Press "Enter" to skip to content

Barış! Barış! Barış..! / Emin Toprak

01.11.2022

Barış! Barış! Barış..!

Ülkemizin devasa sorunları var, ben bunlardan birkaç başlık seçtim:

Ülkenin ekonomik verilerini iktidarın lehine değiştirdiği söylenen Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Temmuz 2022 yıllık enflasyon oranını %79,60 olarak açıkladı.

Bu oran baz alınarak G20 ve Avrupa ülkeleri arasında yapılan “en yüksek enflasyonlu ülke” sıralamasında Türkiye’yi (1.) birinci yaptı.  Aynı oranla dünya sıralamasında ise Türkiye: Suriye, Sudan, Venezuela, Lübnan, Zimbabve’den sonra (6.) altıncı oldu.

*

Uğradığı haksızlıklar nedeniyle binlerce vatandaşımız, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM)’e başvurmuş, bunların büyük çoğunluğu haklı görülmüştür. AHİM bu kararlarını hükümete bildirerek; hak ihlallerinin giderilmesi ve mağdurlara tazminat ödenmesi istemiştir.

Anayasamızın (90. madde 5. fıkra): ” … milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır. ” gereği hükümet  AHİM’in bazı kararlarını uygularken, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala kararlarına uymamıştır. AHİM süreci devam etmektedir.

*

47 üyeli AHİM’de “en çok hak ihlali yapılan ülke” sıralamasında: Rusya birinci, Türkiye ikinci olmuştur.

Ancak, Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya AHİM üyeliğinden çıkarılınca, Türkiye birinci olmuştur!

*

Ülkemizdeki icra dosyası sayısı Aralık 2021’de: 22 milyon 571 bin, Ağustos 2022’de: 24 milyon 77 bin 828 olmuştur!

Yani, insanlarımız elektrik, su faturalarını bile ödeyemiyor, işyerine kilit vurup iflas ediyorlar. Buna çare olsun diye ekmekler ve ödenmeyen faturalar askıya çıkarılmıştır!

*

Hani, Napolyon buna benzer bir durumda: ‘Yeter daha fazla söze gerek yok!’ demiş ya.

Ben de söze uyarak bu yazımda; tarımdan, rant-ihale-yolsuzluklardan, ormanlardan, tünellerden, hastanelerden, havaalanlarından, bütçesi 7 bakanlığın bütçesini geçen Diyanetten, MEB’den, barınak bulamayan üniversitelilerden, işsizlerden, kadınlardan, yeni seçime odaklı sansür yasasından, çıktı-çıkacak torba yasalardan, kayyumlardan …  hiç söz etmeyeceğim.

Nokta.

***

Peki, en dip dünya derecelerini almamızı kim/kimler sağladı?

Kolay soru… Ülkemizde tam 20 yıldır tek adam anlayışı hüküm sürmekte olduğuna göre sorumlular gizli-saklı değil, apaçık ortada.

Peki ya bu sonuçları oluşmasını sağlayan nedenler?

Bu konuda pek çok neden vardır, ancak 40 yıldan beridir ülkemizde ve sınırlarımızı aşıp komşu ülkelere varan çatışma ve operasyonları sonucun kara deliğidir (uçak, tank, top, tüfek, mermi, İHA, SİHA ve personel masrafları…)

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Şubat 2019’de: “Domatesçilere, bibercilere, patlıcancılara sesleniyorum; o bir tane merminin bedelini biliyor musun sen?” demesi de bunun belgesidir.

Çokça ölüm ve acılara neden olan, ülke kaynaklarını tüketen yoksulluk nedeni bu çatışmalar, Mart 2022’den beri çoğaldı hem de süreklilik kazandı.

Peki bu sorun nedendir ve çözümü yok mudur?

İnkâr etme, yok sayma, yasaklama ve baskılar artınca Kürtlerin insan hakları ve kimliksel haklarını aramasıyla sorun başlamıştır.

Dünyanın pek çok ülkesi böylesi sorunları, sosyolojik ve psikolojik gerçeklerden hareketle görüşerek anlaşarak çözerken, bazı ülkeler de militarist yöntemleri seçmektedir.

*

Toplumun içindeki; kimlik, kültür ve inanç farklılıkları bir zenginliktir. Ancak, “önce ben/biz” diye “ötekileri” yok sayanlar ortaya çıktığında, yönetimler için iki yol vardır:

Birinci yol; ülke insanlarının oylarıyla seçilmiş olan meclislerde demokratik, eşitlikçi, barışçıl çözümler aramak (ki, bu yolla çözülen sorunlar toplumsal huzuru sağlar).

İkinci yol; bir tarafı yenme ve yok etme işini silahlı-askeri güçlere bırakmaktır ( zora dayalı bu güvenlikçi anlayış, belki kısa süreli olarak bir tarafa üstünlük sağlayabilir. Fakat, her iki tarafın da bugünü ve yarını için çokça kin, nefret, ölüm ve acılar üretir.)…

Bizim ülkemizin yönetimi ikinci yolu seçmiştir. İşte birkaç örnek:

Cumhurbaşkanı Erdoğan 02.06.2022 günü,”53. TÜBİTAK Lise Öğrencileri Araştırma Projeleri Ödül Töreni”de konuşurken sınır ötesi operasyonları hatırlatır ve şu kıyaslamayı yapar: “Şehitlerimiz var, evet. Ama şehitlerimizin 10 kat, 15 kat, 20 kat evelallah öldürülen teröristler var”

İçişleri Bakanı Soylu, Şehit Dul ve Yetimler Derneği Kütahya Şubesinde, “Şehitlik ve gaziliğin nasip işi olduğunu” belirterek: “Keşke Allah bana da nasip etse. Bütün yüreğimle, bütün gönlümle arzu ediyorum ve istiyorum…” diyor.

(İranlı Sosyolog – İslam Bilgini Ali Şeriati de: “Şehitlik diye sorgusuz cennete gidilecek bir makam gerçekten olsaydı, zenginler o makamı fakirlere bırakmazdı.”) Demiş…

Ülke insanlarını güvenlik, sağlık ve huzur içinde yaşatmakla görevlilerin en başındaki sorumlular halka ‘şehit’ olmayı öneriyor.

*

Oysa bu sorunların kalıcı çözümü yaşamayı odak alarak; demokratik, insani, bilimsel görüşmelerle sağlanabilir. Bu da seçilmiş temsilcilerin  meclisinde her görüşün özgürce tartışılması, konuşulması, uzlaşmaya varılmasına bağlıdır.

Bizim meclisimiz, bu soruna barışçıl bir çözümü değil, çözümsüzlük getiren askeri operasyonlar için ‘tezkereler’ çıkarmaktadır.

20 yıllık AKP iktidarı, yetkisiz kıldığı meclisin kapısına sadece, bir gece ansızın “sınır ötesi operasyonu” için yetki süresi bittiğinde uğrar. Ve çok ilginçtir ki HDP hariç diğer muhalefetin ‘evet’ oyunu alır.

Karşısındakileri düşman ilan ederek yok etmeye ‘evet’ demektir bu!

Nerede kaldı, demokrasi, karşılıklı hoşgörü, sevgi, saygı kardeşlik?

Kin, nefret ve ölümler sürdükçe barış olabilir mi?

Oysa bu konular mecliste tartışılsa, herkes derdini anlatsa, taraflar  kendileriyle yüzleşip yanlışlarını bulabilir, bazı düşünceler değişir, ortak nokta ve paydalar bulunabilirdi.

Böylece birlikte yaşamak daha kolaylaşırdı. Herkes kendi değerlerine bağlı, başkalarının değerlerine saygılı olur, öfke, kin, düşmanlık olmaz insanlarımız gereksiz yere ölmez, kaynaklarımız bize daha iyi bir yaşam sunmak için kullanılırdı.

Aslında insanlık bu yolu çoktandır bulmuş ve ona ‘demokrasi’ demiştir. Ve bu yol mutlu yaşamın değişmezidir hem evde hem mahallede hem ülke hem de dünyada…

Anlaşmak, uzlaşmak, birlikte yol alıp yaşamak varken, biz çatıştık!

Sadece kendimizi sevdik-saydık ve bu yüzden çokça ayrıştık!

Yeter artık bugünün arkasında yarınlarımız var!

Bugün ve yarınlarımız için Barış! Barış! Barış!..

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Kötülüklerimizi sakladıkça iyiliklerden uzak kalırız / Emin Toprak

19.09.2022

Kötülüklerimizi sakladıkça iyiliklerden uzak kalırız

Yurdumuz için Eylül; bunaltıcı sıcak günlerin azaldığı, emeğin ürüne dönüştüğü, bazı ucuzlukların olduğu bir aydır. Üretici, soğuk kış için ihtiyacı kadar ürününü saklar, ihtiyaç fazlasını da başka ihtiyaçlarını karşılamak için satar. Cıvıl cıvıl cıvıldayan okullar açılır ve barış severler de Dünya Barış Gününü kutlarlar. 

Bu özellikleriyle yaşamımızı kolaylaştıran Eylül, ne yazıktır ki halkımıza en zalim, en kanlı, en sabıkalı, en karanlık günleri de yaşatmıştır. 

6-7 Eylül 1955 ve 12 Eylül 1980 de bu karanlık günlerdendir. Bu kara günler, 35 yıl arayla yaşansa da aralarında kuvvetli bir bağ vardır. Bu bağ, evrim geçirerek azgınlaşan tekçi güç ve anlayışıdır.  

‘Varlık Vergisi’ Sn. K. Kılıçdaroğlu’nun ‘helalleşme’ konularındandır. Kısaca anlatırsak:

‘Varlık Vergisi’, 1950 yılına kadar ülkeyi ‘Tek Parti’ ile yöneten CHP’nin 11 Kasım 1942’de çıkarıp uyguladığı bir yasadır. 

Bu hak, hukuk yoksunu, eşitlikçi olmayan ırkçı yasa yüzünden, ülkedeki azınlıklardan özellikle Rumlar ile Ermeniler çok zor günler yaşamıştır.

1946’da kurulan Demokrat Parti (DP), bu yasadan kaynaklı tüm haksızlıkları bitirme sözü verip 1950’de iktidar olur.

Fakat, verdiği sözü tutmadığı gibi faşist 6-7 Eylül 1955 olaylarının da hazırlayıcısı olur.

6-7 Eylül 1955 olaylarının özeti:

İstanbul’un gayrimüslim yerlilerinin; evlerini, kutsallarını ve işyerlerini hedef alıp talan eden bir güruhun kalkışmasıdır. İnsanlık suçu bu eylem sonunda sağ kalan masum insanlar, ölmemek için yüzyıllar öncesi büyük büyük atalarından kendilerine miras kalan ev, işyeri ve vatanlarını korku içinde terk etmek zorunda kalmışlardır. 

6-7 Eylül 1955 olaylarının tanıkları:

Birinci tanık: Sabri Yirmibeşoğlu:

Yirmibeşoğlu; 6-7 Eylül 1955’te Seferberlik Tetkik Kurulunda görevli bir subaydır. Çalışırken “Derin devlet”“gladyo” diye anılır. 1988-1990’da Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği yapmıştır. 

Fatih Güllapoğlu; ‘Tanksız, Topsuz Harekat’ isimli kitabına, Sabri Yirmibeşoğlu’ya sorduğu sorunun cevabını da yazmış. 

“6-7 Eylül de bir ‘Özel Harp’ işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı…” (Daha ne desin ki!). 

İkinci tanık: Mikdat Remzi Sancak: 

Eski bir İstanbul kabadayısı’ Mikdat Remzi Sancak, kendisi ile yapılan  söyleşide o geceyi ve sonrasını uzun uzun anlatır. İşte o söyleşiden bir kesit: 

“Ben o sıralar İstanbul’da yeni sayılırım. Denizciydim. Mal taşırdım. Haydarpaşa Garı’ndan Eminönü haline. Tesadüfen, o gün memleketten gelen bir arkadaşla Tophane’de muhallebi yiyorduk. Baktık insanlar koşuyor. Ortalık karıştı. Duyduk ki Atatürk’ün evine bomba atmışlar. Millet galeyana geldi tabii. Dükkânların camlarını kırıp içerde ne var ne yok alıyorlardı. Polisler de vardı ‘kırın, saldırın!’ diye bağırıyorlardı. Biz de katıldık, napalım?

Ne kadar Rum, Ermeni, Süryani, Musevi varsa hepsinin dükkânlarına girdik, evlerine daldık. Öyle bir kargaşa vardı ki, İstiklal Caddesi’nde iki gün tramvay çalışamadı. Yola kumaşlar, perdeler, eşyalar atılmıştı. Bir ara baktım bir kuyumcu dükkânına saldırıyorlar. Ben de karıştım aralarına, vitrinde ne var ne yoksa doldurdum koynuma. Küpe, müpe, altın… Epey bir süre sonra gece 12 civarı asker geldi, biz kaçıştık. Gece de gayrimüslimlerin yaşadığı Adalar’a vapur kaldırdılar, insanlar doluşup oralara da gitti yağmacılık etmeye, ben gitmedim ama. Aldıklarımı teknenin altındaki mazgala gazeteye sarıp sakladım. Aldıklarımı diyorum ama aslında çaldıklarımı demem lazım, çünkü tekneye gidince yaptığımın hırsızlık olduğunu düşündüm. Niye aldım diye biraz pişman oldum. Sabah olunca baktım teknenin biraz ilerisinde bir kese altın, başka bir yerde üç tane beşibiryerde reşat. Aldım onları da…

Öyleydi, bir kargaşa olmuştu ki herkes ne çarptıysa kaldırdı. Düşün, o zaman tramvaylar 3 kuruş. Yozgatlı bir köylü vatmana bilet parası vermek için elini cebine atıyor. Bir tane binlik çıkartıyor. Vatman, ‘bozamam’ diyor. Adam tekrar elini atıyor, cebine bir binlik daha çıkartıyor. Köylü adam, bilmiyor ki parayı. Bir kere daha, bir kere daha, bitmiyor. Vatman polis çağırdı. Adamın üzerinden 40 tane binlik çıktı. Aslında olanlar olacak iş değildi…”

Bence yeter, bu iki tanık bize 6-7 Eylül olaylarını yeterince anlattı. 

***

Biz şimdi biraz da 12 Eylül 1980 faşist darbesine bakalım. 

12 Eylül darbesini, şu anda 50 yaş ve üstü olan hemen herkes yaşadığı için iyi bilir, daha küçükler de okumuş, izlemiş ve dinlemiştir tüm olup bitenleri.

Her duyarlı vatandaşın bu kanlı darbe için ortak görüşü şudur: 

12 Eylül 1980 darbesi zulme karşı duran tüm ezilenleri ve sömürülenleri, dışlanan ve yok sayılan halkları, inanç topluluklarını, işçileri, emekçileri, köylüleri, gençleri hedef almış militarist faşist bir darbedir. 

Arkadaşım İlhami Şen, facebook sayfasında Karikatürist ‘Hakan’ın 12 Eylül’ün kirli ilişkilerini anlatan muhteşem eserini paylaşmış, bende fotoğrafını çekip paylaşıyorum.

Bence bu sayede 12 Eylül 1980’i daha detaylı anlamış oluruz. 

Ne dersiniz?

Ülkemizin resmi tarihine göre her şeyimiz harikaymış! 

Peki, bugün bile gizli-dokunulmaz olan arşivlerde neler var, niçin halka açık değiller?

Niçin bireye, gruba, halka kendi kutsallarını bırak benimkileri kabul et denmiş ve denmekte? 

Ne kadar incitici bir işkencedir bu!

Oysa eğer, farklılıkları yok saymayı, herkesi kendine benzetmeden vazgeçilse ve o farklılıkları tanıyıp anlamaya çalışılsa, bir arada yaşamak çok daha kolaylaşırdı.

Ve o zaman insanlar ortak akılla el ele verir, aydınlıklara yol alırdı. 

Demek ki tarihi kutsal görmek yerine orada yaşanmış tüm artı ve eksilerle yüzleşmeliyiz. 

Ancak o zaman insanca barış içinde birlikte yaşam kolaylaşır.

Unutmayalım ki:  

Kötülüklerimizi sakladıkça iyiliklerden uzak kalırız. 

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Bir HDP’li ‘bakan’ olabilir mi?” / Emin Toprak

11.09.2022

Bir HDP’li ‘bakan’ olabilir mi?”

Hemen herkes zaman zaman yaptığı, yapacağı işleri birazcık erteleyerek kendisini, kendisine bırakmak ya da saklanmak ister. Ben de Ağustos ayı başından beri haftalık yazılarıma ara vermiştim.

Fakat sen köşeye geçip kabuğuna çekilsen de dışarıda hayat hızlı ve acımasızca devam ediyor.

İşte bu döngüde içimdeki ‘insani’ ve ‘bencil’ dürtüler de sürekli çatışıp durdular. Birincisi haydi ‘yaz!’, ikincisi de boş ver ‘yazma!’ diye komutlar vererek beni bana bırakmadılar.

Ben de M. Cevdet Anday’ın o muhteşem dizelerini ‘komut’ saydım:

TELGRAFHANE

Uyumayacaksın / Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak / Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin / Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak / Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın / Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali / Gözüne uyku giremez ki…
Uyumayacaksın /Bir sis çanı gibi gecenin içinde

Ta gün ışıyıncaya kadar / Vakur metin sade / Çalacaksın.

//Melih Cevdet Anday

Evet, sesler uyutmaz, insanı çekip alır düşler dünyasından.

Hele de ülkende ‘bir gece ansızın’ anlayışı egemense!

Hele de ülken ve dünyada bitmeyen acılar, haksızlıklar, yoksulluklar ve savaşlar sürüp gidiyorken:

Ezberlerinle değil, akılla, mantıkla, vicdanla konuşmalısın.

Bu haksız hukuksuz gidişi durduracak çareler aramalısın!

Hırsıza, emeğini ve ekmeğini kaptırmamalısın!

Erken öten horoz olup bir bir anlatmalısın hırsızlıkları, haksızlıkları!

Ve oturup yazmalısın tüm olup-bitenleri!

Susmamalısın, çünkü sen haklısın ve bunun için de militarizme, ırkçılığa, sömürüye, savaşa hayır demelisin!

***

Komşularla barış yapıp dost olmak yerine ‘bir gece ansızın’ meydan okumalarıyla düşmanlarımız çoğalıyor. Bu yüzden güvenlik birimlerini oluşturan askerlerimiz, yıllardır komşu ülke topraklarında savaş benzeri çatışmalara girip ya ölüyor ya da öldürüyor.

Çatışmalar bitmiyor fakat ülke kaynaklarımızın çok önemli bir kısmı uçak, tank, bomba, mermi gibi ölüm makinalarıyla harcanıyor. Yoksul halk hem bu ağır faturaları ödüyor hem de geleceği olan gençlerini, canını malını kaybediyor. Halkımız çok darda hem de çok zorda.

Bir de 24 Şubat 2022’de başlayan Rusya’nın Ukrayna’yı işgali var ki! ‘Domino etkisi’ yaratan bu haksız savaş, dünyanın önemli bir enerji ve beslenme zincirini kopardı. Bu bizde ve Avrupa’nın her yerinde çok sıcak günler yaşattı, daha da yaşatacak gibi.

Önümüzde de kocaman bir kış, hanelerde işsizlik, açlık, soğuklar ve bir de genel seçimler var.

Halkımız bu olup-bitenleri yaşadı fakat buna  sebep olanlardan henüz hesap soramadı. Bu olayların failleri ekranlarda ve meydanlarda devamlı nutuk atıyor, halkı algılarla avutup, masallarla uyutmak ve olup-bitenleri unutturmak, tek adam iktidarını sürdürmek istiyorlar.

Bunun için de sık sık yeni algılar bulup gündemi değiştiriyorlar.

Günlerden beridir ülkenin gündemi:

Halkların Demokratik Partisi (HDP).

“Bir HDP’li ‘bakan’ olabilir mi?” 

Yat kalk bunu dinliyoruz.

HDP ne zaman ve kimden ‘bakanlık’ istemiş, duyan bilen yok!

HDP böyle bir gündemimiz de, böyle bir talebimiz de yok diyor.

Ama ekran başına dizili lafçılar paslaşıyor, bazen de bağrışıyorlar.

Haydi varsayalım ki, HDP bakanlık istemiş!

Peki, bu bir suç mu?

HDP’liler de diğer parti adayları gibi yasalarda belirtilen koşullara uyarak halkın oylarıyla milletvekili seçilmediler mi?

Peki, diğer parti mensubu milletvekilleri; cumhurbaşkanı başbakan, bakan, oluyor da niçin HDP’liler olamıyormuş!

Peki, bunda bir saçmalık, bir tuhaflık yok mu?

Varsayalım ki, HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar; İçişleri, Dışişleri, Adalet veya  Eğitim bakanılıklardan birisine atandı!

Bu atama büyük bir alkış almaz mı?

Bugünlerde hem iktidar hem de muhalefet HDP karşıtlığında, ya da Kürt karşıtlığında büyük birliktelik sağlamış görünüyor.

Çünkü onların büyük koroları, sıkça detone olsa bile, akortlu olarak ‘İstemezük!’ naraları atabiliyor.

Peki, bu zıtların birlikteliğini ne/nasıl sağlamış biliyor musunuz?

Cevabı, HDP tüzüğünde saklı, bu tüzük HDP’yi kısaca şöyle tanımlıyor:

“Tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; dışlanan ve yok sayılan halkların, inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) bireylerin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün bu kesimlerle birlikte demokratik halk iktidarını hedefleyen, barışı ve halkların kardeşliğini savunan bir siyasi partidir.” 

Demek ki HDP; kimliği, inancı, yaşam tarzı farklı olduğu için dışlanan halk ve grupların haklarını, eşitliği, demokrasiyi, çeşitliliği istediği hem de savaş karşıtı barışçı bir parti olduğu için dışlanmak istiyor.

***

Şimdi biraz da HDP ve Kürt karşıtlığında iktidarla söz birliği yapmış olan yerli ve milli ‘Altılı Masa’ sakinlerine bakalım. Bunlardan biri çaresiz, biri bağıran, dördü de etkisiz görünüyor. Bunların demokrasi anlayışları farklı fakat bir tek hedefleri var: ‘tek adam’ sistemini yıkıp iktidar olmak ve yeniden ‘parlamenter sisteme geçmek.

Haydi diyelim ki seçimi kazanıp ‘tek adam’ sistemini yıktınız.

Peki ya demokrasi?

Kimlik, inanç, kültürlere özgürlük ve eşitlik tanımayan anlayışınız ne olacak!

İYİ Parti’nin turancı ülkücü ırkçılığı, demokrasiyle nasıl bağdaşacak?

Diyelim ki Süleyman Soylu benzeri olan İYİ Parti’den Yavuz Ağıralioğlu, İçişleri, Dışişleri, Adalet veya  Eğitim bakanlıklarından birisine atanırsa,  şimdikinden farklı neler yapabilir ki?

Demek ki ‘Altılı Masa’ önce demokrasi konusunda anlaşmalı diğer konular çok daha kolay olacak. Çünkü ırkçılıkla demokrasi bağdaşmaz.

*

Hani her tartışma çıktığında birileri: “Kürtlerin hangi hakları, neleri eksik ki?” derler ya.

Cevap veriyorum: Kürtlerin, kimlik, inanç ve kültür hakları gasp edilmiş.

Şimdi de diyecekler ki, şu cumhurbaşkanı, şu bakan, şu vali, şu general… Kürt ve Alevi!

Cevap veriyorum: Hayır, hayır yanılıyorsunuz!

Onlar kimliğini ve o kimliğin insan haklarını almamış, bu hakları istemeyi de kendileri için bir utanç saymış, asimile olmuş kişilerdir.

Son soru: Ekran ve meydanlardaki yeni gündem konusu ne olacak?

“Kılıçdaroğlu, Kürt ve Alevi acaba Cumhurbaşkanı olabilir mi?”

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Barış Eğitimi Üzerine / Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin

20.04.2022

Barış Eğitimi Üzerine

 

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin
ulasbasar@gmail.com

Bu savaşlarla dolu dünyada barış eğitimi, savaşlara son verebilir mi? Veremez; ama barış eğitimi tümüyle etkisiz de değildir. En azından öğrencilere savaş karşıtı tutumlar aşılayabilir. “Barış eğitimi, şiddete ve çatışmaya dayanan sorun çözme yöntemleri yerine barışçıl sorun çözme yöntemlerinin öğretildiği bir eğitsel süreç” olarak tanımlanıyor (Polat, Arslan ve Günçavdı, s.36).

Barış eğitiminin başarılı olabilmesi için, temas denencesinin (hipotez) ötesine geçilip ortak hedefler belirlenmesi gerekiyor (Johnson ve Johnson, 2005). Barış eğitiminin bir dönüştürücü eğitim olması beklenir (Turay ve English, 2008). Oysa sınıfta sağlanan barış ortamı, dışarıdaki çatışmalarla sabote ediliyor. Bir yıllık bir barış eğitimi programı, tutumlarda olumlu değişmeler yaratabiliyor; ancak bunlar, çatışma ortamında ikincil kalıyor ve hızla değişebiliyor (Rosen ve Salomon, 2011). Tarihsel anlatılar, barış eğitimi önünde büyük bir engel; tarihyazımının barış yanlısı olacak bir biçimde yenilenmesi gerekiyor (Feldt, 2008). Askeri tarihin, yerini kültürel tarihe bırakması şart (Elmersjö ve Lindmark, 2010).

Yeterince sorgulayıcı olmayan bir barış eğitimi, sorunun bir parçası oluyor (Zembylas ve Bekerman, 2013); bunun için ‘barış eğitimi’ yerine ‘eleştirel barış eğitimi’ kavramını kullananlar var (Bajaj, 2015, 2019; Bajaj ve Brantmeier, 2011; Brantmeier, 2013; Golding, 2017; Zembylas ve Bekerman, 2013). Bu bağlamda eleştirel pedagojiyi Avrupa-merkezli bulan sömürgecilik sonrası yaklaşımlar da söz konusu – ki bunların barış eğitimine yansımalarını görüyoruz (bkz. Zembylas, 2018). Ana akım barış eğitiminin altında yatan neo-liberal mantığı da sorgulamaya açmak gerekiyor (Gruber ve Scherling, 2020). Ayrıca, yukarıdan aşağıya geliştirilen barış ve barış eğitimi modelleri başarısızlığa mahkum; yerel bağlamları dikkate almak gerekiyor (Lauritzen, 2016). Bir de şu var: Barış eğitimiyle verilecek kavramlar, çocukların yaşsal gelişim düzeyine göre belirlenmeli (Lewsader ve Myers-Walls, 2017).

Barış eğitiminin önünde, kısa dönemlik güzel sonuçların zaman içinde kaybolması, varolan çatışma ortamının ötekinin bakış açısını görmeyi olanaksızlaştırması ve güç asimetrileri gibi engeller bulunuyor (Kupermintz ve Salomon, 2005). Eşit sayılmayınca barıştan uzaklaşıyoruz (bkz. McConnell ve ark., 2021). McCorkle (2017), son dönemde barış eğitiminin içine toplumsal adalet, çevre eğitimi, eleştirel kuram ve çokkültürlü eğitimin girmesini olumlu karşılıyor; ancak bir yandan da uyarıyor: Bu, bizi, barış eğitiminin ana konusu olan, savaş karşıtlığı ve militarizm eleştirisinden uzaklaştırmamalı.

Brock-Utne (2009) savaşın erilliğine dikkat çekiyor. Bu durumda barış eğitimi, savaş yanlısı erillik yerine barış yanlısı dişilliğe öncelik verecek. Yablon (2009), bu bağlamda, İsrail’de Arap ve Yahudi kız öğrencilerin erkek öğrencilere göre daha barışçıl (güvercinsi) olduğunu bulguluyor.

Barış eğitimin başarılı olması için, ‘kısa temas’ yerine uzun erimli projeler geliştirilmeli; barış, okul duvarlarından dışarıya taşmalı ve duygular gözden kaçırılmamalı (Schimmel, 2009). Ders kitapları, barış ve insan hakları adına gözden geçirilmeli (Åström Elmersjö, 2014; Shuayb, 2015). Mishra (2011) şöyle diyor:

“Barış eğitiminin okullarda düzenli bir içerime ve müfredat beklentisine dönüşebilmesi için, devletler düzeyinde de dünya genelinde de, öğretmenlerin, barış eğitiminin azaltmayı hedeflediği damgalama, çatışma ve eşitsizlikle mücadele etmek için çoklukla toplumsal olarak rahatsız edici ve çelişkili konuları öğretmeye hazır olması gerekiyor” (s.203).

Cabedo-Mas (2015), barış eğitimine katkı için müzik derslerinden yararlanılmasını öneriyor – ki bu, çok gözden kaçmış bir konu. Barış için müzik girişimleri, aslında müziğin barış eğitimi için ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Tjersland (2019), barış eğitimi için danstan yararlanıyor. Olga ve Antonina (2018), genel olarak sanat eğitimini barış eğitimine bağlıyor. Gerstein ve ark. (2021) ise sporun barış eğitimine katkı sunabileceğini gösteriyor. Ancak, yarışmacı sporların (diğer bir deyişle, birinin ötekini yendiği sporlar) barışa katkısı kısıtlı olacak. Bunun yerine, karma takımlar yeğlenmeli. Yine aynı biçimde, Tamashiro ve Furnari (2015) ve Van den Dungen ve Yamane (2015)., barış müzelerinin barış eğitimine katkısına dikkat çekiyor. Ancak, müzeler, çoğulcu bir barış anlatısına izin verdikleri ölçüde değerli. Bugün Türkiye’deki tek barış müzesi, Çanakkale’de.

Barış eğitiminin siyasal bağlamı da önemli. ABD’de ve birçok ülkede sağ kesim, şahinsi (savaş çığırtkanı) iken, sol kesim, güvercinsi (barış yanlısı). Bu da, barış eğitiminin kimi kesimlerce sol bir proje olarak görülmesine ve böylelikle reddedilmesine yol açıyor (Charalambous, Charalambous ve Zembylas, 2013). İşin aslı şu: Herkes barış istemiyor. Toplumlarda savaşlardan kazananlar var. Onların sesi genellikle daha çok çıkıyor. Bu nedenle, Harris (2002)’nin sorusu oldukça yerinde: “Politikacıları ve eğitimcileri barış eğitimini desteklemek üzere kaynak ayırmaya nasıl ikna edeceğiz?” (s.28)

Kaynakça

Åström Elmersjö, H. (2014). History beyond borders: Peace education, history textbook revision, and the internationalization of history teaching in the twentieth century. Historical Encounters, 1(1), 62-74.

Bajaj, M. (2015). ‘Pedagogies of resistance’ and critical peace education praxis. Journal of Peace Education, 12(2), 154-166.

Bajaj, M. (2019). Conceptualising critical peace education for conflict settings. Education and conflict review, 2, 65-69.

Bajaj, M., & Brantmeier, E. J. (2011). The politics, praxis, and possibilities of critical peace education. Journal of Peace Education, 8(3), 221-224.

Brantmeier, E. J. (2013). Toward a critical peace education for sustainability. Journal of peace education, 10(3), 242-258.

Brock-Utne, B. (2009). A gender perspective on peace education and the work for peace. International Review of Education, 55(2), 205-220.

Cabedo-Mas, A. (2015). Challenges and perspectives of peace education in schools: The role of music. Australian Journal of Music Education, (1), 75-85.

Charalambous, C., Charalambous, P., & Zembylas, M. (2013). Doing ‘Leftist propaganda’or working towards peace? Moving Greek-Cypriot peace education struggles beyond local political complexities. Journal of Peace Education, 10(1), 67-87.

Elmersjö, H. Å., & Lindmark, D. (2010). Nationalism, peace Education, and history textbook revision in Scandinavia, 1886-1940. Journal of Educational Media, Memory, and Society, 2(2), 63-74.

Feldt, J. (2008). History and peace education in Israel/Palestine: A critical discussion of the use of history in peace education. Rethinking History, 12(2), 189-207.

Gerstein, L. H., Blom, L. C., Banerjee, A., Farello, A., & Crabb, L. (2021). Sport for social change: An action-oriented peace education curriculum. Peace and Conflict: Journal of Peace Psychology, 27(2), 160–169.

Gruber, B., & Scherling, J. (2020). The relevance of unmasking neoliberal narratives for a decolonized human rights and peace education. International Journal of Human Rights Education, 4(1), 3.

Golding, D. (2017). Border cosmopolitanism in critical peace education. Journal of Peace Education, 14(2), 155-175.

Harris, I. (2002). Challenges for peace educators at the beginning of the 21st century. Social Alternatives, 21(1), 28-31.

Johnson, D. W., & Johnson, R. T. (2005). Essential components of peace education. Theory into practice, 44(4), 280-292.

Kupermintz, H., & Salomon, G. (2005). Lessons to be learned from research on peace education in the context of intractable conflict. Theory into practice, 44(4), 293-302.

Lauritzen, S. M. (2016). Educational change following conflict: Challenges related to the implementation of a peace education programme in Kenya. Journal of Educational Change, 17(3), 319-336.

Lewsader, J., & Myers-Walls, J. A. (2017). Developmentally appropriate peace education curricula. Journal of Peace Education, 14(1), 1-14.

McConnell, J. M., Liu, T., Brown, E. M., Fort, C. J., Azcuna, D. R., Tabiolo, C. A. M., Kibble, C. D. M., & Winslow, A. B. (2021). The Multicultural Peace and Justice Collaborative: Critical peace education in a research training environment. Peace and Conflict: Journal of Peace Psychology, 27(2), 191–202.

McCorkle, W. (2017). Problematizing war: reviving the historical focus of peace education. Journal of Peace Education, 14(3), 261-281.

Mishra, L. (2011). Pre-service teacher training for peace education. International Journal of Peace and Development Studies, 2(7), 203-210.

Olga, K., & Antonina, L. S. (2018). Peace education as arts education: in Search of new strategies. Философия и космология, 21, 74-83.

Polat, S., Arslan, Y., & Günçavdi, G. (2016). The Qualities of Teachers Who Instruct Peace Education: Views of Prospective Teachers’ Who Attended the Peace Education Programme. Journal of Education and Practice, 7(28), 36-45.

Rosen, Y., & Salomon, G. (2011). Durability of peace education effects in the shadow of conflict. Social Psychology of Education, 14(1), 135-147.

Schimmel, N. (2009). Towards a sustainable and holistic model of peace education: A critique of conventional modes of peace education through dialogue in Israel. Journal of peace education, 6(1), 51-68.

Shuayb, M. (2015). Human rights and peace education in the Lebanese civics textbooks. Research in Comparative and International Education, 10(1), 135-150.

Tamashiro, R., & Furnari, E. (2015). Museums for peace: agents and instruments of peace education. Journal of Peace Education, 12(3), 223-235.

Tjersland, H. (2019). The dancing body in peace education. Journal of Peace Education, 16(3), 296-315.

Turay, T. M., & English, L. M. (2008). Toward a global culture of peace: A transformative model of peace education. Journal of Transformative Education, 6(4), 286-301.

Van den Dungen, P., & Yamane, K. (2015). Peace education through peace museums. Journal of Peace Education, 12(3), 213-222.

Yablon, Y. B. (2009). Gender differences in peace education programmes. Gender and Education, 21(6), 689-701.

Zembylas, M. (2018). Con-/divergences between postcolonial and critical peace education: Towards pedagogies of decolonization in peace education. Journal of Peace Education, 15(1), 1-23.

Zembylas, M., & Bekerman, Z. (2013). Peace education in the present: Dismantling and reconstructing some fundamental theoretical premises. Journal of Peace Education, 10(2), 197-214.

Loading

Yürü be Koçum! Kim Tutar Seni / Bülent Avcı

18.04.2022

Yürü be Koçum! Kim Tutar Seni


Dr. Bülent Avcı

Amerika Birleşik Devletleri’nin de dahil olduğu batı ülkelerindeki okullarda “öğretmen koçluğu” (instractional coach) diye tabir edilen eğitim yöneticiliği pozisyonu, ciddi bir eleştiri ile karşılaşmaksızın, giderek kurumsallaşmakta…

Bu işler başta İngiltere ve Amerika’da yaygınlaşmaya başlamışsa Türkiye’de de boy göstermesi an meselesidir… Bilmem mevzu hakkında bir malumatınız var mı? Çok acayip bir şey: herhangi bir branşta öğretmenlik sertifikası olan ve an itibarı ile öğretmenlik yapan birini öğretmenlere koçluk yapsın diye işe alıyorlar. Dört beş yıllık deneyimi olan bir beden eğitimi (ya da başka bir branştan) öğretmenini koç diye alıyorlar işe. Biraz tedrisattan geçirip, sınıflara gönderiyorlar bu koçu: “gariban ve çaresiz” öğretmenlere öğretmenliğin ne olduğunu anlatsın diye 🙂 . Şaka yaptığımı sanmayın… Gerçekten böyle; sanırsınız ki bu beden eğitimi öğretmenine gökten vahiy gelmiş-aydınlanmış ve gidip diğer öğretmenleri de aydınlatayım demiş…

Daha somut olarak söylersek, alanı beden eğitimi (ya da başka bir branş) olan beş yıllık bir pratik deneyime sahip biri, koçluk pozisyonundan aldığı güçle otuz yıllık deneyime sahip matematik ya da İngilizce öğretmenine bilgiçlik taslaması durumu; orta ve lise düzeyinde tüm dersleri meslek yaşamının bir noktasında öğretmiş ve bunu başarıyla yapmış matematik veya sosyal ya da diğer bilimler öğretmeni…

Nerden baksan tutarsızlık nerden baksan akla zarar…

Öğretmenlik dediğin şey branş bağlamında şekillenen bir olgudur. Müzik öğretmeni Caz dersini matematik öğretmeninin cebir öğrettiği gibi öğretmez. Öğretmenin günlük düzeyde karşılaştığı sorunlar ve çözümleri yemek-tarifi basitliğine ve yüzeyselliğine indirgenemez. Öğretmenlik mesleğinde deneyimli (senior) hale gelebilmek zaten bir sürü sırat köprüsünden geçiyor öğretmenler. En az dört yıl üniversite; ardından staj ve mesleğin ilk üç senesi geçici (provisional) çalışan statüsü… Öğretmen adayı bu süreçlerde mentörlerin-müdürlerin elinde helak olmakta zaten… Bu yetmemiş olacak ki bu aşağılama ve burun sürtme sürecini öğretmenin meslek hayatının tümüne yaymaya çalışıyorlar. 

Bu tür çabaların ne koça ne de öğretmene-ne camiye ne de kiliseye hesabı, bir faydası yok. Amerika’da son on yıllık deneyimler bunu kanıtlamakta. Ama gel gör ki bu işin propagandasını yapanlar bu alanda yazılmış, koçluğa övgüler düzen yayınlarda dolduruyorlar internet alemini.   Bunu kim ve niye yapıyor diye soracak olursanız; öğretmenlik mesleğini vasıfsız hale getirip küçük düşürmeyi stratejik hedeflerinden biri olarak koymuş, son kırk yıla damgasını vuran neoliberal eğitim politikaları var bu eğitim koçluğu pozisyonun arkasında.

Eğitim politikalarını belirleyen, Bill Gates gibi yüksek profilli, dev teknoloji (IT) firmaların yönetici ve sahipleri ve de akıllarını ve ruhlarını onlara üç kuruşa satmış kendine akademisyen diyen beyler ve hanımlar şöyle temellendirmeye çalışıyorlar olayı.  Eğitim bir bilimdir (asla ama asla sanat değil), kuralları vardır; her durumda geçerli olan bu standart kurallar bütünü önceden formüle edilip paketlenebilir. Koçlar da bu paketi öğretmenlere sunacak kişidir.

Oysa bu tuzu kuru efendilerin bilmediği (ya da çok iyi bildiği ama ideolojik olarak işine gelmediği için inkâr ettiği) şey şu: basketbol koçu olur, yüzme koçu olur, ne bileyim futbol koçu olur ama öğretmenin koçu olmaz.

Öğretmenlik profesyonel bir alan olarak ele alındığında bir eğitimciyi eğitimci yapan şey onun otoritesi, özerkliği ve akademik özgürlüğüdür. Ama siz eğitimi basit bir çıraklık kursuna-pratiğine indirgerseniz, öğretmenliği de yardımcı antrenör pozisyonuna indirgersiniz. Ve eğitimin tabutuna son çiviyi çakarsınız. Bu anlamda öğretmen koçluğu pozisyonu öğretmenlik mesleğini aşağılama girişimlerinden biridir.

Öğretmenlik mesleğinin otoritesini, özerkliğini ve olmazsa olmaz akademik özerkliğini geri almak için her platformda mücadele etmeliyiz. Ve elbette ki bu toplumun demokratik dönüşümünden bağımsız bir süreç değildir…

Ama her şeye rağmen okul koridorlarında koçlara rastlarsak… Yürü be koçum kim tutar seni demeyi de ihmal etmeyelim.

Dr. Bülent Avcı
Seattle, WA
Nisan, 2022

Loading

Reading and Writing the World with Mathematics: Toward a Pedagogy for Social Justice

Title Of The Book Reading and Writing the World with Mathematics: Toward a Pedagogy for Social Justice
The Author Eric (Rico) Gutstein
Publisher Routledge
Publishing year 2006
Book Review Dr. Bülent Avcı

Reviewer:

Dr. Bülent Avcı is a public educator in Washington State in the U.S. His research interests include equity and justice in math education, democracy and math education, and the dialogic teaching of math to counter neoliberal hegemony. He is the founding member of Critical Education Network (CEN). He publishes research articles in academic journals and is the author of the book Critical Mathematics Education: Can Democratic Education Survive under Neoliberal Regime? He can be reached at bavci@fwps.org and mjura41@hotmail.com

To cite this book review: 

Bulent, B. (2022). Freire and Mathematics Education [Reading and Writing the World with Mathematics, by E. Gutstein]. Rethinking Critical Pedagogy, p.36-40      

Freire and Mathematics Education

This is one of the few books in the literature of critical mathematics education (CME), a new but growing domain of study. The book is based on Eric Gutstein’s classroom teaching experience in a low-income middle school in Chicago, where most of the students were Latino. Gutstein states that his research methodology was practitioner-action research as framed by Anderson, Herr, and Nihlen (1994). While the book under review makes no connection with the research methodology of Paulo Freire, Gutstein does nevertheless    ra won other aspects of Freire’s thought. Indeed, the main theme of the book is teaching mathematics for social justice.

There are eight chapters. The first two encapsulate the research and theoretical framework for teaching math for social justice. The others draw on student journals, teacher-student conversations, and classroom observations to show how teaching mathematics can develop a sense of agency and sociopolitical consciousness.

For Gutstein, the larger sociopolitical context is the U.S., specifically, an unjust society that produces a number of injustices in education. The root causes of these injustices are racial inequality and race-based discrimination. In other words, the prime unit of analysis in this book is racial and ethnic discrimination in education.

The book is critical of the National Council of Teaching Mathematics (NCTM). Gutstein argues that the NCTM’s approach to justice and equity is superficial, limited to merely having access to quality mathematics education. The NCTM fails to distinguish between functional and critical literacy, and thereby fails to connect the equity question in math education to the larger society. Gutstein argues that critical mathematics literacy is key to developing a sense of agency and sociopolitical consciousness.

In Gutstein’s view, American society is divided into two parts: whites, who are privileged (the oppressors), and non-whites (people of color such as Latinos), who are unprivileged (the oppressed). He argues math education emphasizing critical literacy can provide students the opportunity to develop a sense of agency and consciousness oriented toward justice and emancipation.

The book is a welcome addition to the CME literature. However, it raises a number of serious issues that cannot be ignored.

First, Gutstein claims to have been inspired by Paulo Freire. The key ideological-pedagogical point of Freire is dialogic pedagogy. Freire (2013) makes it clear that dialogue is an existential necessity and, moreover, is the opposite of propaganda: Propaganda, slogans, myths are the instruments employed by the invader to achieve his objectives…. True humanism [and humanizing education], which serves human beings, cannot accept manipulation under any name whatsoever, for humanism there is no path other than dialogue. To engage in dialogue is to be genuine. (p. 101)

As described in the book, however, teacher-student conversations are far from dialogical. Students are not invited to argue their own thoughts and ideas. Rather, a set of ideas is imposed top-down. It is more ideological indoctrination than dialogical pedagogy.

Second, it seems that the second chapter of the book is not written by the same person who wrote the rest. Chapter 2 puts great emphasis on Freire. The rest of the book, however—and in particular the ethnographic data Gutstein draws upon—reveals no trace of how Freire enacted dialogical pedagogy in teaching. Instead, the book presents yet another version of traditional teaching in which the teacher has pre-made agendas that are duly imposed on students.

Third, it is worth noting that social justice and equity are misunderstood and therefore often-exploited concepts. Neither is neutral: depending on one’s political-ideological stance, they take different and contradictory shapes. The concept of justice is generally based on either liberal or Marxist points of view—the ideologies are drastically different from each other. The author fails to provide a working definition of social justice and equity in the educational context let alone substantiate them through classroom teaching projects.

Fourth, the driving force of social, political, economic, and cultural life for the last forty years has been neoliberal ideology. As such, it is odd that the book makes no mention of neoliberalism or its implications for education. For example, Gutstein appears to have no problem with educational corporate colonization in general or standardization in math education in particular. He wants students to develop agency for justice yet does not see anything in the neoliberal system that brings about injustice in the first place.

Fifth, the author’s definition of class and ethnic identity seems to be based on Max Weber’s (identity politics), and it resonates with neoliberal ideology. Let us assume that Gutstein’s Latino students have developed a strong sense of agency and the consciousness that privileged white people oppress people of color. What are these students to do? Are they going to straighten all white people up?

One does not have to look very hard to see that the U.S. is a class-divided society. Of course, racial discrimination is a big part of justice issue in America. However, class, not race, is the central global concept necessary to explain the human condition, as it encompasses oppression, equality, and freedom (Darder & Torres, 2009). In the U.S., neither communities of whites nor communities of people of color are homogenous. Within each community, there are poor, working-class, middle-class, and upper-middle-class people, as well as some who are super rich. And as long as the capitalist system is around, the America will continue to be a class-divided society.

When Latino students are fully equipped with a critical mathematics literacy and consciousness, how will they account for middle- and upper-middle-class Latinos and people of color? If ethnic background is the main obstacle to success in professional and private life, how to explain the fact that people of color take up important positions in politics, business, and bureaucracy? Among many other examples, the current secretary of education, Miguel Cardona, comes from Latino background. Similarly, if white people are privileged, how to explain the increasing number of poor-white people in the U.S.? Or the number of poor-white students in public schools?

With respect to education, the same holds true. Research from opposite perspectives agrees: the single most important factor in student success is socioeconomic background. Higher socioeconomic status is the best predictor of academic success.

It is not clear in what ways Gutstein’s approach to justice and teaching will lead to a more just and equal societal order. One can foresee, however, that the ways in which he explains justice and equity in his classroom practices, his students may develop a sense of ethnic pride and potentially chauvinism.

Finally, if one claims to be inspired by Paulo Freire, one should internalize Freire’s views. Friere encourages us to find unity in diversity; he reminds us that the things that bring us together and make us human—universal values—are much stronger than the things that separate us. If we want students to develop consciousness, top priority should be given to class consciousness so that poor students (and people) from all racial, ethnic, and cultural backgrounds can come together to fight against the handful of rich elites, and thereby make world a more just, more equal, and more democratic place for all.

REFERENCES

Herr, K., & Anderson, G. L. (2005). The action research dissertation: A guide for students and faculty. London: Sage.

Freire, P. (2013). Education for critical consciousness. New York: Bloomsbury Academic.

Darder, A., & Torres, R.D. (2009). After race: An introduction. In A. Darder, R.D. Torres, & M.P. Baltodano (Eds.), The critical pedagogy reader (pp. 150–166). London: Routledge.

Loading

Can Democratic Mathematics Education Survive Under Neoliberal Regime?

Title Of The Book : Critical Mathematics Education: Can Democratic Mathematics Education Survive Under Neoliberal Regime?

The Author : Bülent Avcı

Publisher : BRILL-SENSE

Publishing Year : 2018

Book Review : Antonia Darder

Our lives are lived, in actual fact, among changing, varying realities, subject to the casual play of external necessities, and modifying themselves according to specific conditions within specific limits; and yet we act and strive and sacrifice ourselves and others by reference to fixed and isolated abstractions which cannot possibly be related either to one another or to any concrete facts. In this so-called age of technicians, the only battles we know how to fight are battles against windmills.

—Simone Weil[1]

Writing in the 1930s, Simone Weil’s words presaged the growing alienation that would unfold as a consequence of advancing capitalism and its disregard for the dignity of our humanity. During the last four decades, the regime of neoliberalism has taken center stage in its political economic efforts to prevent the full democratization of society. Through a long-standing belief in the power of absolute measurement, the knowledge realm of mathematics has been, indeed, systematically privileged, as well as colonized as the handmaiden of capital, in the quest to produce a reified world view of binaries and standardizations that work to obstruct the majority of citizens from comprehending, let alone participating within, the structures of power that determine our lives.

Through the process of hegemonic schooling, citizens are individualized and depoliticized, effectively stripped of imagination and curiosity, as they are ushered into the world as technicians of the wealthy and powerful. Traditional mathematics education has been informed by a pedagogy blinded by an ever-narrowing rationality and approach transfixed by the myths of fixed and isolated abstractions. The monstrous ideology of neoliberalism, intent on absolute domination of power and wealth by a few, has declared itself victorious at the expense of our embodied and messy human existence—the same messy human existence from which genuine democratic life must emerge. In essence, the banking approach to education[2] prevalent in mathematics education is the perfect cover-up, in that it not only despises human messiness as irrational, it also blames those who are unable to penetrate the realm of mathematics for their own failure. Hence, the fundamentally unjust values of meritocracy, so endemic to the current neoliberal ethos of schooling, are reproduced, as inequalities are justified and perpetuated.

Reconceptualizing Mathematics Education

Insofar as mathematics is about reality, it is not certain, and insofar as it is certain, it is not about reality.

                                                                                                              —Albert Einstein[3]

Albert Einstein, the consummate scientist of the twentieth century, was more apt than his colleagues of the time to question the absolute nature of mathematics, calling into question the certainty of its relationship to reality. This, of course, did not mean that Einstein did not possess a deep respect for mathematics, but rather than he seemed to comprehend that mathematics, stripped of experience and human life, could not in itself inform our understanding of the world. He recognized that mathematics, like language, is a product of the human mind, expressed as symbols that are created to represent life but are not life. It is a bit like seeing oneself in the mirror. The glass reflects an image of ourselves but in no way is that image the embodied us. Hence, any desire to engage mathematics education critically must begin within the realm of lived experience—the lived experiences of the teacher and the students. Only through such an examination is it possible to not only understand mathematics in a way where power is implicated and social inequalities exposed, but also to consider how critical mathematics education itself can serve as a possible space for the teaching and living of democratic life.

With this in mind, Mathematics Education for Critical Citizenship is an excellent example of the ways that our lived experience can serve as a powerful impetus and strategy for the construction of mathematics knowledge through naming the world, both as an individual researcher and as a collective participant with students/participants, without whom we could not genuinely come to know or appreciate our practice. As such, this volume provides a glimpse into an excellent pedagogical study, where both the author’s life as a critical educator-researcher and his mathematics classroom are utilized as critical sites of inquiry. Through this interrogation, the meaning of citizenship is explored within an educational context where such questions are typically ignored, let alone given primacy.

By so doing, Bülent Avcı centers his study on a few central questions, which focus on the attainability of critical pedagogical practice within the constraints of neoliberal educational conditions, which are essentially in direct contradiction to his larger emancipatory vision of mathematics education. Here, the underlying purpose of the standardization movement’s so-called reform efforts are unveiled, as Avcı critiques the imposition of a one-size-fits-all approach that drives mathematics educational practices. At the heart of this deeply unjust and decontextualized neoliberal strategy is a conservative political drive to destabilize and undo the very meaning and practice of public education and undermine the right to education for all children. Hence, an education that was once (at least in theory) meant to encompass the liberal democratic ideal of citizenship and civic participation has been replaced by an authoritarian top-down tenet, where, by producing efficient and obedient workers, schools can function as economic engines for the nation. Accordingly, public school teachers have been converted into technicians who are expected to enact “best practices” tied to an “evidence-based” or scientific preset curriculum and time frame, indifferent to the lived histories and contemporary conditions faced by students, particularly students from working-class and racialized communities.

Avcı carefully explores the instrumentalizing restrictions imposed by neoliberal policies and their impact on the teaching of mathematics, in the hopes of articulating key dimensions related to his efforts to bring a critical mathematics education praxis to fruition, even within an educational context where the teacher must contend with the limit-situations, as Freire[4] would say, and create counterhegemonic possibilities within an arena of hegemonic schooling. Toward this end, Avcı’s reconceptualization of critical mathematics education, which emerges directly from his critical participatory engagement with students, offers an outstanding contribution to the literature in the field—a literature that has been steadily expanding over the last two decades.

Through the use of participatory nongraded activities, student-generated exams, and a critical mathematics literacy approach, students find classroom space to find their voices, create the conditions for their democratic participation, and build solidarity as they collaborate and learn together. By doing so in a pedagogically conscientious and consistent manner, teacher and students work as revolutionary partners[5] to challenge neoliberal classroom policies and practices rooted in competition, individuality, and instrumentalization, as they transform together the learning environment in the moment. This critical approach also offers students a powerful opportunity to experience embodied democratic participation in ways that not only enhance their understanding of mathematics within the classroom, but also out in their own world. Just as Avcı’s students experienced greater opportunities to learn with one another when engaged through a critical mathematics literacy approach, so too was Avcı as their teacher transformed by the teaching-learning relationship with his students, as together they entered in a critical praxis that dialectically helped to shatter the school/world divide generally conserved by hegemonic schooling. Of this he asserts, “While improving their content knowledge, the students related their learning to a larger society and developed a bottom-up response to neoliberal educational changes. The project helped the students and me to engage in a structural analysis of neoliberal educational policies and implementations. In doing do, we developed and exercised critical mathematical literacy”

In reading Mathematics Education for Critical Citizenship, what is illustrated repeatedly is that the only effective manner to counter neoliberalism’s mania with scientifically packaged curriculum and teacher accountability within the classroom is an unwavering commitment to a critical praxis. However, this requires that teachers engage critically and thoughtfully the conditions within schools, the lives of their students, and the larger social, political, and economic context that informs our lives. In this sense, a critical mathematics approach requires teachers who are prepared to counter the perverted market logic of neoliberalism, steeped in the language of school choice, high-stakes meritocracy, and student surveillance. Hence, critical mathematics as reconceived by Avcı in his study functions as a bottom-up response to the hegemonic conditions produced by the greed and indifference of neoliberal reform.

Certain important key points are made that point to the teacher’s knowledge and the sensibilities that must encompass a critical praxis. The teacher, for example, must have an understanding of class consciousness and how schools reproduce class formation through traditional forms of mathematics education and the instrumentalization and fracturing of the math curriculum. In contrast, a teacher utilizing a critical mathematics approach places dialogue at the heart of the teacher’s engagement with students. This means that the teacher does not expect students to abandon their lived experiences or who they are in the classroom, but rather sees these as sources of strength and significant foundations from which students enter into the process of critically learning mathematics, as well as their coming to understand the emancipatory potential of mathematics in the world. With all this in mind, teachers of critical mathematics, who are intent on challenging neoliberal practices in the classroom, must bring an emancipatory understanding of culture politics, economics, history, knowledge construction, ideology, critique, dialogue, and conscientization, as well as their excellent knowledge of mathematics.

Avcı’s research methodology is worthy of greater consideration and replication, given his uncompromising emphasis on finding or creating spaces within a neoliberal mathematics classroom for critical engagement between teacher and students. His methodology is, indeed, consistent with a critical pedagogical approach to mathematics education in that the themes of his inquiry were anchored in his students’ life-world; the inquiry process welcomed ideas that might be considered unpopular within the mainstream curriculum; the participatory approach was facilitated with the students in order to enable their critical engagement and participation; and the process of reflection and self-evaluation was an effective alternative to traditional banking education. Most importantly, the participatory approach supported the evolution of the mathematics classroom as a genuine community, where relationships were based on horizontal dynamics, cooperation, collaboration, and mutual respect—all key critical principles of democratic communities.

Making the Pedagogical More Political

As critical teachers working in schools, we can make the pedagogical more political….One approach might be to organize a radical pedagogy of citizenship around a theory of critical literacy.

                                                                                                              —Henry Giroux[6]

In Schooling and the Struggle for Public Life, Giroux posits important challenges related to the importance of teachers using their knowledge and insights to thoughtfully redefine the terrain of politics and citizenship within the classroom, as also part of a wider collective struggle out in the world. The sense of teachers making the pedagogical more political and organizing their pedagogy around issues of citizenship and critical literacy is at the heart of Bülent Avcı’s study, where he rightly connects his own critical mathematics praxis to issues of citizenship. Democracy here is directly linked to important pedagogical and political questions about dialogue, citizenship, mathematics literacy, neoliberal ideology, political discourses, and students’ development of critical thought.

Drawing on the writings of Freire and Habermas, Avcı asserts the power of critical citizenship to create spaces for individuals and communities to participate in decisions related to their own lives, despite neoliberal constrictions, through forms of political activism that are informed by a public pedagogy. Here, space is created for dialogue, where there is commitment to remain at the table, despite differences and struggles that may ensue. Critical citizenship also requires civic courage to speak the unspeakable and to listen to what might seem the unlistenable, in an effort to create common ground for work together. At the center of the practice of democratic citizenship must be both a healthy skepticism in order to critically question commonsensical notions, as well as working together to translate our common knowledge into social action for transformation. This also points to the manner in which critical literacy can assist teachers and students discern the changes that occur within the social, economic, and political landscape, so that we can respond together more clearly to the conditions we face within schools and communities.

Throughout this excellent book, Avcı provides well-researched and well-written discussions and conclusions that counter the helplessness often experienced by teachers who feel trapped in the colonizing politics and practice of neoliberal life in schools. This can be particularly the case with mathematics education, given its conservative foundational epistemology. Nevertheless, what is heartwarming and encouraging is the manner in which critical mathematics education, when implemented through praxis of reflection, dialogue, and action, resulted in the promotion of critical citizenship and expressions of democratic life within the classroom that encouraged students to embrace democratic values in their relationships within the classroom and beyond.

Avcı provides a powerful conclusion to this study—the first to undertake a participatory critical inquiry that so eloquently connects mathematics education to the struggle for democracy and critical citizenship. Underlying this excellent treatise are critical moral questions related to our responsibility as educators to genuinely make the pedagogical more political if we are indeed committed to a future where mathematics education is no longer the tyrannical boogeyman used to sort and sift away working-class and racialized populations from opportunities within schools and society. Through his study, Bülent Avcı carves a path toward a living mathematics for democracy—a critical mathematics approach fully committed to the making of critical citizens with the knowledge and skills to both participate in and transform their world.

[1] From “The Power of Words” in Siân Miles (2000), Simone Weil: An Anthology (p. 223).
[2] Freire, P. (1971). Pedagogy of the Oppressed. New York: Seabury Press.
[3] Einstein, A. (1922). “Geometry and Experience.” Speech delivered to the Prussian Academy of Sciences in Berlin and published by Methuen & Co. Ltd. London, UK. Retrieved from: http://www-history.mcs.st-andrews.ac.uk/Extras/Einstein_geometry.html
[4] Freire, P. (2000). Pedagogy of the oppressed. New York: Continuum.
[5] Freire, P. (2000). Pedagogy of the oppressed. New York: Continuum.
[6] Giroux, H. (2005). Schooling and the Struggle for Public Life. Boulder, CO: Paradigm Press.

Loading

Reading and Writing the World with Mathematics: Toward a Pedagogy for Social Justice

Title Of The Book : Reading and Writing the World with Mathematics: Toward a Pedagogy for Social Justice

The Author : Eric (Rico) Gutstein

Publisher : Routledge

Publishing Year : 2006

Book Review : Bülent Avcı

Reviewer: 

Dr. Bülent Avcı is a public educator in Washington State in the U.S. His research interests include equity and justice in math education, democracy and math education, and the dialogic teaching of math to counter neoliberal hegemony. He is the founding member of Critical Education Network (CEN). He publishes research articles in academic journals and is the author of the book Critical Mathematics Education: Can Democratic Education Survive under Neoliberal Regime? He can be reached at bavci@fwps.org and mjura41@hotmail.com

To cite this book review: 

Bulent, B. (2022). Freire and Mathematics Education [Reading and Writing the World with Mathematics, by E. Gutstein]. Rethinking Critical Pedagogy, p.36-40

Freire and Mathematics Education

This is one of the few books in the literature of critical mathematics education (CME), a new but growing domain of study. The book is based on Eric Gutstein’s classroom teaching experience in a low-income middle school in Chicago, where most of the students were Latino. Gutstein states that his research methodology was practitioner-action research as framed by Anderson, Herr, and Nihlen (1994). While the book under review makes no connection with the research methodology of Paulo Freire, Gutstein does nevertheless draw on other aspects of Freire’s thought. Indeed, the main theme of the book is teaching mathematics for social justice.

There are eight chapters. The first two encapsulate the research and theoretical framework for teaching math for social justice. The others draw on student journals, teacher-student conversations, and classroom observations to show how teaching mathematics can develop a sense of agency and sociopolitical consciousness.

For Gutstein, the larger sociopolitical context is the U.S., specifically, an unjust society that produces a number of injustices in education. The root causes of these injustices are racial inequality and race-based discrimination. In other words, the prime unit of analysis in this book is racial and ethnic discrimination in education.

The book is critical of the National Council of Teaching Mathematics (NCTM). Gutstein argues that the NCTM’s approach to justice and equity is superficial, limited to merely having access to quality mathematics education. The NCTM fails to distinguish between functional and critical literacy, and thereby fails to connect the equity question in math education to the larger society. Gutstein argues that critical mathematics literacy is key to developing a sense of agency and sociopolitical consciousness.

In Gutstein’s view, American society is divided into two parts: whites, who are privileged (the oppressors), and non-whites (people of color such as Latinos), who are unprivileged (the oppressed). He argues math education emphasizing critical literacy can provide students the opportunity to develop a sense of agency and consciousness oriented toward justice and emancipation.

The book is a welcome addition to the CME literature. However, it raises a number of serious issues that cannot be ignored. 

First, Gutstein claims to have been inspired by Paulo Freire. The key ideological-pedagogical point of Freire is dialogic pedagogy. Freire (2013) makes it clear that dialogue is an existential necessity and, moreover, is the opposite of propaganda: “Propaganda, slogans, myths are the instruments employed by the invader to achieve his objectives…. True humanism [and humanizing education], which serves human beings, cannot accept manipulation under any name whatsoever, for humanism there is no path other than dialogue. To engage in dialogue is to be genuine.” (p. 101)

As described in the book, however, teacher-student conversations are far from dialogical. Students are not invited to argue their own thoughts and ideas. Rather, a set of ideas is imposed top-down. It is more ideological indoctrination than dialogical pedagogy.

Second, it seems that the second chapter of the book is not written by the same person who wrote the rest. Chapter 2 puts great emphasis on Freire. The rest of the book, however—and in particular the ethnographic data Gutstein draws upon—reveals no trace of how Freire enacted dialogical pedagogy in teaching. Instead, the book presents yet another version of traditional teaching in which the teacher has pre-made agendas that are duly imposed on students.

Third, it is worth noting that social justice and equity are misunderstood and therefore often-exploited concepts. Neither is neutral: depending on one’s political-ideological stance, they take different and contradictory shapes. The concept of justice is generally based on either liberal or Marxist points of view—the ideologies are drastically different from each other. The author fails to provide a working definition of social justice and equity in the educational context let alone substantiate them through classroom teaching projects.

Fourth, the driving force of social, political, economic, and cultural life for the last forty years has been neoliberal ideology. As such, it is odd that the book makes no mention of neoliberalism or its implications for education. For example, Gutstein appears to have no problem with educational corporate colonization in general or standardization in math education in particular. He wants students to develop agency for justice yet does not see anything in the neoliberal system that brings about injustice in the first place.

Fifth, the author’s definition of class and ethnic identity seems to be based on Max Weber’s (identity politics), and it resonates with neoliberal ideology. Let us assume that Gutstein’s Latino students have developed a strong sense of agency and the consciousness that privileged white people oppress people of color. What are these students to do? Are they going to straighten all white people up?

One does not have to look very hard to see that the U.S. is a class-divided society. Of course, racial discrimination is a big part of justice issue in America. However, class, not race, is the central global concept necessary to explain the human condition, as it encompasses oppression, equality, and freedom (Darder & Torres, 2009). In the U.S., neither communities of whites nor communities of people of color are homogenous. Within each community, there are poor, working-class, middle-class, and upper-middle-class people, as well as some who are super rich. And as long as the capitalist system is around, the America will continue to be a class-divided society.

When Latino students are fully equipped with a critical mathematics literacy and consciousness, how will they account for middle- and upper-middle-class Latinos and people of color? If ethnic background is the main obstacle to success in professional and private life, how to explain the fact that people of color take up important positions in politics, business, and bureaucracy? Among many other examples, the current secretary of education, Miguel Cardona, comes from Latino background. Similarly, if white people are privileged, how to explain the increasing number of poor-white people in the U.S.? Or the number of poor-white students in public schools?

With respect to education, the same holds true. Research from opposite perspectives agrees: the single most important factor in student success is socioeconomic background. Higher socioeconomic status is the best predictor of academic success.

It is not clear in what ways Gutstein’s approach to justice and teaching will lead to a more just and equal societal order. One can foresee, however, that the ways in which he explains justice and equity in his classroom practices, his students may develop a sense of ethnic pride and potentially chauvinism.

Finally, if one claims to be inspired by Paulo Freire, one should internalize Freire’s views. Friere encourages us to find unity in diversity; he reminds us that the things that bring us together and make us human—universal values—are much stronger than the things that separate us. If we want students to develop consciousness, top priority should be given to class consciousness so that poor students (and people) from all racial, ethnic, and cultural backgrounds can come together to fight against the handful of rich elites, and thereby make world a more just, more equal, and more democratic place for all. 

REFERENCES

Herr, K., & Anderson, G. L. (2005). The action research dissertation: A guide for students and faculty. London: Sage.

Freire, P. (2013). Education for critical consciousness. New York: Bloomsbury Academic.

Darder, A., & Torres, R.D. (2009). After race: An introduction. In A. Darder, R.D. Torres, & M.P. Baltodano (Eds.), The critical pedagogy reader (pp. 150–166). London: Routledge.

Loading

‘Objektif’ ve ‘Resmi’ Tarih / Emin Toprak

01.08.2022

‘Objektif’ ve ‘Resmi’ Tarih

Tarih, ‘objektif’ ve ‘resmi’ olmak üzere iki şekilde karşımıza çıkar.
Objektif tarih, geçmişimizin olmuşluklarıdır, orada; yaşanan övünç-ayıplar ve onların eser, enkaz ve belgeleri yer alır.

Böylece toplum ve bireyler geçmişlerinin övünçlerini yineleyebilir, ayıplarıyla da yüzleşebilirler.

Bu erdemli ve gerçekçi bakış, toplumu da kişileri de saygın kılar.

Resmi tarih yapaydır ve korku iklimlerinde oluşur. Bu iklimlerde zalimler, bir düzen kurmuş ve her şey onların denetimi, gözetimi altındadır. Tarih, sanki o egemen gücü ve anlayışı övüp kutsamak için yazılır.

Bu anlayış neyi isterse o yazılır, ona rağmen hiçbir şey yazılamaz!

Böylece gerçeklerin bilgi-belge- tutanakları, gizlenir, yakılır, yırtılır ‘yok’ edilir.

Belge? Olayları, olduğu gibi yazan, çizen, anlatanların yaşadıkları…

Korku ikliminde, bir olayın öznesi ya da tanığı olmuş kişiler; o olayı anlatmadan önce (sonra olacakları düşünerek) otosansür yaparlar, daha sonra da olayı kendi diliyle kurgular, değeriyle yargılar, yetileriyle yazar, çizer, anlatırlar.

Bu nedenle resmi tarihe, ‘ortak dil’ demek bir yalan bir aldatmaca!

Fakat bir de hiçbir şeyi unutmadan yaşatan, bir toplumsal bellek var!

İşte bu belleğin unutmadığı ve karanlıklar içinde saklanan yüzleşilmedik o kadar ortak acımız var ki…

Şimdi bunlardan sadece birkaçını anımsayalım:

Teşkilatı Mahsusa, Topal Osman ve benzeri faşist anlayışlar kullansın diye mahkum olmuş katil, gaspçı ve canilerin hapisten salınması, onların Koçgiri, Dersim, Ardahan, Ağrı, Zilan… köy, kasaba, şehirleri talan edip, katliam yapmaları…

’12 Mart’ ve ’12 Eylül döneminde hapishanelerin ‘suçsuzlarla’ dolup taşması, hapiste ve dışarıda ‘başka’ sayılan hemen herkesin insanlık suçu sayılan fiillerle karşılaşması…

Maraş, Çorum, Madımak, Roboski, Suruç, Ankara Gar … gibi gibi…

Karanlıkları örten, koruyan öyle yerli ve milli bir duvar var ki, yıkılmadı gitti bu yıkılası duvar!

***

Dokuz gün önce (20.07.2022) Sınırımızın kuş uçuşu 8 km ötesinde olan Kuzey Irak’ın Dohuk kenti Zaho bölgesine yapılan füze saldırısı sonunda ikisi çocuk 9 kişi hayatını kaybetti, 23 kişi de yaralandı.

Bu ve benzeri saldırıları her kim yapmışsa lanetlenmelidir. Çünkü bu hedefinde çocuk ve sivillerin olduğu bir katliam yani bir insanlık suçudur.

Saldırı sonrasında Irak’ta ulusal yas ilan edildi ve Türkiye dostu olduğu söylenen Irak Başbakanı Mustafa El-Kazımi aşağıdaki açıklamalarıyla:

  • Topçu atışının ülkenin egemenliğinin açık ihlali olduğunu,
  • Türkiye’nin Irak’ın, Irak topraklarına ve halkına yönelik askeri ihlallerden kaçınması yönündeki ısrarlı taleplerini görmezden geldiğini,
  • Irak, Türkiye Büyükelçisini Dışişleri Bakanlığı’na çağırdığını,
  • Ankara’dan resmi bir özür beklediğini,
  • Türkiye’den “bütün askeri güçlerini Irak’tan geri çekmesini”
    Türkiye’yi suçladı.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da:

  • “TSK’dan aldığımız bilgiye göre sivillere yönelik herhangi bir saldırımız olmamıştır,… saldırıyı ‘terör örgütlerinin’ gerçekleştirdiğini değerlendirdiklerini…”
    Söyledi.

Ve Irak Ulusal Güvenlik Kurulu, saldırıyı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) Türkiye’yi şikayet etti.

BMGK’nin açıklaması şöyle:

“Güvenlik Konseyi üyeleri, 20 Temmuz 2022’de Duhok vilayetinde düzenlenen saldırıyı en sert şekilde kınadı. Saldırı, aralarında çocukların da bulunduğu en az dokuz sivilin ölümüyle sonuçlandı. Güvenlik Konseyi üyeleri, kurbanların ailelerine ve Irak hükümeti ile Kürdistan Bölgesi’ne en derin taziyelerini ilettiler, yaralananlara acil ve tam iyileşme dilediler ve soruşturmalarla ilgili Irak makamlarına desteklerini ifade ettiler.”
Şimdi diyeceksiniz ki:

Birleşmiş Milletler, dünyada barışı sağlamak için kurulmuş da…

Başvuru değerlendirilip de bilmem neler neler olacakmış da…

Hepsi hikaye!

Çünkü:

BMGK kararları konsey üyelerinin en az dokuzunun kabul oyuyla alınır, ancak; bu kararın geçerli olması için beş kalıcı üyenin hiçbiri tarafından ‘veto’ edilmemesi gerekir.
Kısacası dünya paylaşımında çıkarları uyuşmayan üç süper güç ABD-ÇİN-RUSYA ‘evet’ derse…

Bu üç çıkarcı güç, eğer dosyadaki insanlık suç için “bunu yapan benim denetimde değildir” noktasında buluşursa, o zaman yaptırım gücü olan bir karar alabilirler.

Acaba bu güçlerin egemenliğinde olmayan bir ülke kaldı mı?

BMGK bir dengesizlik bileşkesidir, bu nedenle etkili karar alamaz!

Belki, dünyada şimdiye kadar Hitler gibi birkaç zalim hesap verdi fakat…

Genel sonuç: Olanlar olduklarıyla, çekenler çektikleriyle kaldı.

Barış dostu dünya halkları bu haksız sonuca bir son vermeli!

*

Bugünlerde tüm dünya, Zaho katliamını ve Türkiye’yi konuşuyorken, ‘bir gece ansızın gelebiliriz!’ anlayışıyla komşu topraklarına sürekli girip-çıkan iktidar hiç olmasa: ‘bizim askerimiz yapmadı’ diyebiliyor.

Peki, neden ‘bir gece ansızın gelebiliriz’ anlayışının tezkere tedarikçisi olan: ‘Altılı Masa’dan hiçbir ses çıkmıyor?

Atilla İlhan: “Tek başına özgürlük ne işe yarayacak”-derken, bencilliğe meydan okuyup özgürlük gibi önemli bir değerin ancak birlikte yaşanırsa anlam kazanacağını ne güzel anlatıyor.

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Ekrem İmamoğlu / Emin Toprak

25.07.2022

Ekrem İmamoğlu

“Canlılar, görev yapar yorulur ve dinlenirler, insan da bir canlıdır…”
Bu üç noktalı önerme bir mantık sorusudur, bunu, düşünme ve konuşma becerisi olan hemen herkes: “… o halde insanlar da dinlenir.” diye cevaplar.

Sözü uzatmaya gerek yok.

Birkaç gün önce ve hepimizin tanıklığında, ülkemizin en önemli konusu: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tatile çıkması olmuştu.

Pusu kurmuş olan havuz medyası hemen bunu manşet yapınca konu günlerce yazıldı çizildi, tartışıldı.

Tabii ki böyle yapacaklardı, çünkü onlar, tükenmekte olan bir iktidar için can suyu olacak algılar hazırlamakla görevliydi.

İlginç olan, Ekrem İmamoğlu’nun partisi CHP’den de pek çok kişinin bu koroya katılmış olmasıydı.

Kuşkusuz bu konuda kahve falına bakar gibi çeşitli olasılıkları sıralayıp pek çok neden ve çelişki sayılabilir.

Fakat ben, tarihe ve oradaki yaşanmışlıklara aşağıdaki anlayışa göre bakmak taraflısıyım:
Felsefe ile mantık insanların, ‘nedensellik’ ve ‘çıkarım’ ilkelerine uyarak düşünüp bir sonuca vardıklarını söylerler.

Nedensellik, olay ve olguların birbirine belirli bir şekilde bağlı olması, her sonucun bir nedeni olması ya da her sonucun bir nedene bağlanarak açıklanabilir olmasıdır.

Çıkarım da bu süreçte kendine özgü bazı yargı ve sonuçlara varmaktır.

Demek ki vardığımız her yargı ve sonuç, yetiştiğimiz toplumsal iklimin nedensellikleriyle bezelidir.

Bu anlayışla ben, komşu coğrafyalarda olup aralarında çokça al-ver ve de kavgaları olan: Antik Yunan, Anadolu ile Ortadoğu halklarının demokrasi ve yönetim anlayışlarını biraz hatırlatmak isterim.

Antik Yunan halkları 150 yıllık bir süre içinde: Krallık, Soyluluk, Tiranlık, Demokrasi denemelerinde bulunmuşlardır. Fakat, Anadolu ve Ortadoğu halkları, 5000 (beş bin) yıldır ‘bir bilen’lerin monarşisi ile yetinmiştir.

Hani “devlet aklı değişmez” derler ya, haklılar.

Çünkü devlet kurulduğu günden beridir aklını, bir azınlığa hizmet, büyük çoğunluğa hükmetmek için kullanmaktadır. İşte bu anlayış sonucu, ‘bir bilen’ düzenleri kurulur ve çoğunluklar önemsizleşir.

Tarih der ki, eğer bir yerde bir bilen dönemi başlamışsa, orada korku iklimi yaratacak militarist güçlerle ölüm araçlarına, yani çatışma ve savaşlara ihtiyaç vardır.

Bu sayede insanların inançları, sosyal ve siyasal yaşamı kontrol altına alınır. Ve o zaman da insanlığın düşe-kalka, deneye-sınaya öğrendiği yaşamı kolaylaştıran barışçı değerler önemsizleşir.

İşte o zaman egolara coşku verecek, korku salacak, öldürüp yok edecek şiddet araçları çoğalır ve savaşlar çıkar.

Savaşların coşku aracı olduğu, barışın unutulduğu günler yaşıyoruz. Bunun nedeni de çok açık: düzenlerini sürdürmek için halkı korkularla sindirip, susturmak istiyorlar.

Ülke halkı, hak gasplarını, işsizliği, yoksulluğu, yolsuzluğu, iflasları görüp yaşıyorken, iç-dış borçlar artmış hazine bomboşken, iktidardan çözüm olabilecek hiçbir çaba görünmüyor.

Tek adamın isteği, şiddet ve korkunun yarattığı algılarla halk desteği kalmamış olan iktidarını korumak.

Bunun için buluştuğu kişilerle ve kurulan masalarda pazarlık yaparak, bedelini torunlarımızın ödeyeceği borçlarla, ölüm aracı mermi, bomba, top, İHA, SİHA, F16 vb. istemektedir.

Bu hayatta gerçekler pahalı, hayatlar ucuzdur!

Her ülkenin coğrafyası, ekonomisi, kültürü kendisine özgü bazı farklıklar göstermektedir. Bunları esas almayan değerlendirme ve kıyaslamalar çok önemli yanılgılara neden olabilir.

Fakat ‘demokrasi’ söz konusu olunca iş değişir. Çünkü demokrasi ve özgürlükler her insan için ve eşit olması gereken haklardır. Kısacası: demokrasinin azı çoğu olmaz!

Evet akıl-mantık böyle söylüyorsa da yaşanan gerçeklik çok çok farklıdır. Herkes için eşit olması gereken bu haklar, kimilerine dirhem verilmezken kimilerine kepçelerle, kazanlarla verilmektedir.

Bu zıtlık ve tuhaflıkların asıl nedeni ise o toplumlardaki egemen devlet gücünün yönetim anlayışından kaynaklıdır.

Demokrasi, toplumdaki büyük çoğunluğun yani orta sınıfın özlem ve istekleridir. Demokrasiler ortaklaşa akılla yol alındıkları için ‘bir bilen’lere gerek duymazlar.

Bunun için çıkarlarından başka hiçbir şeyi düşünmeyen tekçi anlayış sahipleri demokrasiyi hiç sevmez ve istemezler.

Eğer insanlığın ortaklaşa oluşturduğu erdem, ilke ve değerlerin en çok hangi ülkelerde uygulandığı sorulsa, hemen herkesin aklına İskandinav ülkeleri gelirdi.

Çünkü bu ülkeler günümüzün savaşçı dünyasında, en çok barış ve demokrasi isteyen bu anlayışı içselleştiren ve uygulayanlar olarak kabul edilirler.

Fakat ne yazık ki emperyalist güçlerin dünyaya saldığı korku iklimi, bu demokratik ülkeleri bile bir savaş örgütü olan NATO’nun şemsiyesi altına almak üzere…

***

Hemen herkesin bilip itirazsız kabul ettiği bir söz vardır:
‘Barış yaşatır, savaş ise öldürür!’

Yaşamak ya da ölmek!

Ölümü kim ister ki?

Tabii ki herkes barış içinde bir yaşam ister!

Fakat bizim gerçekliğimiz başka!

Savaşlar yüzünden dünyayı bir korku iklimi sarmış, insanlık mirası barış ve değerleri bir bir gitti-gidiyor.

Peki, niçin hemen herkes suskun?

Derler ki: Acılar çoğalıp herkesin ortak malı olunca, türküler susar ağıt olurmuş.

İşte böylesi zor günlerden geçiyoruz…

Tabii ki monarşi anlayışını henüz değiştirmemiş bir toplumda, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu için: ‘dinlenmemeli ve hiç tatil yapmamalı’ diyenler çokça taraftar bulur.

İşte bizim değişmesi gereken gerçekliğimiz budur, garipsenmemeli.

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu