Press "Enter" to skip to content

MİSAFİR YAZAR  
Murat Sevinç

04.03.2025

Akademisyenlik bir meslektir, meziyet değil…

Akademisyenlik bir meslektir. Uğraştır. Tamircilik gibi, garsonluk gibi, marangozluk gibi, hekimlik gibi, mühendislik gibi. Bir akademisyen, bir belge doldururken meslek kısmına ‘akademisyen’ yazar. Öğretim elemanı, dr., öğretim üyesi, doçent, profesör vs. yazmaz. Herhangi bir meslekten daha aşağıda ya da daha yukarıda, daha az saygın ya da daha saygın değildir akademisyenlik.

Bir kuruma bağlı olarak yapılır. O kurum, başta bir miktar gelir olmak üzere, işinizi yapabilmeniz için size çeşitli olanaklar sağlar. Kurumun yaygın adı, üniversite.

Kitap okumak, araştırma yapmak, yazmak, anlatmak için üniversite, bina ve derslikler bir zorunluluk değil. Bu faaliyetler her yerde gerçekleştirebilir. Öğrenmek için de şart değil. Yüzyıllar önce, üniversite icat olunmadan da birileri bir yerlerde bir şeyler tartışıyor ve öğreniyordu, o mekânların ismi farklıydı.

Günümüzde çoğu mesleğin icrası ya da çeşitli avantajlardan yararlanmak için bir diploma edinme zorunluluğu, o diplomanın ancak bir üniversiteden alınabilmesi, kapısında üniversite yazan binalarda eğitimin belli bir düzen içinde verilmesini ve o düzenin kurulması için karmaşık bir kurumsal ağın yaratılmasını gerektiriyor.

Üniversitede bir yandan araştırmak-yazıp çizmek, diğer yandan ‘öğretim’ için ‘istihdam edilen’ kişidir akademisyen. Bu arada, çok sayıda önemli düşünürün-mucidin akademinin tutucu/gelenekçi yapısından değil, üniversite dışından çıktığını da hatırda tutmak gerekir.

Akademisyenliği çoğu meslekten ayıran ve itibar kazandıran şey, akademisyenin ‘bilgi’yle kurduğu ilişkidir. Bilginin yalnızca aktarıldığı değil, aynı zamanda üretildiği bir konum. Ancak, bilgi ile bilmekten doğan farklı nitelikler/tercihler arasında bir neden-sonuç ilişkisi bulunmak zorunda değil. Akademisyenin, akademisyenlik yapması için, örneğin ‘aydın’ olmasına, ‘entelektüel’ olmasına ihtiyaç yok. Yaşamı boyunca tek bir roman okumamış bir akademisyen, alanında çok tanınmış bir hukukçu olabilir. Yaşamı boyunca ülkesindeki hiçbir insan hakkı ihlalini konu etmemiş bir akademisyen, çok parlak bir insan hakları felsefecisi olabilir. Yaşamı boyunca kendisine ‘Üniversite nedir, nasıl bir yerdir?’ sorusunu bir kez olsun yöneltmemiş bir tıp hocası, harika bir cerrah olabilir… Bunlar, akademisyenlik mesleğini seçenin nasıl biri olduğuyla, derdi tasasıyla, kişiliğiyle, ideolojisiyle ilgili konular.

Akademisyenin ideolojisi, yaşamda durduğu yer, benimsediği ve temsil ettiği değerler, entelektüel birikimi, toplumsal kaygı duyup duymaması, düşünce özgürlüğünü umursamayıp umursamaması, işine duyduğu saygı, çalıştığı kuruma sadakati, öğrencisiyle kurduğu ilişki, alanı dışındaki konulara ilgisi ya da ilgisizliği; söz konusu meslek erbabının sahip olabileceği çeşitli niteliklerdir. Onu ‘diğerleri’nden ayırır ya da benzeştirir; ancak tüm bu meziyetler, sahip olunan şeyin ‘mesleklerden bir meslek’ olduğu gerçeğini değiştirmez.

Hal böyleyken, bir akademisyenden, sırf akademisyen olduğu için diğer meslek erbabından farklı davranmasını beklemek hayal kırıklıklarına yol açacaktır. Söz konusu beklenti, bir akademisyenin uzmanlık bilgisi haricinde başkaca meziyetlere sahip olması gerektiği inancından kaynaklanır ki gerçekçi sayılmaz. Akademisyenliği seçmiş bir insanın, örneğin bir torna ustasından, bir muhasebeciden ya da bir marangozdan daha tutarlı ve ilkeli bir yurttaş olmasını gerektiren (ve sağlayacak) hiçbir anlamlı gerekçe yoktur.

Akademisyen, bir masa ya da bir elma olmadığı için, bir ideolojisi vardır. Diğer insanlar, diğer meslek sahipleri gibi. Akademisyenler de herkes gibi taraf tutar, sempati duyar, destekler, karşı çıkar. Akademisyen, ideolojisi ne olursa olsun yaptığı işte nesnel olmak zorundadır, hepsi bu. İdeolojisi olmadığını/tarafsız olduğunu söyleyen bir akademisyen ise hâkim ideolojinin yanında yer alıyordur.

Demek ki bir akademisyen akademik çalışmalarını, ‘nesnelliğe’ halel getirmeden, ancak bir dünya görüşü etrafında yapabilir. Sosyalist, liberal, sağcı, sosyal demokrat, dinci, muhafazakâr, milliyetçi vs. bir akademisyenin akademisyenliği de siyasal-sosyal gelişmeler karşısında takındığı tutum da meşrebince olacaktır.

Bir akademisyene itibar kazandıracak olan, uzmanlık bilgisine eklediği niteliklerinin yanında, işine saygısı, özen, çalışkanlık ve tutarlılıktır. Tutarlılık. Diğer bir söyleyişle, koşullara ve fırsatlara göre kolaylıkla eğilip bükülmeyen bir iskelete sahip olmak.

Tutarlılık, akademisyenlik mesleğinin mütemmim cüzü değil, kumaşınızla ve bir gün sona erecek ömrün ardından nasıl anılmak istediğinizle ilgili bir tercihtir. Özsaygıdan kaynaklanan bir tutum. Son perdeye gelindiğinde, bir insanın mesleğini layıkıyla yapıp yapmadığına, saygıyı ve itibarı hak edip etmediğine o insan değil, başkaları karar verir. Mesele, günü geldiğinde o başkalarının size uygun göreceği sıfatlardır, bizim kendimize yakıştırdıklarımız değil. İlhan Selçuk’un sözüyle, “Her insan yaşamı boyunca kendi heykelini yontar.” İlhan Selçuk’la hiç tanışmamış bir yazarın, günlerden bir gün, onun cümlesini alıntılaması, İlhan Selçuk’un sürdüğü ömrün saygınlığından kaynaklanır.

Evet, akademisyenlik bir meslek ve geriye kalan her şey, mesleği icra edenin yaşam boyu edindiği niteliklerin, sahip olduğu meziyetlerin yekûnu. Bir akademisyenin, bilgiyle kurduğu ilişki nedeniyle toplum ortalamasında yarattığı beklentinin yüksekliği ise büyük ölçüde bir yanılsamanın sonucu. İdeolojiden ve kişilik özelliklerinden masun bir akademisyenlik yok. Akademik bilgi ile doğru tutum, tutarlılık ve güvenilirlik arasında nedensellik bağı aramamak, kurmamak gerekir.

Yazı önerileri:

Sırrı Süreyya Önder, türkülerini çok sevdiğim Kahtalı Mıçe’nin anısına yazmış. Allah rahmet eylesin.

2017 yılında ‘akademisyenlerin’ çalıştığı bir üniversiteden, ‘akademi’nin tanıklığında, kimi sayın muhbir ‘akademisyenler’in işbirliği ve yönetim kademelerindeki bazı ‘akademisyenler’in liste oluşturma azmiyle, ‘akademik’ bir ibişin arzu ve onayıyla, çok sayıda meslektaşımla birlikte atıldıktan sonra Gazete Duvar’da yazdığım ‘akademisyen’ yazılarından birini, yaygın bir ‘akademisyen’ portresini buraya bırakıyorum.

MURAT SEVİNÇ

Loading

Dayanışma Sandığı’na Giderken / Emin Toprak

24.03.2025

Dayanışma Sandığı’na Giderken

Haksız, hukuksuz ve zalimce yapılan çıkar savaşları herkesi yaralıyor. Birileri de çıkmış: ‘Halkımız niçin bu kadar kaderci, çaresiz, suskun!” diye yakınıyor. Oysa bu durumu hiç yadırgamamak gerekir.

Çünkü, 23 yıllık iktidarın yönetiminde:
1. Hakları, özgürlükleri korumak ve adaleti sağlamakla görevli: Yasama-Yürütme-Yargı güçleri denetimsiz olarak tek elde toplanmış
2. Karara imza atacak olan bürokratları ‘gelecek’ korkusu sarmış…
3. Çare bulsunlar diye seçilmiş vekiller ile meclisleri işsiz, işlevsiz kalmış…
4. Güvenliği sağlamakla görevli asker-polisler; hakkını arayan ana-baba-kardeşleri bariyerle engellerken, gaz ve su sıkıp, cop kullanır olmuş…
5. Emek karşılığını bulmamış, yoksulluk ve hukuksuzluk zirve yapmış…
Bu sıralamayı daha da uzatacaktım fakat hemen herkesin bildiği diyaloğu anımsayınca durdurdum.

*

Derler ki:
{Napolyon yenilmez bir komutan iken yenilir ve sorumlu komutana:
“Niçin yenildik? diye sorar.
Komutan: “Efendim beş (5) nedeni var.” der ve hemen saymaya başlar:
“1. Barut bitti… 2. ..”
Napolyon: “Ötekileri sıralamaya gerek yok!” deyip komutanı susturur.}

*

{ Eğer Napolyon engeli olmasaydı size daha:

Yargıçların gelecek korkusu içinde; hukuka, vicdana uygun karar yerine, otosansür ve fısıltıların belirlediği kararlar verdiklerini… Tüm gazeteci, yazar, sanatkar, akademisyen, işçi, memur, öğretmen, öğrencilerin korku içinde olduklarını… Dünyanın en büyük şehirlerinden İstanbul’un milyon oylarla Belediye Başkanı seçilmiş Ekrem İmamoğlu’nun ‘gizli tanık’ ifadeleriyle gözaltında tutulduğunu… Halkın seçtiği birçok il ve ilçenin belediye başkanları görevden alınıp, yerine kayyumlar atanmasıyla halk iradesinin yok sayıldığı… Böylesi hukuksuz keyfi kararlar ve “İmamoğlu Depremi” yüzünden; çöküş noktasına varmak üzere olan ekonomiye ve küçük yatırımcılara çok büyük zarar verdiğini… Ayrıca bu 23 yıllık iktidar; nice can ve mal kaybı yaşatan yüzyıllık Kürt sorununa henüz demokratik bir çözüm bulamamışken… Şimdi de bir vasi edasıyla; Suriye Kürtlerini de yok sayacak bir ‘çözümsüzlük’ istemekte bu amaçla ülke kaynaklarını heba etmekte… Yurdumuz çoraklaştığı için; bilim, kültür, sanat, eğitim, ekonomi gelişmiyor, sığ düşünce, polemik, hakaret, tehdit, küfür dili ise zenginleşiyor… Zaten pranga dolu bu iklimde; hangi duygu, düşünce, fırça, kalem, mızrap özgürce, konuşur, tartışır yazar, çizer ki!.. Tabii ki, özgür ve özgün düşünme olmazsa : başarı-verim de olmaz! da diyecektim.}

Aslında, Napolyon yöntemi uyarınca; sadece yukarıdaki (5) maddeden sadece (1.) yeterliydi. Fakat, ‘söz uçar yazı kalır!…

***

Yazdıklarımı okuyunca sizler de haklı olarak: Peki; 23 yıllık iktidar, bunları bir bir yaparken acaba muhalefet ne yapıyordu? diyebilirsiniz.

Anlatayım:

Muhalefet 2002 yılında yaşadığı büyük seçim şoku nedeniyle uzun süre derlenip, toplanıp uyanmadı.

Çünkü, 2002 genel seçiminde AKP yüzde 34,3 gibi düşük oranda oy alsa da:363 milletvekili kazanmış ve tek başına güçlü bir iktidar olmuştu.

Fakat bu sürpriz iktidarın bir de gizli ortağı vardı. İktidar bu yere göğe sığdıramadığı ‘karanlık’ ortağı: “Hizmet Hareketi” diye tanıtıp kendileri için ‘kılavuz’ saydı. 14 yıl kol kola girerek; makam, çıkar paylaşa paylaşa birlikte çokça yol aldılar. Yurdumuz ve dünyaya yayılan bir eğitim ağı kurdular.

Bu mutlu yoldaşlık; dershane krizi, tapeler, Rıza Sarraf hediyeleri, alo babacığım paracıkları, delil-belge sayılmayan saat-çanta-kutu-çekimler… ortaya ‘foş’ olunca, karşılıklı kılıçlar çekildi ve ortaklık darbe girişimi ile son buldu.

Ve en yetkili kişi ekranlara çıkıp: “Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.” dedi. Allah’ın affetmesini beklemeyen, mahcup munis muhalefet ‘Yenikapı’da Kürtler olmaksızın bu ‘mağdur’ iktidarla sarmaş dolaş oldu…

{Erdoğan’ın geçmişte “Fetö suç örgütü” ile kurduğu bu ilişkiden dolayı bir hesabı olduğu itirafı idi ve hiç sorgulanmadı. CHP ciddi olarak bu itirafın sorgulanmasının takipçisi olmadı. Bugün de onlar ‘gizli tanık’ ifadeleriyle yargılanıyorlar.}

CHP demokratik muhalif olacağına, yıllarca olup biten hukuksuzluklar için çokça; “belki, ama, fakat, lakin…” üretti. Sınır ötesi operasyonlar yapılsın dedi. Dokunulmazlık kaldırma isteğini Anayasaya aykırı buldu, fakat ‘evet’ kalksın dedi. Kayyum atamalarına sıra kendilerine gelinceye kadar göz yumdu. Altılı masa başarısızlığı nedeniyle de genel seçimi kaybetti…

Fakat CHP 2023 yerel seçimlerinin birincisi olsa da zafer sarhoşu olmadı. İktidara uzlaşı elini uzattı. Kimileri bu barışçı girişimi eleştirse de bence bu doğru bir adımdı. Fakat iktidar ne uzlaşı ne barış ne de demokrasi istiyor. Ayrıca, yönetemediklerini ve gelecek seçimde de kaybedeceklerini bildikleri için de çok korkuyorlar.

Bu nedenle barışmayı, uzlaşmayı istemiyorlar, öfke ve kinle gözdağı veriyor, kayyum atamaları, toplu tutuklamalar, 30 yıl öncesi diploma iptal etmeleri…

Özetle; yargı sopa, muhalefet ise hedef olmuş ve etik olmayan, haksız, hukuksuz, provokasyon dolu günleri başlatmıştır.

Ve tam gazla gidiyor, gitmekte olan!

Bu kez CHP dik durdu. Hiç ikircik yaşamadan soğuk meydanlarda halkla buluşup kucaklaştı ve sıcak ilişkiler kuruldu. Halka doğru adım atmanın karşılığı olarak da yurdumuzun her noktasından muhteşem görüntüler izledik.

Halkın gücüne bir kez daha inandım. Ve bu halkçı adımın devamını dileyerek alkışladım.

*

Bugün demokrasi-barış isteyenin bayramı! Önseçim ‘Dayanışma Sandığı’na giderken iç çığlığım: ‘Ya hep beraber ya hiçbirimiz!’ oldu.

Ve Ekrem İmamoğlu için tutuklama kararı verildi…

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

‘Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’ / Emin Toprak

10.03.2025

‘Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’

Nedense, ‘müesses nizam’, iktidar ile muhalefet, Kürt siyasi hareketi ile taraftarlarını pek sevmez ve istemezler.

Müesses nizamın emri, iktidarın bilgisi, muhalefetin suskunluğunda; Kürtler listelenip katledilmiş, nice seçilmiş kişi tuzak ve sanal gerekçeyle tutuklu-yasaklı olmuş, pek çok parti ve demokratik oluşum kapatılmıştır.

Fakat onlar haklı olduklarını biliyor, halk da onlara inanıyor-güveniyordu. Yıllarca süren mücadelede hiç yıkılıp pes etmediler. Yeni partiler kurup, yeni kişiler seçtiler ve her seçimde çoğalarak var olmaya devam ettiler.

Birkaç ay öncesine kadar iktidar ve bazı muhalif görünümlüler; meydan meydan kanal kanal dolaşıp Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM)’i etkisiz-desteksiz bırakmak için yalan üretiyor, onları ve selamlaştıklarını terörist sayıyor, “birlikte demleniyorlar” diye alay konusu yapıyorlardı.

Devlet Bahçeli ki, ayrımcılığın önde gelen bir lideridir.

Yıllar önce meydanda Erdoğan’a bir urgan fırlatmış: “Oğluna gemi alacak kadar paran var Apoyu asacak kadar mı bulamadın. Al sana ip as da görelim” demişti.

Aynı Bahçeli, 1 Ekim 2024 günü mecliste, her gün ‘terörist’ dediği DEM grubunun yanına gidip elini uzatmış ve “Abdullah Öcalan gelsin mecliste konuşsun!” çağrısında bulunmuştu (bir yazımda bu çağrıyı ‘kıymetli’ bulmuştum ve görüşüm değişmedi).

Bahçeli’nin bu çağrısıyla ülke gündemi değişti. Hızlı tur ve görüşmelerle bu ‘isimsiz’ süreç devam ediyor.

Gelişmeleri özetlersek:

DEM Parti heyeti, PKK lideri Abdullah Öcalan ile 27 Şubat 2025 günü 3. görüşmeye gitmiş ve Öcalan, el yazısıyla yazdığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nı onlara sunmuştu.

Heyetin aynı gün Beyoğlu’nda düzenlediği basın toplantısında, bu çağrı Kürtçe ve Türkçe okundu. Öcalan bu çağrısında; yaşanan süreç için yapılan eleştirileri belirtip özeleştirisini yapıyor… Ve güvenli bir toplum için barışın şart olduğunu önemle vurguluyordu.

Öcalan, çağrısının son iki cümlesi bir ‘özet’ sayılabilir. İşte o cümleler:

“Varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın; tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.

Sayın Devlet Bahçeli’nin yaptığı çağrı, Sayın Cumhurbaşkanın ortaya koyduğu iradeyle diğer siyasi partilerin malum çağrıya dönük olumlu yaklaşımlarıyla oluşan bu iklimde silah bırakma çağrısında bulunuyor ve bu çağrının tarihi sorumluluğunu üstleniyorum.” diyordu.

“PKK kendini feshetmelidir” çağrısı dünyada Yurdumuzda:

MHP lideri Bahçeli; Hasta yatağında uzattığı elin karşılık bulmasından çok memnun olmuş ve daha önce ismini anmadığı Demirtaş’a telefon edip el uzatmış ve X hesabına şunları yazmıştı:

“Ne mutlu bizlere ki, sahte ayrımcılıkların, yapay anlaşmazlıkların, cepheleşme ve yanlış anlamaların milli hayatımızdan tamamıyla sökülüp atılacağı kutlu bir dönemin eşiğindeyiz”

*

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan ise, Şehit Aileleri ve Gazilerle İftar Programı’nda 40 yıldır yurdumuz insanlarına büyük acılar yaşatan alışılmış tehdit söylemlerini tekrarlıyordu:

“Verilen sözler tutulmazsa günah bizden gider. … Hala devam eden operasyonlarımızı, gerekiyorsa taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadan son teröristi bertaraf edene kadar sürdürürüz.” diyordu.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel:

“Toplumsal mutabakat sağlanacaksa, Meclis’te oturup bunu konuşmalıyız. Konuşacaksak ilk toplantıda da şehit aileleri ve gaziler gelmeli, düşüncelerini söylemeli. Son toplantıda da gelip varılan noktaya rızaları var mı, yok mu söylemeliler. ‘Onların razı olmadığı hiçbir şeye ben razı olmayacağım” diyerek ‘barış’ için ‘ön-şart’ koşuyordu.

(Demek ki, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel henüz bu süreci benimsememişler.)

*

DEM Parti TİP ve demokratik STK’lar zaten sürekli barış istiyorlar…

DEM Parti, “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” için mecliste bir toplantı yapmış konukları da: 1990’larda Güneydoğuda çocuklarını yitiren “Barış Anneleri Derneği” üyeleri… (Lütfen dikkat ediniz, bu acılı annelerin kuruluş amaçları: ‘BARIŞ’! ..).

Barış Annelerinden Tenzile Baydar’ın konuşmasını, Sn. Erdoğan ile Sn. Ö. Özel de duysunlar isterdim. Kısaca diyordu ki:

“Sayın Öcalan’a söz veriyoruz. Barış Anneleri elini bu taşın altına koyacak, her zamanki gibi. Barış için varız. Sayın Erdoğan ve Bahçeli de elini uzattı. Onlara da teşekkür ediyorum. Bizim beklentilerimiz çok büyük. Artık bir anne olarak evlatlarımızı torbalara, kartonlara koyup kucağımıza almak istemiyoruz. Asker annelerine de sesleniyoruz; biz hepimiz anneyiz, gerilla annesi annedir, asker annesi annedir, polis annesi annedir, acı çeken annedir… Bizim çocuklarımız öldü, asker anneleri taziye kurdu ama biz taziye bile kuramadık… Gelsinler bizim elimizi tutsunlar. Omuz omuza biz bu süreci yürütelim…”

*

İYİ Parti ve Zafer Partisi: ‘istemezük’ nidalarıyla Turan’a doğru tam yol…

***

Şimdi de yukarıda belirttiğim CHP’nin ön-şartına değinmek istiyorum.

Tabii ki, kurulması gereken bir uzlaşı-barış masasında: ‘Şehit Aileleri’ ile ‘Gaziler’ bulunmalı.

Tabii ki, büyük acılar yaşamış, kan ve gözyaşı dökmüş bu anneler ve mağdurlarla empati yapılmalı.

Peki, bu anneler gibi büyük acılar yaşamış: ‘Barış Anneleri’, ‘Cumartesi Anneleri … vb. yok mu?

Neden-niçin, bu acılı anneler, anılmamış ve yok sayılmış?

Bu ayrımcılık değil mi?

Empati, bilimsel bir yöntem olarak karşılıklı saygıyı esas alır. İnsana; kendisiyle yüzleşmeyi, çevresiyle barışçı ilişkiler kurmasını sağlar ve farkındalık yaratır…

Empati; insanının düşünüp araştırarak sorun çözücü yol-yöntemler aramasını sağlar. Böyle kişiler çoğaldıkça toplumsal yaşam daha güvenli-sağlıklı-yaşanır olur.

Fakat empati, acısı-yarası olana bakarak; yakınmak, üzülmek ve ağlamak değildir. Popülizm denen çıkarcı yöntem; kapanmaya başlamış yaraları kaşır-kanatır, böylece geçmişin öfke-kin ve acılarını geleceğe taşır.

Politikacılar, çıkarları için sık sık kullandıkları popülist yöntemin; sorun çözmediğini, aksine düşmanlık duygularını beslediğini ve toplumsal barışı engellediğini görmeli ve kullanmamalı.

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu