Press "Enter" to skip to content

Forum / Üniversitelerin Çöküşü: The Chair

Üniversitelerin Çöküşü: The Chair

 “Aramızda toplumun radikal bir değişime ihtiyacı olduğunu düşünenler iş üniversite reformuna gelince tereddüt etmekteler”  Noam Chomsky                                         

Çok uzun bir süredir yüksek eğim kurumlarının Dünyada ve Türkiye’de bir çöküş ve çürüme döneminden geçtiği konuyla alakalı olanların malumu. Mevzu o kadar yaygınlaşmış ki üzerine Netflix dizileri çekiliyor[1].  Bu çöküşü küresel kapitalizmin son kırk yılına damga vurmuş neoliberal (yeni-sağ) ideolojiden bağımsız olarak düşünemeyiz.  Zira yukarıdan aşağıya toplum hayatına empoze edilen neoliberal politikalar bu çürümenin temel sebeplerini teşkil eder. Her şeyin alınıp satılabildiği ve dolayla değersizleştiği bir ortamda üniversitelerde bundan fazlasıyla payını aldı. Bu yazıda üniversitelerdeki bu çöküşü Amerika ve Türkiye özelinde kısaca ele almaya çalışacağım.

Günümüz üniversiteleri aydınlanma geleneğinin tüm değerlerine sırtını dönmüş vaziyette; akademik araştırmaların büyük bölümü hiçbir kamu yararı olmayan büyük şirketlerin sponsorluğunda yürüyen projelerden oluşuyor. Sözüm ona yazılan bilimsel-akademik makaleler kimseler okumadan arşivlere kalkıyor[2]. Akademisyenler üzerinde uzun zaman çalışıp ilgi duydukları alanda kaliteli, bilgi değeri olan ve dolayısı ile literatüre katkısı olacak makaleler yazmak yerine CV’lerini şişirmek için yalap-şap suya sabuna dokunmayan makaleye benzer şeyler yazıp duruyorlar.  Makalelerin yayınlanma süreci ise ayrı bir kepazelik: bazı çakma dergiler para karşılılığında son derece kalitesiz makaleleri basarken, bu alanda tekeli elinde tutan büyük yayınevleri yazarına beş para vermeksizin yayınlanan makalelerin satış gelirinin tamamına el koymaktalar.[3] Profesöründen doçentine kadar bilerek yada bilmeyerek bu çarkın dişlisi olmaya devam edip büyük şirketler (sermaye) nasıl daha çok kar elde edebilir sorusuna cevap aramakla meşguller; geriye kalanlarda mevcut düzeni muhafaza etmeye hizmet eden günlük bürokratik-akademik faaliyetlerle uğraşmakta. Sayıları giderek azalan muhalif-idealist akademisyenlerin neoliberal üniversitelerdeki hayatı cehenneme dönmüş vaziyette.

Amerikan üniversitelerinde akademik pozisyonların yüzde yetmişi yarı-zamanlı (Adjunct). Bir şekilde kadro almış olanların (Tenure) bile iş garantisi yok; rektörlük isterse kadrolu profesörlerin de işine son verebilir yada istifaya zorlayabilir. Yukarıda bahsettiğim Netfix dizisinde elit bir üniversitenin Dil-Edebiyat bölümünde öğrencilerin derslerine rağbet etmediği kadrolu ve yaşlı akademisyenlerin nasıl istifaya zorlandığını ibretle izliyoruz. Profesörün ofisi karanlık bir bodrum katına taşınıyor… Bodrum katında genelde yarı-zamanlı hocalara oda verilir. Bu klasik bir aşağılama taktiğidir.

Öğrencinin müşteri, öğretmenin-öğretim elemanın da satıcı olduğu bir yüksek öğretim hedeflemişti neoliberalizm; ve de başardı. Dizi filimde, kendisine kadro (Tenure) verilmeyince başka bir yerde iş bulan siyahı kadın akademisyenle asistanlığını yaptığı kadrolu-yaşlı profesörün arasında geçen diyaloglar ibret verici: Öğrencilerle derste gırgır şamata yapıp onlardan iyi değerlendirme notu almayı amaçlayan asistan, aynı kürsünün verdiği derslere rağbet olmayan kadrolu-yaşlı profesörüne  ‘sattığın şeyleri kimse almıyor’ diyor; Yaşlı profesör cevap veriyor ‘ben satıcı değilim!’… Acı ama gerçek, neoliberal üniversitede bilgi artık piyasadaki herhangi bir eşya gibi alınıp satılabilen bir şeydir… Ha Aristo-Spinoza-Platon ha bir kilo limon.

Burada sorun hocaların öğrenciye not vermesi yada öğrencilerinde hocaları değerlendiren formlar (öğrenci yada müşteri memnuniyeti) doldurması değil. Sorun tüm bunların nasıl bir kültürel atmosfer içinde gerçekleştiği sorunudur.

Küresel kapitalizmin efendileri okulların-üniversitelerin deyim yerindeyse bakkal-market gibi yönetilmesini istiyor. Yukarıdan aşağıya doğru keskin bir güvensizlik ve boğucu bir denetleme (patronluk taslama) kültürü söz konusu olan. Dizginlenemez bir bencillik ve yabancılaşma  ortamında ne öğretmenin verdiği notun nede öğrencinin doldurduğu memnuniyet formunun bir önemi vardır. Böylesi bir atmosferde ne öğrenilen ne de üretilen bilginin insanlığa bir faydası olur. Örneğin kanser araştırmalarında hastalığı önleme amaçlı yapılan araştırmalar toplam bütçenin sadece %20 si; geri kalan tedavi amaçlı kullanılıyor. Öyle ya hastalık önlense; insanlar kanser olmazsa özel hastaneler, ilaç firmaları nasıl doldurdular cukkalarını…  

Bilimin ve bilginin, sadece ekonomik düzlemde tanımlandığı ve kamu yararı olmayan bir olgu haline geldiği; öğretim kadrosunun büyük çoğunluğunun geçici statüde çalıştığı; STEM[4] bölümlerinin bütçeden aslan payını aldığı ve beşeri-bilimler ve güzel sanatlar bölümlerinin nerdeyse kapanmaya zorlandığı; ve kolaydan mezun olmayı isteyen ve zora zahmete gelemeyen kuşakların öğrenci olduğu bir dünyada öğrenci-öğretmen ilişkisinin müşteri-satıcı ilişkisine dönemsi felaketin başlangıcı ve aynı zamanda sonudur. Bahsi geçen dizide kürsünün efsane hocası sınıfta yaptığı bir hareketin yanlış anlaşılması sonucu öğrencilerin protestosuna maruz kalır ve trajik komik bir şekilde işten atılır; sonuçta müşteri her zaman haklıdır.

Elbette ki hocalar dokunulmaz olmamalıdır; fakat bunu öğrencilere memnuniyet formu doldurup sağlayamazsınız… İşini kaybetmemek adına öğrenci memnuniyetini merkeze alan bir bilim insanının akademik tutarlılıktan ve ahlaktan ödün vermesi kuvvetle muhtemeldir. Öte yandan dersinden sınıfta kalmış bir öğrencinin hocasını tarafsız-hakkaniyetli bir şekilde değerlendirmesi mümkün değildir. Sorun hocayı satıcı ve öğrenciyi de müşteri görüp, insanlığın en değerli-kutsal eylemleri olan öğrenme ve öğretme süreçlerini  basit bir çarşı-pazar alım satımına indirgeyen neoliberal kapitalizmdir.

Neoliberal üniversitelerin tüm eşitlik (equity), kapsayıcılık (inclusive) ve farklılık-çoğulculuk (diversity) söylemlerine rağmen öğrenci profiline bakıldığında yüksek öğrenim, hem Amerika’da hem de Türkiye’de, ayrıcalıklı orta ve üst sınıflardan gelen öğrencilere hizmet verdiğini görürüz. Eğitim yoluyla sosyal ve ekonomik sınıf atlamayı ima eden klasik liberal vaatlerin aslında, biraz dikkatle bakıldığında, koca bir palavra ve ideolojik manipülasyon olduğu görülür.

Türkiye’de akademik kadroların, özellikle devlet üniversitelerinde, yandaşlara tahsis edildiğini duymayan sağır sultan. Her şeyin değersizleştiği bir dünyada kişiye özel akademik kadrolar açmak şaşırtıcı olmasa gerek. Bu denli ayağa düşmüş olmazsa bile Amerika ve diğer batı ülkelerinde durum çokta farklı değil. Doktora sonrası kadrolu (tenure-track) bir iş bulmak istiyorsan çevresi olan bir profesör tanıman gerekir. Kaldı ki sayıları son derece sınırlı olan bu kadrolar Ivy-Lig dedikleri elit üniversiteden gelen doktoralılar kapar. Devlet üniversiteleri akademik kadro ilanlarını kamuya açık yapmak zorunda olsa da, çoğu zaman o kadroya kimi alınacağı önceden bellidir; o ilanlar ve iş görüşmelerin (interview) çoğu formalite.

Amerikan üniversiteleri yarı-zamanlı (adjunct) hocalarla dolup taşmış vaziyette. Bu yarı zamanlı hocalar ders üzerinden ücret alırlar ve çoğunun sağlık sigortası ve emekliliği yoktur; daha da kötüsü yoksulluk sınırın altında gelirleri olduğu için devletten ekmek-karnesi (food stamp) yardımı alırlar.  2010 yılında yapılan bir araştırmada, devletten yoksulluk yardımı alan öğretim elemanı sayısının 35000 civarında olduğunu gösterdi; bugün bu rakamın çok daha fazla olduğunu, özellikle covid-19 sonrası, söyleyebiliriz.

Bunun yansıra, radikal fikirleri olan ve araştırmalarını bunun üzerinden şekillendiren akademisyenlerin üniversite ortamında tutunmaları nerdeyse imkansız hale gelmiş. Başka bir deyişle neoliberal söylem ve tutumun dışına çıkan akademisyenler iktidarın sisler arkasından görünmeyen pençelerine maruz kalmakta; ya susmakta yada diğer liberal projelere eklemlenip kaybolup gitmekteler. Doktorasını yeni bitirmiş radikallerin ise (solun her renginden) iş bulma şansı yok denecek kadar azdır.  Özerkliğini tamamen yitirmiş ve bütünüyle sermayenin hizmetine sunulmuş bir yüksek öğretim yapılanmasıyla karşı karşıyayız.

Bahse konu olan dizi film, The Chair, Netfixte komedi kategorisinde listelenmiş. Oysa durum trajediye daha yakın. Akademisyenler, entelektüeller, araştırmacılar ve bilim insanları bir ülkenin vicdanıdırlar; ama onların bir avuç elit tuzu-kuru hizmetine  girdiği ülkeler (ve toplum) vicdanını kaybeder. Neoliberlizmin işgalindeki üniversiteler toplumları vicdansız bıraktı.

Bu işgali kırmak sadece üniversitelerde yürütülecek bir mücadele ile olacak bir iş değil. Toplumun her katmanından geniş çevrelerin katılımıyla devlet üniversiteleri kamuya geri kazandırılmalıdır. Genelde eğitimin özelde üniversitelerin aslı görevi bilinçli, vicdanlı ve demokratik yeterliliği olan vatandaşlar yetiştirmektir; mesleki formasyon kazandırmak ikinci sıradadır. Bu anlamda sermaye örgütlerinin mütevelli heyeti ve benzeri  oluşumlar üzerinden yüksek öğretim sistemine müdahaleleri sınırlanmalı mümkünse engellenmelidir.

Akademisyenler kamu yararı olan araştırmaları için devlet bütçesinden yardım alabilmelidir; bunun yansıra akademisyenlere araştırma faaliyetleri için ders planları dahilinde zaman ayrılmalıdır: haftada 30 saat derse giren bir öğretim görevlisinin araştırma yapacak mecali kalmaz…

Yani, piyasa ahlakı (yada ahlaksızlığı) terkedilip yerine demokratik-bilimsel ahlak konulmadığı sürece çöküş devam edecektir.

[1] Başrollerinde Sandra Oh un oynadığı The Chair dizisi hakkında daha fazla bilgi için https://www.netflix.com/title/81206259

[2] Yapılan bir araştırmada hakemli dergiler de yazılan makalelerin %85ini kimseler okumuyor.

[3] Endonezya’da çıkan bir matematik eğitimi dergisine yazdığım yazıdan aldığım 100 dolar haricinde yazdığım hiçbir makale için para almadım. 

[4] Türkçesiyle bilim-teknoloji-mühendislik-matematik

Dr. Bülent Avcı

Ekim 2021
Seattle, Washington

 323 total views,  1 views today

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu