Press "Enter" to skip to content

Forum / Ne Umdum? Ne Buldum?

 

 

 

 

 

 

Rowland Heights Ne Umdum? Ne Buldum?

Matematikle olan tanışma serüvenimden başlayarak üniversitede matematik öğretimi dersinde bir ders saati yapmış olduğum öğretmenlik deneyimime kadar yaşadıklarımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Matematikle tanışmamla başlayayım. Aslında pek de güzel bir tanışma değildi. Acaba matematik mi yanlış tanıtmıştı kendini bana, yoksa ben mi anlayamamıştım onu? Yoksa klişe ayrılma repliklerinde olduğu gibi sorun matematikte değil de ben de ya da öğretende miydi?

http://ashmann.uk/tag/2010/ Matematikle İlkokul Serüvenim

İlkokul sıralarında matematikle tanışmamla başladı matematiğe olan nefretim ve gün geçtikçe bu nefret bir çığ gibi büyüdü büyüdü… Sıkıcı geliyordu matematik dersleri. Oysa bir resim dersi nasıl güzeldi, boyalar elinde hayal gücünün derinliklerinde dolaşmak, renklerle dans etmek, kendine yeni dünyalar kurmak, istediğinde kanatlanıp uçmak, sihirli dünyaya açılan kapının kilidini elinde tutmak, tüm hayallerini gerçekleştirmek… Resim derslerinde öğretmen gelip şu sayıyla şu sayıyı topla, cevap kaç? gibi komutlar vermiyordu, tek bir cevabı olan soruların sonuçlarını kim daha önce söyleyecek diye yarıştırmıyordu, soruyu ilk çözenlere yıldız atma gibi ödüller yoktu ya da soruyu yapamayanlar teneffüse çıkamayacak gibi cezalar verilmiyordu.

Bir müzik dersi gibi olabilir miydi matematik? Notaların eşliğinde huzur bulurken ruhum, sayılar eşliğinde de huzur bulabilir miydi? Müzik dersinde olduğu gibi bir koro yaratılamaz mıydı matematikte de? Koro oluşturmak için yeterince zengindi sınıflar. Her birinin bakış açısı farklıydı. Öğretmen de bu koroyu, bu çeşitliliği yönetse tıpkı bir koro şefi gibi ve muhteşem bir ahenk haline getirse nasıl olurdu? Yalnızca koro şefinin bulunduğu bir koro hiç koro olur muydu? Fakat sınıflar, sınıflarımızda yaratılan koronun tek bir üyesi vardı o da koro şefi, yani öğretmen. Kendi çalıyor, kendi söylüyordu.

Peki, bir beden dersi gibi olabilir miydi matematik? Masmavi gökyüzüne bakarak, ciğerlerimi dolduran hava içerisinde koşuşturabilir miydim matematikte de? Evet, koşuşturma kısmı olurdu sanırım, maraton yarışmacısı gibi sorular arasında oradan oraya savrulabilirdim. Verilen süre içerisinde tüm soruları yap komutu altında… Özgürlük bunun neresinde? Sorular benim hapishanemdi, soruları çözmek için bahşedilen süre de mapus süremdi.

Size biraz da matematik öğretmenimden hatta genel anlamda matematik öğretmenlerinden bahsedeyim. Öncelikle matematik öğretmenleri sert, disiplinli, otoriter öğretmenlerdir. Böyle olunca da bir yeri merak ettiğinde sormayı bırakın, öğretmen soru yönelttiğinde dahi cevaplamaya cesaret edemez insan. Herkesin yüzünde aynı korku, aynı endişe vardır. Öğrenci yalnızca bir objeymiş de fikirleri, görüşleri, yargıları, hisleri yokmuş; her bir öğrenci bir diğerinin aynısıymış gibi davranır öğretmenler. Oysa unuttukları bir şey var. Bizler, öğrenciler bu ülkenin geleceği, umut kaynağıyız. Öğrencilerin fikirlerini önemsememek demek öğretmenin sınıftaki masayla, sandalyeyle, duvarlarla öğrenciyi bir tutuyor olması demektir. Freire’nin bankacı eğitim anlayışı diyaloga direniş gösterir. Öğrencinin sorgulamasını ve eleştirmesini istemez. Oysa öğrencilerin sesi tüm sınıfı dolduran oksijen gibidir, onlarsız bir sınıf olamaz.

Öğretmen tahtaya, öğrencilerin karşısına geçmiş yazıyor, siliyor, konuşuyor; yazıyor, siliyor, konuşuyor… Kurtarıcımız olan teneffüs zilinin çalmasına kadar bu döngü devam ediyordu. Bense ne zaman bu işkenceden kurtulacağım diye ağır ağır ilerleyen yelkovanı izliyordum. Keyif aldığım bir vakit geçirsem nasıl da hızlı ilerlerdi saat. Sanki akreple yelkovan yarış ederdi. Şimdi ise sanki yelkovanın ilerleyişine bir güç mani oluyordu. Bu güç matematik tanrısı olabilir miydi acaba? Belki de matematik tanrısı zamanı yavaşlatıyor ve bizi sayılarla örülü dikenli teller içerisine hapsediyordu.Öğretmen teneffüs ziliyle birlikte kocaman harflerle tahtaya ÖDEV yazıyor, “Şu sayfadan şu sayfaya kadar olan problemler bir sonraki derse kadar çözülecek.” diyordu. İtiraf etmem gerekirse hiçbir zaman matematik dersinde verilen ödevleri dikkatli bir şekilde, düşünerek, sorgulayarak yapmadım. Ezberimde ne varsa, öğretmen bize ne yazdırdıysa o sorulara benzeterek yaptım ödevleri. Ezberci ve prosedur takip eden eğitim-öğretim sistemiyle. Yani anlayacağınız ilkokulun sonunda mükemmel bir soru benzeticisi olup çıkmıştım.

Çok çalışırsan, ödevlerini eksiksiz ve hatasız yaparsan, sınıfta hiç konuşmazsan ödül alırdın; ödevlerini yapmazsan, sınıfta dersle alakalı alakasız konuşursan da ceza alırdın. Ödül ve ceza üzerine kurulmuş bir eğitim sistemiydi bizimkisi. Sanki öğrenciler Pavlov’un köpeğiymiş de üzerimizde klasik koşullandırmaya dayalı deney yapılıyor gibiydi.

Matematikle Ortaokul Serüvenim

Ufak bir umut da olsa ortaokul matematiğini sevebileceğime dair bir hisse kapıldım. Fakat yanılmışım. Hem de oldukça yanılmışım. İlkokulda anlamadığım matematikten çok daha zor bir matematikti karşımdaki. Sanki benimle birlikte matematik de büyümüş sorunları, problemleri artmıştı. Eskiden “Bu dört işlemin sonucu nedir?” şeklindeki soruların yerini çok daha karmaşık ifadeler almıştı. Üstelik bu yetmezmiş gibi, adını dahi hatırlamadığım sürekli değişen lise sınavına geçiş için tüm okulu bir telaş sarmıştı. Sanki biz değil de okulun kendisi girecekti sınava. Fakat sonradan anladım ki bu telaş bizlerin iyi yerlerde eğitim almamızdan duyacakları mutluluktan değil, tamamen kendileri için, tanınmak için, kocaman afişlerle okulun girişine liseye geçiş sınavında şununcu bununcu bizim okulumuzdan çıktı diyerek ünlenebilmek, başarılı okul unvanı alabilmek içindi. Oysa okulların başarılı okullar-başarısız okullar diye kutuplaşması ne kadar acı vericiydi. 4 yılın sonunda 2-3 saatlik bir sınavla başarılı veya başarısız ismi alınıyordu. Fakat kimse bakmıyordu yeteneklere, ilgilere, eleştirelliğe, bizi biz yapan özelliklerimize… Sadece ÇALIŞ… ÇALIŞ… ÇALIŞ… rekabetçi öğrenme ve eğitimin yıkıcı sonuçlarıyla… Anlaşılan sistemle de matematikle de yıldızımız hiç barışmayacaktı.

Matematikle Lise Serüvenim

Liseye başladığımda matematikten tamamen ümidi kesmiştim. Ama şu hayatımızı belirleyen 2-3 saatlik sınavlarla iyi bir üniversiteye girmek istiyorsam matematik yapmak zorundaydım. Çoğu kişiye göre devlet liseleri niteliksiz, başarısız öğrenciler yetiştiriyordu. Üniversitede güzel bir bölüm okuyabilmek için ya devlet lisesinde okuyorken aynı zamanda dershaneye gitmek gerekiyordu ya da temel liselere, kolejlere yazılmak…Bense orta üstü durumda bir anadolu lisesine girebiliyorken ailemle konuşmamız sonucunda sınıf mevcudunun azlığı, teknolojik olanaklar, sosyal aktivitelerin çokluğu gibi nedenlerle bir kolejin fen lisesi kısmına yazıldım. Evet, bu kolej devlet okullarıyla kıyaslandığında öğrencilere değer veren, öğrencilerini el üstünde tutan, duygularına, düşüncelerine önem veren öğretmenlerle doluydu. Oysa sonradan anladım ki burada öğrencilere değer verilmesinin temel sebebi öğrencileri ticari bir kaynak olarak gördükleri içinmiş. Sanki parayla bir ürün almışız gibi  ki bu ürün eğitim alma hakkı oluyor, karşılığında da eğitim verilmesini bekliyorduk. Yani ticarethanenin ta kendisiydi.

Matematik derslerine gelince burada da matematik derslerini sevemedim. Belki öğretmenlerle daha rahat iletişim kurabiliyor, sorularımı onlara iletebiliyordum fakat yine de matematiğe ısınamıyordum. Buranın devlet okullarından tek farkı matematik öğretmeninin soruyu tahtaya yazmak, silmekle uğraşmak yerine akıllı tahtadan ekrana yansıtıp üzerinde işlemler yapabilmesiydi. Yani devlet okulunda sıkıcı bulduğum matematik eğitiminin teknolojiyle buluşmuş haliydi bu. Yine biz öğrenciler sorgulamıyor, tartışmıyor, olan bilgileri kabullenerek üniversite sınavları için dur durak bilmeden çalışıyor da çalışıyorduk. Artık o kadar fazla soru çözmüştük ki soruları ezberlemiştik. Soru üzerinde düşünmeye dahi gerek kalmadan birkaç kalem darbesiyle soruyu çözüyorduk. Ta ki yeni nesil sorular karşımıza çıkana kadar. Yeni nesil soruları çözebilmek için Bloom’ un taksonomisine göre kavrama düzeyini, uygulama düzeyini ve hatta analiz düzeyini aşmış olmamız gerekirdi, sorgulamamız, olaylar arasında ilişki kurmamız gerekirdi ki anlattığım şekilde eğitim almış kişilerden bunu beklemek pek de doğru olmazdı. Eğitim sisteminin öğrencilere empoze ettiği ezbercilik, sıradan düşünme, kolaya kaçma özelliklerimizle yeni nesil sorularda başarılı olabilmemiz imkânsızdı.

Bu arada hayalim öğretmen olmaktı. Edebiyat öğretmeni olmak…Şiirleri, kitapları, okumayı, yazmayı, düşünmeyi, sorgulamayı, tartışmayı çok seviyordum. Edebiyat öğretmenliği okuma hedefiyle çıktığım yoldan matematik öğretmeni adayı olarak nasıl mı ayrıldım? 11. Sınıfta bazı şeylerin farkına varmaya başladım. Bu farkına varma sürecini test çözmekten zaman buldukça okuduğum kitaplara borçluyum sanırım. Gördüm ki matematik uçsuz bucaksız bir okyanus. Hayatımızın her alanında, her anında matematikle karşı karşıyayız. Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz tüm doğal yapılardan beşeri yapılara kadar matematiğin yarattığı bir dünyadayız. Matematiğin ne denli değerli olduğunu, her tarafımızın matematikle çevrelendiğini neden ifade etmemişti öğretmenlerimiz? Neden tek yaptıkları tahtada yazıp silmek, gürültü olduğunda bağırmaktı? Oysa bir konunun anlaşılabilir olması için öğrencinin onu arkadaşlarıyla tartışması, düşünmesi, sorgulaması gerekmez miydi? Peki, bu susun, sessiz olun komutları arasında nasıl olur da özgürce düşünebilirdi öğrenciler?

Matematikle Üniversite Serüvenim ve Bir Derslik Öğretmenlik Deneyimim

Gelelim üniversite serüvenime… Gazi Eğitim Fakültesinde Matematik Öğretmenliği okumaya başladığımdan beri matematik öğretmeni olmanın kolay bir iş olmadığını, emek gerektirdiğini, tutkulu bir mücadele gerektirdiğini biliyordum. Bu farkındalık içinde sizinle bir öğretmenlik deneyimimi paylaşmak istiyorum.

Matematik Öğretimi alan eğitim dersinde bir derslik öğretmenlik yapmam gerekiyordu. Çok heyecanlıydım. Belki de haftalardır bekleyişlerimin, hazırlıklarımın ardından yapacağım o ders için, bir saat de olsa öğretmenliğin tadına varacağım için çok mutluydum. Dersimi planlarken kafamda hep şu soru vardı: Nasıl farklı olabilirim? Hayır, diğer öğretmenler gibi sıradan, ezberci, sorgulatmayan, otoriter, katı disiplinleri olan, öğrenciye obje gibi davranan bir öğretmen olmak istemiyordum. Ben farklıydım ve bunun farkındaydım. Öğrencilere özgür düşünme hakkı vermek, onlarla tartışmak, sorgulamak, onlara hem öğretmek hem de onlardan öğrenmek istiyordum. Öyle bir ders planı hazırlayacaktım ki öğrenciler düşünce özgürlüğünü benliklerinde hissedeceklerdi. Öyle bir ders planı ki meraklı bakışlarla dolu, sorgulayan, tartışan, özgürce düşüncelerini dile getiren bir sınıf…Peki, bu mümkün müydü? Yıllardır geleneksel eğitime maruz bırakılmış kişiler, ergin olmama halinden yani kendi akıllarını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamamaktan kurtulabilir miydi? (Immanuel Kant- Aydınlanma Nedir?)

Öğreten öğretmen değil, öğrenen öğretmen olmak istiyordum. Çünkü biliyordum ki bir öğretmen kendi alanında ne kadar bilgi birikimine sahip olursa olsun, alan bilgisi ne kadar geniş olursa olsun her şeyi bilmesi imkânsızdı. Yalnızca okyanusta bir damlaydı alanında olan bilgisi. Öğrencilerle tartışırken, sorgularken yeni bilgiler öğrenecek, bu doğrultuda kendimi geliştirecektim. Ne güzel demiş Sokrates “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.”

Kendimce tüm bu sıraladıklarımı hayata geçirebileceğim ders planımı oluşturmaya başladım. Amacım, pasif bir şekilde, tartışmadan, yalnızca öğretmeni dinleyerek ve sınıftaki otoritenin öğretmen ve ders kitapları olduğunu bilerek aldığımız eğitim anlayışını yıkmaktı. Öğrencilerin de sınıfta öğretmen kadar aktif olması gerektiğini yani özne-özne ilişkisinin gerekliliğini, tartışarak öğrenmeyi, öğrenciyi düşünmeye ve tanımı kendi zihninde oluşturmaya teşvik eden bir eğitimin ne denli yararlı olduğunu sezinletmeye çalıştığımız derslerle nitelikli, üretken bireylerin yetiştirilebileceğine inanıyordum ve hala da inanıyorum. Duygu ve düşüncelerini paylaşarak derse katkıda bulunacak öğrencilerle, derse ilgi artacak ve yeni bilgiler, düşünceler ile önümüz aydınlanacaktı. İnanıyordum ki bir bilginin kalıcı olmasını istiyorsak o bilgiyi kendimiz araştırmalı ve keşfetmeliyiz. Bunun için de dersimde hissedecek, fark edecek ve keşfedecektik.

İlk olarak hangi sınıf düzeyinde, hangi konunun, hangi kazanımını ele alacağımı belirlemeliydim. Uzun araştırmalarımın ardından 12. Sınıf düzeyinde bir konu seçmeye karar verdim. Amacım bir fonksiyonun mutlak maksimum, mutlak minimum, yerel maksimum ve yerel minimum noktalarını öğrencilerin uygulamalarla keşfetmesiydi. Hedeflerim ise

  • Öğrenci bir fonksiyonu tablo, denklem, grafik ve sözlü açıklama ile temsil edebilecektir.
  • Öğrenci, gerçek hayat verilerini içeren bir fonksiyon için mutlak maksimum, mutlak minimum, yerel maksimum ve yerel minimum noktalarını tanımlayarak GeoGebra ile uygulamalar yapabilecektir.
  • Öğrenci, savaş ve barış hakkındaki düşüncelerini ifade edebilecektir. şeklindeydi.

Bu derste kullandığım malzemeler ve kaynaklar: GeoGebra, 36 adet GeoGebra etkinlik kâğıdı, TRT Belgesel İnsansız Hava Araçları YouTube videosu ve 36 adet “Test Uçuşu” etkinlik kâğıdı idi.

Ders Zamanı

Dersime büyük bir heyecanla başladım. İlk defa öğretmen rolümle tahtadaydım. 36 kişinin bakışları altında sınıfın ortasında durmuş tek tek gözlerine bakıyordum acaba öğrenmeye dair bir ışıltı var mı diye. Fakat hepsinin gözünde de dersin bir an önce bitmesini uman bakışlarını hissettim. Bu boş bakışlar beni biraz üzdü. Ancak pes etmeyerek o bakışları öğrenmeye istekli, düşünen, sorgulayan bakışlara çevirmek için elimden geleni ve hatta daha fazlasını yapmaya hazırdım. Nereden başlamam gerektiğini kendi öğrencilik hayatımdaki deneyimlerimden biliyordum. Öncelikle birçok öğretmenin ders planlarında çoğu zaman atladığı veya yüzeysel bıraktığı öğrencileri derse karşı isteklendirmem, motive etmem gerekiyordu. Onları konuşturmam, ne kadar önemli olduklarını, düşüncelerine ne denli önem verdiğimi onlara hissettirmem gerekiyordu. Herkesin aktif katılımıyla etkileşimli, paylaşımcı, bütüncül, değerler eğitimine yer veren bir ders olmalıydı benimki.

Değerler Eğitimi Olmazsa Olmaz

Değerler eğitimi bana göre dersin en önemli, öğrencilerde değerler üzerine bilinç oluşturulduğu bölüm. Bizlerin eğitim hayatımız boyunca çoğu öğretmenin yer vermediği, atladığı, bir köşeye gizlediği bir bölüm. Alan bilgisi vermek uğruna öğrencilere nasıl insan olunacağı öğretilmiyordu. Birlikteliğin, dayanışmanın, işbirliğinin önemi gösterilmiyordu onlara. Bu durumda yetişen bireyler de yalnızca kendini düşünen, empati yoksunu, bencil bireyler olup çıkıyordu.

Yardımlaşmanın önemi öğretilmiyordu öğrencilere. Oysa dünyamızı güzelleştirecek olan yardımlaşma, paylaşma, dayanışma değil miydi? Sevgi öğretilmiyordu öğrencilere. Bir şeyi sevmenin ne demek olduğu, ne denli önemli olduğu… Oysa eğitimin temel amacı öğrencilerin sevgi dolu, sevecen ve duyarlı vatandaşlar olmalarına yardımcı olmak olmalıdır gerisi sadece detay.  İnsanların dünyada sevecek bir şeyi olmayınca tüm bağları kopuyordu dünyayla, insanlarla. Bu durumda yaşanılan en ufak sıkıntıda zaten sevmedikleri dünyadan göç etme kararı alıyordu insanlar. Sevginin öğretilmemesi sonucu hiç düşünmeden bazen tek bir kurşunla, bazen gökyüzünden süzülerek, bazen şeker gibi gördükleri ilaçlarla ayrılıyorlardı aramızdan. Anlayacağınız değerler eğitimi vermemek kişinin canına bile mal olabiliyordu.

Saygı nedir bilmiyordu öğrenciler. Kendilerine hiç saygı duyulmamıştı ki nereden bilebilirlerdi saygı duymayı çevresine? Sonrasında yeni neslin saygısız olduğu konuşuluyordu.

Dayanışma öğretilmiyordu öğrencilere. Sınıftaki her öğrenci bireysel başarılar elde etmek, diğerlerini geride bırakmak istiyordu. Fakat bireysel başarılar ve diğerlerini geride bırakmak ancak yarışmalarda olurdu. Yarışmalarda her biri bir diğerinin rakibiydi, ancak eğitimde rakip olmak nedendi? Kardeşlik, dostluk gibi duygular varken eğitimde hırsın ne işi vardı? En önemli öğrenme yöntemi akran dayanışmasıyken neden kimse bilgilerini diğer arkadaşlarıyla paylaşmak istemiyordu? Bilgi paylaşıldıkça güzelleşmez miydi? Neden bizleri insan gibi insan yapan değerleri öğrencilere aşılamak yerine onları ayrıştırıyor, farklılaştırıyor, yarıştırıyorduk?

Sorumluluk almayı bilmiyordu öğrenciler. Özgürlük sorumluluktur…Bu yüzden bazı insanlar sorumluluk sahibidir. Neden öğretmenler onlara güvenerek sorumluluklar vermek yerine herkesi kapsayan zorunluluklar yüklüyordu ki? Okullarda yapılan etkinliklerde, bayramlarda bile etkinlikte görevli olan öğrenciler seçilirken öğretmenin aradığı nitelikler en iyi okuyan, en güzel sesli olan, sahneye en yakışan, en iyi ezberi olan,en iyi şiir okuyan, en güzel olan, en yakışıklı olan, en başarılı olan, en uslu olan,… EN, EN, EN!!! İşe alım için eleman mı seçiliyordu da bu kriterler sıralanıyordu, elemeler yapılıyordu? Öğretmenler, öğrencilerini neden bu şekilde kıyaslıyordu? Öğretmenlerin bir amacı da öğrencilerine sorumluluk kazandırmaksa bu şekilde elemeler yapıldığında seçilemeyen, dışarıda kalan öğrenciler sorumluluk duygusunu nasıl öğrenebilecek ve kendini nasıl geliştirebilecekti?

Peki, öğrencilere hoşgörü neden kazandırılmıyordu? Okullarda verilen tek tip insan olma eğilimi içerisindeyken nasıl olacaktı da farklı düşünceleri dinlemeyi kabul edebileceklerdi? Günümüzde herkesin doğrusu kendi doğrusu. Karşısındakinin düşüncelerini tam olarak anlayamadan onlara kulaklarını tıkamak nedendi? Bunun nedeni sınıflarda öğrencilerini dinleme gereği dahi duymadan, dinlese bile tam anlamadan itiraz eden öğretmenler olabilir miydi?

Özgürlük neden öğretilmiyordu? Özgürlükten daha güzel bir şey olabilir miydi? Hiçkimsenin esareti altında kalmadan kendi kanatlarınla bulutların arasında dolaşmanın yerini başka bir şey tutabilir miydi? Gerçi okullar fazlasıyla özgürlüğün karşıtıydı. Fiziksel anlamda bile dünyadan soyutlanmış, hapishane misali tel örgülerle çevrelenmiş, karanlık, korkunç yapılar… Böyle bir ortamda kim özgür olabilirdi ki, kim düşüncelerini özgürce ifade edebilirdi?

Dürüstlük neden öğretilmiyordu? Şu an toplumumuzda en çok ihtiyaç duyduğumuz dürüst insanlar… Etrafımızda yalancı insanlar dönüp dolaşırken özü sözü bir olan biriyle karşılaştığımızda şaşırıyoruz. Oysa tam tersi olması gerekmez miydi?

Alçak gönüllülük neden öğretilmiyordu? Alçak gönüllü insanlara ne kadar da ihtiyacımız var. Herkes küçük dağları ben yarattım havasıyla dolaşırken, kendini mükemmel zannederken paranın ele geçirdiği toplumda empati yoksunu insanların arasında çoğu şeyi bildiklerini iddia ederlerken onları pek de bir şey bilmediklerine ikna edip nasıl öğrenme gerçekleştirilebilirdi ki?

İş birliği neden öğretilmiyordu? İş birlikli öğrenmeden, dayanışmadan daha güzel bir şey var mıydı dünyada? Farklılığın, çeşitliliğin olduğu yerde sorgulama, tartışma olur. Sorgulamanın, tartışmanın olduğu yerde ise kalıcı öğrenme…Hayat boyu öğrenme…

Belki de tüm bu saydıklarımın içerisinde en önemlisi dayanışma, birlik, beraberlik neden öğretilmiyordu? Birliğin, beraberliğin olduğu yerde savaşlar, anlaşmazlıklar olur muydu? Dünyanın bugünkü haline gelmesindeki en önemli faktör kuşkusuz okulların öne çıkardığı bireyselcilik. Kimse diğerini önemsemezken, empati kurmazken, düşüncelerine değer vermezken nasıl olur da hayalimizdeki dünyada yaşayabilelim?

Etkinlik Başlıyor

Değerler eğitimine vurgu yaptıktan sonra öğrencilere bir İHA’nın hız- zaman grafiği verilerek oluşturulmuş etkinlik kağıtlarını dağıtacaktım. Fakat etkinliği dağıtmadan önce hem öğrencilerle aramızdaki buzları eritmek adına hem de dersi tek konuşan kişi olarak bitirmemek için öğrencilere“İHA’lar hakkında bilgisi olan var mı?” diye sordum. Sınıfta tek bir çıt bile yoktu. Ya karşımdakiler düşünme yetisine sahip olmayan varlıklardı ya da ben onlar için cevaplanması çok zor olan bir soru sormuştum. Hayır, ikisi de olamaz. İHA hakkında nasıl olur da Gazi Eğitim Fakültesinin öğrencilerinin haberi olmazdı, düşünceleri olmazdı? Bu mümkün değildi. Herkesin İHA’nın ne olduğunu bildiğine emindim. Bunu kanıtlamak için sınıftan rastgele birini seçtim ve İHA hakkında ne bildiğini sordum. Aldığım cevap ise beni öylesine şaşırttı ki… Tam tanımını yapamam diyordu karşımdaki öğrenci. Ondan tam tanımını yapmasını istemediğimi, yalnızca İHA hakkında bildiklerini söylemesini istedim. Sonuç ne mi oldu? Yine derin, bu sefer uzun soluklu bir sessizlik. Geleceğin öğrencilerini yetiştirecek olan öğretmenler böyle yetişiyordu işte. Tek bir kelime söylemekten, yorum yapmaktan yoksun.

 Anlamıyordum. Bu nefret dolu bakışlar nedendi? Sırf geleneksel eğitim anlayışından farklı bir yol izlediğim için mi? Onlara insan değeri verdiğim için mi? Hiçbirinin görüşlerine, düşüncelerine önem vermeden tahtaya geçip de bu böyle bu böyle diye anlatsam eminim çok memnun olurlardı. Neden değişime kendimizi bu kadar kapatıyoruz? Teknoloji gelişiyor, içinde yaşadığımız dünya değişiyor. Buna rağmen hala geleneksel bir eğitim veriyorsak nasıl olacak da eleştirel düşünen bireyler yetiştireceğiz? Birilerine itaat eden nesil yetiştirmek bizim özgürlüğümüzü bir süre sonra yok etmez mi? O zaman ne anlamı kalır Türkiye Cumhuriyeti olmanın? Fikirlerin esaretinde olmanın ülkenin işgal edilmesinden, bağımsızlığımızın elimizden alınmasından ne farkı var?  Anlayacağınız öğrencileri motive etme noktasında yaptıklarım öğrenciler tarafından anlaşılmamıştı. Belki de onlar anlaşılmaması için ellerinden geleni yapıyorlardı.

İHA hakkında yanıt alamadığım sınıfıma kısa bir İHA belgeseli izleterek bilgilenmelerini sağladım. İHA hakkında bir bilgisi olan var mı sorularıma hiçbir tepki alamadığımdan belgeselde bazı noktaları açıklama gereği duydum. Böylece belki de onlardan istediğim bilgilerin üst düzey bilgiler olmadığının, günlük hayatta sık sık kullandığımız bilgiler olduğunun farkına varmalarını sağlamaktı amacım. Belgeselin sonunda tekrar onlara “İHA hakkında hangi bilgileri edinmiş oldunuz?” “Belgeselde sizi şaşırtan kısımlar oldu mu?” “Gerçekten bu izlediğimiz belgeseldeki bilgilerden tümünü şu an duydum diyen var mı?” şeklinde sorular yönelttim. Fakat yine bomboş bakışlarla karşılaştım. Anlaşılan sınıf sessizlik yemini etmişti.

Sonrasında ise önceki derslerimizde yaptıklarımızı onlara hatırlatarak ön bilgilerinde bir eksiklik olup olmadığını inceledim. Tabi, hiçbir soruya cevap vermeyen öğrencilerin ön bilgilerinde eksik olup olmadığını anlamak çok zor oluyordu. Bu noktada öğrencilerin beden hareketlerini inceleyerek eksik olduklarını düşündüğüm noktaları kısaca hatırlattım.

Test Uçuşu Etkinliği

Şimdi asıl etkinliğim olan Test Uçuşu etkinliğini yaptırmak için sınıfı gruplara ayırmam gerekiyordu. Öğrencilerin bireysel çalışmalarını istemiyordum. Grup içinde birbirleriyle tartışarak düşüncelerini ifade etmeyi öğrenebileceklerini sanıyordum. Grup çalışması yaptırmamdaki asıl amaç ise öğrencileri birliktelik, beraberlik ve dayanışma içerisinde olmaya teşvik etmekti. Gruplamayı kura yoluyla yapmaya başladım. Çektirdiğim kartlar üçer adet aynı geometrik şeklin bulunduğu kartlardı. Aynı şekli çekenler üçerli gruplar oluşturacaktı. Sınıfa kartları çektirmeye başladım. Henüz kartların çekimini herkes tamamlamamışken yaptığım onca uyarıya karşı öğrenciler hareketlenmeye, bağrışmaya başlamıştı bile. Buradan sessiz sınıfların en beğendiğim sınıflar olduğu algısını çıkarmayın lütfen. Çünkü karşımda sessiz bir sınıf varsa orada bir problem olduğunun bilincindeyim. Sınıf sesli olsun istiyordum. Fakat burada sesliden kastettiğim duygularını, düşüncelerini, bilgilerini birbirleriyle paylaşmaları ve tartışmalarıydı. Sınıfta ise anlamsız bir kargaşa ortamı oluşmuştu. Şaşırdığım şey şu an üniversite öğrencilerine mi ders anlatıyor yoksa ilköğretim öğrencilerine mi ders anlatıyor olduğumu anlayamamamdan kaynaklıydı. Ben sınıfı şok olmuş bir şekilde izlerken bir öğrenci elinde eşkenar dörtgen çıkmış olan kartıyla üzerime yürüyordu. “Eşkenar dörtgeni bulamadıııım” diye haykırıyordu. Bu yaşadıklarımın bir kâbus olmasını dilerdim ama hayır karşımda sınıf arkadaşım kendinden geçmiş bir şekilde sınıfın ortasında bir yandan elindeki kartı sallayarak üzerime doğru yürüyor bir yandan da haykırıyordu. Öğrencinin grubunu bulup öğrenciyi grubuna yönlendirdikten sonra sınıfın sakinleşmesini beklemeye başladım. Sınıfın ortasına geçip de “Susuuun!” diye bağırmak, tehditler savurmak istemiyordum. Kendilerini baskı altında hissetmesinler özgür hissetsinler istiyordum.

Uzun bekleyişlerimin ardından sınıf biraz da olsa sakinleşti. Şimdi ise dağıtacağım etkinlik hakkında onları kısaca bilgilendirip soruyu gönüllü bir öğrenciye – ki tam olarak gönüllü değildi, kimse okumak istemeyince nefret dolu bakışları en az olan öğrenciye okur musun diye rica ettim. – okutturdum. Soru hakkında kafasında soru işareti olanları belirlemek adına “Her şey açık mı?” “Soruda bizden ne isteniyor?” şeklinde sorular yönelterek soruda vurgulanan yerleri ifade ettim.

Daha sonra etkinlik kâğıtlarını gruptaki her üyeye dağıttım. Bu kısımda da bana “Neden bir gruba tek etkinlik kâğıdı vermiyorsunuz da her birimize ayrı ayrı veriyorsunuz?” soruları yöneltildi. Yine açıklamamı dinlemeden ön yargılı davranmaya başlamışlardı. Onlara herkesin ana hatlarıyla düşüncelerini grup arkadaşlarıyla tartışırken kâğıtlarına yazmalarını, en sonunda ise vereceğim kâğıtta tüm bu düşüncelerin sentezi olan ürünleri oluşturmalarını istediğimi açıkladım. Bunları yaparken öğrencileri belli bir süreye hapsetmek istemiyordum. Sınavlarda olduğu gibi kısıtlı bir zaman dilimi içinde çalışmalarının yaratıcılıklarını, özgünlüklerini ve de en önemlisi özgürlüklerini kısıtlayabileceğini düşünüyordum. Fakat maalesef bu dersi oluştururken belli bir süre içinde kalmak zorundaydım. Onlara kendimce, kendimce diyorum çünkü herkesin düşüncelerini ortaya koyuş biçimi ve ürünü oluşturma süreci birbirinden farklıdır- yeterli bir süre vererek etkinlikle grupları baş başa bıraktım. Ben de elime gözlem defterimi alarak nasıl düşündüklerini, nerelerde takıldıklarını gözlemlemeye ve not almaya çalışıyordum.

Hayal Kırıklığım

İlk gözlemim beni çok üzdü. Grup etkinliği yapmalarını istediğim gruplar ne tartışıyor ne de konuşuyordu. Sürekli onlara şu hatırlatmayı yaptım: “Grup arkadaşlarınıza fikirlerinizi, düşüncelerinizi ifade ederseniz daha nitelikli ürünler ortaya koyabilirsiniz.” Bu hatırlatmalara rağmen herkes bireysel çalışmak istiyor, fikirlerini arkadaşlarıyla paylaşmak yerine kendisine saklıyordu.

Bilgisini neden kimse birbiriyle paylaşmak istemiyordu ki? Her zaman tek başımıza hareket edemeyiz. Önemli bir karar alma aşamasında olduğumuzda ailemizle, arkadaşlarımızla, öğretmenlerimizle, değer verdiğimiz tüm insanlarla görüşürüz de sınıflarda neden böyle hareket etmeyiz? Öğrenciler, sınıfa girdiklerinde sanki bir pelerin giyiyorlar. Bu, sınıftaki herkesten düşüncelerini, fikirlerini, bilgilerini saklama pelerini. Bazen insanlığımız ağır basıyor da arkadaşlarımıza yardım etmek istiyor, onlara derslerde anlamadıkları yerleri anlatıyoruz. Fakat karşımızdaki kişiyi çalıştırdıktan sonra sınavda bizden yüksek not alırsa vay haline. Karşısındakiyle bir daha hiçbir bilgisini paylaşmıyor. Hep ben en iyi olayım, en yüksek notları ben alayım, çevremdeki herkes tarafından en çok övülen kişi ben olayım çabası içindeler. Karşılarına onlardan daha çok “EN”leri toplayan bir kişi çıktığında, hele de bu kişiyi istemsizce kendileri yarattıklarında o “EN” lerin tamamı kişiyi boğmaya başlıyor. Böyle bir ortamda nasıl olur da birliktelik yarışmanın önüne geçebilir?

Gözlem defterimle sınıfta dolaşmaya devam ederken öğrenciler benden sorunun doğru cevabını söylememi bekliyorlardı. Benden soruyu çözebilmek için ya da sorunun doğru çözümüne onların düşünmelerine izin vermeden ulaşabilmeleri için yardım istiyorlardı. Bense sorulan sorulara anlaşılmayan yerler dışında cevap vermiyordum. Öğrencilerde doğru cevabı yalnızca öğretmen bulabilir algısı yaratmak istemiyordum. Onları kendileriyle ve grup arkadaşlarıyla baş başa bırakmayı, onlara olabildiğince müdahale etmemeyi tercih ettim.

Gerçekten de günlük hayatta da yapabileceğimiz, bildiğimiz bir şey konusunda ailemiz, akrabalarımız, arkadaşlarımız ya da genel anlamda insanlar bizi yönlendirmeye çalıştıklarında sitem etmiyor muyuz? “Benim de düşünme yeteneğim var, bu yetenek sadece size bahşedilmedi!” demiyor muyuz? Madem okulları hayatla iç içe olan yerler haline getirmek istiyoruz, o halde günlük hayatta yaşadığımız olaylara verdiğimiz, vereceğimiz tepkileri de dikkate almalıyız. Ben tüm bunlar nedeniyle ipucu vermekten çekinirken onlar ısrarla, provokasyonla “Hocaya bak, cevabı bilmiyor.” diyerek gülüyorlardı. Bense doğru cevaba giden ipuçlarını vermek yerine problemin çözümü için verdiğim ipuçlarını öğrencilerin fikirlerine ve düşünme yollarına dayandırıyordum. Problemin doğru çözümünün bende olduğunu ima etmekten kaçınıyordum. Yine de ısrarla doğru cevabı öğrenmek istiyorlardı. Etkinlik kâğıtlarının üzerinde bir çizgi bile yoktu. Soruyu çözmek için hiç uğraşmamışlardı ki. Ben cevabı söylediğim zaman etkinlik kâğıdına cevabı yazıp “Tamam, ben zaten buldum.” mu diyeceklerdi? Gerçekten anlayamıyorum. Benim karşıma böyle bir öğretmen çıksa ne kadar mutlu olurdum oysa. Cevapların önemsiz olduğunu belirten, çözüm yollarımızın, farklı ve eleştirel yaklaşımlarımızın, grup tartışmalarımızın değerli olduğunu belirten bir matematik öğretmeni… Var mıydı böyle bir öğretmen? Çok mu hayalperestim yoksa. Ama hayır, yoksa bile ben böyle bir öğretmen olacağım. Engel olmaya çalışanlara karşı sonuna kadar mücadele edeceğim.

Etkinlikte ilk soru için verilen süre dolduğunda herkes benden tahtada çözümü yapmamı bekliyordu. Bense çözümü tahtada kendim yapmak yerine her gruba söz hakkı vermeyi tercih ettim. Değişik düşünen grupların fikirlerini grupları gözlemlediğim sırada yazdığım defterden inceleyerek gruplardan bu düşüncelerini sınıftaki tüm arkadaşlarının anlayabilecekleri şekilde açıklamalarını istedim. Sınıfı öğrencilerin fikirlerini paylaştıkları bir ortama dönüştürmek için çabalıyordum.

Fakat gördüğüm bir diğer üzücü taraf kimse itiraz etmiyordu, yazılanları, fikirleri, düşünceleri eleştirmiyordu. Amacım sınıfta bir tartışma ortamı oluşturarak öğrencilerin birbirleriyle fikir alışverişinde bulunmalarını sağlamaktı. Öğrencilerden beklentim birbirlerinin fikirlerine katılmasalar bile saygı duydukları ve fikirlerin tartışıldığı, sorgulandığı ve değer verildiği bir ortam yaratmaktı. Öğrencilerin bu tartışmaları sırasında yapmak istediğim bir diğer şey verilen cevapların ister doğru olsun, ister yanlış olsun daha iyi anlaşılmasına yönelik sorular sorarak öğrencinin bir hatası varsa bile bunu kendisinin keşfetmesini sağlamaktı. Pes etmeyerek ortamı canlandırabilecek ipuçları vermeye başladım. Fakat yine de bir şey değişmemişti. Ne yapacaktım şimdi? Kurguladığım ders planı bu muydu yani? Öğretmenin değil de öğrencinin ön planda olmasını istemiştim. İstemiştim ki öğrenciler fikirler arasında anlamlı ilişkiler kurarak kalıcı öğretimi gerçekleştireyim. Fakat öğrencilerin ağzını bıçak açmıyordu. İnsanları değiştirmeye olan çabalarım bir çiçek misali soluyordu.

Dersin sonlarına doğru yaklaşıyordum. Zamanım biraz daha vardı. Öğrencilerden duydukları, gördükleri, yaşadıkları savaşlar hakkında günlüklerine yazmalarını istedim. Onlara şu soruyu yönelttim: “Savaş mı, barış mı?”. Bu kısımda yapmaya çalıştığım şey öğrencilere değerler eğitimi vermekti. Hangi öğrencilerin savaşı barıştan daha üstün tuttuğunu tespit ederek onlara bir şekilde barış yanlısı olmanın savaştan çok daha iyi olduğunu göstermekti. Bunu direkt sınıfta “Savaş kötüdür, barışsa iyi. Barışı her zaman tercih edin.” gibi yönergelerle yapmak istiyordum. Sınıfta herhangi bir baskı ortamı oluşturmadan öğrencilerin yazmalarını istemiştim. Dersin sonuna kadar günlüklerini vermekte zorunlu değillerdi. Kendini sınıfta ifade edemeyenler nerede mutlularsa, nerede iç seslerini dinleyebileceklerse orada yazabilirlerdi. Bu düşüncelerle yapmış olduğum kısım da sınıftakiler tarafından tuhaf karşılanmıştı. İlk tepkileri “Kim savaşı tercih eder ki?” oldu. Yapmaya çalıştığım şeyden tek anlaşılan savaşı kimlerin seçtiği miydi gerçekten. Çoğu öğrenci yazmak istemedi. Sınıfta yazmak istemeyenlerin daha sonra istedikleri bir ortamda yazabileceğini ifade ettim ama muhtemelen yazmayacaklardı.

 Onları yazmaya zorlayamazdım. Saçma olarak nitelendirdikleri şeyin altında yatan sebepleri anlatmaya çalıştım. Fakat boş ve anlamsız bakışlar kafalarının şu an burada olmadığını gösteriyordu. Bedenen buradalardı fakat ruhları sınıfı terk edeli çok olmuştu anlaşılan. Belki de hep böyleydi bu durum. Yani, sınıfa gelirlerken ruhlarını dışarıda bırakıyorlardı, aslında şu an sandalyelerde oturan 36 birey değildi, 36 et yığınıydı. Cansız et yığınları…

Dersin Kapanışı

Şimdi ise dersimin kapanışını yapacaktım. Kapanışı yaparken Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk’ten, Mustafa Necati’den, Hasan Âli Yücel’den, İsmail Hakkı Tonguç’tan, Fakir Baykurt’tan bahsederek eğitim adına ne kadar önemli şahsiyetler olduklarını vurgulayıp öğrencilerin bunun farkına varmalarını istedim. Bu kısımda da öğrenciler, “Bu ders tarih dersi mi de bu kişilerden bahsediyoruz?” diyerek söylenmeye başladılar. Bense eğitime bu denli katkı yapmış olan kişilerden bahsetmek için  sadece tarih öğretmeni değil her öğretmenin onlardan ve eğitime katkı sağlamış diğerlerinden bahsedebileceğinden, bunun derse zenginlik katacağından söz ettim. Fakat yeniden hatırladım ki karşımdakiler kendi görüşleri haricinde hiçbir şeyi kabul etmemeye yeminli kişilerdi.

            Anladım ki yazıda ifade ettiklerimizle uygulamada başımıza gelenler arasında çok dik bir uçurum vardı. Bir şeyi sürekli tekrar edersen o şey bir gün gerçekleşirmiş. Öğretmenler de ilkokul yıllarından başlayarak “Çiçek ol!” komutlarını her ders tekrar ederek öğrencileri gerçekten de çiçeğe çevirmişlerdi. Tartışmıyordu, konuşmuyordu, yaşamını idare ettirecek şeyler dışında efor sarf etmiyordu onlar.

Nasıl Bir Öğretmen Olmalı?

Dersin sonu gelmişti. Yapmak istediklerimi yapamamış olmamın, engellenmiş olmamın burukluğu vardı içimde. Anladım ki bazı şeyleri değiştirmek o kadar da basit değil. Değişim için bedeller ödemek gerekiyor. Direnmek, yılmamak, pes etmemek, dönüşümün gerçekleşeceğini hayal ederek yola devam etmek gerekiyor. En önemlisi de adanmışlık gerekiyor. Adanmışlık… Ülkenin geleceğine, öğrencilere adanmışlık…

Biliyoruz ki öğretmen yalnızca bilgiyi öğreten değil, aynı zamanda toplumun vicdanıdır. O halde öğretmenin tek görevi öğrencilere kitapta yazan bilgileri aktarıp zil çalınca görevi bitmiş olarak çekip gitmek değildir. Kendini  mesleğine ve topluma adamış olmalı. Bilmeli ki görevinin bitiş zili okul zilini çaldığı zaman değil, ölüm zilini çaldığı zaman…

Peki toplum, öğretmenin organik aydın olduğunun bilincinde mi? Farkında mı? Size acı ama gerçek cevabı vereyim. Hayır! Bu cevap üzerine soracaksınız muhtemelen. Toplumun öğretmene karşı saygısı hiç mi yok? Var elbette. Fakat öğretmen toplum sorunlarına el atmak istediğinde “Sen yalnızca bir öğretmensin.” “Senin işin öğrencilere konuları anlatmak.” “Karışma toplumun işlerine!” diyenler, demese bile ima edenler olmuyor mu? İşte bunu diyenlere, ima edenlere inat, öğretmen toplumun birkaç adım önünde  ve onların korkarak söyleyemediklerini cesaretle söyleyen kişi olmalıdır.Yani toplumun vicdanı olmalıdır.

Immanuel Kant “Aydınlanma Nedir?” kitabında ergin olmamayı insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışı olarak tanımlamaktadır. Bu ergin olmayışa insan kendi suçuyla düşmüştür. Peki, sizce neden insanlar bir kılavuza ihtiyaç duyar? Ne yapmasının/yapmamasının, nasıl düşünmesinin / düşünmemesinin, nasıl davranmasının / davranmamasının, nasıl hissetmesinin /hissetmemesinin… kararına kendi karar vermek istemez de birinden veya birilerinden emirler, yönergeler bekler?

Bizler, insanlar düşünen varlıklarız. Bizi dünyadaki diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğimiz akıllı, düşünen, bilen, irade sahibi, özgür, sorumluluk sahibi varlıklar olmamızken biz neden bu özelliklerimizi yitirmek istiyoruz? Başkaları benim yerime de düşünür diyebiliyoruz? Bunun yanıtı kitapta tek bir kelimeyle çok güzel verilmiş. İnsanlarda eksik olan şey CESARET…

Eğer dünyamızı değiştirmek, geliştirmek istiyorsak düşünmeli, sorgulamalı, yeni fikirler üretmeliyiz. Hiçbir insan bir diğerinin kuklası değildir, düşünebildiğimiz takdirde kimsenin bizim duygularımızı, düşüncelerimizi kontrol etmesine, belirlemesine izin vermemeliyiz.

Samed Behrengi’nin yazmış olduğu Çok değerli bir kitap olan “Küçük Kara Balık” ta  şu sözler beni çok etkilemişti. “Bir gün nasıl olsa öleceğim. Ölmek önemli değil, önemli olan yaşamımla da ölümümle de başkalarının üzerinde etkili olabilmektir.” Her canlı mutlaka ölecektir ama Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ı ölmekten korkmuyor. Onun korktuğu asıl şey hayata, insanlara ebediyete kadar geçerli olacak izleri bırakamamak.

Herkesin bir hayali vardır. Kimi hayalinin peşinden koşabilir kimi koşamaz ya da koşmaya cesaret edemez. Ama Küçük Kara Balık, hayallerinin peşinden koşanlara ilham olmaktadır. Hepimiz bir Küçük Kara Balık’ız. Hayatı ve dünyayı tanımak için kendi kabuğumuzdan ayrılıp başka yerlere göç ediyoruz ve keşfe başlıyoruz. Tabii cesaretimiz varsa… Yapmak istediklerimizi yapamadan ölmek, aklımızdakilerin peşinde koşarken yorulup pes ederek mağlup olmak, sığ derelere mahkûm olmayı, hapsolmayı tercih etmek… Kimimiz güvenli sığ sularda, bize sunulan yalnızca nefes almamız için yeterli olan bir alanda yüzmeyi tercih ediyor, kimimizse güvenli suları terk edip bilmediği, gitmediği yerlere kulaç atıyor. Dediğim gibi hepimiz Küçük Kara Balık’ız…

Matematik Eğitiminde Öğrenci- Öğreten İlişkileri

Geleneksel (Ana akım) eğitim ve Çağdaş (Modern, İnsanlaştıran ) eğitimden ne tarafa gittiğimizi belirlemek için eylemlerimize (yapıp ettiklerimize), düşüncelerimize, tutumlarımıza, davranışlarımıza, felsefemize, ideolojimize bakmamız gerekir. Geleneksel eğitimde şiddet, baskı, korku olurken çağdaş eğitimde sevgi ve saygı vardır. Yola çıkacağımız ilke “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yaratmakken geldiğimiz yer beş şık arasında deli danalar gibi dönmek. Bunaltıcı, ezbere yönelik ve bu nedenle öğretime zarar veren testler kullanmak yerine farklı fikirler bulmalıydık.. Öğrencileri sadece öğretmenlerin değil kendilerinin de değerlendirdiği bir ölçme ve değerlendirme süreci oluşturmalıyız. Akran değerlendirmelerine ve öz değerlendirme süreçlerine yer vermeliyiz. Hiçbirimiz bir diğerinin rakibi olmamalı, yarışmamalı, dayanışma içinde paylaşmalıyız.

Bize K12 süreci boyunca ve hatta üniversitede de sanki geleneksel yaklaşımı tercih etmek dışında başka seçeneğimiz yokmuş gibi eğitim verdiler. Fakat ben dönüştürücü entelektüel bir öğretmen olmak istediğime karar verdim. Çağdaş ve demokratik bir eğitim anlayışıyla sınıftaki her öğrencinin özel ve  değerli olduğunu onlara hissettireceğim. Fikirlerine, düşüncelerine önem verdiğimi gösterecek, asla onlara sınıftaki birer objeymiş gibi yaklaşmayacağım.

Unutmamalıyız ki eğitim, ülkenin ilerlemesi için gerekli olan en önemli faktördür. Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi “Bir ülkenin geleceği o ülke insanlarının göreceği eğitime bağlıdır.” O halde öyle bir nesil yetiştirilmeli ki milletine bağlı, çağdaş, demokratik, dinamik, akıllı, özverili, bilgiyi üreten, hayatta işlevsel olarak kullanabilen, problem çözebilen, eleştirel düşünen, girişimci, kararlı…Bizler de geleceğin öğretmenleri olarak eğitimde ne kadar önemli olduğumuzu unutmamalı, ülkemizin idealist öğretmenleri olarak bu belirttiğim tüm niteliklere sahip bireyler yetiştirmek için canımızı dişimize takarak var gücümüzle çalışmalıyız.

Son olarak da “Seni seviyorum.” diyemediğimizi, bunu sevdiklerimize dolaylı yoldan hissettirmeye çalışma çabası içinde olduğumuzu fark ettim. Yaşamımız süresince sevdiklerimize şu iki kelimeyi söylemekten çekiniyor ve geciktiriyoruz. Hemen bu günden başlayın “Seni seviyorum” demeye. İki kelimenin hayatınızı nasıl güzelleştirdiğini göreceksiniz. Hiç de zor değil bir kere deneyin arkası gelecektir.

Sevgiyle kalın, hep SEVİN….                                                                   

Meltem Miser
Gazi Eğitim Fakültesi Matematik Öğretmenliği 3. Sınıf Öğrencisi

 675 total views,  1 views today

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu