belki de daha öfkeli fısıltılarınız vardır.

Bu fısıltılar toplumun ortak dili olmadıkça, çözüm de çare de olamaz!

Bunun için yokluk-yoksulluk çaresiz-çözümsüz kalarak devam eder!

Bunun için haksızlık, hukuksuzluk, hırsızlık yapanlar tükenmez!

Dileğim: yokluk-yoksulluk-çaresizliklere kalıcı çözümler bulunmasıdır.

* * *

AKP 2002’den beri yapılan tüm seçimleri kazandı ve iktidarda kaldı.

Ancak bu iktidar 2015 yılından beridir, tekçi bir anlayışa yöneldi ne çoğulculuk ne uzlaşı ne de barış istiyor. Geleceğini de ülkemizdeki farklı kimlikleri birbirine düşman edip çatıştırmalara bağlamış durumda.

İşte bu çatıştırıcı politikalar sonunda insanlarımızın pek çok hakkı gasp edilmiş, çok kayıplar verilmiş, büyük acılar yaşanmış ve iç barışımız bozulmuştur.

2021 yılından başlayarak da para bulmak için peş peşe ‘varlık barışı’ düzenlemesi yapılmıştır. Bu uygulamalar da ülkemizi; kara para aklayan, terörizme finansman sağlayan bir dünya ülkesi saydırmış ve ‘Gri Liste’ye aldırmıştır.

Ülkemiz bugün de dünyanın o yüzkarası ‘gri’ listesinin içinde!

Ülkemizin iç huzuru ile kaynakları tükenmiş. İşçi-memur-emekliler açlık sınırında birleşmiş. Gençlik umutsuz, güvencesiz. Hazine boş- boşaltılmış, büyük bir ekonomik çöküntü…

Ve bu kötü karnenin faili iktidar yıllardır: hem ömrünü uzatmış hem beşli çeteler kurmuş hem de ‘Mülk Allah’ındır!’ diyen nice nice varlıklı yandaş türetmiştir.

31 Mart 2024’te böyle can yakıcı günlerden biriydi ve o gün de bir seçim yapıldı. Halk yaşadığı yerleri dört yıllığına yönetecek kişileri oylarıyla seçti.

Bu kutlu bir gündü çünkü halkımız AKP’ye: ‘Artık Yeter!’ dedi

Bu sonuç, yirmi iki yıllık AKP yenilmezliğinin de bitirdi.

AKP yenilmesine yenildi de iktidarı devam ediyor.

Hani derler ya:

“Yenilen pehlivan güreşe doymaz! – Huylu huyundan vazgeçmez!”

İşte tam da öyle oldu!

Neler mi yaptılar?

Binlerce hayalet seçmen taşıyıp sahte oylar verdiler olmadı. Halka baskı-eziyet yaptılar, sandık yaktılar olmadı…

Birleşen halkın iradesine yenik düştüler ve yenilmek de çok zordur…

Hele de Kürtlerin iradesine yenik düşmek, onlara çok ağır geliyordu.

“Umduğumuz neticeyi bulamadık.” deyip:

Kürtlerin iradesini yok etmek için bulup uyguladıkları: ‘kayyum atama’ işlemini yeniden başlattılar.

Hazırlıklı oldukları için pusu ve tuzakları vardı. “Atı alan Üsküdar’ı geçti!” denecek zamanı bile seçmişlerdi! Karşı tarafın hak arayışını, itirazını önlemek için de haftanın son gününü, 17.00 bitecek çalışma saatinden de tam 5 dakika öncesini saat 16,55’i…

İşte tam da o anda:

DEM Parti Van Büyükşehir Belediye Eşbaşkan adayı Abdullah Zeydan’ın: ‘seçilme yeterliliği yoktur’ kararına vardıklarını açıklamışlar!

Bu karara göre ‘mazbata’: Van Büyükşehir Belediye Başkanı seçimini ezici çoğunlukla kazanmış olan DEM Parti adayı Abdullah Zeydan’a verilmeyecek! Onun yarısı kadar oy almış olan AKP’li Abdulahat Arvas’a verilecek!

Buradaki demokrasi dışı anlayışa bakar mısınız?

Tıpkı beş yıl önceki gibi…

Unutanlar için hatırlatalım beş yıl öncesini:

Hani, 31 Mart 2019’te de şimdiki gibi seçim yapılmıştı ya:

İşte o zaman da KHK ile ihraç edilmiş 6 kişi, Belediye Başkanı adayı olmak için başvuru yapmıştı. Ve YSK da araştırmalar yapmış sonra da başvuru sahiplerinin her biri için: “seçilme yeterliliği vardır” kararına varılmıştı.

Ve seçim yapılmış, bu altı kişi de çok büyük oy farkı ile kazanmıştı.

Fakat bu altı kişiye de ‘hayır!’ denilmişti. Çünkü bunlar HDP’li birer ‘öteki’ idi!

Onların yerine çok az oy alarak ikinci olmuş 6 AKP’liye ‘mazbata’ (resmi belge) verilmişti!

Ve HDP bu tuhaflık ve hukuksuzluğa günlerce, yıllarca karşı çıkmış, fakat yapayalnız kalmıştı.

Çünkü, ana muhalefet ve diğer muhalif güçlerin tümü: ‘bana ne’ diyerek yapılan hukuksuzluğu görmez-duymaz-konuşmaz olmuştu.

İktidar da bu sessiz-tepkisiz kalışı fırsata çevirmiş ve HDP’nin kazandığı hemen hemen tüm belediye başkanlarını birer birer görevden almış, belediye meclislerini işlevsiz bırakarak kayyumlar düzenini kurmuştu.

İşte bu demokrasi ayıbını hepimiz birer seyirci olarak birlikte yaşamış ve unutmuştuk.

* * *

Halkımız, 31 Mart 2024 günü Van Büyükşehir Belediye seçimini büyük farkla kazanmış olan Abdullah Zeydan’ın mağduriyetini görüp ona sahip çıktı.

Yurdun pek çok yerinde demokrasi yanlısı parti temsilcileri ve halk birlik olup sabahlara kadar hukuksuzluğu protesto etti.

Ve YSK da: Van İl Seçim Kurulu’nun kararını bozdu!

Böylece, AKP’nin ‘kayyum’ tuzağı; halkın karşı çıkışıyla bozuldu ve ikinci bir yenilgi almasını sağladı.

Bu kazanımı; halkın demokrasi ve insan haklar için uzlaşarak- dayanışarak sokağa çıkması sağladı.

Halkın sesi; vicdanların, demokrasinin ve özlenen barışın en büyük gücüdür.

Bu ses; haksızlık, yolsuzluk, düşmanlık ve de zalimlik yapanlar için en büyük korkudur.

Bu ses, nice diktatörlüğü tarihin karanlık derinlerine gömmüştür.

Bu kutlanması gereken demokratik bir zaferdir.

* *

‘Sarı Öküz’ hikayesinden bir alıntıyla yazımıza son verelim:

Büyük sürünün sıradan bir öküzü, liderleri Boz Öküz’e yaklaşır ve:

“Sürümüz ne kadar güçlüydü, peki ne oldu da aslanlara yenik düştük?

Diye sorar.

Boz Öküz, geçmiş pişmanlıkları ve yenilginin etkisi altında olduğu için soruyu sorana hiç bakmaz, başı öne eğik bir şekilde der ki:

“Biz bu savaşı, Sarı Öküz’ü verdiğimiz gün kaybettik.”

Bence, bu çok sarsıcı cevabı hiç unutmadan hep düşünelim…

Emin Toprak – DOSTÇA

 401 total views

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu