01.03.2023 |
Pilav, Plan ve Deprem
Memleket çok zor ve acılı günlerden geçiyor. Ne desek boş… Ateş düştüğü yeri yakıyor maalesef. Enkaz altında hayatını kaybeden ya da sakat kalan onca insan… kış ortası evsiz barksız ortada kalan milyonlar… ne yana baksak öfke ve acı ve de çaresizlik…
Enkazdaki insanlara yardım edemeyen ama camilerden Selâ okutabilen bir iktidar; yardım eli uzatan sivil inisiyatifleri tehdit eden özgüvenini yitirmiş bir iktidar… kem-küm etmenin ötesine geçemeyen bir muhalefet… ve TV’lerde, sosyal medyada yazılanlar söylenenler ve görülenler…
Öne çıkan dört şey üzerine birkaç cümle etmek isterim izninizle:
- Suçlu bulundu; müteahhitler
- Deprem öldürmez bina öldürür
- Kader-kısmet değil bilimdir asıl olan
- Bu deprem iktidarı götürür
Evet bir öldüren var ama bu bina değil kapitalizmin bizzat kendisidir. İnşaat Türkiye’nin son elli yılında sermayenin siyasi iktidarlarla iş birliği halinde faaliyet gösterdiği en temel kâr-kazanç elde etme alanlarından biridir. Müteahhitler bu tezgâhın en masum unsurlarıdır.
Niye mi?
Bir fikrin, eylemin, davranışın, üretimin-ürünün, ya da eşyanın doğruluğu, önemi ve değeri ne kadar para kazandıracağı (kârlı olup olmaması) ile ölçüldüğü küresel bir kapitalist düzende ve dünyada yaşıyoruz; insan sağlığı ve mutluluğunu ve de kamu yararını hiçe sayan bir düzen bu.
Örneğin, küresel ilaç endüstrisi hastalıkları iyileştirmeye değil durumu idare etmeye odaklıdır. Çünkü hastaların iyileşmesi kazanç getirmez; kârlı değildir.
Kanseri önlemeye dönük araştırmalar için harcanan para hastalığı idare etmek için harcanan paranın sadece dörtte biri; hastalığı önlemeye dönük yatırım hiç de kârlı değil de o yüzden.
Aşırı işlenmiş-paket gıdalar sağlığa zararlı ama hız kesmeden üretmeye-tüketmeye devam; taze gıdaya göre kat be kat kârlı da o yüzden. Genetiği değiştirilmiş gıdalar insan ve doğa için öngörülemeyen korkunç felaketeler yol açabilir; ama kârlı olduktan sonra gerisini kim takar.
…
Basit bir örnek üzerinden hareketle, diyelim sokakta yürüyorsunuz ve hemen yanı başınızda bir kişinin ayağının kayıp yere düştüğünü gördünüz. Siz, biz, onlar, yanı sıradan ama sahici insanlar hemen elimizi uzatıp yere düşen insanı ayağa kaldırmaya çalışırız. Ama global kapitalizm (sermaye) yapmaz bunu; ilk önce o yerde yatan kişiye yardım etmenin kârlı olup olmadığına bakar. Eğer bu eylem karlı değilse-ki yerdeki bir insanı kaldırmanın ne kazancı olabilir, kapitalizm “bırak ölsün gitsin” der… Bu kadar basit mi yani? Evet bu kadar basit! Kızılay’ın çadır satması da böyle bir şeydir; bağışlarla edinilen mal ve hizmetlerin parayla satılması son derece kârlı bir ticarettir. Bizim takunyalı ve badem bıyıklı neoliberal imamlar riyakarlıkta orta çağ papazlarına tur bindirmiş besbelli.
Bizim müteahhitlerin durumu tamda her şeyin kârlı olma durumuna göre ölçüldüğü bu paradigmanın bir parçası. Türkiye’de ortalama apartman inşaatları büyük firmalar tarafından yapılmaz; bunlar genelde Anadolu kökenli, çoğu ilkokul mezunu ya da orta sondan terk iş adamları. Türkiye’de evler, daireler, apartmanlar bir yaşamsal ve mimari felsefeden esinlenerek inşa edilmez; yaşamak için değil barınmak için yapılırlar. Bir apartman yapılacaksa verili koşullarda ona ayrılacak (ya da ayrılabilecek) bütçe bellidir… Efendim şu kadar para verip gider bir inşaat mühendisinin ve mimarın diplomasını kiralarsın; bilemedin bu kadarını da bürokratik formaliteleri halletmek için vereceğin rüşvetlere ayırırsın ve geriye kalanda müteahhitlerin kârıdır; haliyle kendi kâr marjını artırmak için demirden mi çalsam çimentodan mı diye düşünür…
Dediğim gibi kârlı olma durumunun belirleyici norm olduğu bir toplumda-dünyada o müteahhit yapmazsa öteki beriki yapacaktır. Sorun herkesi suçun bir parçası yapmış olan sistemin ta kendisidir. Ev yapıp alıp satmak kâr amaçlı yapılan bir iş olduğu sürece Türkiye’de depreme dayanıklı mekanlar yapılamaz.
17 Ağustos 1999 depremi sonrasında yazılıp çizilenlere bakın; bugünkülerle nerdeyse birebir aynı şeyler. 24 sene sonra aynı yerdeyiz çünkü maddi koşullar değişmemiş. O zaman muhalefet olanlar (şimdinin saraylıları) devlet enkaz altında kaldı manşetleriyle çıkıyordu meydanlara; bu sefer enkazın altında kalan onlar, ama enkaz-menkaz onları pek ilgilendirmiyor; Makyavel’e rahmet okutacak cinsten bir ilkesizlikle ve Abdülhamit taktikleri ile iktidarlarını sürdürmenin yollarını arıyorlar. Stadyumları ve kampüsleri kapatma girişimi sıradan faşizmin kötülükte sınır tanımadığını bir kez daha gösterdi bize.
17 Ağustos 1999 depreminin yerle yeksan ettiği yerleşim alanları inşa edilirken 1960-70’li yıllarda bu ülkenin devrimci-demokrat ve yurt severleri bu sürecin ciddi bir planlama ile yapılması gerektiğini ve söz konusu bölgenin deprem riski taşıdığını her platformda dile getirdiler. Dönemim muktediri ve necip Türk milletinin sevgili babası Süleyman Demirel
“Milletin plana değil pilava ihtiyacı var”
diyerek plan diyen, ‘entel-dantel’ solcuların bir güzel ağzının payını verdi. Bugün Erdoğan’ı eleştirenler aslında son 70 yılda bir sağcı iktidardan ötekine aynı şarkının farklı aranjmanlarla terennüm edildiğini gözden kaçırmakta. Gölcük depreminden etkilenen bölgede yaşayanlar plan diyenleri taşla sopayla kovalayıp pilav vaat eden babalarının ardından gitmeyi tercih etmişlerdi. Bugün, Hatay hariç, depremden etkilenen bölgeler mevcut siyasi iktidarın geçen 20 yılda yoğun olarak oy aldığı yerler; necip Türk milleti Demirel’de beğendiğini Özal’da temize çekti… ve Özal’da beğendiğini de Erdoğan’da bir kez daha temize çekti.
Bu yönüyle deprem bölgesinde iktidar karşıtı bir siyasi-toplumsal hava oluşacağını düşünenler fena halde yanılmaktalar; mevcut iktidar 300 madencinin öldüğü bölgeden kaza sonrası yapılan seçimden ezici bir üstünlükle çıktı. Bakmayın siz olayın sıcaklığı ile uzatılan mikrofonlara yapılan kızgın konuşmalara. Yanılıyor olmayı çok istemekle beraber, o kalabalıklar hiç şüpheniz olmasın yine pilav diyenlerin arkasında kuyruğa gireceklerdir.
Öte yandan, en geniş laik-sol çevrelerce deprem bağlamında sıklıkla dillendirilen hurafeye karşı bilim söylemi de aynı ölçüde ezbere söylenmiş gibi duruyor. Orta çağda kiliseye karşı mücadele verilirken kullanılan retoriğe benzer bir söylemle bilim güzellemesi yapmak; ve şark kurnazlığı ile depremin yıkıcı sonuçlarının oluşturabileceği sosyal basıncı azaltmak için kullanılan kader söylemine en hakiki mürşit bilimdir sloganı ile karşılık vermek pek ikna edici gelmiyor kulağa. Eski fikirler yeni gerçekliği anlamada maalesef yetersiz kalıyor…
Herkesin çok güvendiği ama çok az insanın gerçekten ne olduğunu bildiği bilim, günümüz dünyasında insanlığın ortak hizmetinde olan bir olgumumdur?
Acı ama gerçek: sınıflı (küresel) dünyada-toplumda bilim çoktandır egemen sınıfların propaganda aracına dönüşmüş vaziyette. Yandaş ekonomist-iktisatçıların söylemlerine bakın; orta çağda iktidarın açıklarını kapatmak ve onları sureti haktan göstermek için vaazlar veren kilise papazları gibi; her biri günümüz dünyasında Kocatepe camiinde müezzin olabilecek kalibrede. Emin olun AKP bir on sene daha iktidarda kalsın, yandaş deprem-uzmanları peydahlanacaktır.
Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil.
Küresel gıda firmalarının maaşa bağladığı bilim insanlarından geçilmiyor ortalık. Küresel ilaç ve medikal firmaların masa altından finanse ettiği sözde araştırma projelerini yöneten bilim insanlarına bir bakın. Küresel sermayenin desteklediği sözde sivil think-tank denilen kurumlarında çalışan aklını yüreğini sermayeye kiraya vermiş sürü ile bilim insanlarına ne demeli peki…
Günümüz dünyasında bilimsel buluşlar banyodan “suyun kaldırma kuvvetini buldum” diyerek don-paça çıkan insanlarca yapılmıyor maalesef; araştırma-geliştirme kurumlarında yüksek bütçelerle sermayenin çıkarına hizmet edecek şekilde ve sermayenin finansörlüğüyle yapılıyor… Öyleyse bilim kisvesi altında önümüze konulan her şeyi kabul etmeden önce dikkatlice düşünmek zorundayız…
Küresel efendilerin ideoloji ve propaganda aygıtına dönmüş bilim dünyasının insanlığa bir faydası olamaz ve en az dinci-yobaz hurafeler kadar zararlıdırlar.
Ez cümle insanları öldüren şey ne müteahhitler ne de binalardır; dünyanın her yerinde sermayenin dizginlenemeyen kâr hırsıdır insanları öldüren; sağlıktan barınmaya, gıdadan iş yaşamına insan ve kamu yararı hiçe sayılarak, maliyetleri azaltıp kârlılığı artırma felsefesi ve onun pratik yansımalarıdır insanları öldüren. Türkiye’de beton sektörü sermayenin bel kemiğidir ve kapitalist paradigmadan bağımsız değildir.
İnsanı ve doğayı her şeyden önemli tutacak toplumsal-siyasal bir devrim olmadığı sürece pilav ve plan arasında daha çok gider geliriz ve Kızılay’ın öyle şeyler sattığına şahit oluruz ki çadır falan çok masum kalır.
Dr. Bülent Avcı
Seattle / Mart-2023
686 total views