Press "Enter" to skip to content

Amerika, Türkiye Ve Bizim Mahalle / Bülent Avcı

24.01.2021

 

 

 

Amerika, Türkiye Ve Bizim Mahalle

Bülent Avcı

İki hafta önce Trump taraftarlarının hükümet binasını işgal etmesi dünyanın geldiği noktaya dair ipuçları veren tarihsel bir olaydı. Kimdi bu insanlar? Silahlı külahlı bir şekilde kongre binasını basacak aşamaya nasıl gelmişlerdi?

Bu insanlar neoliberal-kapitalist globalleşmeyle beraber yoksullaşan ve sosyoekonomik statülerini kaybeden beyaz işçi sınıfı (ya da genel olarak çalışan sınıflar). İçlerinde süzme faşist-ırkçı ve psikopat tipler ebette var; ama bunlar o kalabalığın yüzde onu bile değildir.  Söylem ve taleplerine bakınca sol bir partinin tabanı olduğu aklınıza gelebilir… Ama geniş halk kitleleri ile organik bağlar kurmuş bir sol partinin olmayışı bu insanları Trump gibi bir demagogun kucağına itmiştir. Dolaysıyla, bir demagogun önderliğinde, sorun ve taleplerini gerekçelendirme şekilleri onları ırkçılığın ve faşizmin bataklığına sürüklemiştir. Medyada bu insanları ‘beyaz ırkın üstünlüğüne inanan guruplar’ (white supremacists) diye tanımladı. Olayın sınıfsal boyutlarına bakmadan kendilerini solda tanımlayan çevreler de aynı söylemin biraz daha liberal versiyonu dillendirdi.

Nedir bu kaybana white supremacy denilen şey?

Amerikan burjuvazisi tüm politik sorunları kültür ve kimlik politikaları üzerinden şekillendirmeyi büyük oranda başarmıştır; bu anlama şeklinde sınıfsal-analiz adeta uçuşa kapalı bir bölgedir. Örneğin koyu tenli Amerikan vatandaşları sokaklara çıkınca, mevcut neoliberal sistemi eleştiren tek bir cümle etmeksizin, olayı beyazların üstünlüğü (white supremacy) söylemine bağlayıp nerdeyse tüm beyaz Amerikalıları ırkçı ilan etmekteler. Tıpkı kongre binasını işgal eden beyaz Amerikalı işçi sınıfının zenci ve göçmenleri suçlaması gibi. Oysa bu insanların ortak paydası yoksul ve neoliberal düzenin kurbanları olmaları.

Aslında mesele son derece basit. 1980’lerden başlayarak neoliberal politikaların doğal bir sonucu olarak, zenci beyaz dinlemeden, geniş halk yığınları yoksullaştı. Amerikan ulusal zenginliğin yüzde 94’ünü nüfusun en zengin yüzde 1’i kontrol ediyor. Trump destekçileri işte bu süreçte yoksullaşmış beyaz çalışan sınıflardır. Kongre binasının baskını öyle anlık bir olay değildir; medyanın öne çıkarttığı bir kaç tane ilginç giyimli serserilerden ibaret değil. Bu gurupların silahlı bir şekilde Obama iktidarı öncesinden beri örgütlendiklerini bilmeyen sağır-sultan. Dünyanın en gelişmiş istihbarat organizasyonlarına sahip olan Amerika’nın kongre binasının işgal edileceğini önceden bilmemesi imkansız… İşgale müsaade edildi. Bu müsaade derin devletteki Trump taraftarları sayesinde mi yoksa Biden ekibinin kurguladığı stratejik bir hamle mi henüz bilmiyoruz.

Ama şunu biliyoruz ki siyaseten Trumpın yanında saf tutan Amerikalı beyaz yoksulların, önerdikleri çözümler ırkçı-faşist olsa da, dile getirdikleri sorunlar sınıfsal altyapısı olan son derece gerçek. Son 40 yıldır Amerikan halkını giderek yoksullaştıran neoliberal politikalarla radikal bir hesaplaşma olmadan bu sorunların çözümü imkansız. Ama yeni hükümetin böylesine bir gündemi olmadığı belli. Dahası, Biden hükümetinin görev atamalarına baktığımızda eski tas eski hamam; Obama döneminin iktisat danışmaları yine görevde; eğitim bakanı olarak atadığı adam neoliberalizm dinine secde etmesi ile ünlü biri… Kongreyi basanlar Amerikan halkının en az yarısının desteğine sahiptir ve gelecek yıllarda daha da kitlesel hale geleceklerdir. An itibarı ile Trump kaybetmiş olabilir ama maalesef kazanan faşizmdir…

Boğaziçi Üniversitesi olayları

İstanbul Boğaziçili gençlerin kayyum-rektör atanmasına karşı yaptığı şenlikli protestolara sahne oldu. İstanbul’un ara sokaklarından çıkıp meydanlara yürüyen gençler içimizdeki ölü düşleri dirilttiler…

Meseleye ülkenin iç dinamiklerinin biraz dışını çıkarak bakmayı denersek, böylesi bir rektör atamasının ne anlama geldiğini daha iyi anlayabiliriz. Batı medeniyeti neoliberalizm sayesinde kurumsallaşmış tüm değer ve normlarını yitirmiştir. Sermayenin kâr hırsı tüm insani değer ve normlardan üstün tutulmuş ve kamu yararına olan ne varsa yerle yeksan edilmiştir. Sermayeye peşkeş çekilen şeylerden biri de eğitimdir. Batı ülkelerinde aydınlanma değerleri ışığında üniversitelerin ve genel olarak eğitimin kısmen de olsa özerkliğinden bahsetmek mümkündü.  Ama son 40 yıldır böylesi bir akademik özerklik ve özgürlükten bahsetmek artık imkansız. 1980’lerden başlayarak, üniversiteler kamu yararı olan konuları araştırmak ve bu eksende bilgi üreten yerler olmaktan çıkıp büyük şirketlerin (Corporation) hizmet ve denetimine girmişlerdir.

Amerikan üniversiteleri politik olarak solda görünen akademisyenleri türlü ayak oyunları ile işe almamakta; hâlihazırda kadrolu solcu akademisyenleri işten atmanın yollarını aramakta.  Amerikan üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin yüzde yetmişi part-time (adjunct) olarak çalışıyor; sigorta yok, sendika yok, iş güvenliği de yok; karın tokluğuna bir yaşama mahkum akademisyen ordusu…Bir çoğu ekmek karnesine (food-stamp) bağlanmış…

Dolaysıyla Amerikan ekolünden gelen Boğaziçi Üniversitesinin konumu bu durumdan bağımsız değil. Üniversitenin kendi içinde akademik özgürlüğünün ve özerkliğinin olmadığı bir dünyada ve Türkiye’de rektörün kayyum ya da organik olması çok da bir farklılık yaratmaz. Öte yandan Türkiye’nin yerel konjonktüründen bakarsak, Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne açık-öğretim mezunu bir imamın ya da cübbeli hocanın atanmamış olması bizim gibiler için bir tesellidir. Zira bir sonraki adım bence budur.

Dr. Bülent Avcı
Seattle, Washington

 1,502 total views,  1 views today

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu