Press "Enter" to skip to content

MEKTEP-MEDRESE   Dr. Bülent Avcı

13.06.2025

Altüst Olan Dünyada Eğitim

Eğitim, insanla ilgili olduğu için, birçok disiplinin (sosyoloji, psikoloji, nöroloji gibi) kesişim noktasında kendine yer bulur. Eğitim teori ve pratikleri insanı ve dünyayı etkilerken, yerel ve küresel düzeyde yaşanan gelişmeler de eğitim dünyasını biçimlendirir. Günümüzde bu etkileşim baş döndürücü bir hızla gerçekleşmektedir. Eğitimle ilişkilendirilmiş klasik liberal ve neoliberal söylemler işlevini yitirmiş vaziyette; egemenler eğitim alanında yeni vaatler ve tahakküm araçları oluşturmanın telaşındalar. Bununla beraber, geçen kırk yol boyunca neoliberal eğitim politika ve uygulamalarını anlayıp karşı durmamıza yardım eden eleştirel pedagoji dünyasında tarihsel bir dönemi kapanmak üzere. 

Öte yandan eğitim, sadece okulda ya da sınıfta gerçekleşen bir süreç değildir; her türden yöneten-yönetilen ilişkisi, Gramsci’nin de belirttiği gibi, pedagojik bir süreçtir. Bu anlamda son dönemde içte ve dışta politik arenada yaşananlara bakacak olursak: Dünya jandarmalığına soyunan ABD Başkanı, bir piyon ülkenin başbakanını dünyanın gözü önünde azarlayıp adeta kovarcasına küçük düşürmektedir. Bu olay bile tek başına, dünya düzenindeki yerleşik normların ve güç dengelerinin altüst olduğunun göstergesidir. Ulus-devletçi sermaye ile küresel kapitalistler arasındaki uzun süredir devam eden çekişme, neo-liberal kapitalizmin içeriden çürüdüğünü açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Yine aynı megaloman başkan, Amerika Federal Eğitim Bakanlığı’nı kapatacağını ilan etmekte; “O kadar para harcıyoruz ama çocuklarımız uluslararası sınavlarda en geride, bu çocuklardan bir şey olmaz” mealinde açıklamalarda bulunmaktadır. 300 milyonluk Amerikan halkı ise olup biteni bön bön izlemektedir. Miting meydanlarında İncil sallayarak oy istemesi yetmezmiş gibi, şimdi de dinin toplumun tüm alanlarına ve eğitime geri döneceğini ilan etmektedir.

Batı emperyalizminin uzak karakolu olan İsrail’e karşı düzenlenen protestolar nedeniyle Amerikan üniversiteleri, Yahudi finansörlerin bağış ve hibeleri geri çekme tehditleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Rektörler istifaya zorlanmakta; protestolara katılan öğrenciler ise gündüz vakti sokaklardan toplanarak sınır dışı edilmektedir. Evet, tüm bunlar 2025 yılında, ifade özgürlüğüyle övünen Amerika’da yaşanmaktadır.

Yapay Zekâ (YZ) üzerine çalışan büyük teknoloji şirketleri, bu alandaki gelişmelerin bir düzenleme ve denetim sürecine alınması gerektiğini önerip; Aksi takdirde “harita ve pusula iyice şaşacak” uyarısında bulundular. Ancak Amerikan elitleri bu çağrılara kulak asmadılar. YZ uygulamaları hayatın her alanına hızla yayılmakta ve öğretmenlik dâhil birçok mesleğin ortadan kalkacağı iddia edilmektedir.

Son derece sistematik ve bilimsel yöntemlerle bağımlılık yaratacak şekilde tasarlanan akıllı telefonlar, öğrencileri sürekli bir uyarılma hâline sokarak, herhangi bir konuyu derinlemesine ve kavramsal olarak öğrenemez hale getirmektedir.

Diğer yandan, yalnız ve güzel ülkemin muktedirleri de devlet okulları ve eğitim bütçesini, “cehenneme dayanıklı battaniye” pazarlayan tarikatlara peşkeş çekmektedir. Eğitim fakültelerini doğrudan propaganda dairelerine bağlamanın yollarını aramaktalar; bir adım sonrası, eğitim fakültelerinin tamamen tasfiyesi olacaktır. Zira benzer bir öneriyi Bill Gates, Amerika’daki eğitim fakülteleri için de yapmış; ancak sivil toplum örgütleri ve sendikaların tepkisi üzerine geri adım atmak zorunda kalmıştı, ama tekrar gündeme gelmeyeceğinin hiçbir garantisi yok tabi ki.

Yıllarca yurtdışında çalıştıktan sonra memlekete geri dönen bir ekonomist, gençlere üniversiteye gitmemelerini tavsiye etmektedir. Yani, eğitim artık iş garantisi sağlamamaktadır, boşuna uğraşmayın demektedir. Ancak bu ekonomist, durumu kendisinin de iman ettiği kapitalist sistemle ilişkilendirmeyi becerememekte ve yapısal bir sorun olduğunu göz ardı etmektedir. Daha da önemlisi eğitimin sadece bir çıraklık ve meslek edinme sürecinden ibaret olmadığının farkında değil…

En ilkel hukuk normlarına rahmet okutacak bir prosedürle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne operasyon düzenlenmekte; başkan ve ekibi tutuklanmaktadır…

Gelecekleri çalınan gençler, içimizdeki ölü düşleri dirilterek büyüklerine örnek olmakta; sokaklardan kent meydanlarına akmaktadır…

İmam-hatipleştirme furyasıyla eğitim kalitesini dibe vurduran iktidar, şimdi de düzgün kalmış birkaç okulun öğretmenlerini tasfiye edip, yerlerine ideolojik kadrolar (takunyalı, badem bıyıklı) yerleştirmeye çalışmaktadır. Ancak liseliler, okul bahçelerinde toplanarak bu durumu protesto etmektedir.

Teknolojinin eriştiği seviyeyi dikkate alarak bilgi kavramının ve ona ulaşma yollarının köklü bir kırılmaya uğradığı bir dönemden geçtiğimizi söyleyebiliriz. Geniş halk kitlelerini bu konuda aydınlatması gereken entelektüel ve akademik dünya ise tüm bu gelişmeleri kapsamlı bir yaklaşımla ele almak yerine, kendi içine kapanarak anlamsız tepkiler üretmenin ötesine geçememektedir.

Aslında olup bitenler oldukça basittir, fakat sonuçları itibarıyla son derece ciddidir: Aklı ve ruhu kurumuş bir dünyada yaşıyoruz. Son kırk yıldır kapitalizme yön veren ve eğitim sistemini altüst eden neoliberalizmin iflasına tanıklık ediyoruz. Sistemin çöküşü, şu başlıklarla özetlenebilir:

  • Neoliberal (yeni sağ) eğitim politikaları, vaatlerinin aksine, yoksul ve zengin arasındaki uçurumu derinleştirmiştir.
  • Eğitime tüccar mantığıyla yaklaşan neoliberal-kapitalist ideologlar; öğrencilerin ahlaki-etik ve sosyal gelişimlerini, eleştirel ve yaratıcı düşünme yeteneklerini, vatandaşlık bilinçlerini göz ardı ederek, tüketim, performans ve rekabet gibi yıkıcı değerleri dayatmıştır. Kültürel bir varlık olması gereken insanı piyasanın vahşiliğine teslim ettiğinizde, geriye yalnızca biyolojik bir varlık kalır: yani kültürel boyutu dumura uğrar.
  • Eğitimi, test hazırlık çalışmalarına indirgeyerek, müfredat daraltılmıştır. Sonuç: yalnızlaşmış ve yabancılaşmış öğretmenler ile öğrenciler.
  • Öğretmenliği, akademik özgürlüğü olan profesyonel bir meslek olmaktan çıkarıp teknisyenliğe dönüştürdüler. Amerika’da son yıllarda eğitim fakültelerine başvurular 40% azalmış ve eğitim kalitesi sürekli gerilemiştir.
  • Özelleştirme adı altında, büyük teknoloji şirketleri eğitim bütçesinden pay kapmayı başarmıştır. Anlaşıldı ki “eğitimi geliştirme” söylemleri yalnızca birer kandırmacadan ibaretmiş. 2002 de eğitimdeki her sorunu çözümü olarak öne sürülen standart testlere eğitim bütçesinden 2 milyar dolar harcandı; test şirketleri paraya doymadı ama eğitim kalitesi ve test sonuçları düştükçe düştü.
  • Bu süreçte üniversitelerde radikal fikirleri savunan akademisyenler tasfiye edildi; üniversiteler büyük şirketlerin finanse ettiği iktidar aparatlarına dönüştü. Harvard Rektörlüğü üzerindeki baskı bunun trajik bir örneğidir. Türkiye’de KHK ve Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik saldırılar da bu bağlamda değerlendirilmelidir.
  • Akademik üretim, dar ve niteliksiz alanlara hapsedildi; okunmayan, yüzeysel ve piyasacı makaleler ortalığı doldurdu. Amerikan üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin %70 i partime (adjunct) olarak iş güvencesi olmadan çalışmaktadır. İşsiz ve aç kalma korkusuyla yapılan akademisyenlikten hiç kimseye fayda gelmez ve giderek yüksek öğretim denilen olgu aşınır ve anlamsız-işlevsiz hale gelir.
  • Bir zamanlar iş garantisi sunan üniversite diploması bugün bu işlevini yitirmiştir. Amerika gibi yükseköğretimin pahalı olduğu ülkelerde gençler, diplomaya ulaşabilmek için yıllarını ve geleceklerini borç içinde tüketmektedirler.

Evet, son kırk yıla damgasını vuran neoliberal kapitalist politikalar bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Artık post-neoliberal bir döneme girmiş bulunuyoruz. Küresel elitler, bu yeni dönemin baskı ve kontrol aygıtlarını, özellikle STEM ve Yapay Zekâ üzerinden yeniden inşa etmeye çalışmaktadır.

Peki bizler, daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna inanan eğitimciler, ne yapacağız?

Tepkisel tavırlarla yol almamız mümkün değildir. Her şeyden önce, eleştirel pedagojinin mirasından ilerleyerek, nasıl bir insan, nasıl bir toplum, nasıl bir ülke ve dünya soruları üzerine, somut koşulları dikkate alarak düşünmeliyiz ve düşündüklerimizi yazılı ve görsel olarak paylaşmalı-yaymalıyız. Buradan hareketle “Nasıl bir eğitim istiyoruz?” sorusuna bir tür manifesto niteliğinde cevaplar üretebildiğimiz ölçüde, eğitimi, YZ ve STEM üzerinden, yeniden bir baskı ve kontrol aracı olarak şekillendiren egemen güçlere yerel ve küresel düzeyde karşı durabiliriz.

Dünyanın herhangi bir yerinde; yaşam alanlarımızda, okulda, derste, sokakta, işyerinde, mahallede iktidar hegemonyasında ciddi kırılmalar yaratacak, nefes alabileceğimiz küçük alanlar oluşturmaya devam etmeliyiz. İnsanlığı özgürleştiren, 68 kuşağı gibi radikal düşünceler ve bu düşüncelere eşlik edecek eylemler, er ya da geç yeniden filizlenecektir.

 Çünkü bu baskı ve sindirme ortamı sonsuza dek süremez.

Çünkü insanlık güçlüdür; hem de sandığımızdan çok daha fazla.

Dr. Bülent Avcı
Haziran 2025 / Seattle, WA

 

Bu yazı daha önce dersler dergisinde yayınlandı
https://derslerdergisi.com/bulent-avci-altust-olan-dunyada-egitim/

 

 

 

Loading

DOSTÇA  
Emin Toprak

16.06.2025

İKLİMLER

Bitkiler ile bazı canlı türleri, yaşamları için uygun olmayan bir iklimde yaşayamaz. Fakat en direngen ve mücadeleci canlı türü olan insanlar, doğduğu veya vardığı yerde: “Bu iklim yaşamımız için uygun değildir!” diyerek pes etmezler. O iklimi yaşanır kılmak için dirençle mücadele ederler. İşte bu özellikleri de insanları diğer canlılardan farklı kılar.

Ekvator ve kutuplara yakın yerleşimlere hiç gitmedim. Fakat, oralardaki yaşam koşulları ile kültürleri anlatan kitaplar okudum, belgeseller, filimler izledim. Hem de düşler kurdum oralarda doğmak ve yaşamak üstüne.

Ekvator, dünyayı enlemesine iki yarım küreye ayıran hayali bir enlem çizgisine verilen addır. Bu çizginin üstünde ve altındaki coğrafyalarda çok çok farklı iklimler vardır.

Ekvator iklimi büyük bir coğrafyada etkilidir. Bu coğrafyanın küçük bir bölümünde: ‘dört mevsim iklimi’… Büyük bölümü ortalama 25-30°C olduğu ‘tek iklim’, yani sürekli ‘yaz’… Gece ile gündüz 12 saatle eşit, sürekli sıcak ve yağışlı olurmuş.

Kutup iklimi coğrafyasında; ‘iki mevsim’, yani yaz-kış iklimi, ayrıca pek çok farklılık var: Yılda: beş (5) ay gündüz, bir (1) ay alacakaranlık / beş (5) ay gece, bir (1) ay alacakaranlık… Gece ile gündüzler yaklaşık 24 saat sürer… Yazın güneş batmaz, kışın güneş doğmaz… Ortalama sıcaklık yaz aylarında -20°C’dir fakat güneyden fırtınalar estiğinde -70°C’ye kadar düşebilir…

Özetle sıralarsak:

Ekvator iklimi hep ‘sıcak’ olduğundan, orada yaşam sürenler kar-soğuk nedir bilmez, fakat ılık esen bir rüzgara hasret olurlar.

Kutuplarda iklim hep ‘soğuk’ olduğundan denizler-nehirler buz tutar, orada yaşam sürenler ise sıcaklığa-güneşe hasret olurlar.

Bizim gibi ‘dört mevsim’ iklimine alışmış olanlar için; ekvator iklimi: ‘çok sıcak’, kutup iklimleri ‘çok soğuk’ ve ömür boyu oralarda yaşamak da çok zordur.

İklim; yaşam tarzını belirleyen en önemli faktördür.

Canlıların zorluklarla kazandığı zafere ‘yaşam’ denir.

Dört mevsimli iklimlerde en fazla zorluk ‘kış’ aylarında yaşanır.

‘Kış’ olunca; canlıların üşüyerek, uyuyarak, baharı bekler.

‘Bahar’ olunca; doğa şahlanarak uyanır, hayvanlar yavrularla çoğalır.

‘Yaz’ olunca; ağaç-tarla-bağ-bahçeden ürünler toplanır.

‘Sonbahar’ olunca emekle kazanılan ürünler kışa sunulur.

Ve bu yaşam döngüsünde; kış odak, üç mevsim de ‘tedarikçi’ olur.

*

Yukarıdaki sıralamayı yaparken içsesim dile gelip bana dedi ki:

Tek mevsim az seçenekli olduğu için insanları; sınırlar-robotlaştırır ve böylece canlıların yaşam alanı daralarak zorlaşır.

Dört mevsimli yaşamda ise fiziksel-sosyal-duygusal pek çok zıtlık vardır. Acı-tatlı yaşamın nedeni olan bu çelişki ile zıtlıklar; daha direngen, daha etkin kılar canlıları.

***

Farkındaysanız yukarıya yazdıklarım daha çok coğrafyayı ve iklimi odak almış gibi. Empati yapmadan insana dokunmadan, yaşama kuşbakışı bir açıdan bakıyor.

Oysa insan toplumsal bir varlıktır. İnsanı anlatan bir yazı eğer, toplum (sosyoloji) bilimine, etik değer-duygu-hak-özgürlüklere dokunmuyorsa eksik kalmıştır, tamamlanması gerekir.

O zaman yurdumuzun, coğrafyası, sosyolojisi ve değerlerinden biraz söz etmemiz gerekir.

Türkiye farklı iklim tiplerinin dört mevsim yaşattığı şanslı ülkelerdendir. Üç tarafı denizlerle çevrili, verimli ovaları, platoları, dağları, nehirleri ve derin vadileri… Fakat, nedense pek çok sosyal-ekonomik-siyasal sorunu da çözümsüz kalmış yoksul-dertli bir ülke!

“Bir dokun bin ah işit !” dedikleri insanlarla doldu yurdumuz.

Birden, 25 Mayıs 2025 günü kaybettiğimiz ünlü sanatçımız İlhan Şeşen’i: “Neler oluyor bize yine neler oluyor gülüm” diye sürüp giden o muhteşem nakaratı ile anımsayıp saygıyla andım.

Bugünlerde sanki o nakarat dizesinden esin alanlar çoğaldı. Bulundukları her yerden herkes solo-koro: “Yurdumuzda neler neler oluyor!” çığlıkları atıyor.

Evet Türkiye’de neler neler oluyor?

Bildiğiniz gibi uluslararası kuruluşlar; dünya ülkelerini kıyaslayıp sıralayan pek çok araştırmalar yaparlar.

Türkiye hemen her yıl; Hak, Hukuk, Adalet ihlalleri, Ekonomi ve Eğitim sıralamalarının en sonlarında bir yer bulur kendisine.

İşte bu yüzden yurdumuzda yıllardan beridir; iklim kurak, yaşam zor ve insanlar mutsuz!

Önce dünyadaki yerimiz gösteren bir haber: bakalım:

IMF’nin 190 ülkeden topladığı Ocak 2025 enflasyon verilerine göre:185 ülkenin enflasyonu Türkiye’den daha düşükmüş. Böylece enflasyon konusunda dünyanın en kötü 6. ülkesi olmuş.

Yurdumuzun geleceği ve güvenliğini düşündüren iki haber de şöyle:

YÖK açıklamasına göre; 21-22 Haziran (bir hafta sonra) günü yapılacak Yükseköğretim Kurumları Sınavına 2 milyon 560 bin 640 başvuru olmuş. Bu sayı başvuruların; 2024 yılına göre 560 bin 230 kişi, 2023’e yılına göre de 1 milyon kadar azaldığını göstermektedir.

(Demek ki, geleceğimizin güvenceleri olan gençlerimiz; görerek-izleyerek-yaşayarak geleceğe dair hayallerini kaybetmiş.

(Bu haber; ülkemiz için çok çok büyük bir tehlikenin habercisidir.)

Türkiye’nin 299.924 kapasiteli 396 cezaevlerinde 409 bin 617 hükümlü ve tutuklu varmış. Bu bilgiye göre bizdeki hükümlü ve tutuklu sayısı dünyadaki 59 ülkenin nüfusundan daha fazlaymış!

(Bu haberi de lütfen siz yorumlayınız.)
“Neler oluyor bize yine neler oluyor gülüm?”
Niçin yurdumuz sosyal-ekonomik-siyasi sisli puslu bir iklimde?
Dünya sıralamasının en sonlarından ne zaman-nasıl kurtuluruz?

*

Sevgili Okurlarım;
Her yıl yaz gelince yazı yazma isteğim azalıyor. Bu yaz da böyle olacak gibi. Demek ki bu durum benim için bir alışkanlığa dönüşmüş. “Yaz boyu, hem dinlenir hem de daha çok okurum.” diye bir de bahane buldum kendime.
Eylül ayında barışçı-demokratik ve yaşanır bir iklimde buluşmak üzere hepinize sevgiler saygılar…

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

ULUSALCI DOSTLARA / Emin Toprak

02.06.2025

ULUSALCI DOSTLARA

Bugün egosu yüksek ve çok konuşan ulusalcı ‘dostlar’ için yazıyorum.

Niçin mi ‘dostlar’ dedim?

-“Niçin bu deniz yıldızlarını denize atıyorsunuz?” metaforunda olduğu gibi. Belki birileri önyargılarını sorgular, demokrasiye inanır umuduyla ve insan sever olduğum için ‘dostlar’ dedim.

‘EGO’, kişinin dış dünya ile ilişkilerini sağlayan zihinsel ve psikolojik işlevlerin genel adıdır.

Normal bir ego kişiyi uyumlu, fazlası ise egoist yapar.

Egoist kişiler (egoizm); kendisine hayran oldukları için söze ‘ben’ diye başlarlar. Onlara göre, en bilen, en önemli ve en öncelikli kendileridir. Ayrıca bu gruptakiler kibirli, öfkeli kindar olurlar. Psikoloji bu tür aşırılıkları: ‘kişilik bozukluğu’ olarak tanımlar.

‘Ulusalcı’ anlayışlar; yüksek egolu ve çok çeşitlidir: Antiemperyalist, demokrat, sosyal demokrat, emekten yana, solcu, sosyalist… Bir de: milliyetçi, dindar, muhafazakarlar… (Aslında ulusalcı ile milliyetçi sözcükleri de eşanlamlıdır).

Ulusalcılar; ülke-dil-inanç-gelenek-görenek-kültür-tarih-sanat … gibi toplumsal değerlerini dünyanın en iyi, en, güzel, en üstünü sayarlar. Başka kimlikler ve değerleri; ya önemsiz, değersiz, gereksiz, tehlikeli kabul ederek, yok sayar, yasaklar, bazen de yok etmek isterler.

Bugünlerde de ulusalcılar çok öfkeli ve çok konuşuyorlar!

Bulmuşlar birkaç sicilli militaristi, onların paranoyası olan senaryolarla habire Kürtlere ve DEM partiye saldırıyor…

Özgür Özel ile Ekrem İmamoğlu’na bile engel olmak istiyorlar!

*

Ulusalcılar şimdi yazacaklarımı bilir ya, yine de hatırlatmak isterim.

ULUSALCI DOSTLARA;

Birinci dünya savaşı sonrası yıllarda emperyalizm azgınlaşmış dünyayı yakıp yıkan faşist bir iklim vardı. Emek-sermaye çatışmasının yerine ‘ulusalcı’ anlayış geçmiştir.

Almanya’da da A. Hitler’in 1933 yılında kurduğu “Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi” (Nazi Partisi) iktidar olmuştu.

  • Peki, Avrupa’nın en güçlü sanayisi, proletaryası ile sol partilerine sahip bir ülkede nasıl olmuş da Nazi Partisi iktidar olmuş?
  • Nasıl olmuş da herkesin Rusya’dan da önce Sosyalist Devrim beklediği Almanya faşizmin pençesine düşmüş?

Acaba bu iki soruyu hiç düşündünüz mü?

-Çünkü; ırkçı-ulusalcı duygulara hitap eden Hitler, emekçileri kandırmış ve Nazi Partisi saflarına geçmiş!

-Ve böylece emekçi proleterler, SA ile SS sürüleri içinde birer Yahudi düşmanı ‘ulusalcı’ olmuştu!

İşte belgesi:

Martin Niemöller;1933’de Adolf Hitler’in kurucusu olduğu “Nasyonal Sosyalist Almanya Partisi” üyesi, komünizm karşıtı, antisemitist (Yahudi düşmanı), Protestan bir papazdır.

“Nazi” uygulamalarını görüp-yaşadıkça üzülür ve karşı çıkar. Bu nedenle de 1937 yılında ‘Gestapo’ tutuklusu olur. Nazizm’in toplumsal suskunluk sağlayarak yaptıklarını da şöyle özetler:

“Önce sosyalistler için geldiler, sustum—çünkü sosyalist değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, sustum—çünkü sendikacı değildim.
Daha sonra Yahudiler için geldiler, sustum—çünkü Yahudi değildim.
Sonra benim için geldiler—benim için konuşabilecek hiç kimse kalmamıştı!..”

***

İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda:

İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’da A. Hitler, İspanya’da F. Franco, Portekiz’de Salazar… vb. dünyada pek çok faşist diktatör türemişti.

Onların başlattığı emperyalist-sömürgeci-ırkçı savaşlar: on milyonlarca insan ile canlı yok etmiş, halklar çok büyük acılar yaşamış, kaynaklar talan edilmiş, dünyayı kanlı-karanlık bir korku iklimi sarmıştı.

O yıllarda biraz da yurdumuzda olup bitenlere bakalım:

Birçok kimliği barındıran Osmanlı İmparatorluğu emperyalistlere karşı yedi bölgede savaşsa da yenilmiş ve toprakları işgal edilip paylaşılmıştır.

Bu paylaşımı ve işgali kabul etmeyen yoksul ve birçok kimlikli Türkiye halkı da anlaşıp uzlaşmış. Analar kağnılarla cephane taşımış, cephede büyük zorluklar yaşanmış, kayıplar verilmiş…. Sonunda “kurtuluş savaşı” kazanılmıştı. Tüm bunları duymuş, okumuş, bilirsiniz.

Sanırım bir de duyduğunuz, bildiğiniz fakat unutmak istedikleriniz var! Onlardan bazılarını ben şöyle sıraladım:

19 Mayıs 1919’dan sonra Kürtlere yapılan çağrıları ve mektupları…

Amasya’da hazırlanan fakat yıllarca gizli tutulanlar tutanakları…

Erzurum kongresi delegelerinin çoğunun Kürt olduğunu…

Kurtuluş savaşından birkaç yıl sonra, dünyaya yayılan “ırkçı iklimin” Türkiye’ye de ulaştığını…

Irkçı iklim nedeniyle, kurtuluş savaşı öncesinde halklara verilen ‘sözlerin’ unutulduğunu…

Çoğulculuğu esas alan, Kürtleri kurucu öznelerden biri sayan ve yerinden yönetimi esas alan demokratik 1921 anayasasının değiştirildiğini…

1924 Anayasasının da Türk ve Sünni İslam olmayan farklı kimlik ve inançların (Örneğin: Kürt kimliği ile Alevi inancının yok sayan) tekçi bir anlayışla hazırlandığını…

1930’lu yıllara doğru da Türkiye; sadece Türk-Sünni-İslam ve Türkçe konuşanların yurdu sayılmış. Uydurma “Güneş-Dil Teorisi” ile: dünya dillerindeki birçok kelimenin Türkçeden türediği, Türkçenin dünya dillerinin kökeni olduğunun (bile) iddia edildiği…

Farklı kimliklerin dil-kültür-inançlar yok ve yasaklı sayılınca da yurdun birçok yerinde kimlik çatışmaları ve isyanlar başladığını…

Söyleyebilirim.

Şimdi biraz da günümüz dünyasına bakalım isterim:

Aradan yüzyıl (bir asır) geçmiş. Savaşların yakıp yıktığı pek çok ülke tüm sosyal-ekonomik yaralarını sarmış, iyileşmiş, ilerlemiş ve gelişmiş. Örneğin; yerle bir olan Almanya yeni baştan yapılmış ve bugün dünyanın en uygar ülkeleri arasında en ön sırasında yer almış!

Peki Türkiye?

-Türkiye henüz demokrasi ile ‘Kürt’ sorununu bile çözememiş!

O, Kürt sorunu ki; 50-60 bin gencimizi yok etmiş, halkımıza büyük acılar yaşatmış, yakmış, yıkmış, kaynakları tüketmiş.

Yüzyıldan beridir bitti-bitecek deniyor, ne bitiyor, ne de çözüm buluyor…

Ve günün son dakika haberi:
‘Türkiye Yüzyılı’, “5. Dalga Belediyeler Operasyonu” büyük bir hızla devam ediyor!

*

Evet ulusalcı ‘dostlar’!

Ben size özel bir seçki yaparak, bazı anımsatmalar yapmak istedim.

Siz de lütfen bunların detaylarına, kaynak taraması yaparak ulaşınız.

Sonra da bu istenmez olguların oluşumunda, sizin veya anlayışınızın bir katkısı olup olmadığını düşünün ve vicdanınızla hesaplaşın istedim.

Belki o zaman gerçekleri daha iyi anlar ve o akıcı-etkili dilinizle hamaset yapmadan daha güzel konuşur-anlatırsınız.

İyilik dileyiniz, iyilik bulunuz…

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu