As a public educator with 30 years of experience across multiple states, primarily in underfunded school districts, I have deep concerns about your recent statement regarding the elimination of the Department of Education. Your argument—that the U.S. spends the most per student but ranks low in success, while Norway and other Scandinavian countries excel—was both misleading and oversimplified.
While it is true that the U.S. has a high average expenditure per student, this statistic masks a deep inequity. Due to the link between local taxation and school funding, affluent districts receive the lion’s share of resources, while poor districts struggle with inadequate funding. When comparing student performance in well-funded U.S. districts to that of Norway, the outcomes are comparable. The real crisis lies in the systemic neglect of poor school districts, where collapsing infrastructure, underpaid teachers, and bureaucratic inefficiencies perpetuate educational disparity.
The U.S. education system, shaped by policymakers from privileged backgrounds, disproportionately benefits the wealthy while leaving the disadvantaged behind. Much of the funding allocated to struggling districts is funneled into private educational corporations—such as textbook and standardized testing companies—rather than directly benefiting students and teachers. Additionally, administrative overhead consumes a significant portion of the budget, often rewarding bureaucrats who have little understanding of or investment in the realities of the classroom.
Before invoking Norway as a model, it is crucial to understand its approach. As a social democracy, Norway views education as a societal investment. Public schools are equitably funded, ensuring that all students receive a high-quality education regardless of socioeconomic background. Teachers are respected professionals, required to hold a master’s degree with a research component. They enjoy academic freedom and autonomy, which fosters a genuine profession rather than a survival-based occupation.
Conversely, the U.S. prioritizes economic efficiency over educational integrity. Success is measured through standardized testing, reducing learning to quantifiable metrics rather than fostering critical thinking and citizenship. High school diplomas in low-income districts often carry little value, as graduation requirements prioritize attendance over academic competence. Teacher preparation programs in the U.S. are often weak, allowing underqualified individuals to enter schools as teacher and admin in struggling districts, exacerbating the problem.
You and your family have not attended public schools, nor will you in the future. Citing Norway’s system without acknowledging its foundational social policies is disingenuous. The reality is that public education in the U.S. is divided into two worlds: in affluent areas, schools are well-resourced, safe, and stable; in poor districts, high turnover among teachers and administrators, discipline issues, and systemic neglect create an environment where education is devalued. Parents, who must work in a couple of different jobs just to get by, do not have time and energy to get involved in their children’s education. Many students in these districts understand, even implicitly, that the system has little to offer them.
Norway’s success stems from valuing education as a collective investment rather than a business venture. Schools function as communities, not profit-driven enterprises. Teachers are empowered, students are supported, and socioeconomic disparities are minimized. The U.S., particularly in impoverished districts, treats education like a commodity, with success dictated by corporate-driven metrics and economic return.
Instead of dismantling the Department of Education, I urge you to reconsider its role. Address the inequities in funding, invest in teacher development, and foster a sense of educational community. Education should not be a privilege for the wealthy but a right for all.
Jean-Paul Sartre (1905-1980) yüzyılımızın; önemli filozofu, edebiyatçısı, oyun yazarı, ‘Varoluşçu’ felsefenin de öncüsüdür. Varoluşçuluk, bireyin özgürlüğünü esas alır ve: “Var olan insan tutum, davranış ve eylemleriyle kendini yeniden yaratır ve biçimlendirir. / İnsan, kendi varlığını yaratan tek varlıktır. / Bu nedenle de insan, özgür olmak zorundadır…” vb. görüşleri savunur.
İnsanlar, bireysel-toplumsal-ekonomik sorunlarını gidermek için sürekli bir arayış içinde olurlar. Doğa yasası gereği, her şey zıttı ile değişir-dönüşür var olur. Yaşamdaki zıtlıklar hiç bitmez, onlar birbirini ürete-tükete geleceğe taşırlar.
Kuşkusuz ki, ülkemizde de değiştiren-dönüştüren doğal gelişim vardır. Fakat bizdeki 23 yıllık iktidar, çok kurnaz ve oyalamaca gündem üretmede çok mahirdir.
Bu becerileriyle değişim-dönüşümü sağlayacak insanları atıl bırakmakta… Yurdumuzda milyonlarca ‘muhalif’ insanın; birlik olamayıp dağınık-parçalı-özgüvensiz kalması da AKP’nin yıllarca rakipsiz iktidar olması da bundandır.
Fakat gün oldu devran döndü, kurnaz ve usta oyuncu iktidar; 19 Mart 2025 günü (ki benim sanal doğum günümdür) ‘heybeden bir turp” çıkıverdi!..
Sosyal-ekonomik yaşamda ‘8 şiddetinde’ ve henüz artçıları bitmemiş olan depreme: “İmamoğlu Depremi” dendi.
Bu deprem:
23 yıllık iktidarın duvarlarını çatlattı, çöküşünü başlattı…
“Gezi” süreci benzeri ama çok fazlası olan: “Saraçhane” direnişini başlattı.
Saraçhane deyince anımsadım, sizinle de paylaşmak isterim: Sn. Özgür Özel başkanlığındaki CHP, 2024 yılı yerel seçimi başarıyla kazanmış ve iktidarı ikinciliğe düşürüp sarsmıştı. Özel; ‘normalleşme’ olsun diye iktidara el uzatmış, partisi içinden bile eleştiriler almıştı (ki, bence bu girişim, barışçı ve çok değerliydi). Fakat Sn. Erdoğan bu girişimi önemsememiş kavgaya devam demişti.
Özel; o günlerde Saraçhane’de düzenlenen iki mitinge de katılmıştı.
1 Mayıs Emekçiler Bayramı için Saraçhane’ye gelip işçi sendikalarının en önünde yer almış, güzel bir konuşma yapmış, sonra da ortadan kaybolmuştu… 18 Mayıs 2024’de “Büyük Eğitim Mitingi” Saraçhane’de idi. Katıldığım bu mitingde de coşkusuzdu, katılım da çok azdı…
Fakat, 11 ay sonra Saraçhane ve sonrasında da tüm yurda yayılan milyonların katıldığı mitingleri çok çok farklıydı… En önde de Sn. Özgür Özel vardı.
Tabii ki, bir günde ortaya çıkmadı bu milyonlar. Aslında hep çoktular ve vardılar. Sadece; kimileri: ‘kaderimiz böyleymiş…’ / kimileri: ‘sıra bize gelmedi…’ diye sessiz-çaresiz, / kimileri de sessizce partilerden birisinin küçük çadırlarına sıkışmıştı.
Bugünlerde; hane, sokak, tarla, işyeri, okul ve meydanlarda milyonlar ayakta!
15-85 yaşlarında: genç, yaşlı, ana-baba-nine-dede, çiftçi-işçi-köylü-öğreten-öğrenci hepsi el ele kol kola bir arada…
Her gün çoğalıp gürleşerek, yürüyor, solo en çok da koro olarak: ‘hak-hukuk-adalet’…
Özgür, aydınlık, güvenli bir gelecek için insani hak ile özgürlüklerini istiyorlar.
Milyonların barışçı-özgürlükçü-insani isteklerini görmeli ve anlamalıyız.
Bergama ve Yozgat’ta çiftçiler, traktörleriyle “hak hukuk” diye eylem yaptılar.
Güvenli gelecek ancak; farklı kültürde, yaşta, cinsiyete olanların eşit-saygın özne kabul edildiği ortak yaşamlarda olur.
Böylesi birlikteliklerde sorunlar; empati yaparak, demokratik çözümler bularak giderilir. Herkes herkesi görür, dinler, anlar ve kendisini özgür sayar.
Demokrasi, tüm toplumsal katmanlara kök salar. Sağlıklı bir toplumsal birliktelik olur.
O zaman da günümüz yönetimlerindeki: savaşçı-tutucu-baskıcı-eril-yaşlı egemen güçlerin anlayışları ve dönemleri biter. Yerlerine: barışı, demokrasiyi, çağdaşlığı benimsemiş insancıl anlayışlar gelir.
Toplumsal birlikteliği ve sürekliliği sağlayacak taşıyıcı öznelerin de gençler olduğu kabul edilir.
Görüldüğü gibi, kuşaklar birlik olunca daha güçlü olur, fark edilir ve toplumsallaşırlar.
Böylece:
Çaresizlik, çekingenlik, güvensizlik biter.
Coşup taşarak meydanlara sığmazlar.
Milyonlar için baharı başlatırlar.
***
Özgürlük arayışı ve coşkusundan sonra bir de hemen hepimizi üzen birkaç olayı da anımsatmak isterim:
Yurdumuzda erken başlayan baharı, zamansız bir don kavurup geçti. Çiftçimizi, köylümüzü ve hepimizi çok üzdü…
Demokrasi düşmanları demokrasi isteyenleri tutuk evlerine, hapishanelere gönderiyor. Kısa bir sürede nice genç ve yoldaşımız tutuklandı. Onlara tüm özgürlük tutuklularına sevgiler, saygılar…
Türkiye’deki tutuklu sayısı 400 bini aşmıştır. Bunun için de yıllardır Avrupa birinciliğini başka ülkelere kaptırmıyoruz!
Ve çok üzgünüm çoook! Çünkü: Felsefenin, teolojinin, sosyolojinin, iletişimin, ironinin, empatinin ustası… Barışın, demokrasinin, dostluğun, insanlığın savunucusu… Direncin, zor günlerin adamı… Sevgili SIRRI SÜREYYA ÖNDER’in; o herkese yer açtığı büyük kalbi yorgun düşmüş ve şimdi yaşam savaşı veriyor… Diren yoldaşım!.. Berxwede bray delal… Diren Qardaşım!.. DİREN!.. Bak şimdi ‘GEZİ’ zamanı… Haydi gel bize katıl ki; silahlar sussun-kimse ölmesin-barış olsun!..
NOT: Proje Okullarının Sevgili Öğrencileri; bundan sonraki yazımı sizin için yazacağım. Sevgiyle kalın, dolu dolu yaşayınız.
Akademisyenlik bir meslektir. Uğraştır. Tamircilik gibi, garsonluk gibi, marangozluk gibi, hekimlik gibi, mühendislik gibi. Bir akademisyen, bir belge doldururken meslek kısmına ‘akademisyen’ yazar. Öğretim elemanı, dr., öğretim üyesi, doçent, profesör vs. yazmaz. Herhangi bir meslekten daha aşağıda ya da daha yukarıda, daha az saygın ya da daha saygın değildir akademisyenlik.
Bir kuruma bağlı olarak yapılır. O kurum, başta bir miktar gelir olmak üzere, işinizi yapabilmeniz için size çeşitli olanaklar sağlar. Kurumun yaygın adı, üniversite.
Kitap okumak, araştırma yapmak, yazmak, anlatmak için üniversite, bina ve derslikler bir zorunluluk değil. Bu faaliyetler her yerde gerçekleştirebilir. Öğrenmek için de şart değil. Yüzyıllar önce, üniversite icat olunmadan da birileri bir yerlerde bir şeyler tartışıyor ve öğreniyordu, o mekânların ismi farklıydı.
Günümüzde çoğu mesleğin icrası ya da çeşitli avantajlardan yararlanmak için bir diploma edinme zorunluluğu, o diplomanın ancak bir üniversiteden alınabilmesi, kapısında üniversite yazan binalarda eğitimin belli bir düzen içinde verilmesini ve o düzenin kurulması için karmaşık bir kurumsal ağın yaratılmasını gerektiriyor.
Üniversitede bir yandan araştırmak-yazıp çizmek, diğer yandan ‘öğretim’ için ‘istihdam edilen’ kişidir akademisyen. Bu arada, çok sayıda önemli düşünürün-mucidin akademinin tutucu/gelenekçi yapısından değil, üniversite dışından çıktığını da hatırda tutmak gerekir.
Akademisyenliği çoğu meslekten ayıran ve itibar kazandıran şey, akademisyenin ‘bilgi’yle kurduğu ilişkidir. Bilginin yalnızca aktarıldığı değil, aynı zamanda üretildiği bir konum. Ancak, bilgi ile bilmekten doğan farklı nitelikler/tercihler arasında bir neden-sonuç ilişkisi bulunmak zorunda değil. Akademisyenin, akademisyenlik yapması için, örneğin ‘aydın’ olmasına, ‘entelektüel’ olmasına ihtiyaç yok. Yaşamı boyunca tek bir roman okumamış bir akademisyen, alanında çok tanınmış bir hukukçu olabilir. Yaşamı boyunca ülkesindeki hiçbir insan hakkı ihlalini konu etmemiş bir akademisyen, çok parlak bir insan hakları felsefecisi olabilir. Yaşamı boyunca kendisine ‘Üniversite nedir, nasıl bir yerdir?’ sorusunu bir kez olsun yöneltmemiş bir tıp hocası, harika bir cerrah olabilir… Bunlar, akademisyenlik mesleğini seçenin nasıl biri olduğuyla, derdi tasasıyla, kişiliğiyle, ideolojisiyle ilgili konular.
Akademisyenin ideolojisi, yaşamda durduğu yer, benimsediği ve temsil ettiği değerler, entelektüel birikimi, toplumsal kaygı duyup duymaması, düşünce özgürlüğünü umursamayıp umursamaması, işine duyduğu saygı, çalıştığı kuruma sadakati, öğrencisiyle kurduğu ilişki, alanı dışındaki konulara ilgisi ya da ilgisizliği; söz konusu meslek erbabının sahip olabileceği çeşitli niteliklerdir. Onu ‘diğerleri’nden ayırır ya da benzeştirir; ancak tüm bu meziyetler, sahip olunan şeyin ‘mesleklerden bir meslek’ olduğu gerçeğini değiştirmez.
Hal böyleyken, bir akademisyenden, sırf akademisyen olduğu için diğer meslek erbabından farklı davranmasını beklemek hayal kırıklıklarına yol açacaktır. Söz konusu beklenti, bir akademisyenin uzmanlık bilgisi haricinde başkaca meziyetlere sahip olması gerektiği inancından kaynaklanır ki gerçekçi sayılmaz. Akademisyenliği seçmiş bir insanın, örneğin bir torna ustasından, bir muhasebeciden ya da bir marangozdan daha tutarlı ve ilkeli bir yurttaş olmasını gerektiren (ve sağlayacak) hiçbir anlamlı gerekçe yoktur.
Akademisyen, bir masa ya da bir elma olmadığı için, bir ideolojisi vardır. Diğer insanlar, diğer meslek sahipleri gibi. Akademisyenler de herkes gibi taraf tutar, sempati duyar, destekler, karşı çıkar. Akademisyen, ideolojisi ne olursa olsun yaptığı işte nesnel olmak zorundadır, hepsi bu. İdeolojisi olmadığını/tarafsız olduğunu söyleyen bir akademisyen ise hâkim ideolojinin yanında yer alıyordur.
Demek ki bir akademisyen akademik çalışmalarını, ‘nesnelliğe’ halel getirmeden, ancak bir dünya görüşü etrafında yapabilir. Sosyalist, liberal, sağcı, sosyal demokrat, dinci, muhafazakâr, milliyetçi vs. bir akademisyenin akademisyenliği de siyasal-sosyal gelişmeler karşısında takındığı tutum da meşrebince olacaktır.
Bir akademisyene itibar kazandıracak olan, uzmanlık bilgisine eklediği niteliklerinin yanında, işine saygısı, özen, çalışkanlık ve tutarlılıktır. Tutarlılık. Diğer bir söyleyişle, koşullara ve fırsatlara göre kolaylıkla eğilip bükülmeyen bir iskelete sahip olmak.
Tutarlılık, akademisyenlik mesleğinin mütemmim cüzü değil, kumaşınızla ve bir gün sona erecek ömrün ardından nasıl anılmak istediğinizle ilgili bir tercihtir. Özsaygıdan kaynaklanan bir tutum. Son perdeye gelindiğinde, bir insanın mesleğini layıkıyla yapıp yapmadığına, saygıyı ve itibarı hak edip etmediğine o insan değil, başkaları karar verir. Mesele, günü geldiğinde o başkalarının size uygun göreceği sıfatlardır, bizim kendimize yakıştırdıklarımız değil. İlhan Selçuk’un sözüyle, “Her insan yaşamı boyunca kendi heykelini yontar.” İlhan Selçuk’la hiç tanışmamış bir yazarın, günlerden bir gün, onun cümlesini alıntılaması, İlhan Selçuk’un sürdüğü ömrün saygınlığından kaynaklanır.
Evet, akademisyenlik bir meslek ve geriye kalan her şey, mesleği icra edenin yaşam boyu edindiği niteliklerin, sahip olduğu meziyetlerin yekûnu. Bir akademisyenin, bilgiyle kurduğu ilişki nedeniyle toplum ortalamasında yarattığı beklentinin yüksekliği ise büyük ölçüde bir yanılsamanın sonucu. İdeolojiden ve kişilik özelliklerinden masun bir akademisyenlik yok. Akademik bilgi ile doğru tutum, tutarlılık ve güvenilirlik arasında nedensellik bağı aramamak, kurmamak gerekir.
Yazı önerileri:
Sırrı Süreyya Önder, türkülerini çok sevdiğim Kahtalı Mıçe’nin anısına yazmış. Allah rahmet eylesin.
2017 yılında ‘akademisyenlerin’ çalıştığı bir üniversiteden, ‘akademi’nin tanıklığında, kimi sayın muhbir ‘akademisyenler’in işbirliği ve yönetim kademelerindeki bazı ‘akademisyenler’in liste oluşturma azmiyle, ‘akademik’ bir ibişin arzu ve onayıyla, çok sayıda meslektaşımla birlikte atıldıktan sonra Gazete Duvar’da yazdığım ‘akademisyen’ yazılarından birini, yaygın bir ‘akademisyen’ portresini buraya bırakıyorum.
19 Mart 2025’de Ekrem İmamoğlu, “siyasal ve yargısal” bir operasyonla gözaltına alındı ve tutuklandı. Bu hukuksuz eylem ülkemiz için büyük bir deprem oldu ve faturası gün geçtikçe büyüyor.
Yurdun her yerinde günlerdir milyonlarca insanımız ayakta, bu hukuksuz operasyonu protesto ediyor.
Ekonomi en dibe inmesin diye:
*Bayram tatili 9 güne çıkarılmış yine de:
*Merkez Bankası 18-24 Mart günlerinin ateşini düşürmek için şimdilik 29 milyar dolar satmış…
*İstanbul Borsasında küçük yatırımcılara büyük kayıplar yaşamıştı. Fakat depremin artçıları bitmedi, devam ediyor.
Sorumluluğunu bilen bir mağdur birey olarak ben de boş durmadım:
23 Mart günü kurulan ‘Dayanışma Sandığına oyumu atmış…
29 Mart günkü “Maltepe Mitingi” için karara varmış…
Ve dostlarla Bostancı sahilinde buluşmuştum.
Maltepe Toplanma Alanına coşku içinde yürüdük. (Geri dönüşümüz de coşkuyla aynı yoldan…)
Hiç yorulmadık, aksine yürüdükçe dinlendik, düşündükçe dirildik.
Çünkü buraları, her gelişimizde bir başka güzel oluyor…
Çünkü, bu muhteşem kıyı şeridi, kesintisizce Tuzlaya uzanıyor…
Çünkü, gidiş dönüş yolunun arasına dikilen manolyalar büyüyor, çimenler güçlenerek daha derinlere kök salıyor…
Çünkü, tam karşımızda Marmara’nın incileri: Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada sıralanıyor…
Çünkü; “Ya hep beraber, ya hiçbirimiz ” anlayışıyla milyonlarca genç-yaşlı-kadın-erkek yoldaşa bu koca meydan dar geliyor…
Çünkü milyonların; “Hak, hukuk, adalet” çığlıkları meydanı aşıyor…
Çünkü; çoğumuzun ‘A politik’ saydığı ‘Z Kuşağı Gençliği’; Şehzadebaşı, Maltepe’de başlayıp yurdumuza yayılan protesto gösterileri ve 2 Nisan Boykotunun en önemli özneleri olmuşlardı. (Demek ki biz yanılmışız, bir özür borcumuz var: Z Kuşağı Gençlerine…)
Meydanlarımız, hiç benzemiyor 68’li-78’li yılların meydanlarına…
Şimdi meydanlarda sadece akran gençler bulunmaz, dört kuşak bir arada!
Belki akademiler susmuş-susturulmuş, fakat bu kez halden anlayan yoldaşlar çoğalmış.
Bakın, görün işte: nine-dede-anne-baba-kardeş-torun el ele, omuz omuza…
Coşkulu milyonlar meydanlara çıkmış: “Hak hukuk adalet” istiyor.
Uzak değil haklarını bugün-yarın alacaklar…
Fakat onların sesleri dalga dalga çoğalıp yankılanarak taa uzaklara varacak.
O uzaklarda korkulu rüya gören birileri de panikleyip, hiç istemedikleri kararları verecek…
Onların gizli tanıkları, besleme medyaları, kayyumları… yargılama ve denetim dışı tuttukları kaba militarist zalim güçleri var. Bu güçlerin gücü ve yalanlarıyla, düzenlerine karşı olanlar için bir korku iklimi yarattılar.
Halkın kaynakları ve iradelerine vahşice-sadistçe saldırdılar.
Kadın-genç-yaşlı-hasta farkı gözetmeden saldırıp kitlesel tutuklamalar yaptılar, yapıyorlar.
Ahmet Arif, bu korkakları şöyle tanıtır:
“Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları,…”
Halkımız da zulme-talana karşı direniyor ve diyor ki:
“Biz korkmayız ondan bundan…”
Onlar ise; korkuyor, yönetemiyor ve çırpınıyorlar!
Elbette halkın demokratik gücü tez zamanda, onları geri gelmemek üzere gönderecek… Ve sırça köşklü saltanatları bitecek!
***
Şimdi de bu korku salan, uyku bölen: “Hak hukuk adalet” sözcüklerin anlamları neymiş birlikte bakalım:
‘Hak’; Arapça kökenli bir sözcüktür. Dilimizde: kazanç-kazanım-çıkar gibi karşılıkları vardır. Kısaca: bireye özel kazanımlar da diyebiliriz. Bu sözcük tüm sözlü-yazılı anlatımlarda kısaca yaşamın olduğu her yerde çok sık kullanılır.
‘Hukuk’; Arapça kökenli ve ‘hak’ sözcüğünün çoğul halidir ve toplumsal düzenin kuralları ile kişisel hakları belirler ve korur.
“Adalet” de Arapça kökenli bir sözcüktür. Anlamı; eşit olmak, eşit kılmak, denklik, denge, doğru davranmak, hakkı teslim edecek hüküm vermek, herkese ve her şeye hak ettiği şekilde davranmak demektir. Demek ki adaletsiz bir yaşam ol(a)maz! Ve adaleti ancak kuvvetler ayrılığı ilkesini uygulayan bir hukuk devleti sağlar.
Hak-Hukuk-Adalet sözcüklerinin üçü de Arapça ve aynı kökten türedikleri için de benzeşir ve birbirlerini tamamlarlar. Ve herkes için hava-su kadar gereklidirler.
Halk işte bu yüzden; iş, çarşı, pazar, okul yani yaşamın olduğu her yerde hak-hukuk-adalet istiyor.
{Biliyorum bazı dostlar kızarak: “Demek ki, milyonlar isteklerini Arapça dillendirilmiş! diyecekler. Haklılar tam da öyle oldu, ama olsun! Çünkü; diller insanlığı yücelten evrensel değerleridir. Diller arasında geçirgenlik olabilir.}
Eğer milyonlarca insan her ortamda: hak-hukuk-adalet istiyorsa…
Düşünebilen hemen herkes bu konuda genelleme yaparak ve:
“Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?”
Demiş! …
* BOYKOT
Ben bir boykotçuyum:
15-18 Aralık 1969’da TÖS önderliğinde ‘Büyük Öğretmen Boykotu’na katıldım, yargılanıp beraat ettim.
1973’de öğretmenlikten istifa edip yeniden öğrenci oldum. 1975 yılında uzun süren bir boykota katıldık. Bu süreçte darp edildim, haksız yere tutuklanıp ve kısa süre cezaevinde kaldım. Sonra okuldan atıldım ve Danıştay kararıyla geri döndüm…
24 Aralık 1979’da TÖB-DER önderliğinde Maraş Katliamı’nın birinci yıldönümünde bir günlük boykota katıldım, açığa alındım, soruşturma sonucunda göreve döndüm.
2 Nisan 2025’de de gençlerin organize ettiği bir günlük “Satın Almama Boykotu”na da katıldım.
Bu boykot ve eylemlere hak aramak için bilerek-isteyerek katıldım, hiç de pişmanlık duymadım. Fakat bunları anne-babam-akrabalarım duyup üzülmesin diye çok çırpındım…
Şimdi ise haksızlık yapan zalime karşı: nine-dede-anne-baba-çocuk-torun… Bir arada dört kuşak, el ele, omuz omuza…
Bu ne güzel bir görüntü ve birliktelik! Aydınlık bir gelecek için bu dirençli örüntünün sürmesi gerekir…
Haksız, hukuksuz ve zalimce yapılan çıkar savaşları herkesi yaralıyor. Birileri de çıkmış: ‘Halkımız niçin bu kadar kaderci, çaresiz, suskun!” diye yakınıyor. Oysa bu durumu hiç yadırgamamak gerekir.
Çünkü, 23 yıllık iktidarın yönetiminde: 1. Hakları, özgürlükleri korumak ve adaleti sağlamakla görevli: Yasama-Yürütme-Yargı güçleri denetimsiz olarak tek elde toplanmış 2. Karara imza atacak olan bürokratları ‘gelecek’ korkusu sarmış… 3. Çare bulsunlar diye seçilmiş vekiller ile meclisleri işsiz, işlevsiz kalmış… 4. Güvenliği sağlamakla görevli asker-polisler; hakkını arayan ana-baba-kardeşleri bariyerle engellerken, gaz ve su sıkıp, cop kullanır olmuş… 5. Emek karşılığını bulmamış, yoksulluk ve hukuksuzluk zirve yapmış… Bu sıralamayı daha da uzatacaktım fakat hemen herkesin bildiği diyaloğu anımsayınca durdurdum.
*
Derler ki: {Napolyon yenilmez bir komutan iken yenilir ve sorumlu komutana: “Niçin yenildik? diye sorar. Komutan: “Efendim beş (5) nedeni var.” der ve hemen saymaya başlar: “1. Barut bitti… 2. ..” Napolyon: “Ötekileri sıralamaya gerek yok!” deyip komutanı susturur.}
*
{ Eğer Napolyon engeli olmasaydı size daha:
Yargıçların gelecek korkusu içinde; hukuka, vicdana uygun karar yerine, otosansür ve fısıltıların belirlediği kararlar verdiklerini… Tüm gazeteci, yazar, sanatkar, akademisyen, işçi, memur, öğretmen, öğrencilerin korku içinde olduklarını… Dünyanın en büyük şehirlerinden İstanbul’un milyon oylarla Belediye Başkanı seçilmiş Ekrem İmamoğlu’nun ‘gizli tanık’ ifadeleriyle gözaltında tutulduğunu… Halkın seçtiği birçok il ve ilçenin belediye başkanları görevden alınıp, yerine kayyumlar atanmasıyla halk iradesinin yok sayıldığı… Böylesi hukuksuz keyfi kararlar ve “İmamoğlu Depremi” yüzünden; çöküş noktasına varmak üzere olan ekonomiye ve küçük yatırımcılara çok büyük zarar verdiğini… Ayrıca bu 23 yıllık iktidar; nice can ve mal kaybı yaşatan yüzyıllık Kürt sorununa henüz demokratik bir çözüm bulamamışken… Şimdi de bir vasi edasıyla; Suriye Kürtlerini de yok sayacak bir ‘çözümsüzlük’ istemekte bu amaçla ülke kaynaklarını heba etmekte… Yurdumuz çoraklaştığı için; bilim, kültür, sanat, eğitim, ekonomi gelişmiyor, sığ düşünce, polemik, hakaret, tehdit, küfür dili ise zenginleşiyor… Zaten pranga dolu bu iklimde; hangi duygu, düşünce, fırça, kalem, mızrap özgürce, konuşur, tartışır yazar, çizer ki!.. Tabii ki, özgür ve özgün düşünme olmazsa : başarı-verim de olmaz! da diyecektim.}
Aslında, Napolyon yöntemi uyarınca; sadece yukarıdaki (5) maddeden sadece (1.) yeterliydi. Fakat, ‘söz uçar yazı kalır!…
***
Yazdıklarımı okuyunca sizler de haklı olarak: Peki; 23 yıllık iktidar, bunları bir bir yaparken acaba muhalefet ne yapıyordu? diyebilirsiniz.
Anlatayım:
Muhalefet 2002 yılında yaşadığı büyük seçim şoku nedeniyle uzun süre derlenip, toplanıp uyanmadı.
Çünkü, 2002 genel seçiminde AKP yüzde 34,3 gibi düşük oranda oy alsa da:363 milletvekili kazanmış ve tek başına güçlü bir iktidar olmuştu.
Fakat bu sürpriz iktidarın bir de gizli ortağı vardı. İktidar bu yere göğe sığdıramadığı ‘karanlık’ ortağı: “Hizmet Hareketi” diye tanıtıp kendileri için ‘kılavuz’ saydı. 14 yıl kol kola girerek; makam, çıkar paylaşa paylaşa birlikte çokça yol aldılar. Yurdumuz ve dünyaya yayılan bir eğitim ağı kurdular.
Bu mutlu yoldaşlık; dershane krizi, tapeler, Rıza Sarraf hediyeleri, alo babacığım paracıkları, delil-belge sayılmayan saat-çanta-kutu-çekimler… ortaya ‘foş’ olunca, karşılıklı kılıçlar çekildi ve ortaklık darbe girişimi ile son buldu.
Ve en yetkili kişi ekranlara çıkıp: “Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.” dedi. Allah’ın affetmesini beklemeyen, mahcup munis muhalefet ‘Yenikapı’da Kürtler olmaksızın bu ‘mağdur’ iktidarla sarmaş dolaş oldu…
{Erdoğan’ın geçmişte “Fetö suç örgütü” ile kurduğu bu ilişkiden dolayı bir hesabı olduğu itirafı idi ve hiç sorgulanmadı. CHP ciddi olarak bu itirafın sorgulanmasının takipçisi olmadı. Bugün de onlar ‘gizli tanık’ ifadeleriyle yargılanıyorlar.}
CHP demokratik muhalif olacağına, yıllarca olup biten hukuksuzluklar için çokça; “belki, ama, fakat, lakin…” üretti. Sınır ötesi operasyonlar yapılsın dedi. Dokunulmazlık kaldırma isteğini Anayasaya aykırı buldu, fakat ‘evet’ kalksın dedi. Kayyum atamalarına sıra kendilerine gelinceye kadar göz yumdu. Altılı masa başarısızlığı nedeniyle de genel seçimi kaybetti…
Fakat CHP 2023 yerel seçimlerinin birincisi olsa da zafer sarhoşu olmadı. İktidara uzlaşı elini uzattı. Kimileri bu barışçı girişimi eleştirse de bence bu doğru bir adımdı. Fakat iktidar ne uzlaşı ne barış ne de demokrasi istiyor. Ayrıca, yönetemediklerini ve gelecek seçimde de kaybedeceklerini bildikleri için de çok korkuyorlar.
Bu nedenle barışmayı, uzlaşmayı istemiyorlar, öfke ve kinle gözdağı veriyor, kayyum atamaları, toplu tutuklamalar, 30 yıl öncesi diploma iptal etmeleri…
Özetle; yargı sopa, muhalefet ise hedef olmuş ve etik olmayan, haksız, hukuksuz, provokasyon dolu günleri başlatmıştır.
Ve tam gazla gidiyor, gitmekte olan!
Bu kez CHP dik durdu. Hiç ikircik yaşamadan soğuk meydanlarda halkla buluşup kucaklaştı ve sıcak ilişkiler kuruldu. Halka doğru adım atmanın karşılığı olarak da yurdumuzun her noktasından muhteşem görüntüler izledik.
Halkın gücüne bir kez daha inandım. Ve bu halkçı adımın devamını dileyerek alkışladım.
*
Bugün demokrasi-barış isteyenin bayramı! Önseçim ‘Dayanışma Sandığı’na giderken iç çığlığım: ‘Ya hep beraber ya hiçbirimiz!’ oldu.
Nedense, ‘müesses nizam’, iktidar ile muhalefet, Kürt siyasi hareketi ile taraftarlarını pek sevmez ve istemezler.
Müesses nizamın emri, iktidarın bilgisi, muhalefetin suskunluğunda; Kürtler listelenip katledilmiş, nice seçilmiş kişi tuzak ve sanal gerekçeyle tutuklu-yasaklı olmuş, pek çok parti ve demokratik oluşum kapatılmıştır.
Fakat onlar haklı olduklarını biliyor, halk da onlara inanıyor-güveniyordu. Yıllarca süren mücadelede hiç yıkılıp pes etmediler. Yeni partiler kurup, yeni kişiler seçtiler ve her seçimde çoğalarak var olmaya devam ettiler.
Birkaç ay öncesine kadar iktidar ve bazı muhalif görünümlüler; meydan meydan kanal kanal dolaşıp Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM)’i etkisiz-desteksiz bırakmak için yalan üretiyor, onları ve selamlaştıklarını terörist sayıyor, “birlikte demleniyorlar” diye alay konusu yapıyorlardı.
Devlet Bahçeli ki, ayrımcılığın önde gelen bir lideridir.
Yıllar önce meydanda Erdoğan’a bir urgan fırlatmış: “Oğluna gemi alacak kadar paran var Apoyu asacak kadar mı bulamadın. Al sana ip as da görelim” demişti.
Aynı Bahçeli, 1 Ekim 2024 günü mecliste, her gün ‘terörist’ dediği DEM grubunun yanına gidip elini uzatmış ve “Abdullah Öcalan gelsin mecliste konuşsun!” çağrısında bulunmuştu (bir yazımda bu çağrıyı ‘kıymetli’ bulmuştum ve görüşüm değişmedi).
Bahçeli’nin bu çağrısıyla ülke gündemi değişti. Hızlı tur ve görüşmelerle bu ‘isimsiz’ süreç devam ediyor.
Gelişmeleri özetlersek:
DEM Parti heyeti, PKK lideri Abdullah Öcalan ile 27 Şubat 2025 günü 3. görüşmeye gitmiş ve Öcalan, el yazısıyla yazdığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nı onlara sunmuştu.
Heyetin aynı gün Beyoğlu’nda düzenlediği basın toplantısında, bu çağrı Kürtçe ve Türkçe okundu. Öcalan bu çağrısında; yaşanan süreç için yapılan eleştirileri belirtip özeleştirisini yapıyor… Ve güvenli bir toplum için barışın şart olduğunu önemle vurguluyordu.
Öcalan, çağrısının son iki cümlesi bir ‘özet’ sayılabilir. İşte o cümleler:
“Varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın; tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.
Sayın Devlet Bahçeli’nin yaptığı çağrı, Sayın Cumhurbaşkanın ortaya koyduğu iradeyle diğer siyasi partilerin malum çağrıya dönük olumlu yaklaşımlarıyla oluşan bu iklimde silah bırakma çağrısında bulunuyor ve bu çağrının tarihi sorumluluğunu üstleniyorum.” diyordu.
“PKK kendini feshetmelidir” çağrısı dünyada Yurdumuzda:
MHP lideri Bahçeli; Hasta yatağında uzattığı elin karşılık bulmasından çok memnun olmuş ve daha önce ismini anmadığı Demirtaş’a telefon edip el uzatmış ve X hesabına şunları yazmıştı:
“Ne mutlu bizlere ki, sahte ayrımcılıkların, yapay anlaşmazlıkların, cepheleşme ve yanlış anlamaların milli hayatımızdan tamamıyla sökülüp atılacağı kutlu bir dönemin eşiğindeyiz”
*
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan ise, Şehit Aileleri ve Gazilerle İftar Programı’nda 40 yıldır yurdumuz insanlarına büyük acılar yaşatan alışılmış tehdit söylemlerini tekrarlıyordu:
“Verilen sözler tutulmazsa günah bizden gider. … Hala devam eden operasyonlarımızı, gerekiyorsa taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadan son teröristi bertaraf edene kadar sürdürürüz.” diyordu.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel:
“Toplumsal mutabakat sağlanacaksa, Meclis’te oturup bunu konuşmalıyız. Konuşacaksak ilk toplantıda da şehit aileleri ve gaziler gelmeli, düşüncelerini söylemeli. Son toplantıda da gelip varılan noktaya rızaları var mı, yok mu söylemeliler. ‘Onların razı olmadığı hiçbir şeye ben razı olmayacağım” diyerek ‘barış’ için ‘ön-şart’ koşuyordu.
(Demek ki, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel henüz bu süreci benimsememişler.)
*
DEM Parti TİP ve demokratik STK’lar zaten sürekli barış istiyorlar…
DEM Parti, “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” için mecliste bir toplantı yapmış konukları da: 1990’larda Güneydoğuda çocuklarını yitiren “Barış Anneleri Derneği” üyeleri… (Lütfen dikkat ediniz, bu acılı annelerin kuruluş amaçları: ‘BARIŞ’! ..).
Barış Annelerinden Tenzile Baydar’ın konuşmasını, Sn. Erdoğan ile Sn. Ö. Özel de duysunlar isterdim. Kısaca diyordu ki:
“Sayın Öcalan’a söz veriyoruz. Barış Anneleri elini bu taşın altına koyacak, her zamanki gibi. Barış için varız. Sayın Erdoğan ve Bahçeli de elini uzattı. Onlara da teşekkür ediyorum. Bizim beklentilerimiz çok büyük. Artık bir anne olarak evlatlarımızı torbalara, kartonlara koyup kucağımıza almak istemiyoruz. Asker annelerine de sesleniyoruz; biz hepimiz anneyiz, gerilla annesi annedir, asker annesi annedir, polis annesi annedir, acı çeken annedir… Bizim çocuklarımız öldü, asker anneleri taziye kurdu ama biz taziye bile kuramadık… Gelsinler bizim elimizi tutsunlar. Omuz omuza biz bu süreci yürütelim…”
*
İYİ Parti ve Zafer Partisi: ‘istemezük’ nidalarıyla Turan’a doğru tam yol…
***
Şimdi de yukarıda belirttiğim CHP’nin ön-şartına değinmek istiyorum.
Tabii ki, kurulması gereken bir uzlaşı-barış masasında: ‘Şehit Aileleri’ ile ‘Gaziler’ bulunmalı.
Tabii ki, büyük acılar yaşamış, kan ve gözyaşı dökmüş bu anneler ve mağdurlarla empati yapılmalı.
Peki, bu anneler gibi büyük acılar yaşamış: ‘Barış Anneleri’, ‘Cumartesi Anneleri … vb. yok mu?
Neden-niçin, bu acılı anneler, anılmamış ve yok sayılmış?
Bu ayrımcılık değil mi?
Empati, bilimsel bir yöntem olarak karşılıklı saygıyı esas alır. İnsana; kendisiyle yüzleşmeyi, çevresiyle barışçı ilişkiler kurmasını sağlar ve farkındalık yaratır…
Empati; insanının düşünüp araştırarak sorun çözücü yol-yöntemler aramasını sağlar. Böyle kişiler çoğaldıkça toplumsal yaşam daha güvenli-sağlıklı-yaşanır olur.
Fakat empati, acısı-yarası olana bakarak; yakınmak, üzülmek ve ağlamak değildir. Popülizm denen çıkarcı yöntem; kapanmaya başlamış yaraları kaşır-kanatır, böylece geçmişin öfke-kin ve acılarını geleceğe taşır.
Politikacılar, çıkarları için sık sık kullandıkları popülist yöntemin; sorun çözmediğini, aksine düşmanlık duygularını beslediğini ve toplumsal barışı engellediğini görmeli ve kullanmamalı.
Psikoloji ve sosyoloji benzer amaçla insanlığa hizmet üreten iki bilimdir. Bu alanlarda çalışan psikolog ile sosyologların görevi: birey ve toplum yaşamını iyileştirmektir.
Psikologlar, bireyin duygusal-sosyal tepkimelerini inceler, kişide farkındalık yaratılır. Sosyologlar ise toplumdaki tüm birey, kültür, örgüt, kurumların sosyal davranışlarını inceler, yaşamsal kolaylıkları araştırırlar.
Savaş ve çatışmalar, büyük toplumsal sorunlar doğurunca; çözüm-çare bulucu bir bilim daha aranmıştır.
1908 yılında İngiliz psikolog Mcdougall ile Amerikan sosyolog ‘Sosyal Psikoloji’ adıyla birer kitap yazmışlar.
1924’de Edward Alsworth Ross ise, yazdığı Sosyal Psikoloji kitabı ve çalışmaları nedeniyle ‘Sosyal Psikoloji’ biliminin kurucusu sayılmıştır.
Böylece ben size; “eğitim (pedagoji) bölümü” öğrencisi olduğum yıllarda, ilgimi çeken bilim alanlardan biri olan: Sosyal Psikoloji ve tarihçesini kısaca anlatmış oldum.
Peki, Sosyal Psikoloji nedir, insanlık için neler yapıyor?
Sosyal psikoloji insanların, sosyal (toplumsal) çevresinde oluşan; duygu, düşünce, his davranış, bakış, inanç ve hedefleri inceleyen, değiştirebilen bir bilimdir. Bu değişimle de sağlıklı toplumu oluşturacak bir gücü, yani dayanışma sinerjisini ortaya çıkarıyordu.
Ancak, fırsatçılar sinerjiyi toplumun refahı için değil, kendi çıkarları için kullanırlar. Ve ölümüne destekleyen taraftarlar için değişmez: ‘Hükümdar’ olurlar. İşte bu yüzden Sosyal Psikoloji’ye: ‘Sürü Psikolojisi’ de derler.
‘Sürü Psikolojisi’ diyenler hiç de haksız değiller!
Çünkü, hemen herkes öğrendi, gördü bildi ve kabul etti ki:
Büyük halk desteği alarak iktidar olan tüm otokrat-emperyalist-faşist liderler, sürü psikolojisinin yaratıklarıdır. Bu yaratıklar saltanatları daim olsun isterler. Bunun için de yalan-algı üretip halkı zıt kutuplara ayırıp birbirine “düşman” eder ve vuruştururlar.
Bu taktiklerle çıkan sömürü savaşları; nice canın kanını akıtmış, doğayı, kentleri yakmış-yıkmış-yok etmiş, kaynakları tüketmiş…
Ve daha doğmamış torunlara da miras olarak: kin-öfke-düşmanlık bırakmıştır.
Kısacası; sürü psikolojisi ile uyutulanlar eğer uyanmazsa, o zalimler de ülke/dünya çapında sömürü savaşlarına devam edecektir. Yani zalimler, halkın gücüyle halklara zulüm etmeye devam edecekler…
***
1950’li yıllarda, ‘dünyadan habersiz’ bir çocuktum.
Çok sonra öğrendim ki: yorgun-yoksul bir dünyaya doğmuşum.
25 yıl arayla iki ‘Dünya Savaşı’ da ben doğmadan yaşanmış.
Yaşadıkça; duydum, gördüm, okudum, anladım ki; savaşın acı-yoksulluk-yokluk-enkazları bitmemiş. Barış içinde yaşaması gereken komşular, savaş yüzünden; kuşkulu, korkulu, güvensiz… Kimileri de birbirine düşman olmuş.
İki kutba bölünen dünyamız, savaş galibi iki süper gücün kanatları altına sığınınca da birbirine can düşmanı iki dünya oluşmuş…
Emperyalist-otokrat devletlere ABD, demokratik-sosyalist devletlere de SSCB “hami” olmuş.
Ve aralarında düşmanca bir yarış başlamış.
ABD; 1947’de sosyalist-komünist devletlere karşı olan devletlere destek amacıyla Marshall Planı’nı başlatmış ve 1949’da güvenliği sağlamak için de askeri-siyasi bir güç olarak NATO’yu kurmuş.
NATO’nun askeri ve siyasal olarak güçlenmesi, sosyalist ülkeleri tedirgin etmiş. Ve bu duygu 1955’de Sovyetler Birliği’nin, sosyalist ülkelerle bir olup ‘Varşova Paktı’nı kurması için bir gerekçe olmuş.
NATO emperyalist şemsiye altına toplanan devletleri, Varşova Paktı ise sosyalist şemsiye altındaki devletleri ve düzenleri koruyacakmış.
Emperyalist güçler dünya savaşının yarattığı korkuları yaşamamak için, dünya savaşı istemiyormuş. Ancak bölgesel çapta ve sadece ‘geri bırakılan’ ülkelerde işgaller ve çıkar savaşları devam ediyormuş. Örneğin Kore, Vietnam, Küba … gibi birçok ülkede kaynak-emek sömürüsü yapılırken pek çok insanlık ve savaş suçu da işlenmiş.
*
Düşünüp yorum yaptığım yıllarda da:
İnsanlar, ‘zaman her şeyin ilacıdır’ anlayışıyla olup bitenleri sessizce izliyor, yaşamak için: acıları unutmaya, yaraları sarmaya çalışıyordu.
Küçük bir azınlık hiç boş durmuyor, yeni sömürü alanları arıyordu…
İşte böyle bir dünya ve iklimde hayat devam ediyordu.
1960’lı yıllar özellikle NATO şemsiyesine sığınan otokrat-emperyalist-faşist devletler için korkulu yıllardı. Yurdumuz ve dünyanın yurtsever antiemperyalist anlayışa sahip gençleri bulundukları kentin meydanlara sığmayan coşkulu mitingler yapıyordu.
Gençler: Karl Marx, Friedrich Engels, Lenin öğretisiyle, Mao Zedong, Che Guevara, Fidel Castro, Ho Şi Minh … gibi önderlerin uygulamalarını takip ediyor. Ülkelerinin: sömürüsüz-demokratik-özgür tam bağımsız olmasını istiyordu. Böyle bir dünya kurmak için de işçi-köylü-gençlik-akademi el ele tutuşmuşlardı.
Dünyada bazı küçük çaplı savaşlar olsa da artık dünya savaşlarının yerini soğuk savaşlar almıştı.
Soğuk savaş, dünya tarihinin önemli olaylarından biri ve bu savaşın asıl silahı da sosyal psikoloji olmuştu. Çünkü, otokrat-emperyalist-faşist liderler, ülkelerindeki korku iklimini sosyal (sürü) psikoloji yöntemleriyle sindirip susturuyor. Ve bu zalimler ancak halkın gücüyle yok oluyorlardı.
İki süper güç arasında her gün ‘savaş çıktı-çıkacak’ diye askeri ve siyasi gerginlik çıkardı.
Nihayet 1991 yılında ‘Berlin Duvarı’ yıkıldı.
SSCB, kapitalist anlayış ile soğuk savaş yöntemleriyle içten içe çöktü ve parçalandı.
Rusya, otokrat Putin önderliğinde emperyalist-kapitalist yelpazede yerini aldı.
Komünizm dünya genelinde bir çöküş yaşadı.
Soğuk savaş dönemi son buldu.
Ve dünyanın tek süper gücü ABD oldu.
*
Şimdi de güncel bir haberle yazımızı noktalayalım:
ABD’yi otokrat bir lider olan Donald Trump yönetiyor!
Münih Güvenlik Konferansı’nın davetlisi olan ABD Başkan Yardımcısı JD Vance 14 Şubat günü: nezaket ve diplomasi kuralarını çiğneyen üstenci bir tavır ve dille Avrupa liderlerine seslendi!
Toplantıdan sonra da Adolf Hitler’in Nazi rejimi ve ideolojisine bağlı aşırı sağcı “Almanya için Alternatif Partisi” (AfD) lideriyle bir araya geldi. Ve böylece faşizmin savunucusu olduğunu kanıtladı.
Münih Güvenlik Konferansı (MSC) Başkanı Christoph Heusgen bu saygısızlığı kabul etmedi. Gözyaşları dökerek duygusal bir konuşma yaptı ve başkanlık görevini bıraktı.
Postmodernizm, neoliberalizm, globalizm düşünce akımları olarak artık tükendiler. Tabii ki bunların dayandığı maddi eğilimler daha bir süre ayaklarımıza dolanmaya devam edecekler.
KISA BİR UFUK TURU
ODTÜ’de lisans üstü öğrencilerine “küreselleşme ve yeni jeopolitik” dersini sunarken “Postmodernizmden sonra gerici aşiretçilik” başlıklı makaleyi okutmaya “çalışırdım” (50 sayfaydı). Şimdi, artık, o makalenin yazarının (Robert J. Antonio) öngördüğü noktadayız.
O makalenin bir değeri de postmodernizm ile neoliberalizmin aslında bir madalyonun iki yüzü olduğunu göstermesiydi. Gerçekten de zaman içinde önce postmodernizmin, siyasi seçenek üretmeye izin vermeyen, rölativist, “hakikatleri” (büyük anlatıları) yadsıyan yaklaşımı sönümlendi; Açılan boşlukta, etnik milliyetçilik (ırkçılık), dinci cemaatçilik, demokrasinin eleştirisi üzerine kurulu bir nostalji (“Karanlık Aydınlanma”: Dark Enlightenment) yükseldi. Bu yükselişe ben “süreç olarak faşizm” diyorum. Finansal krizi de (2008) 1980’lerde sermaye birikim rejiminin krizine cevap olarak şekillenen neoliberalizm ve globalizmin tükendiğini gösterdi. Burada da karşımıza, elitlere yönelik bir öfke, ticari korumacılık, sanayi politikası, toprak genişletme arayışı çıkıyor.
DEVLET, TOPLUM, KORPORASYON
Fukuyama, liberal demokrasi için “ABD kapitalizmin en gelişmiş örneğidir, modelinin benimsenmesi doğaldır” demişti. Bu savın merceğinden ABD’ye bakınca, 2016’dan bu yana, yukarıda “kısa ufuk turunda” değindiğim gelişmelerin hepsini, özellikle II. Trump döneminde, fazlasıyla görebiliyoruz.
II. Trump döneminde daha ilk günden, CIA, FBI, NSA gibi güvenlik bürokrasisinde, Adalet Bakanlığında, hatta Pentagon’da, başkanlık kararnameleriyle başlayan geniş çaplı tasfiyeler, atamalar, hassas personel verilerine el koyma girişimleri, Musk’ın Trump’ın yanında adeta 2. devlet başkanıymış gibi hareket etmesi, anayasayı yok sayan girişimleri, çevreyi, tüketici haklarını, LGBTQ bireyleri, kadınları ve siyahları koruyan yasaların hızla iptal edilmesi sıradan uygulamalar değil. Tüm bunlar, ABD’de “süreç olarak faşizmin” el kitabı “Project 2025” adlı dokümana dayanıyor. “Project 2025” de Curtis Yarvin, Peter Thiel, Marc Andreessen gibi Silikon Vadisi entelektüellerinin, Nick Land, Patrick Dineen gibi reaksiyoner felsefecilerinin geliştirdiği iki yaklaşıma:
(1) Devlet, bütün sınıfların birlikte yaşamasına sağlayacak bir korporasyon gibi çalışmalıdır.
(2)“Karanlık Aydınlanma”.
Birincisi, şirketlerin faaliyetini sınırlayan (çevreyi, tüketici ve işçinin sağlığını korumayı, küresel ısınmayı engellemeyi amaçlayan, iş güvenliğini sağlayan, çocuk işçi kullanımını yasaklayan) yasalar değişmelidir. Tüm sınıfların birlikte yaşayabilmesi için devlet de bir şirket/ korporasyon mantığı ile işletilmelidir.
İkinci yaklaşım da Aristotales ve Machiavelli’nin özgün bir okumasıyla, demokrasinin esas olarak kaosa açıldığını, bu kaosu aşabilmek için ABD halkının diktatörlük fobisinden kurtulması gerektiğini savunuyor. Dahası, neoliberalizm toplumu parçaladı, insanları yalnızlaştırdı. İnsanların esas olarak sosyal ilişkilere dayalı varlıklar olduğunu unutturdu. Şimdi bu ilişkileri canlandırmak gerekiyor. Din ve cemaat yaşamı bu konuda çok yararlı araçlardır. Eğitim sistemi de hep yeni bilgiler üretmeye odaklandı; geçmişin değerli bilgileri unutuluyor. Devlet başkanı da yetkileri itibarıyla bir kral, sultan gibi olmalıdır, iradesi yasalarla sınırlanmamalı, onu destekleyecek devlet bürokrasisine, çeşitlilik, eşitlik, kapsayıcılık (siyahları, kadınları, engellileri korumayı amaçlayan) ilkelerine takılmadan en iyi eğitimli, yetenekli olanlar atanmalıdır. Kısacası esas olarak beyaz Hıristiyan bir aristokrasi (en iyiler anlamında) üzerinde yükselen bir monarşi. Ülkenin Yunan şehir devletlerinde görülen seçilmiş iki “tiran” yöntemi ile yönetilmesini önerenler; Musk, Vance gibi “Bize bir sulla (iktidarı rakiplerini öldürerek elegeçiren Romalı diktatör-general) lazım” diyenler de var.
Bunları bir araya koyduğumuzda ABD’de içeride “süreç olarak faşizm”, dışarıda Panama, Grönland, Kanada, Gazze bağlamında doğrudan toprak edinme çabalarıyla karşımıza sömürgeci bir emperyalizm çıkıyor.
Postmodernizm, neoliberalizm, globalizm düşünce akımları olarak artık tükendiler. Tabii ki bunların dayandığı maddi eğilimler daha bir süre ayaklarımıza dolanmaya devam edecekler.
Bizim kuşağa ’68’liler deseler de kendimi daha çok ’78’li olarak düşünürüm.
O yıllarda gençler demokratik-bağımsız bir ülke istiyor ve çok fazla kitap okuyordu.
O yıllarda da şimdiki gibi solcu-demokrat-yurtseverler için: “Ya hep beraber ya hiçbirimiz” ortak slogandı.
Ve o yılların devlet politikasına göre: ‘komünizm’ en büyük tehlike veya hastalık sayılıyordu. 1950’de “Komünizmle Mücadele Derneği” adlı bu paramiliter oluşum devlet gözetiminde ülke çapında örgütlenir. Dernek; yurdumuzun tüm demokrat-yurtsever-sol-komünist ile azınlık halkları ve Alevileri düşman sayarak sayısız kanlı saldırılar yapmıştır.
Ve o zamanın Başbakanı Demirel: “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz!”, İçişleri Bakanı Faruk Sükan ise; ‘Solcuların nefeslerini bile kontrol ediyoruz, hepsini 24 saatte toplarız!’ demişlerdi.
12 Mart 1971-12 Eylül 1980 arası 9 yılda; iki faşist darbe, 11 hükümet değişmiş, ilan edilen sıkıyönetim ve olağanüstü haller süresince halkımız çok ağır bedeller ödemişti.
1987’de kurulan illegal faşist JİTEM, Kürtleri hedef alan nefret dili, işkenceleri, “faili meçhul” katliamları ve hapishaneleriyle yurdumuzda bir korku iklimi yaratmış… Sonuç olarak: nice kasaba-köy yanmış, yıkılmış, sağ kurtulan insanları ise göç etmişti.
O zamanlarda da şimdiki gibi bilirkişiler vardı fakat onlar pek gizlenmez bilinirdi. Ve bu bilirkişiler de 141-142 maddeler için av peşindeydi. Bu amaçla: yurdumuzda yayınlanan; yerli-yabancı eserler, parti, sendika, dernek, kişi demeç-konuşma-bildirileri, olası bir komünist propagandası için satır satır incelenirdi. Uzun yıllar süren yargılama, tutukluluk ve sansürler olurdu.
Bugünlerimiz soracak olursanız: bu günler de o günleri hiç aratmıyor!
Şimdilerde sadece, komünist yerine hain/terörist sıfatları kullanılır oldu.
***
Size yukarıda anlatmaya çalıştıklarım, sadece Türkiye’ye özgü olgular değildir, İnsanlık, ilk çağlardan beridir bunları yaşamakta…
Hikayesi de kısaca şöyledir: İnsanlar, yaşamsal önemi olan beslenme, barınma ve güvenlik zorlukları karşısında kendilerini yetersiz-güçsüz bulmuşlardır. Deneyip yaşadıkça da bu zorlukları ancak dayanışma ve birliktelikle çözebileceklerini öğrenip-anlamışlar.
Özetlersek; insanların yenilgi ve acılı yaşanmışlıkları devletlerin, ya da toplumsal barışı ve güvenliği sağlayacak gücün oluşturulması için gerekçe olmuştur.
Ve demek ki, dünyadaki tüm devletlerin amacı; kamu güvenliğini sağlayan ve herkesin hakkını koruyan bir düzen kurmaktır.
İşte, herkesi kucaklayan bu yüce amaç yüzünden; ‘devlet’ her yerde ve her çağda kutsanmıştır.
Peki acaba, dünyada bu yüce amacı güderek “halk” için hizmet üreten kaç devlet vardır?
Ve acaba dünyada, “halka” hizmet için kurulmuş, fakat sadece bir azınlığa, bir gruba, bir partiye hizmet eden kaç devlet vardır.
Bu iki soruya da eğer önyargılardan uzak bilimsel yöntemlerle cevaplar ararsak, ne yazık ki dünyada hiçbir “halk devleti” olmadığını görürüz…
*
Burada biraz durmak isterim, Hani “denk geldi” derler ya, şimdi benim için de öyle oldu. Çünkü, yazılarımı sürekli okuyan bazı dostlarım bana: “Sen devlet karşıtı mısın?” sorusunu soruyorlar. Şimdi “denk geldi” ve ben de o dostlara soruyorum:
Peki sevgili dostlarım; siz kuruluş amacına uygun çalışmayan böylesi devletlerin taraftarı mısınız?
*
Çünkü dünyamızdaki hemen hemen tüm devlet yönetimlerde çokça egoist-zalimler var! Bunlar; deprem, yangın, savaş gibi felaketleri bile fırsata çevirirler. Fakat, bu zalimler de kendilerinden daha güçlü olan zalimlerden emir alır, onların piyonu olur, hatta bazen de zulüm görürler.
Günümüz dünyasını otokratlar yönetiyor. Otokratlar, kendi ülkelerinde güçler birliğini ele geçiren halkı sömüren-ezen zalimlerdir. Düzenlerini sürdürmek için her yol ve yöntemi mubah sayarlar. Muhalifler onlar için birer düşman olduğu için yok olmalı veya etkisiz kalmalıdır. Bu amaçları için de her yol-yöntemi kullanarak ülkede güvensiz-korku dolu bir kaos ortamı yaratırlar.
Korku-kötülük dolu bir iklimi yaratarak ömür süren: tüm hükümdar, kral, komutan, vali, kayyum, bilirkişi, din istismarcısı ve onların tetikçileri halkın kanı-emeği ile beslenip var olan bir çıkar zincirdir.
Bu dokunulmaz küçük zincir, muhalifler için yalan ve algıya dayalı her tür tuzağı-kötülüğü planlar ve uygularlar.
Bu zalimleri: “sen/siz hukuk dışına çıktınız” diye ayıplamak ve kınamak da hiç etkili olmaz!
Çünkü onlar güçlerini; hukuktan değil, hukuk dışı güçler ve odaklardan alırlar.
Fakat bu insanlık düşmanlarının tek korkusu var o da: halkın birlik olup artık ‘YETER!’ demesidir.
Şimdi dünya vatandaşı/insanlık dostu iki ozanın dizelerine bakalım.
Metin ELOĞLU, milyarlarca insanın haykırışını duymuş olacak ki:
Böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum. Ama böyle dünya olur mu? Böyle barış olur mu? Böyle hürriyet olur mu? Böyle kardeşlik olur mu? Biliyorum ki, katlanıver, diyeceksin; Ama böyle yaşamak olur mu!” Diyor.
Bertolt BECHT de bu çığlığı cevaplarcasına:
“Kim mi kurtaracak seni, köle? Görecekler seni, kardeş. yuvarlananlar uçuruma, duyacaklar çığlıklarını: Seni köleler kurtaracak kurtaracaksa!
Ya hep beraber ya da hiç birimiz. Kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden. Ya hep beraber ya da hiç birimiz…” Diyor.
Yapay zekânın (YZ) eğitimde yarattığı dönüşüm iddiaları, devrimsel bir değişim vaadiyle sahneye çıkıyor. Hararetli savunucuları, YZ’nin sınıfları adeta birer yüksek teknoloji laboratuvarına çevireceğini, öğrencileri birer Einstein’a dönüştüreceğini iddia ediyor. Öğretmenleri de rutin işlerden kurtarıp “modern çağın ilham perileri”ne dönüştürerek, dünyanın en yenilikçi eğitim modelini hayata geçirme sözü veriyorlar. Dahası, bu teknoloji, öğrenme boşluklarını tıpkı bir sihirli değnek dokunuşu gibi anında kapatıp kusursuz bir eğitim ekosistemi kurmayı vaat ediyor. Hatta çocukları geleceğin liderleri olarak hazırlayacak ve eğitimdeki her sorunu “bir algoritmayla çözülebilir” hale getirecek kadar iddialı. Ancak, bu parlak vizyonun ardında şu kritik sorular yatıyor: YZ gerçekten eğitimde devrim yaratıp eşitlik ve inovasyonu sağlayacak mı? Yoksa bu “devrim”, büyük teknoloji şirketlerinin kâr grafiklerinde mi gerçekleşecek? Sınıflarımız, yaratıcılığın ve insan odaklı öğrenmenin kaleleri mi olacak, yoksa algoritmaların “ideal” öğrenci modelleri yarattığı birer eğitim fabrikasına mı dönüşecek? YZ’nin eğitimdeki etkisi üzerine tartışmalar, tıpkı bir sihir gösterisi gibi: Işıklar etkileyici, ama perde arkasında neler olduğunu gerçekten biliyor muyuz?
Bu sorulara yanıt ararken, teknolojik determinizmin yaygın etkisini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Teknolojik determinizm, her yeni teknolojinin toplumu ve kurumları kaçınılmaz bir biçimde dönüştüreceği fikrine dayanır. Ancak eğitim tarihine baktığımızda, bu dönüşümlerin nadiren tek yönlü ve eşitlikçi olduğunu görüyoruz. Örneğin, 15. yüzyılda matbaanın icadı, bilginin herkes için erişilebilir olacağı bir çağın başlangıcı gibi görülmüş, fakat bu devrim, başlangıçta yalnızca ayrıcalıklı grupların faydalanabildiği bir araca dönüşmüştü. Benzer şekilde, 20. yüzyılda radyo ve televizyon, uzaktaki öğrencilere nitelikli eğitim sunma umudunu doğurmuş, ancak altyapı ve erişim eşitsizlikleri bu teknolojilerin sınırlı bir etki yaratmasına yol açmıştı.
Bugün eğitim teknolojileri (EdTech) sektörü, geleceği kodlarla örülü bir ütopya gibi pazarlayarak, “herkes için eşit eğitim” masalını büyük bir iştahla anlatıyor. Ancak bu masal, gerçek dünyada internet erişiminden yoksun çocuklar, eski bir tabletle çaresizce çözüm arayan aileler ve dijital araçlarla kuşatılmış ama destekten yoksun bırakılmış öğretmenler için trajikomik bir hayale dönüşüyor. Oysa bu tablo, sadece bir altyapı eksikliği değil; kapitalizmin yaldızlı vitrinindeki çatlakların en görünür hali. Teknoloji, ekonomik eşitsizliklerin aynasına bakmayı reddeden bir sistemin propaganda aracı haline gelirken, bu sistemde “eşitlik” en çok, internet hızınız kadar mümkün.
Erişim ve Eşitlik Söylemleri
Yapay zekâ (YZ) ile eğitimde fırsat eşitliği sağlanacağına dair söylemler, kulağa tıpkı modern bir ütopyanın reklamı gibi hoş geliyor. Ancak bu hikâyenin içinde, görünmez bir “küçük yazı” var: Bu ütopyanın gerçekleşmesi için önce herkese birer cihaz, kesintisiz internet ve dijital beceri eğitimi gerekiyor. Ve işte burada, ütopya yerini hızlıca “çözülemeyen teknik bir hata”ya bırakıyor.
Türkiye gibi dijital uçurumun derin olduğu ülkelerde, bu vaadin ne kadar gerçekçi olduğu sorgulanmayı hak ediyor. PIAAC verilerine göre, Türkiye’de yetişkinlerin yalnızca % 9’u temel dijital problem çözme becerilerine sahip.(1) Yani, bir dosyayı indirmek ya da bir e-posta göndermek, kimi için “eski bir daktiloyla kod yazmaya çalışmak” kadar karmaşık bir süreç. Daha da çarpıcı olan, TÜİK’in 2021 verilerine göre, kırsal bölgelerdeki hanelerin %36’sının internet erişiminden yoksun olması. Başka bir deyişle, kırsalda yaşayan birçok çocuk için dijital öğrenme, bir teleskopla bakıldığında ancak seçilebilen uzak bir yıldız kadar erişilemez durumda.
Bu tablo, dijital uçurumdan en çok etkilenen kadınlar, yoksullar ve yaşlılar gibi grupları da kapsıyor. Teknolojinin sunduğu “herkese eşit eğitim” vaatleri, bu gruplar için bir peri masalından ibaret kalıyor. Hatta YZ’nin “geleceğin liderlerini yetiştirme” iddiaları, dijital araçlara erişimi olan ayrıcalıklı bir azınlıkla sınırlı kalacak gibi görünüyor. Eğitimde fırsat eşitliği yaratmayı hedefleyen YZ projeleri, eğer internet ve cihaz erişimi bir lüks olmaktan çıkarılmazsa, “deniz olmayan bir yerde gemi yüzdürmeye” çalışmak kadar anlamsız kalacak.
Kişiselleştirilmiş Öğrenme ve Verimlilik
Yapay zekâ (YZ) tabanlı kişiselleştirme modelleri, geleneksel Prusya tipi okul sisteminin katı, standartlaştırılmış yapısını kökten değiştirme iddiasıyla sahneye çıkıyor. Ancak bu büyük vaatlerin ardında şu önemli soru karşımıza çıkıyor: Eğitim sistemlerinin yalnızca bilgi aktarım mekanizması olmadığını, aynı zamanda toplumsal, kültürel ve ulusal değerlerin şekillendiği temel mekânlar olduğunu düşündüğümüzde, bu dönüşüm neyi feda edecek? Okullar, yalnızca akademik bilgi sunmanın çok ötesinde; sosyalleşmenin, değer aktarımının olduğu ve birlikte yaşamayı öğrendiğimiz eşsiz toplumsal alanlardır. Nitekim UNESCO’nun 2020 raporuna göre, çevrimiçi öğrenim gören öğrencilerin % 60’ının sosyal becerilerinde gerileme yaşadığı tespit edilmiştir.(2) Bu, dijital öğrenmenin öğrenciler arasında izolasyonu artırabileceğini ve toplumsal bağları zayıflatabileceğini açıkça göstermektedir.
Türkiye’de ise eğitim sistemi, öğrencilerin öğrenme yoluyla gelişiminden çok, onları sınavlara hazırlama hedefi etrafında şekillenmiştir. Bu bağlamda, yapay zekâ destekli teknolojilerin kişiselleştirilmiş öğrenme deneyimleri sunma vaadi, sınav merkezli eğitim yapısı içinde başka bir yöne evrilebilir. YZ tabanlı sistemlerin, bireylerin potansiyellerini geliştirmek yerine, öğrencileri sınav sonuçlarına göre değerlendiren mevcut yapıyı güçlendirme ihtimali oldukça yüksektir. Örneğin, öğrencinin zayıf olduğu konuları analiz ederek bu alanlarda test çözme becerilerini artırmaya yönelik yöntemler öneren YZ sistemleri, sınav odaklı yaklaşımı pekiştirebilir. Sonuç olarak, bireysel öğrenme deneyimlerini zenginleştirme iddiası, “daha etkili sınav yanıtlayıcıları” yaratmaya indirgenebilir.
Bu durum, YZ destekli kişiselleştirme söylemlerinin daha geniş bir çerçevede ele alınmasını zorunlu kılar. Bu söylemler, sıklıkla “eğitim” yerine “öğrenme” ve “öğretim” süreçlerini öne çıkarmakta ve odaklanmaktadır. Ancak bu vurgu, yüzeyde bireysel potansiyeli ortaya çıkarma amacı taşıyor gibi görünse de, derinlerde neoliberal bir çerçeveyi yansıtır. Bireyleri kendi öğrenme süreçlerinden tamamen sorumlu tutan bu yaklaşım, öğrenciyi tüketiciye dönüştürerek başarısızlığı toplumsal yapılar yerine bireyin çabalarının yetersizliğine bağlayan bir anlayışı beraberinde getirir. Böylece eleştirel psikolog Bruce Levin’in “insan ıstırabının depolitizasyonu” dediği şey gerçekleşir.
Öğretmenlerin Rolü ve Otomasyon
“Rutin işleri yapay zekâ halleder, öğretmenler pedagojik yeniliklere odaklanır!” Bu fikir kulağa oldukça cazip geliyor. Ancak dijital altyapının sınırlı, öğretmenlerin dijital okuryazarlık seviyesinin düşük olduğu ülkelerde ne kadar uygulanabilir? Yapay zekânın, öğretmenlerin iş yükünü hafifletme ve pedagojik yeniliklere daha fazla zaman ayırmalarını sağlama potansiyeli yadsınamaz. Ancak bu potansiyelin hayata geçmesi, yalnızca teknolojik araçların varlığına bağlı değildir. Öğretmenlerin bu araçları etkin bir şekilde kullanmaları için kapsamlı eğitim almaları ve sürekli desteklenmeleri gereklidir.
Çünkü eğitim, yalnızca bilgi aktarımından ibaret değildir. Öğretmen-öğrenci ilişkisi; empati, motivasyon ve sosyal destek gibi insani unsurlarla şekillenir. Yapay zekâ, öğrencilerin öğrenme hızını analiz edebilir ya da kişiselleştirilmiş ders planları oluşturabilir. Ancak bir öğrencinin hayal kırıklığını yüz ifadesinden anlayıp onu cesaretlendiremez. Başarısızlık karşısında moral vermek ya da bir başarıyı içtenlikle kutlamak, yapay zekâdan beklenemeyecek kadar insana özgü yetkinliklerdir. Öğretmenler, yalnızca bilgi rehberleri değil, aynı zamanda öğrencilerin duygusal ve sosyal gelişimlerini destekleyen vazgeçilmez liderlerdir.
Bu nedenle, teknolojinin eğitime entegrasyonu üzerine yapılan tartışmalar, öğretmenlerin rolünün yeniden tanımlanmasını kaçınılmaz kılıyor. Teknoloji, öğretmenlerin yerini almak için değil; onların işlerini kolaylaştırmak, yaratıcılıklarını artırmak ve öğrencilere daha fazla odaklanmalarını sağlamak için bir araç olarak tasarlanmalıdır. Seymour Papert’in 1993’teki uyarısı bugün de geçerli: “Teknolojik yenilikler, pedagojik bir vizyon olmadan yalnızca pahalı oyuncaklardan ibarettir.” (3) Bu vizyon, teknolojiyi anlamlı kılacak temel unsurdur.
Gerçek bir eğitim dönüşümü, öğretmenlerin rehberliği ile yapay zekânın sağladığı destek arasında bir denge kurmakla mümkündür. Eğitim; yalnızca dijital ekranlar aracılığıyla sunulan bilgiler değil, insanın insana aktardığı, empatiyle güçlenen bir bağdır. Yapay zekâ, bu bağın tamamlayıcı bir parçası olmalı, merkeze yerleşmemelidir.
Algoritmik Önyargı ve Eşitsizlik
Yapay zekâ sistemlerinin karar alma süreçlerini yönlendiren algoritmalar, beslendikleri verilere bağlı olarak şekillenir. Ancak bu veriler, toplumsal önyargılarla dolu bir geçmişin izlerini taşıdığında, algoritmalar da bu önyargıları öğrenir ve sistematik bir şekilde yeniden üretir. Düşünün ki bir işe alım algoritması, geçmiş verilere dayanarak adayları değerlendiriyor. Eğer bu geçmiş veriler, kadınlara karşı ayrımcılık yapılmış bir geçmişin ürünü ise, yapay zekâ da bu ayrımcılığı sessizce sürdürebilir. Nitekim Amazon’un geliştirdiği bir işe alım algoritmasının kadın adayları sistematik olarak dışladığını biliyoruz.(4)
Ayrıca yapay zekâ sistemlerinin beslendiği veriler, genellikle toplumun yalnızca belirli kesimlerini yansıtır. Bu seçici temsil, YZ’nin karar alma süreçlerinde daha az temsil edilen grupları fark etmemesi ya da onların ihtiyaçlarını göz ardı etmesiyle sonuçlanır. Sağlık alanını ele alalım: YZ’nin sağlık verileri genellikle gelişmiş ülkelerdeki belirli demografik gruplardan alınır. Bu nedenle, az temsil edilen grupların hastalık semptomları ya da tedaviye verdikleri yanıtlar, sistem tarafından doğru şekilde öngörülemez. Eğitimde ise; YZ tabanlı eğitim platformları, düşük gelirli veya kırsal bölgelerdeki öğrencilerin ihtiyaçlarına uygun çözümler sunmakta yetersiz kalmaktadır. Eğitimde fırsat eşitsizliği zaten yeterince kökleşmişken, yapay zekâ bu eşitsizliği daha da derinleştirir ve sistematik hale getirir.
Yapay zekânın bir diğer önemli etkisi ise bilginin standartlaştırılmasıdır. YZ sistemleri, veri ve bilgi işleme süreçlerinde genellikle mevcut ve standart olanı öne çıkarır. Bu durum, alternatif ya da eleştirel yaklaşımların alanını daraltır. Örneğin, sosyal medyada kullanılan algoritmalar, daha önce ilgi gösterdiğimiz içerikleri önceliklendirerek, farklı ya da alışılmışın dışında olan bilgilere erişimimizi sınırlayabilir. Bu yalnızca bireysel tercihleri değil, aynı zamanda toplumsal bilgi akışını da homojenleştirir. Eleştirel ve yenilikçi bakış açıları, bu süreçte görünmez hale gelirken, yapay zekâ tarafından yeniden üretilen içerikler mevcut düzeni güçlendiren bir döngü yaratır.
Bu bağlamda, yapay zekâ her ne kadar nötr bir teknoloji gibi görünse de, beslendiği verilere gömülü olan geçmişin önyargılarını ve adaletsizliklerini taşır. Üstelik, fark edilmeden, sessiz bir şekilde bu eşitsizlikleri yeniden ve yeniden üretir. Standart olanı önceliklendiren yapısı ise toplumsal eleştiriyi ve alternatif çözümleri gölgede bırakır. Bu, yapay zekânın basit bir hesaplama gücü olmadığını; aynı zamanda toplumsal gerçekliklerimizi yansıtan, onları yeniden şekillendiren ve bazen de sınırlandıran bir araç olduğunu gösterir.
Sonuç
Şüphesiz, YZ’nin eğitimde büyük bir potansiyeli var. Bireyselleştirilmiş öğrenme deneyimleri başarıyı artırabilir, öğretmenlere yaratıcı yaklaşımlar için alan açabilir, hatta öğrencilerin öğrenme boşluklarını kapatabilir. Ama burada kilit bir detay var: Tüm bunların gerçekleşebilmesi için YZ’nin yalnızca teknolojik olarak değil, aynı zamanda toplumsal olarak erişilebilir olması gerekiyor. Aksi takdirde, bu “devrim,” yalnızca ayrıcalıklı grupların faydalandığı bir gösteriden öteye geçemez. Daha kötüsü, YZ eşitsizlikleri ortadan kaldırmak yerine, onları daha karmaşık ve görünmez hale getirerek “yeni nesil” eşitsizliklere yol açabilir. Daha önce matbaanın, radyonun ve televizyonun eğitimdeki etkilerini gördük. Her yeni teknoloji, devrim yaratma iddiasıyla geldi, ama beraberinde yeni sorular ve problemler getirdi. Bugün YZ ile eğitimde bir dönemin eşiğinde duruyoruz. Ancak asıl sormamız gereken şu: Bu teknoloji, gerçekten kime hizmet ediyor? Kimler bu “devrim” sayesinde ilerleyecek, kimler geride kalacak? Özetle: Teknoloji, yeni bir eşitlik mi yaratıyor yoksa eski eşitsizlikleri daha şık bir pakette mi sunuyor?
Unutmayalım, yeni teknolojinin yalnızca varlığı eğitimdeki sorunları çözmeyi garanti etmez. Demokrasi, eşitlik ve özgürlük için gereken dönüşüm, teknolojiyle değil, toplumsal mücadeleyle şekillenir. YZ’nin potansiyeli büyük, ama bu potansiyelin neye hizmet edeceği politik bir tercihten ibarettir. Teknoloji, ya eğitimi daha adil ve kapsayıcı bir hale getirmenin aracı olacak ya da küresel eşitsizliklerin bir başka yüzü. Ve bu tercihi yapacak olan yalnızca algoritmalar değil; toplumsal mücadelenin kendisidir.
(1) Yıldız, A., Dindar, H., Ünlü, D., Gökçe, N., vd. (2018). Yetişkin Yeterliklerinin Uluslararası Değerlendirilmesi Programı (PIAAC)” Sonuçları Bağlamında Türkiye’de Temel Eğitim Sorunlarını Yeniden Düşünmek. Ankara University Journal of Faculty of Educational Sciences (JFES), 51(2), 209-237. https://doi.org/10.30964/auebfd.438222
(2) UNESCO. (2020). Küresel Eğitim İzleme Raporu 2020: Kapsayıcılık ve eğitim: İstisnasız herkes için eğitim (Özet). UNESCO Yayınları. Erişim adresi: https://unesdoc.unesco.org/ark:/48223/pf0000373721_tur
(3)Papert, S. (1993). The Children’s Machine: Rethinking School in the Age of the Computer. Basic Books.
(4) Amazon’un işe alım algoritmasıyla ilgili örnek, 2018 yılında Reuters tarafından yayınlanan bir haberden alınmıştır. Haberde, Amazon’un 2014-2017 yılları arasında geliştirdiği ve işe alım süreçlerini otomatikleştirmeyi amaçlayan bir yapay zekâ sisteminin, kadın adaylara karşı önyargılı davrandığı belirtilmiştir. Algoritma, geçmişte erkek ağırlıklı bir teknoloji sektörü verisiyle eğitildiği için, kadın adayları sistematik olarak dezavantajlı bir konuma itmiştir. Örneğin, sistem, özgeçmişlerde “kadın” ya da kadınlara özgü faaliyetlerle ilişkilendirilen terimler geçtiğinde bu özgeçmişleri olumsuz değerlendirmiştir. Bu durum, algoritmaların eğitildikleri verilerdeki toplumsal önyargıları öğrenebileceğini ve bu önyargıları yeniden üretebileceğini gösteren somut bir örnek olarak sıkça tartışılmaktadır. Daha fazla bilgi için şu kaynak kullanılabilir:Reuters, “Amazon scraps secret AI recruiting tool that showed bias against women,” October 2018.
Ahmet Yıldız
1997 yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde Eğitim Yönetimi ve Planlaması alanında lisans derecesini; 2002 yılında aynı fakültede yüksek lisans derecesini ve 2006 yılında da doktora derecesini Halk Eğitimi/Yetişkin Eğitimi alanında aldı. Doktora sonrası araştırmalar yapmak üzere 2009-2010 öğretim yılında Lancaster Üniversitesi’nde (İngiltere) bulundu. 2017-2018 yıllarında Applied Sciences Upper Austria Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2010 yılında yardımcı doçent, 2012 yılında doçent, 2023 yılında profesör unvanı aldı. Halen Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Hayat Boyu Öğrenme ve Yetişkin Eğitimi bölümünde çalışmaktadır. Yetişkinlerin temel eğitimi, halk eğitimi tarihi, yetişkin okuryazarlığı, yerel yönetimler ve eğitim, öğretmenlik mesleğinin dönüşümü, kırsal alanlarda eğitim, eleştirel eğitim düşünce ve uygulamaları ile laik eğitim konularında çalışmaları bulunmaktadır.