As a public educator with 30 years of experience across multiple states, primarily in underfunded school districts, I have deep concerns about your recent statement regarding the elimination of the Department of Education. Your argument—that the U.S. spends the most per student but ranks low in success, while Norway and other Scandinavian countries excel—was both misleading and oversimplified.
While it is true that the U.S. has a high average expenditure per student, this statistic masks a deep inequity. Due to the link between local taxation and school funding, affluent districts receive the lion’s share of resources, while poor districts struggle with inadequate funding. When comparing student performance in well-funded U.S. districts to that of Norway, the outcomes are comparable. The real crisis lies in the systemic neglect of poor school districts, where collapsing infrastructure, underpaid teachers, and bureaucratic inefficiencies perpetuate educational disparity.
The U.S. education system, shaped by policymakers from privileged backgrounds, disproportionately benefits the wealthy while leaving the disadvantaged behind. Much of the funding allocated to struggling districts is funneled into private educational corporations—such as textbook and standardized testing companies—rather than directly benefiting students and teachers. Additionally, administrative overhead consumes a significant portion of the budget, often rewarding bureaucrats who have little understanding of or investment in the realities of the classroom.
Before invoking Norway as a model, it is crucial to understand its approach. As a social democracy, Norway views education as a societal investment. Public schools are equitably funded, ensuring that all students receive a high-quality education regardless of socioeconomic background. Teachers are respected professionals, required to hold a master’s degree with a research component. They enjoy academic freedom and autonomy, which fosters a genuine profession rather than a survival-based occupation.
Conversely, the U.S. prioritizes economic efficiency over educational integrity. Success is measured through standardized testing, reducing learning to quantifiable metrics rather than fostering critical thinking and citizenship. High school diplomas in low-income districts often carry little value, as graduation requirements prioritize attendance over academic competence. Teacher preparation programs in the U.S. are often weak, allowing underqualified individuals to enter schools as teacher and admin in struggling districts, exacerbating the problem.
You and your family have not attended public schools, nor will you in the future. Citing Norway’s system without acknowledging its foundational social policies is disingenuous. The reality is that public education in the U.S. is divided into two worlds: in affluent areas, schools are well-resourced, safe, and stable; in poor districts, high turnover among teachers and administrators, discipline issues, and systemic neglect create an environment where education is devalued. Parents, who must work in a couple of different jobs just to get by, do not have time and energy to get involved in their children’s education. Many students in these districts understand, even implicitly, that the system has little to offer them.
Norway’s success stems from valuing education as a collective investment rather than a business venture. Schools function as communities, not profit-driven enterprises. Teachers are empowered, students are supported, and socioeconomic disparities are minimized. The U.S., particularly in impoverished districts, treats education like a commodity, with success dictated by corporate-driven metrics and economic return.
Instead of dismantling the Department of Education, I urge you to reconsider its role. Address the inequities in funding, invest in teacher development, and foster a sense of educational community. Education should not be a privilege for the wealthy but a right for all.
Psikoloji ve sosyoloji benzer amaçla insanlığa hizmet üreten iki bilimdir. Bu alanlarda çalışan psikolog ile sosyologların görevi: birey ve toplum yaşamını iyileştirmektir.
Psikologlar, bireyin duygusal-sosyal tepkimelerini inceler, kişide farkındalık yaratılır. Sosyologlar ise toplumdaki tüm birey, kültür, örgüt, kurumların sosyal davranışlarını inceler, yaşamsal kolaylıkları araştırırlar.
Savaş ve çatışmalar, büyük toplumsal sorunlar doğurunca; çözüm-çare bulucu bir bilim daha aranmıştır.
1908 yılında İngiliz psikolog Mcdougall ile Amerikan sosyolog ‘Sosyal Psikoloji’ adıyla birer kitap yazmışlar.
1924’de Edward Alsworth Ross ise, yazdığı Sosyal Psikoloji kitabı ve çalışmaları nedeniyle ‘Sosyal Psikoloji’ biliminin kurucusu sayılmıştır.
Böylece ben size; “eğitim (pedagoji) bölümü” öğrencisi olduğum yıllarda, ilgimi çeken bilim alanlardan biri olan: Sosyal Psikoloji ve tarihçesini kısaca anlatmış oldum.
Peki, Sosyal Psikoloji nedir, insanlık için neler yapıyor?
Sosyal psikoloji insanların, sosyal (toplumsal) çevresinde oluşan; duygu, düşünce, his davranış, bakış, inanç ve hedefleri inceleyen, değiştirebilen bir bilimdir. Bu değişimle de sağlıklı toplumu oluşturacak bir gücü, yani dayanışma sinerjisini ortaya çıkarıyordu.
Ancak, fırsatçılar sinerjiyi toplumun refahı için değil, kendi çıkarları için kullanırlar. Ve ölümüne destekleyen taraftarlar için değişmez: ‘Hükümdar’ olurlar. İşte bu yüzden Sosyal Psikoloji’ye: ‘Sürü Psikolojisi’ de derler.
‘Sürü Psikolojisi’ diyenler hiç de haksız değiller!
Çünkü, hemen herkes öğrendi, gördü bildi ve kabul etti ki:
Büyük halk desteği alarak iktidar olan tüm otokrat-emperyalist-faşist liderler, sürü psikolojisinin yaratıklarıdır. Bu yaratıklar saltanatları daim olsun isterler. Bunun için de yalan-algı üretip halkı zıt kutuplara ayırıp birbirine “düşman” eder ve vuruştururlar.
Bu taktiklerle çıkan sömürü savaşları; nice canın kanını akıtmış, doğayı, kentleri yakmış-yıkmış-yok etmiş, kaynakları tüketmiş…
Ve daha doğmamış torunlara da miras olarak: kin-öfke-düşmanlık bırakmıştır.
Kısacası; sürü psikolojisi ile uyutulanlar eğer uyanmazsa, o zalimler de ülke/dünya çapında sömürü savaşlarına devam edecektir. Yani zalimler, halkın gücüyle halklara zulüm etmeye devam edecekler…
***
1950’li yıllarda, ‘dünyadan habersiz’ bir çocuktum.
Çok sonra öğrendim ki: yorgun-yoksul bir dünyaya doğmuşum.
25 yıl arayla iki ‘Dünya Savaşı’ da ben doğmadan yaşanmış.
Yaşadıkça; duydum, gördüm, okudum, anladım ki; savaşın acı-yoksulluk-yokluk-enkazları bitmemiş. Barış içinde yaşaması gereken komşular, savaş yüzünden; kuşkulu, korkulu, güvensiz… Kimileri de birbirine düşman olmuş.
İki kutba bölünen dünyamız, savaş galibi iki süper gücün kanatları altına sığınınca da birbirine can düşmanı iki dünya oluşmuş…
Emperyalist-otokrat devletlere ABD, demokratik-sosyalist devletlere de SSCB “hami” olmuş.
Ve aralarında düşmanca bir yarış başlamış.
ABD; 1947’de sosyalist-komünist devletlere karşı olan devletlere destek amacıyla Marshall Planı’nı başlatmış ve 1949’da güvenliği sağlamak için de askeri-siyasi bir güç olarak NATO’yu kurmuş.
NATO’nun askeri ve siyasal olarak güçlenmesi, sosyalist ülkeleri tedirgin etmiş. Ve bu duygu 1955’de Sovyetler Birliği’nin, sosyalist ülkelerle bir olup ‘Varşova Paktı’nı kurması için bir gerekçe olmuş.
NATO emperyalist şemsiye altına toplanan devletleri, Varşova Paktı ise sosyalist şemsiye altındaki devletleri ve düzenleri koruyacakmış.
Emperyalist güçler dünya savaşının yarattığı korkuları yaşamamak için, dünya savaşı istemiyormuş. Ancak bölgesel çapta ve sadece ‘geri bırakılan’ ülkelerde işgaller ve çıkar savaşları devam ediyormuş. Örneğin Kore, Vietnam, Küba … gibi birçok ülkede kaynak-emek sömürüsü yapılırken pek çok insanlık ve savaş suçu da işlenmiş.
*
Düşünüp yorum yaptığım yıllarda da:
İnsanlar, ‘zaman her şeyin ilacıdır’ anlayışıyla olup bitenleri sessizce izliyor, yaşamak için: acıları unutmaya, yaraları sarmaya çalışıyordu.
Küçük bir azınlık hiç boş durmuyor, yeni sömürü alanları arıyordu…
İşte böyle bir dünya ve iklimde hayat devam ediyordu.
1960’lı yıllar özellikle NATO şemsiyesine sığınan otokrat-emperyalist-faşist devletler için korkulu yıllardı. Yurdumuz ve dünyanın yurtsever antiemperyalist anlayışa sahip gençleri bulundukları kentin meydanlara sığmayan coşkulu mitingler yapıyordu.
Gençler: Karl Marx, Friedrich Engels, Lenin öğretisiyle, Mao Zedong, Che Guevara, Fidel Castro, Ho Şi Minh … gibi önderlerin uygulamalarını takip ediyor. Ülkelerinin: sömürüsüz-demokratik-özgür tam bağımsız olmasını istiyordu. Böyle bir dünya kurmak için de işçi-köylü-gençlik-akademi el ele tutuşmuşlardı.
Dünyada bazı küçük çaplı savaşlar olsa da artık dünya savaşlarının yerini soğuk savaşlar almıştı.
Soğuk savaş, dünya tarihinin önemli olaylarından biri ve bu savaşın asıl silahı da sosyal psikoloji olmuştu. Çünkü, otokrat-emperyalist-faşist liderler, ülkelerindeki korku iklimini sosyal (sürü) psikoloji yöntemleriyle sindirip susturuyor. Ve bu zalimler ancak halkın gücüyle yok oluyorlardı.
İki süper güç arasında her gün ‘savaş çıktı-çıkacak’ diye askeri ve siyasi gerginlik çıkardı.
Nihayet 1991 yılında ‘Berlin Duvarı’ yıkıldı.
SSCB, kapitalist anlayış ile soğuk savaş yöntemleriyle içten içe çöktü ve parçalandı.
Rusya, otokrat Putin önderliğinde emperyalist-kapitalist yelpazede yerini aldı.
Komünizm dünya genelinde bir çöküş yaşadı.
Soğuk savaş dönemi son buldu.
Ve dünyanın tek süper gücü ABD oldu.
*
Şimdi de güncel bir haberle yazımızı noktalayalım:
ABD’yi otokrat bir lider olan Donald Trump yönetiyor!
Münih Güvenlik Konferansı’nın davetlisi olan ABD Başkan Yardımcısı JD Vance 14 Şubat günü: nezaket ve diplomasi kuralarını çiğneyen üstenci bir tavır ve dille Avrupa liderlerine seslendi!
Toplantıdan sonra da Adolf Hitler’in Nazi rejimi ve ideolojisine bağlı aşırı sağcı “Almanya için Alternatif Partisi” (AfD) lideriyle bir araya geldi. Ve böylece faşizmin savunucusu olduğunu kanıtladı.
Münih Güvenlik Konferansı (MSC) Başkanı Christoph Heusgen bu saygısızlığı kabul etmedi. Gözyaşları dökerek duygusal bir konuşma yaptı ve başkanlık görevini bıraktı.
Postmodernizm, neoliberalizm, globalizm düşünce akımları olarak artık tükendiler. Tabii ki bunların dayandığı maddi eğilimler daha bir süre ayaklarımıza dolanmaya devam edecekler.
KISA BİR UFUK TURU
ODTÜ’de lisans üstü öğrencilerine “küreselleşme ve yeni jeopolitik” dersini sunarken “Postmodernizmden sonra gerici aşiretçilik” başlıklı makaleyi okutmaya “çalışırdım” (50 sayfaydı). Şimdi, artık, o makalenin yazarının (Robert J. Antonio) öngördüğü noktadayız.
O makalenin bir değeri de postmodernizm ile neoliberalizmin aslında bir madalyonun iki yüzü olduğunu göstermesiydi. Gerçekten de zaman içinde önce postmodernizmin, siyasi seçenek üretmeye izin vermeyen, rölativist, “hakikatleri” (büyük anlatıları) yadsıyan yaklaşımı sönümlendi; Açılan boşlukta, etnik milliyetçilik (ırkçılık), dinci cemaatçilik, demokrasinin eleştirisi üzerine kurulu bir nostalji (“Karanlık Aydınlanma”: Dark Enlightenment) yükseldi. Bu yükselişe ben “süreç olarak faşizm” diyorum. Finansal krizi de (2008) 1980’lerde sermaye birikim rejiminin krizine cevap olarak şekillenen neoliberalizm ve globalizmin tükendiğini gösterdi. Burada da karşımıza, elitlere yönelik bir öfke, ticari korumacılık, sanayi politikası, toprak genişletme arayışı çıkıyor.
DEVLET, TOPLUM, KORPORASYON
Fukuyama, liberal demokrasi için “ABD kapitalizmin en gelişmiş örneğidir, modelinin benimsenmesi doğaldır” demişti. Bu savın merceğinden ABD’ye bakınca, 2016’dan bu yana, yukarıda “kısa ufuk turunda” değindiğim gelişmelerin hepsini, özellikle II. Trump döneminde, fazlasıyla görebiliyoruz.
II. Trump döneminde daha ilk günden, CIA, FBI, NSA gibi güvenlik bürokrasisinde, Adalet Bakanlığında, hatta Pentagon’da, başkanlık kararnameleriyle başlayan geniş çaplı tasfiyeler, atamalar, hassas personel verilerine el koyma girişimleri, Musk’ın Trump’ın yanında adeta 2. devlet başkanıymış gibi hareket etmesi, anayasayı yok sayan girişimleri, çevreyi, tüketici haklarını, LGBTQ bireyleri, kadınları ve siyahları koruyan yasaların hızla iptal edilmesi sıradan uygulamalar değil. Tüm bunlar, ABD’de “süreç olarak faşizmin” el kitabı “Project 2025” adlı dokümana dayanıyor. “Project 2025” de Curtis Yarvin, Peter Thiel, Marc Andreessen gibi Silikon Vadisi entelektüellerinin, Nick Land, Patrick Dineen gibi reaksiyoner felsefecilerinin geliştirdiği iki yaklaşıma:
(1) Devlet, bütün sınıfların birlikte yaşamasına sağlayacak bir korporasyon gibi çalışmalıdır.
(2)“Karanlık Aydınlanma”.
Birincisi, şirketlerin faaliyetini sınırlayan (çevreyi, tüketici ve işçinin sağlığını korumayı, küresel ısınmayı engellemeyi amaçlayan, iş güvenliğini sağlayan, çocuk işçi kullanımını yasaklayan) yasalar değişmelidir. Tüm sınıfların birlikte yaşayabilmesi için devlet de bir şirket/ korporasyon mantığı ile işletilmelidir.
İkinci yaklaşım da Aristotales ve Machiavelli’nin özgün bir okumasıyla, demokrasinin esas olarak kaosa açıldığını, bu kaosu aşabilmek için ABD halkının diktatörlük fobisinden kurtulması gerektiğini savunuyor. Dahası, neoliberalizm toplumu parçaladı, insanları yalnızlaştırdı. İnsanların esas olarak sosyal ilişkilere dayalı varlıklar olduğunu unutturdu. Şimdi bu ilişkileri canlandırmak gerekiyor. Din ve cemaat yaşamı bu konuda çok yararlı araçlardır. Eğitim sistemi de hep yeni bilgiler üretmeye odaklandı; geçmişin değerli bilgileri unutuluyor. Devlet başkanı da yetkileri itibarıyla bir kral, sultan gibi olmalıdır, iradesi yasalarla sınırlanmamalı, onu destekleyecek devlet bürokrasisine, çeşitlilik, eşitlik, kapsayıcılık (siyahları, kadınları, engellileri korumayı amaçlayan) ilkelerine takılmadan en iyi eğitimli, yetenekli olanlar atanmalıdır. Kısacası esas olarak beyaz Hıristiyan bir aristokrasi (en iyiler anlamında) üzerinde yükselen bir monarşi. Ülkenin Yunan şehir devletlerinde görülen seçilmiş iki “tiran” yöntemi ile yönetilmesini önerenler; Musk, Vance gibi “Bize bir sulla (iktidarı rakiplerini öldürerek elegeçiren Romalı diktatör-general) lazım” diyenler de var.
Bunları bir araya koyduğumuzda ABD’de içeride “süreç olarak faşizm”, dışarıda Panama, Grönland, Kanada, Gazze bağlamında doğrudan toprak edinme çabalarıyla karşımıza sömürgeci bir emperyalizm çıkıyor.
Postmodernizm, neoliberalizm, globalizm düşünce akımları olarak artık tükendiler. Tabii ki bunların dayandığı maddi eğilimler daha bir süre ayaklarımıza dolanmaya devam edecekler.
Bizim kuşağa ’68’liler deseler de kendimi daha çok ’78’li olarak düşünürüm.
O yıllarda gençler demokratik-bağımsız bir ülke istiyor ve çok fazla kitap okuyordu.
O yıllarda da şimdiki gibi solcu-demokrat-yurtseverler için: “Ya hep beraber ya hiçbirimiz” ortak slogandı.
Ve o yılların devlet politikasına göre: ‘komünizm’ en büyük tehlike veya hastalık sayılıyordu. 1950’de “Komünizmle Mücadele Derneği” adlı bu paramiliter oluşum devlet gözetiminde ülke çapında örgütlenir. Dernek; yurdumuzun tüm demokrat-yurtsever-sol-komünist ile azınlık halkları ve Alevileri düşman sayarak sayısız kanlı saldırılar yapmıştır.
Ve o zamanın Başbakanı Demirel: “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz!”, İçişleri Bakanı Faruk Sükan ise; ‘Solcuların nefeslerini bile kontrol ediyoruz, hepsini 24 saatte toplarız!’ demişlerdi.
12 Mart 1971-12 Eylül 1980 arası 9 yılda; iki faşist darbe, 11 hükümet değişmiş, ilan edilen sıkıyönetim ve olağanüstü haller süresince halkımız çok ağır bedeller ödemişti.
1987’de kurulan illegal faşist JİTEM, Kürtleri hedef alan nefret dili, işkenceleri, “faili meçhul” katliamları ve hapishaneleriyle yurdumuzda bir korku iklimi yaratmış… Sonuç olarak: nice kasaba-köy yanmış, yıkılmış, sağ kurtulan insanları ise göç etmişti.
O zamanlarda da şimdiki gibi bilirkişiler vardı fakat onlar pek gizlenmez bilinirdi. Ve bu bilirkişiler de 141-142 maddeler için av peşindeydi. Bu amaçla: yurdumuzda yayınlanan; yerli-yabancı eserler, parti, sendika, dernek, kişi demeç-konuşma-bildirileri, olası bir komünist propagandası için satır satır incelenirdi. Uzun yıllar süren yargılama, tutukluluk ve sansürler olurdu.
Bugünlerimiz soracak olursanız: bu günler de o günleri hiç aratmıyor!
Şimdilerde sadece, komünist yerine hain/terörist sıfatları kullanılır oldu.
***
Size yukarıda anlatmaya çalıştıklarım, sadece Türkiye’ye özgü olgular değildir, İnsanlık, ilk çağlardan beridir bunları yaşamakta…
Hikayesi de kısaca şöyledir: İnsanlar, yaşamsal önemi olan beslenme, barınma ve güvenlik zorlukları karşısında kendilerini yetersiz-güçsüz bulmuşlardır. Deneyip yaşadıkça da bu zorlukları ancak dayanışma ve birliktelikle çözebileceklerini öğrenip-anlamışlar.
Özetlersek; insanların yenilgi ve acılı yaşanmışlıkları devletlerin, ya da toplumsal barışı ve güvenliği sağlayacak gücün oluşturulması için gerekçe olmuştur.
Ve demek ki, dünyadaki tüm devletlerin amacı; kamu güvenliğini sağlayan ve herkesin hakkını koruyan bir düzen kurmaktır.
İşte, herkesi kucaklayan bu yüce amaç yüzünden; ‘devlet’ her yerde ve her çağda kutsanmıştır.
Peki acaba, dünyada bu yüce amacı güderek “halk” için hizmet üreten kaç devlet vardır?
Ve acaba dünyada, “halka” hizmet için kurulmuş, fakat sadece bir azınlığa, bir gruba, bir partiye hizmet eden kaç devlet vardır.
Bu iki soruya da eğer önyargılardan uzak bilimsel yöntemlerle cevaplar ararsak, ne yazık ki dünyada hiçbir “halk devleti” olmadığını görürüz…
*
Burada biraz durmak isterim, Hani “denk geldi” derler ya, şimdi benim için de öyle oldu. Çünkü, yazılarımı sürekli okuyan bazı dostlarım bana: “Sen devlet karşıtı mısın?” sorusunu soruyorlar. Şimdi “denk geldi” ve ben de o dostlara soruyorum:
Peki sevgili dostlarım; siz kuruluş amacına uygun çalışmayan böylesi devletlerin taraftarı mısınız?
*
Çünkü dünyamızdaki hemen hemen tüm devlet yönetimlerde çokça egoist-zalimler var! Bunlar; deprem, yangın, savaş gibi felaketleri bile fırsata çevirirler. Fakat, bu zalimler de kendilerinden daha güçlü olan zalimlerden emir alır, onların piyonu olur, hatta bazen de zulüm görürler.
Günümüz dünyasını otokratlar yönetiyor. Otokratlar, kendi ülkelerinde güçler birliğini ele geçiren halkı sömüren-ezen zalimlerdir. Düzenlerini sürdürmek için her yol ve yöntemi mubah sayarlar. Muhalifler onlar için birer düşman olduğu için yok olmalı veya etkisiz kalmalıdır. Bu amaçları için de her yol-yöntemi kullanarak ülkede güvensiz-korku dolu bir kaos ortamı yaratırlar.
Korku-kötülük dolu bir iklimi yaratarak ömür süren: tüm hükümdar, kral, komutan, vali, kayyum, bilirkişi, din istismarcısı ve onların tetikçileri halkın kanı-emeği ile beslenip var olan bir çıkar zincirdir.
Bu dokunulmaz küçük zincir, muhalifler için yalan ve algıya dayalı her tür tuzağı-kötülüğü planlar ve uygularlar.
Bu zalimleri: “sen/siz hukuk dışına çıktınız” diye ayıplamak ve kınamak da hiç etkili olmaz!
Çünkü onlar güçlerini; hukuktan değil, hukuk dışı güçler ve odaklardan alırlar.
Fakat bu insanlık düşmanlarının tek korkusu var o da: halkın birlik olup artık ‘YETER!’ demesidir.
Şimdi dünya vatandaşı/insanlık dostu iki ozanın dizelerine bakalım.
Metin ELOĞLU, milyarlarca insanın haykırışını duymuş olacak ki:
Böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum. Ama böyle dünya olur mu? Böyle barış olur mu? Böyle hürriyet olur mu? Böyle kardeşlik olur mu? Biliyorum ki, katlanıver, diyeceksin; Ama böyle yaşamak olur mu!” Diyor.
Bertolt BECHT de bu çığlığı cevaplarcasına:
“Kim mi kurtaracak seni, köle? Görecekler seni, kardeş. yuvarlananlar uçuruma, duyacaklar çığlıklarını: Seni köleler kurtaracak kurtaracaksa!
Ya hep beraber ya da hiç birimiz. Kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden. Ya hep beraber ya da hiç birimiz…” Diyor.