Press "Enter" to skip to content

Birsen Öğretmen (4) / Emin Toprak

02.02.2021

Birsen Öğretmen (4)

Emin Toprak

Birsen, emekli olmadan önce kiracısı olduğu evdeki buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın, karyola, koltuk gibi eşyalarını, evin yeni kiracısı bankacı genç kıza çok uygun bir ücretle verirken, içinden de samimi bir oh çekmişti, çünkü baba evinde bu eşyalara gerek de yer de yoktu. Zaten oldum olası göç etmeyi de eşya taşımayı da pek sevmezdi. Hem bunları düşünüyor hem de kalan eşyalarını bir araya topluyordu. Sonra da yıllar önce çocuğunu okuttuğu bir veliye telefon etti, bugün uygunmuş, hemen geldi, onun kamyonetiyle iki bavul birkaç kolideki eşyalarını ana-baba evine taşıdı. Ve böylece yepyeni bir hayata başlamıştı.

Anne-babasının evi; tatlı bir rampanın hemen bitiminde, mahallenin orta yerinde, alt katı kömürlük ve depo olarak kullanıldığı için tek katlı sayılan bir evdi. Bahçesi ve pencereleri batıya bakardı. Pencere veya bahçeden batıya bakarsanız; yoksul bir köy iken, kıraç tarlaları plansız-altyapısız olarak gecekondularla doldurulup kente eklenmiş yoksulu, işsizi çok olan bir mahalleyi ve ta uzaklarda ise her mevsim tepesi sis-pus içinde olan yüksek sıradağları görürsünüz. Birsenler; ilkbahar, yaz, sonbahar -üç mevsim- hemen her gün, daha çok öğleden sonraları bu bahçe ve çardakta olurdu. Orada; bahçe bakımını yapar, yer-içer, kitap okur, sohbet edip, konuklarını ağırlarlardı. Bir bakıma burası Birsen’i hayata bağlayan önemli bir sığınaktı.

Eğer o günbatımı yakınsa ve gökte de parçalı kara-kirli bulutlar varsa; Güneş, afacan bir çocuk olur. Bulutlara dalıp-çıkar, onları iter-kakar, köşe kapmaca oynar, dalga geçer ve sonra da telaşlı bir hızla yuvarlanıp ta uzaklardaki sıradağın ardına gizlemeye çalışır… Bu afacan alev topu; ufuk çizgisine varıp yarısı kaybolduğunda ise bakanlara güzel görünsün diye o bölgeyi, sarı ve kırmızın her tonuna boyar ve bulutları delip geçen oklar fırlatırdı. Bu ışık huzmeleri gözleri kamaştırır, titreşerek yüzleri dans pistine çevirir ve dünya ile barışık olanlara doyumsuz anlar yaşatır.

Annesi evde iş yapmayı da konuşmayı da pek sevmezdi. Hele de kocası emekli olup, ev-yemek işlerini de yavaş yavaş devralmaya başlayınca! O zamandan beri daha az iş yapar, daha az konuşur olmuştu. İşte şimdi bu can dostunu kaybetmiş olmanın acı ve üzüntüsü, onu dipsiz bir kuyuda yapayalnız bırakmıştı. Bunun için yaptığı ender konuşmalarının öznesi hep ‘rahmetli’ kocası olurdu. Ve ‘Hasan’ı her anışında; gözleri nemlenir, dudakları titrer, sözcükler boğazında kitlenir, konuşamaz olurdu. Birsen de bu durumdan çok etkilenir, evde bir sessizlik olurdu. Annesi akşamları pek yemek istemez, ama doktorun verdiği saati ve dozu belli ilaçları tok olarak alması gerekiyordu. Daha önce babasının yaptığı bu işleri de şimdi Birsen yapacaktı. İlaç öncesi beslenme işi bitip ilaçlar alındıktan sonra annesi haber saatine kadar varsa, gazete dergileri, başaralı geçen göz ameliyatı sayesinde okuma gözlüğü olmadan okur ve oyalanırdı. Birsen ise o zamanı bahçede dolaşarak böcek, kuş, bitkilerle konuşarak, kendine yapacak işler arayarak geçirirdi.

Haber saati geldiğinde salona geçerlerdi. TV’deki bazı haberlere üzülen anne: “vah vah!” -der, bazen de duygulanıp gözyaşı dökerdi. Haberleri bir süre de yarı uykulu izler, sonra da ayağa kalkıp: “Biricik, kızım benim uykum geldi” -diye tuvalete gider ve yatak odasına geçerdi.

Daha çok savaş haberleri, doğa felaketleri, politik atışma ve kadın cinayetleri yer alsa da bu sonucu yaratan nedenler iktidarın hoşuna gitmez diye pek irdelenmez, konuşulmazdı. Haber bültenlerinin peşi sıra her rüzgâr ve iklime uyum sağlayanların yönetiminde toplanan bilindik isimler; egemenlere selam olsun, onların çıkarına algılar oluşsun diye içeriği, sınırları çizili konuşmalarla, söz hakkı verilmeyen ‘öteki’ sayılanlara saldıran dedikodu türü konuşmalar yaparak iktidara güç ve taraftar kazandırmaya çalışırlardı. Pek çok kanalda ve sıkça tekrarlanan böylesi söyleşileri biraz dinleyen Birsen, söylenerek kumandayı alır ve TV’yi kapatıp, kendisiyle baş başa kalırdı.

Birsen, gündüzleri bahçe ve çardakta çalışıp oyalanıyordu, fakat geceleri hiç de iyi geçmiyordu. Çünkü kafası, birbiriyle örtüşen-örtüşmeyen birçok insafsız düş, düşünce ve karmakarışık duyguyla dolup taşardı. O anlarda; içini titreten heyecanları, özlemleri bir bir dile gelir, yaşamında iz bırakan olgular sıralanırdı. Ve sonra da ona; ‘ama- fakat’ ile başlayan varsayımlar yaptırır, iç çekişli pişmanlıklar yaratıp ‘keşke’ dedirtirdi.

*

Dün gece de çokça sorgulamanın olduğu insafsız bir gece idi:

Bu kez de karşısına çıkan, öğretmen olmasına bir yılı kalmış olan 17 yaşındaki cıvıl cıvıl kendisiydi. Bu yıl onun için diğer yıllara göre en mutlu olduğu yılı sayılabilirdi. Çünkü bu yılda; ders başarısı çok iyi idi ve kendisine çokça arkadaş, bir de sevgili bulmuştu. Sevgilisi Yaşar, okul futbol takımında oynayan, sevilen, oldukça yakışıklı ve boyu kendisininkinden 10-15 santim kadar uzun bir gençti. Kendi anlatımına göre ders başarısı da fena değilmiş. Daha önce onun birkaç kaçamak bakışıyla karşılaşmış olsa da bu bakışların onları bir gün ‘sevgili’ yapabileceğini hiç düşünmemişti. Bir gün tam öğle yemeğini yemiş tek başına dalgın dalgın yemekhaneden çıkarken, “Merhaba Birsen” –diyen bir sesle irkilmiş ve dönünce de Yaşar ile göz göze gelmişti. Şaşkın bir sesle “Merhaba, Yaşar abi’ –dedi. Çünkü yatılı okullarda, kendinizden bir sınıf yukarıda olanlara, yaşına bakmaksızın ‘Abi-Abla’ demek kabul gören bir kuraldı. Bu selamlaşma sonrasında, Yaşar’la derslikler ve yemekhane arasında iki yanı akasya ağaçlarıyla donanmış hafif kavisli uzunca yolu, ders zilinin çalmasına çok az bir zaman kalıncaya kadar pek çok gidiş-dönüş yapa yapa yürünüşlerdi. İşte o zaman Yaşar’ın yüzü hafifçe kızarmış, sesi titremiş, bazen de kekelercesine konuşarak Birsen’e erkek arkadaşı olup olmadığını sorabilmişti. Birsen’in de utangaç bir sesle: “Hayır, benim erkek arkadaşım yok” –demesi üzerine de duyulur duyulmaz bir sesle: “Ben seni seviyorum, eğer sen de istersen…” –diyebilmiş ve ondan bir cevap istemişti.

Sonraki günlerde de çok hızlı gelişmeler sonucu; arkadaşlık teklifi kabul edilmiş, hafta içi fırsat buldukça okulda bilindik yolda, hafta sonu okul dışında pastane, sinema buluşmaları, gözlerden ırak anlarda el ele tutuşmalar artmış, birkaç kez de uzun sürmeyen hızlı öpüşmeler… Ve bu arada gelecek için kurgular yapılmış, anne-babaları tanıştırmayı, kız istemeyi, düğünü, hatta doğacak çocukları bile konuşmuşlardı.

Zaman hızla geçip gitmiş Yaşar okuldan mezun olmuş, öğretmen olarak atanmak istediği üç il sıralamasını, ülke haritasını karşılarına alıp birlikte belirlemiş ve buna uygun tayin dilekçesini vermişti. Sonra da yazın haberleşecekleri adres alışverişini yapıp, ağlaşıp, sarılıp vedalaşmışlardı.

İşte gidiş o gidiş olmuş ne Yaşar bir mektup yazmış ne de Birsen… Bu konuda günler boyu uzun uzun düşünmüş, taşınmış, uykuları bölünmüş ağlamış fakat yazmamıştı. Bu aldatılmışlık onun içinde, dokundukça acı veren, gözyaşı döktüren büyük bir yara açmıştı. Önceki yıllara göre ders başarısı biraz düşmüş, fakat yine de başarılı bir öğrenci olarak okulunu bitirip öğretmen olmuştu. Hem yaralı hem de öfkeliydi. Ve bu öfkesi nedeniyle de atanmak istediği ‘üç il’ sıralaması yaptığı dilekçesinde, Yaşar için birlikte seçtikleri o illerden hiçbirine yer vermemişti…

*

Annesi, Birsen’e hayran hayran bakıyor, gülümsüyor olsa da neşesizdi. Az yiyor, az konuşuyor, her gün bir önceki güne göre daha çok içe kapanıyor ve zayıflıyordu. Birkaç sefer doktora götürüp tahlil yaptırdı fakat seferinde de: “Tansiyon ilaçlarına devam. Olumsuz bir bulgu yok. Şikayetleri de yaşından kaynaklı” dediler. Birsen zaman zaman annesine sorular sorup onu konuşturmaya çalışsa da onun cevapları “evet-hayır-ya!” şeklinde çok kısa olurdu. Anne-kızın aynı ev içindeki sözü sohbeti olmayan sadece gülücük ve hayran bakışlarla sürdürmekte olduğu yaşamları akıp gidiyordu.

Aralık ayının son günleriydi. Birsen’in emekli olması üzerinden yedi ay geçmişti. Evdeki tek yoldaşı olan annesi ise gün be gün durgunlaşıyor, kendisine, sanki annesine muhtaç bir bebeğin bakışlarıyla bakıyordu. Fakat nedense hiçbir istekte bulunmuyordu. Ama Birsen onun ne demek ne yapmak istediğini anlar ve hemen gereğini yapardı. Onu bir bebek özeni içinde yedirir, içirir, saatinde ilaçlarını verir, banyoda keseler, köpüklü sularla yıkar, giydirir odasına götürür getirirdi. Her seferinde de “İyi ki, daha ayaklarının üstünde!” diye sevinirdi. Son günlerde annesi uyurken olası tehlikelere karşı hem kendi hem de onun yatak odasının kapısını aralık bırakmaya başlamıştı.

Her günkü gibi uyanmış, yatak keyfi yapıyordu ki, hafifçe bir inleme sesi duydu, hemen annesine koştu. Kendisini görünce onun sevinçten gözleri ışımış ve her zamanki gibi gülümsemek istemiş fakat becerememişti. Belli ki bir sıkıntısı vardı. Hemen eğilip onun yanak ve ellerini okşayıp öperek: “Günaydın anneciğim nasılsın?”  -dedi. İyiyim anlamında başını salladı, fakat iyi değildi. Kucaklarcasına sarmalayıp onu yavaşça kendine doğru çekerken: “İstersen tuvalete gidelim, elini yüzünü yıkarsın” -dedi. Dediğini anlamış ve ‘evet’ demek yerine başını sallamıştı. Onu, yavaşça yataktan kaldırıp oturur duruma getirince de terliklerini giydirdi ve koluna girip yavaş yavaş tuvalete doğru yürüttü.

Daha klozete varmadan pijamasını sıyırmaya çalışıyordu, yardım ederek onu klozete oturtup, rahat olsun diye dışarı çıktı. Biraz sonra temizlenip kurulanmasına yardım ettikten sonra birlikte lavaboya yanaştılar. Elini yüzünü sabunlayıp, bol suyla yıkayıp kuruladı, sonra da koluna girerek onu mutfaktaki sandalyesine oturtmak için yavaş yavaş yürütmeye başladı. Daha üç-dört adım atmışlardı ki birdenbire annesi bir titreme ile sarsıldı, soğuk ter dökmeye ve hırıltılı sesler çıkarmaya başladı, o an Birsen’e bakıp konuşmak istedi fakat konuşamadı. Birsen de onu hızlıca belinden kavrayıp, biraz da çekiştirerek yatak odasına götürüp yatırdı. Hemen ambulans çağıracaktı. Fakat geç kalmıştı. Artık nefes almakta güçlük çekiyor, hırıltılı sesler çıkarıyordu, sonra da hareketsiz kalıp gözlerinin donuklaştığını ve üflercesine son nefesini verdiğini gördü. O anda Birsen’in içinde çığlıklı fırtınalar koptu, göz pınarları dolup dolup boşaldı ve duyulacak sesle: “Anneciğim sevgili Hasan’ına kavuştu!” -dedi. Sonra da onun donuk kalan iki gözünü de okşarcasına kapatıp, beyaz bir tülbentle çenesini bağladı.

Ve ‘Belediye Cenaze Hizmetleri’ni aradı…

(Devam edecek)

Loading

Birsen Öğretmen (3) / Emin Toprak

26.01.2021

Birsen Öğretmen (3)

Emin Toprak

Birsen, kendisine çok acı yaşatıp yorgun bırakan dünün gecesinden, derinlerden gelen seslerin yankısıyla birdenbire uyandı. Bu gece hatırlamadığı, belki de hatırlamak istemediği çokça rüya görmüştü.

Yataktan kalkar kalkmaz, bahçeye bakan iki tarafı açılır kanatlı, ortası ise sabit pencerenin iki kanadını da açtı. Gözlerini kısıp, başını hafifçe öne eğerek, burun deliklerini zorlayan derin bir nefes aldı. Sonra da gözüne ilişen reçine budaklarından birini hafif hafif okşayıp, sevdi. Bu evin pencereleri nedeniyle unutamadığı bir yenilmişliği ve sonra da bu yenilgisi için: ‘Çok iyi oldu’ demişliği vardı.

Hemen her düşüncesi onay alan, her isteği yerine getirilen Birsen’in bu kez isteği kabul görmemiş, baba-kız arasında uyuşmazlık çıkmıştı.

Konu:

Evin, kavak ağacından yapılan yorgun pencereleri; çürümeye başlamış, her yıl yinelenen yağlıboya da sorunu çözmediği için bunların yenilenmesi gerektiğiydi.    

Bu yenileme; plastikle mi, yoksa ahşap ile mi olacaktı? İşte, ailede tartışma konusu olan asıl sorun buydu.  

Birsen, bilmem hangi ‘pen’ olsun diyordu, annesi her zaman olduğu gibi karasızdı, babası ise, çıralı çamdan yapılsın istiyordu. Sonunda da babası; çıralı-budaklı iyi bir çam ve iyi bir marangoz bulup istediğini yaptırmıştı. 

Birsen, bu pencereleri her ne zaman kullanırsa, hele hele o çok sevdiği reçine kokusunu istekle soluyup içine çekerse, ne zaman plastiğin çevreye verdiği zararları anlatan bir haberle karşılaşırsa, bu baba-kız uyuşmazlık konusunu anımsardı. Hem de daha sonra babasını, bu haklı seçimi nedeniyle kutladığı gün, onun sevincini ve kendisine sarılışını hiç unutmazdı. 

Yaza kapıyı aralamış; yağmursuz, bulutsuz ışıl ışıl bir bahar sabahıydı. Birsen babasına odaklanmış olarak pencereden bakmaya devam ediyordu.

Etrafı, 80 santimetre yüksekliğinde taş duvar ve duvarın üstü de çelik çitle çevrili 500 metrekarelik bir arsa. Bu arsanın yol tarafında; 144 metrekarelik tek katlı evleri, mutfak balkonunun altında alet kulübesi, biraz ileride sağ köşede; kokulu mor üzümlü asma ve renk renk gül-çiçekle donanmış olan altıgen prizma şeklindeki şirin ahşap çardak, onun tabanında da büyükçe bir masanın etrafına sıralanmış altı sandalye bulunurdu. Arsanın kalan kısmı ise bahçe olarak düzenlenmişti.

Babasının tüm günü bu bahçede geçerdi. Burada istekle, kendileri ve dostları için meyve ve sebze ekim-dikim-bakım işlerini yapardı. İklime uygun çeşitli meyve ağaçlarından birer-ikişer tane dikilmişti. Sebzeler için de küçük alanlara bölünen bahçede hemen her mevsim; tere, roka, dereotu, maydanoz, semizotu, arpacık soğan gibi yeşil bitkiler olurdu. Bu mevsime özgü; patlıcan, domates, enginar, çilek, yeşil erik, maltaeriği ve dutlar yenecek duruma gelmiş, elma, kayısı, kiraz, şeftali, armut ise sıra bekliyordu.

Açık pencereden bakınca; ağaçlardaki ürkek küçücük kuşların, daldan dala koşarak beslendikleri, kendi dillerinde konuşup, şakalaştıkları, şarkılar söyledikleri, kurnaz siyah kargaların ise sinsi sini bakarak av bekledikleri ve hakır hakır güldükleri görülüyor, duyuluyordu. Birsen, sanki bu kuşlara nispet olsun, sanki onlar oynaşıp birbiriyle konuşur da ben, Ben’imle konuşamaz mıyım dercesine, içine doğru yöneltti uykuya doymamış gözlerini:

İçindeki ekran görüntüsü; 6-7 yaşlarında sapsarı lüle lüle saçlı, ela gözlü, beyaz yüzü hafif çilli, soluk pembe üzerine rengarenk minik kalplerle süslenmiş pileli eteği, sevimli hayvan figürlerinin olduğu soket çorapları olan bir kız çocuğuna odaklanmıştı. Bu zıp zıp zıplayan mutlu çocuk, “Biricik” diye çağrılan kendisiydi. O, şımartılmadan el bebek gül bebek büyütülmüş çocuk; her zaman evin ve eve gelen herkesin sohbet arkadaşı, ilgi, sevgi, neşe kaynağı olurdu. Ayrıca; ‘O, soyu sürdürecek olandır’ diye anne-babasının gelecekteki umudu ve gurur kaynağıydı.

Birdenbire, sırları bozulmuş silik bir aynaya dönüşen açık pencere camındaki kendisiyle göz göze geldi. İrkildi! Düşlediği ve konuşmaya çalıştığı, içindeki kendisine hiç benzemeyen birisi vardı o silik aynada! Geçmişi ve bugünü aynı zaman diliminde buluşmuştu o an.

İşte tam bu düşüncelere dalmışken birden titredi ve yeniden irkilerek: “Bugün çok işimiz var.” dedi ve silik aynadaki görüntüsü kayboluncaya kadar ardın ardın lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Biraz önceki dalgınlığı ve irkilmesi azalmıştı. Bir-iki kez tıklattığı kapıyı açıp, annesinin yatak odasına girdi.

Şimdi iki kişilik yatağın tek sahibi olmuş olan annesi, kalkıp giyinmiş, yatağı ve örtüsünü düzenlemişti. Açık pencerenin iki yanında karşılıklı duran kolçaklı ahşap sandalyelerden sağdakine, birini bekler gibi ilişmişti.

Birsen yanına varınca:

Günaydın anneciğim!”, diyerek yanağından öptü.

O da Birsen’in yüzüne bakıp, canlı bir sesle:

Günaydın canım!”, dedi.

Birsen içinden: ” Yaşasın, dünkü suskunluğu kalmamış!” diye çok sevindi ve onu yeniden kucaklayıp öptü. Sonra da:

“Haydi anneciğim mutfağa gidip kahvaltımızı hazırlayalım.”, diyerek mutfağa götürdü.

Annesi,

“Ben kahvaltıyı hazırlarım kızım” dediyse de kabul etmedi, onu pencere tarafındaki sandalyeye oturttu.

Komşu kızları, taziye sonrasında çıkan kapları yıkamış, mutfağı da düzenlemişlerdi. Çay demlenirken, rafadan iki yumurta hazırladı. Sonra da buzdolabından kahvaltılıkları çıkarıp masanın ortasına sıraladı, her iki tarafına da tabak, bardak, çatal, kaşık koydu. Çay ve yumurtalar hazır  olunca kahvaltı başladı, fakat annesinin bazı iç çekişleri, çatal, kaşık, bıçak ve çay yudumlamaları dışında başka bir ses çıkmadan bitti.

Annesi büyük kaybı nedeniyle yaşadığı şokun etkisinde idi, Birsen’in üzüntüsüne bir de okulundan gelecekleri nasıl ağırlayacağı konusunda bir gerginlik eklenmişti. Fakat dün akşamki komşu dayanışmasını anımsayıp, bu dayanışmanın bugün de olacağı düşüncesi, onu biraz biraz rahatlatıyordu. “Afiyet olsun anneciğim” deyip hemen kalktı, yapacak işleri sıralamak ve planlamak için salonu, odaları ve mutfağı yeniden dolaştı…

*** 

Okul müdürü, öğretmenler ilk derse girdikten hemen sonra çağırdığı görevli İsmet’e okuldaki bilgilendirme için hazırlanmış listeyi verip: Bugün öğlenci öğrenciler okuldan çıktıktan sonra Birsen Öğretmene başsağlığında gideceğiz. Her öğretmen, geleceğim-gelmeyeceğim diye yazıp imzalasın.” dedi. Okulda olanlar imzaladı, olmayanlara telefonla haber verildi. Sonuç olarak isteyenler: Müdür, 2 müdür yardımcısı 23 öğretmen, 2 memur ile birlikte 28 kişi olmuştu. Müdür, öğrencileri taşıyan firma sahibiyle konuştu, olumlu cevap aldı ve 27 kişilik olan midibüs istenen saatte okul bahçesine geldi.

Çıkış zilinden 10 dakika sonra öğrenciler okuldan çıkmış, “geleceğim” diyen herkes midibüse binmişti, bir kişilik fazlalık konusu da en genç öğretmenin gönüllü olarak plastik tabureye oturma istemesiyle çözülünce yola çıktılar.

İl merkezine varınca, ürünleriyle meşhur bir pastanenin yakınında durdular. Okuldaki sosyal dayanışmalarda aktif olan üç öğretmen inip, börek ve tatlılardan birkaç çeşit alıp arabaya bindiler. O mahalleyi bilen bir öğretmenin rehberliğinde Birsen öğretmenin evine vardıklarında henüz güneşin ışıkları kaybolmamıştı.

Birsen, annesi ve birkaç komşu, gelenleri kapı önünde karşıladılar. Önce herkes salonda toplandı, kısa bir “Hoş geldiniz, nasılsınız?” selamlaşması sonrasında daha rahat otursunlar diye kadın erkek ayrımı olmadan iki odaya dağıldılar. Birsen öğretmen salonda kaldı, müdürden başlayıp tüm gelenlerle tek tek tokalaşıp, başsağlığı ve sabır dileklerini alıp cevapladı ve diğer odadaki arkadaşlarıyla da aynı şekilde görüştü.

Din dersi öğretmeni Yahya Bey, sesini akort etmek için biraz su içti ve: “Fatiha, Yasin, Bakara Mülk, İhlâs” gibi sureleri okudu. Dualarla sevabın “iman ehlinin” ruhlarına bağışlaması dileklerine, dinleyicilerin de “âmin” demesiyle son buldu.

Tören, mutfakta hazırlanan yiyecek tabaklarının; ayran, su, meyve suyu, çay seçenekli olarak dağıtımı ve sofra duası okunduktan sonra bitti.

Müdür beyin kısa bir açıklama yapmasından sonra getirilen Emeklilik dilekçesi ve sınıfın karneleri okul memuru tarafından Birsen öğretmene verildi.

Birsen, dilekçeyi hemen imzaladı, memura verirken de herkes “hayırlı olsun” dedi. Birsen, ellerini göğsüne koyarak “hepinize çok çok teşekkür ederim” diyerek topluca selam verdi. Karneleri alıp diğer odaya gitti. Bir arkadaşı hemen karneleri doldursunlar diye 5 öğretmene dağıttı. Birsen bazı eklemeler yapmak için karne dolduranlarla tek tek görüştü ve kısa bir süre sonra karne doldurma ve imza işlemleri bitti.

Her iki odada da sohbet başlamıştı. Sohbetin odağında ise Birsen vardı.  Yıllardır birlikte çalıştığı arkadaşları, iyi bir öğretmen, iyi bir dost olarak gördükleri Birsen’in; meslek başarılarını, sorumluluk duyarak, tutkuyla görev yapmasını, öğrencilerini yönlendirmesini, okul- aile işbirliğine önem vermesini övgülerle anlatıyor… Ve okulu, öğrencisi, velisi, meslektaşları için bu kadar önemli olan birisinin erken emekli olmasından duydukları üzüntüyü belirtiyorlardı.

Kapkaranlık mehtapsız bir gece başlamış, saat 11’e gelmek üzereydi. Artık dönüş saati gelmişti.

Birsen ve annesi kapı önüne çıkarak, gelenlere tek tek teşekkür edip, tokalaşıp vedalaştı. Birsen’in bazı arkadaşlarıyla sarılıp, ağlaşmaları, herkese duygusal anlar yaşattı.

Midibüs, binenlerin oturup pencereden el sallamaya başlamasıyla ağır ağır yol almaya başladı. Birsen ve annesi de araba gözden kayboluncaya kadar onlara el salladı.

(Devam edecek)

Loading

Birsen Öğretmen (2) / Emin Toprak

18.01.2021

Birsen Öğretmen (2)

Emin Toprak

Babasının beklenmedik bir zamanda ölümü üzerine, Birsen Hanım annesini yalnız bırakmamak için emekli olmaya karar vermişti. Mezarlıktan eve döner dönmez hemen telefonunu aradı, buldu. Şarjı bitmişti! Çantasından şarj aletini çıkarıp salondaki prize taktı, biraz bekleyip telefonu açtığında; okul müdürü, öğretmen arkadaşları ve velilerden çok sayıda “Ne oldu, neredesin?” mesajları geldiğini gördü.

Gözyaşları perdelediği için mesajları okumakta zorluk çekiyor ve yanaklarının alevlendiğini hissediyordu. Hemen lavaboya koştu, aynaya hiç bakmadan yüzünü, boğazını, ensesini sıkıca ovarak, bol suyla uzun süre yıkadı. 

O an, babasının ailesi ve biricik kızı için beklenti-özlem-istekleri yankılandı içindeki derinlerde. “Meğer o gerçekleşmemiş beklentiler, gelecek ve böylesi günler içinmiş!.. Eğer damadı ve torunları olmuş olsaydı, onlar yapardı bugünkü insani hizmetleri. O zaman da sevgili eşi ve biricik kızı şimdiki gibi yapayalnız kalmazdı. İşte bu çaresizlik bu çıkışsızlık yüzündendi o an yaşadıkları ve annesinin çevresine boş boş bakışları.”  

Sonra ürkerek uykudan uyanmış gibi oldu ve mesajlara bakmak için şarja takılı telefonu eline aldı, gelen mesajların tümünü yeniden okudu.

Okul müdürü; “Birsen Hanım; bugün okula gelmediğiniz için telefonla sizi çok aradım cevap alamadım, evinize İsmet’i gönderdim  yokmuşsunuz, ev sahibiniz de bilmiyormuş. Öğrenciler, veliler, öğretmenler olarak hepimiz endişe içindeyiz… Lütfen bize haber veriniz.” diyordu. 

Bunun üzerine tüm mesajlara cevap olabilecek ortak bir metin yazmaya karar verdi ve hemen hazırladı:

“Sayın/Sevgili…;
Şarjı biten telefonum kapandığından mesajınızı henüz gördüm.
Kimseye haber vermeden ilçe dışına çıkış nedenim kısaca şöyle:
Dün ders bitimi, öğrencileri evlerine göndermiş ve evime gidiş yolunda idim. Annem telefon edip babamın çok hasta olduğunu, hemen yanlarına gitmemi istedi. Ben de hemen yola çıkıp, onların yanına il merkezine gittim.
Babamı kaybettim ve bugün öğleyin onu için defin töreni yaptık.
Sizi üzüp telaşlandırdığım için özür dilerim.
Saygılarımla…
Birsen” 

Bu metni, mesajı ve cevapsız çağrısı olan herkese kopyalayıp (sadece hitap cümlesini değiştirip), gönderdi. Ve hemen okul müdürünü aradı.

Müdür, telefonun ilk çalışına: “Birsen Hanım!…” diye heyecanlı bir sesle cevap verdi. Birsen öğretmen de hemen konuşma sırasını aldı: 

-Müdür Bey, size haber vermediğim ve sizi üzdüğüm için özür dilerim.” 

Diyerek, biraz önce arayan herkese gönderdiği ortak mesajı biraz daha detaylandırarak anlattı. Müdür dinledi dinledi ve: 

-Birsen öğretmenim, çok üzgünüm, başınız sağ olsun, sizlere sabır, babanıza da rahmet dilerim. Keşke haberimiz olsaydı da sizi böyle acılı bir gününde yalnız bırakmasaydık. Bugün için artık geç oldu, hem de bu gece evinizde dua ve taziye olacaktır. Ama yarın çocukları evlerine gönderdikten sonra arkadaşlarla birlikte size geleceğiz. Bir de kusura bakmasanız size sormam gereken bir konu var, bildiğiniz gibi bu cuma karneleri vereceğiz. Ne yapalım, sizin sınıfı karne için ne zaman çağıralım? 

-Teşekkür ederim sayın müdürüm. Karneler, benim öğretmenler odasındaki dolabımda. Lütfen dolabımı açtırıp, karneleri yanınızda getiriniz, ben onları doldurup size teslim edebilirim. Böylece gecikme olmaz hem çocuklar hem de veliler üzülmezler. Sayın müdürüm bilmem biliyor musunuz, ben bu evin tek çocuğuyum, bundan böyle annemi tek başına bırakamam. Bu nedenle emeklilik işlemlerimi hemen başlatmam konusunda yardımınızı bekliyorum. 

-Birsen öğretmenim, sizin gibi deneyimli, öğrencisini, velisini, arkadaşlarını, işini seven bir arkadaşımızı en verimli çağında emekli etmek bizi çok üzer, fakat sizin bu haklı isteğinize de saygı duyuyorum. Yarın akşam görüşmek üzere. Annenize selam ve saygılar. 

Birsen öğretmen, çok duygulanmıştı, durgunlaştı, konuşamadı. Zaten konuşmaya devam etse ağlayacaktı. Titrek, duyulur duyulmaz bir sesle: “Teşekkür ederim efendim.” deyip, kapattı telefonu.  

Arayıp, ulaşamayınca sesli mesaj bırakanlar arasında ev sahibi de vardı. Kendisine anne-baba şefkati gösteren, seven, soran, yardım etmeye çalışan ev sahiplerini çok seviyordu. Onları arayıp bilgi vermeli, ayrıca emekli olacağını ve evden çıkacağını da haber vermeliydi.

Haber bekleyen ev sahibi Mehmet Amca sesini tanıyınca: “Birsen kızım, evlâdım, sen neredesin? diye heyecanlı ve babacan bir tonla konuştu. Birsen öğretmen olup-bitenleri kısaca anlattı ve: bir ay sonra eşyalarını annesinin yanına taşıyacağını, yeni kiracı adaylarına evi göstermeleri için de anahtarı göndereceğini söyledi. 

Mehmet amca, söylenenleri dinlemiş ve: “Vah, vah, vah!… Başınız sağ olsun kızım. Babana rahmet sana ve annene de sabır dilerim. Babanın ölümüne de senin evimizden gidecek olmana çok üzüldüm. Bak, teyzen de burada, o da seninle konuşmak istiyor.” Diyerek telefonu eşine vermişti. Teyze kısaca hal-hatır sordu ve: “Kızım, çok üzgünüm, Allah rahmet eylesin, sana ve annene baş sağlığı ve sabır diliyorum…”  dedi.

Gelen-gidenleri ve işleri olduğu için başka kimseyi aramadı. Telefonun şarjı daha dolmamıştı, başkaları aramasın diye telefonu konuşmaya kapattı. Çünkü akşamki duaya ve yarın okulundan gelecek misafirler için uygun ortam hazırlayıp, düzenleme yapmaları gerekiyordu. 

Bu gece ve yarın için gönüllü hizmet edecekler fazlasıyla vardı. Misafirlere yapılacak ikramları da zaten akraba ve komşuları getirirlerdi. Yapılması gereken; evi düzenlemek, misafirler için oturulacak bir ortam hazırlamaktı. Birsen Hanım ve genç komşu kızları, bu amaçla hemen işe başladılar. 

Önce, her gelişinde kaldığı odadan başladı. Karşılıklı iki kanepe dışında kalan eşyaları yatak odasına taşıyıp, bu odayı kadınlar için düzenlediler. Sonra fazlalıkları alıp salonu erkekler için hazırladılar. Eksikleri, komşulardan gelen kap-kacak, masa-sandalyelerle tamamladılar. Ve mutfağa girip, taziye için getirilen börek, sarma, tatlıları servise hazır hale getirip tüm hazırlıkları bitirdiler. 

Birsen öğretmen hem komşu kızlar ile birlikte çalışıyor hem de acıları paylaşarak hafifleten bu toplumsal dayanışmayı düşünüyordu.

Annesi ise boş gözlerle bakıp sürekli ağlıyordu…  

Akşam namazı sonrasında cami imamı ve çoğu cenaze törenine de katılmış olan komşulardan oluşan grup selam vererek odaya girdi. Kendi kendilerini ağırlayıp yer göstererek salona yerleştiler. 

Birsen öğretmen kapıda durup: “Hoş geldiniz. Bu acılı günümüzde bizi yalnız bırakmadığınız için hepinize çok çok teşekkür ederim.” deyince, gelenler de: “Allah rahmet eylesin, sabır dileriz, başınız sağ olsun.” dediler. 

Hoca, yan odadaki kadınların da kendisini rahat duymaları için getirdiği ses düzeneğini test edip hazırladı. Sonra da din büyükleri, Hasan Bey, cemaatin yakınları için ayet, sure ve dualar okudu, helallik istedi, günahların af edilmesi için Allah’a yalvardı. Bu tören bitince dolu dolu ikram tabaklarıyla; ayran-çay-meyve suyu seçenekleri eşliğinde yiyecekler dağıtıldı. Herkes yedikten sonra da sofra duası okundu. Aileye başsağlığı, merhuma rahmet dilekleri yinelendikten sonra gelenler, yavaş yavaş, ikişerli-üçerli olarak ayrıldı ve ev günün acılı yorgunlarına kaldı. 

Şokta olan anne, vedalaşanlara boş gözlerle bakıyordu…

(Devam edecek)

Loading

Birsen Öğretmen (1) / Emin Toprak

 

11.01.2021

Birsen Öğretmen

Emin Toprak

Dokuma fabrikasında işçi olan Hasan Bey, yıllar önce bu şehre bir göçmen tarım işçi olarak gelmiş, fazla akrabası olmayan biriydi. Değişik işlere girip çıkmış, zaman zaman işsiz ve yoksul kalmıştı. Tanışıp sevdiği ve kendisi gibi fazla akrabası olmayan Aysel Hanım ile evlenmişti. Daha çok yoksulların oturduğu gecekondu mahallerinde kirada oturmuşlar. Birsen’in doğumundan dört ay önce de ekonomik durumları biraz iyi olan bu mahalleye ve bu eve kiracı olarak taşınmışlardı. 

Birsen, öğretmen olup evden ayrıldıktan birkaç yıl sonra Hasan Bey de emekli olmuştu. Aldığı emekli ikramiyesine biraz banka kredisi ekleyerek, oturmakta oldukları bu tek katlı bahçeli evi satın almıştı. Tek maaşla hem evi geçindirmek hem de banka kredisini ödemek hiç de kolay değildi. Bu nedenle istemese de bazen Birsen’in katkı vermesini kabul etmek zorunda kalıyordu. Aslında, zengince olmasa da huzurlu ve mutlu bir aile yaşantıları vardı. 

Her günkü gibi kahvaltı için mutfağa yönelen Hasan Bey, birdenbire sırtına bir cismin saplandığını duyumsadı. Nedenini bilemediği bu korkunç ağrı ve sıkıştırma yüzünden nefes alamaz, konuşamaz olmuş ve aniden fışkıran soğuk terle tüm giysileri sırılsıklam olmuştu. 

Aysel hanımın attığı çığlık üzerine gelen komşularınca çağrılan cankurtaran hemen gelmişti. Hasan Bey, gelen görevlilerin kısa muayenesi sonunda, yarı canlı olarak cankurtarana bindirilmiş ve acılar çağrıştıran siren sesleri eşliğinde çabucak hastaneye yetiştirilmişti. 

Aysel Hanım, acil koridorunda ağlayıp, korku ve endişe içinde bekliyordu. Odadan çıkan doktor ona yaklaşıp selam verdi ve: “Hasan Bey ağır bir kalp krizi geçiriyordu, tüm çabalarımıza rağmen onu kurtaramadık. Üzgünüm. Başınız sağ olsun” demişti. Aysel Hanım, hiç beklemediği ya da hiç düşünmek istemediği bu ölüm haberi ile çok sarsılmış, kısa süreli bir titreme nöbeti geçirmiş ve sonrasında da bir çığlık atarak koridoru çınlatmıştı. 

Gerekli işlemler bitip cenaze morga kaldırıldığı zaman gün yarılanmıştı. Aysel Hanım: “Hasan’ı hastaneye sağ olarak kavuşturduğumuza göre, burada biraz yatar, tedavi görür ve birkaç güne sağlıklı olarak evimize döneriz” düşüncesi ile biricik kızı Birsen’e hemen haber verip onu üzmek istememişti, fakat beklediği gibi, istediği gibi olmamış sevgili Hasan’ı kaybetmişti… Telaşla: “Kızımı hemen aramalıyım” dedi ve aradı. 

***

Birsen Hanım, köy-şehir ilkokullarında yirmi sekizinci yılını çalışıyordu. Üçüncü sınıfta okuttuğu öğrencilerini mezun edip, 30. yılda emekli olmak istiyordu. İkili öğretim yapan okulda bu yıl sabahçıydı. Ders yılının bitmesi ve öğrencilerinin dördüncü sınıfa geçmesine sadece üç gün kalmıştı. 

Son dersten çıkış zili çalmış öğrenciler evlerine gitmiş, kendisi de evine tam varmak üzereyken telefonu çalmıştı. Annesi arıyordu. Neşeli bir sesle “Anneciğim!..” diyerek söze başlamıştı ki, annesi ona hiç alışık olmadığı bir ses tonuyla: “Baban çok hasta hemen gelmelisin.” demiş ve telefonu hemen kapatmıştı. Bir süre yolun orta yerinde donakalmış, sonra da yönünü değiştirip otogara doğru hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı.

Otogara vardığında bir otobüs yolcularını almış, hareket etmek üzereydi. “Binebilir miyim?” diye sorduğu şoförün başıyla selam verip “buyurun” demesi üzerine otobüse binmiş ve boş ikili koltuğun pencere tarafındakine oturmuştu. Yol ücretini muavine verirken de otobüs hareket etmişti.

Otogara gelirken ve otobüs yolculuğu sırasında kafasında sürekli olarak annesinin o ‘değişik’ sesi yankılanmış ve bu ses ona çok değişik senaryolar ürettirmişti: Bazen babasını ölümcül bir hastalığa yakalanmış, bazen de ölmüş olarak düşünürken, her defasında da tek başına kalacak olan annesi karşısına çıkıyor onu düşünüyordu. Yol boyunca bu olası kurgular yüzünden içten içe dayanılmaz acılar yaşamış, içten içe hıçkırıklarla sürekli ağlamış ve hem içerisine hem de dışarıya gözyaşı akıtmıştı. 

Birsen’in çalıştığı ilçe, anne ve babasının oturduğu il merkezine 66 kilometre uzaklıkta idi. Bu ev ana yola yakın ve şehrin girişindeki bir mahalledeydi. Otobüse bindiğinden beri sessizce ağlayışını dikiz aynasından gözleyen otobüs şoförü, muavini gönderip kendisine inmek istediği yeri sordurmuştu. Aldığı cevap üzerine de onu evlerine çok yakın, hem de “durmak yasaktır” denilen bir yerde indirmişti. 

Birsen’in, el çantası dışında bir yükü yoktu. Otobüsten iner inmez sağ tarafa saparak, tanıdık olmayan meraklı bakışlar onu izliyordu, o da yaşına uygun olmayan hızlı bir tempo ve telaşla koşmuş koşmuş evine ulaşmıştı. 

Böylesi zamanlar için hep kendisinde bulundurduğu yedek anahtar ile açtı evin kapısını… Küçücük hol onlarca ayakkabıyla doluydu. Ayakkabısını portmantoya koyduktan sonra ‘salon’ dedikleri odaya girdi. Bu küçük loş oda, kimi oturan, kimi ayakta olan komşu kadınlarla dolmuş ve oldukça havasız kalmıştı. 

Kalabalık içinde yığılmışçasına oturmuş olan ve sessizce ağlayan annesini görmüştü. Annesini yakalarcasına kucaklayıp kendisine doğru çekerken, hıçkırık ve yağmur damlası gözyaşları onunkilerle karışmıştı. Uzunca bir süre anne-kız kucak kucağa sarılı kalmış, sonra da suskun anne kızını öpücüklere boğup, dile gelmiş: 

Birsen’im, bir tanem bak sadece ikimiz kaldık. Bırakıp gitti bizi Hasan’ımız, gitti, gitti!…” demişti.

Sevdiğini kaybetme acısının neden olduğu bu ikili ağlayış, komşu kadınların katılımı ile bir çığlığa dönüşmüştü. 

Gelenektir; akraba ve komşular toplanıp ölü evine gelirler, onları evde yalnız bırakmazlar. Geç saatlere kadar komşulardan gelen ikramlar yenir, çaylar içilir, anılar anlatılır, bazen gülümseten sohbetler bile yapılır. Evlerinde küçük çocuk ve yaşlısı olup gitmesi gerekenler tek tek vedalaşıp giderler, kalanlar sabahlarlar. 

O gece de geleneklere aynı şekilde uyuldu. Birsen durup durup ağladı ve hep sarıldı annesine… Sabah olunca kahvaltı sofrası kuruldu… 

Cenaze için mezarlık yeri hazırlaması, morgdan alınıp gasil haneye taşınması, yıkanması, camideki musalla taşına yerleştirilmesi, cenaze namazı sonrası mezarlığa taşınması gibi resmi ve insani işlemleri erkek akrabaları işbölümü yaparak takip ediyorlardı.  

Morgdan alınan Hasan Bey’in cenazesi; gasil hanede yıkandıktan sonra cenaze arabasıyla evinin kapısına getirildi, hoca dualar okuyup, toplanan ev halkı ve komşulardan helallik istedi. Ve “helal olsun!” nidaları sonrasında omuzlarda taşınarak çok yakın olan caminin musalla taşına konuldu. Öğlen namazı sonrasında da akrabaların az komşuların daha çok olduğu cenaze namazı kılındı. 

Cenaze arabası ile taşınan cenaze, şehir mezarlığında yıllanmış bir meşe ağacının altında hazırlanan mezara iki akrabanın yardımıyla, ağlaşma sesleri ve defin töreni eşliğinde gömüldü. 

Defin töreni bitince Birsen, mezarlık numarası yazılıp, babasının başucuna saplanan tahta parçasını okşayarak ve kahverengi-kırmızı karışımı tümsek olmuş toprağına sarılmıştı. Yanına yaklaşan; 7-8 yaşlarında olan, fakat yüz çizgilerinin daha yaşlı gösterdiği, yüzü-elleri kirli, çelimsiz, çekingen bir çocuktan iki bidon su aldı (akrabalardan biri hemen çocuğun cebine miktarı bilinmeyen para koydu), o su ve gözyaşları ile suladı babasının toprak kokan mezarını. 

Sonra da mezardaki babasıyla konuşurcasına hem sessiz mırıltılarla ağıtlar söyledi hem de babasının bahçesinden topladığı mis kokulu ve her renkteki demet demet çiçeklerle mezarı süsledi.

Birsen Hanım, annesi ve akrabaları bir sıra oluşturdu, gelenler de tek tek tokalaşarak onlara başsağlığı ve sabır dilediler. Ve herkes geldiği araçlara binerek evlerine döndü.  

Şimdi babası yoktu, artık annesine can yoldaşı olmak ve evi geçindirmek Birsen’e kalmıştı. O anda karar verdi emekli olmaya, cenaze kaldırıldıktan hemen sonra müdürle konuşup emekli olmak için dilekçesini verecekti. 

(Devam edecek)

Loading

Eskiler Ve Yeniler / Emin Toprak

02.01.2021

Eskiler ve Yeniler

Emin Toprak

Peş peşe yinelenen yıllar; dünyadaki tüm varlıklara ve dünyaya en çok zarar veren insanların ömürlerine birer yıl katarak, yaşam için umutlar ve endişeleri de ekerek gelir-giderler.

İşte 2021’in ilk günleri: zaten yıllardır kardan adamı da kar topunu da unutmuştuk, şimdi soğuk hava bile kalmadı, sanki doğa belleğini yitirdi. 

Toprağında su kalmamış ağaçlar şaşırdı, dallarında tomurcuklar belirdi ve mimozalar açtı açacak. 

Bir endişedir sardı herkesi: acaba, musluklar suya hasret kalacak mı, susuz kalan toprak başak verecek mi, yoksa bereketsiz mi olacak tarlalar? 

Peki, daha daha sonrası!…

Zaten şimdilerde başımız bir illet virüs ile belada, bir de kuraklık ve kıtlık mı gelecek!

Zaten pek çok ekonomik-insani sorunlarımız vardı, üstüne bir de bu çevresel sorunlar eklendi. Şimdi herkes bu olası çevresel tehlikelerin farkında hem de hedefinde iken, yeni bir yıl geldi. Nedense her yeni yılda hep ‘umut’ galip gelir, bir anda olup bitenler de olacaklar unutulur, sevinç içinde bir coşku yaşamak ister herkes. 

Bellek, yaşantı yüklerimizi taşıyan bir koruyucumuzdur. Fakat o, her şeyi taşıyamaz, onun belli bir alanı ve sınırlı bir taşıma gücü vardır. Onun için de yükün asıl sahibine hiç sormadan kendince bir seçki yapıp hem yer açar hem de yükü hafifletir. Bu seçki sonunda; bazı öğrenme-alışkanlık, bazı dost-dostluk, bazı aşk-sevinç-acılar örtük kalıp unutulur… 

Bu unutuş; bazı yaşananları önemiz görmek, engellemek, yok saymak, onlardan uzaklaşmak, ben’i koruma istemidir aslında. Bazen insanın unutmak istemediği bazı yaşantıları da tekrarı olmadığı için unutulur. Çünkü içinizde saklı bir güç, size rağmen karar verir, bu, anlatımı da anlaması da çok zor duruma! İşte bundandır bir insanın, “acaba bana ne oldu” diye korku ve kuşkuyla kendisine bakması. 

Aslında insanın belleği; arşiv, müze, ören yeri gibi zamanın durdurulduğu bir yere benzer. Bu yüzden orada kaybolmaz anıların hiçbiri, unutulmuş olanlar da herkesin kendi derininde izleri durur. Onlar tıpkı bir tohum gibi yeniden canlanacak, depreşecek bir fısıltı, bir an, bir iklim beklerler. 

***

Kuşak Çatışması

Yaşamımıza etki eden her fizyolojik-biyolojik-sosyal olayda diyalektik vardır. Bu “neden-sonuç” ilişkisi sayesinde evrendeki küçücük dünyamızda bulunan tüm canlılar hareketlenir, şekil ve anlam kazanırlar. 

Kuşak Çatışması’ eskilerin, yenileri beğenmemesi, ya da büyüklerin geçmişte yaşananları: Ben…, Bir zamanlar…, Bizim gençliğimizde…, diye başlayan ‘ben’ merkezli abartılı cümleler kurarak yeni nesli hedef almasıdır. Ki bu anlayış ta antik çağdan beri süregelmektedir.  

Bu anlayışta olanlara göre; kendileri geçmişte hep iyi, erdemli, saygılı, başarılı olmuş, yeni nesil ise; kötü-saygısız-başarısız olmuştur. İşte bunun için o büyükler, geçmiş yıllara, geçmiş çağlara dair masalımsı yaşantılar anlatırlar. Psikoloji, kuşak çatışmasını kısaca; kişinin geçmiş dair özlem, pişmanlık, yenilgi, eziklik ve pişmanlıklar nedeniyle ben’ini korumak için başvurduğu bir ‘yansıtma’ olarak tanımlar. 

Eğer bu büyüklük tutkusu içindeki kişiler kendilerine bir ayna tutup yüzleşebilseler geçmişleriyle; yeniyetme ve ergen iken ana-baba-çevre ilişkilerinde yaşadıklarını hatırlayabilir. Şimdiki beklentilerinin kendi büyüklerinin beklentileri olduğunu, şimdi yakındığı davranış ve söylemlerin ise kendisince de yapıldığını görecek, anlayacaktır. 

Kuşkusuz, her insanın kendisini önemseyip öne çıkarma çabası içinde olması onun doğası gereği olduğu için ayıplanmaz. Bu herkeste var olan: beğenilme duygusu dediğimiz önemli bir genetik mirastır. Ancak bunların yaptığı başka bir şey… 

Bu genetik mirası söküp atmak mümkün olmadığına göre, onu abartıya kaçmadan, karşı tarafı ezmeden kullanmak gerekir. 

Çünkü yeni nesil diye hakir görülenler, bizim çocuklarımız, gençlerimiz ve onlar bizim gelecekte var olmamızı sağlayanlardır. Niçin onları hiç düşünmeden, ego yüzünden hakir görülsün ki?

Neden o çocuk ve yeniyetmelere kendi deneyimlerimizi anlatıp, onların teknolojilerinden pay almayı denemiyoruz? Niçin onları itmek gibi kolay bir yolu seçiyoruz. Peki, neden onlara sevgi ve saygıyla yaklaşıp, dayanışarak daha güçlü olmayı sorunlara ortak çözüm yolları aramıyoruz? Niçin?  

*

Günlük yaşamımızın bir parçası olan sosyal medyada ve TV ekranlarında sık sık karşılaştığımız güncel bir konu da: 

Bazı kişilerin kendi soyu, kendi inancı, kendi kültür ve yaşam tarzı için masal-efsane türü söz ve yazılarıdır. Atalarının neler neler yaptığını, inançları, kültürleri ve yaşam tarzlarının üstünlüklerini, erdem ve başarılarını söyler, yazarlar. 

Kendi üstünlüğünü(!) pekiştirmek, diğerlerini “düşman-hain-gavur” diye ayrıştırıp aşağılamak ve ırkçılık yapmak içindir bu çabaları.  

Bunlara bu abartılı söz ve paylaşımları yaptıran asıl güç onların derinlerindedir. Bunlar, psikolojide; ego, eziklik, kompleks ve doyumsuzluk olarak tanımlanır. Bir de bu sözlerin psikolojik temelini bilmeden cehaletleri yüzünden söyleyenler vardır ki, en çok da onlar tutturur, onlar saldırır, onlar bağırırlar.

Bunlar bu güzellemeleri ve hakaretleri yaparken hedeftekilerin; bu ülkede başka yaşam tarzı, başka inanç, başka kimlik sahibi olan kapı komşuları, arkadaşları olduklarını, onları önemsizleştirip, üzdüklerini hiç düşünmezler. 

Eğer böylesi abartılı bir psikoloji içinde olanlar için sağaltım önlemleri alınmazsa (ki bu, “insani değerler” kazandıracak bir eğitimdir); işte o zaman toplumda nice kişiye, gruba zarar verecek narsisizm ve ırkçılık salgını kaçınılmaz olur.

Loading

Emin Toprak / Çılgın Projeler

21.12.2020

Çılgın Projeler

Emin Toprak

Bir yılı daha bitirmek üzereyiz, bu yıl, ülkemiz insanlarının yüklerine bir de dünyayı saran salgının yük ve acıları eklendi. Salgına karşı bütün dünyanın el ele verip karşı durması, belki de bu yılın tarihe: Covit-19 Yılı olarak geçmesine neden olacak.
 
Martin Luther King: “Uçamıyorsan, koş; koşamıyorsan, yürü. Eğer yürüyemiyorsan, sürün; ama hareket etmeye devam et. Geleceğe ilerlemeyi sürdür.” der. 
 
Bu bilge halk önderi; yüklerimizi, güç ve becerimizi kullanarak, çaresizlik yaşamadan, pes etmeden, direnerek, dayanarak, ama hep ileriye doğru atılım yaparak taşımamızı böylece yaşama tutunmamızı istiyor.
Her dünya insanı gibi bizlerin de pek çok yükü vardır. Bu yüklerin kişiye özel olanları dışında kalanlar ise ülke yönetiminin çözemediği ve ayrıca eklediği sorunlardan oluşur.
Demek ki, bazı yönetimler ülkenin var olan sorunlarını çözemedikleri gibi yeni yeni sorunlar, yeni yükler yükler insanlara…
Nasıl mı?
İşte bizde yaşananların bir özeti:
 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tutkusu olan: çılgın projeler, yurdumuzun dört bir yanını sardı. İşte o çılgın projelerden birkaçı:

  • Sümerbank, Etibank, Telekom, Şeker Fabrikaları gibi dev KİT’lerin kelepir fiyatlarla satılması,
  • Ankara’da oda sayısı bilinmez olan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Van Gölü kıyısında Ahlat Saray’ı, Muğla-Okluk 300 odalı Cumhurbaşkanlığı Sarayı.
  • Tüneller, köprüler, paralı oto yolları.
  • Şehir Hastaneleri.
  • HES’ler.
  • Alışveriş merkezleri, gökdelenler.
  • Tümü son model, tümü yabancı, tümü zırhlı makam araçları.
  • Makam uçakları filosu.
  • Barış ve huzur için değil savaş ekonomisine uyarlanmış bütçe.
  • Yasama-yürütme-yargı kuvvetler ayrılığının tek kişide toplanması.
  • Yargının savunma ayağı olan Barolar parçalanması.
  • Üniversite ve bilim insanlarının iktidar güzellemesi yapmak dışında konuşamaz olması.
  • Sivil toplum örgütlerinin sindirilip susturulması…

İşte bunlar ve daha nice karadelik oluştu ülkemizde.

Bunların kimi kullananlara itibar, kimi müttehitlere ve uluslararası şirketlere çıkar sağladı. Fakat doğanın ekosistemi zarar gördü, doğal felaketler arttı, ülke kaynakları birer bire yok oldu. Sonuç olarak; yoksul halk ve onların daha doğmamış torunları on yıllarca süreyle dolar kuru üzerinden borçlandırıldı bu projelerle.

Ayrıca bu kara deliklere karşı çıkılmasın diye insanlarımız düşman kamplara bölünüp ülkede iç huzur bozuldu.

Fakat bu yapılanlarla yetinmek istemiyorlar, çünkü daha belli çevrelere çıkar sağlamak için verilmiş çokça sözleri ve ‘Kanal İstanbul’ gibi daha nice çılgın projeleri var.

Antik çağdan beri toplumsal yaşama enerji veren Adalet’i ve onun: suç ve suçluyu yargı belirler ilkesini yok saydılar. Yargı yerine kendileri karar verip insanları; suçlu, katil, terörist ilan eder oldular.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’in Selahattin Demirtaş hakkında verdiği hak ihlali kararı için sıralanıp “yok hükmünde” demeçleri vermeğe başladılar.

İki hafta önce adalette ve ekonomide reform yapacaklarını söylemişlerdi ya! Hemen kendilerine özgü çılgınca bir ‘reform’ torba yasası hazırlayıp işlevi parmak kaldırıp kabul etmek olan meclise gönderdiler. Bakın içinde neler var:

  • Cumhurbaşkanına mal varlığını dondurma yetkisi,
  • İçişleri Bakanına derneklere kayyum atama yetisi.

Ama bugünkü dip yapmış ekonomi için, pik yapmış, coşmuş gidiyor diyenler nedense, asgari ücret almakta olan milyonlara, insanca yaşayacak bir ücret vermemek için tir tir titriyorlar.

18 yıldan beri süren bu çılgın projeler sadece doğadaki ekosistemi ve ülke ekonomisini bozmakla kalmadı. Ülkemizin toplumsal iklimini de bozdu.

Asıl korkunç olan da bu… Çünkü yönetimlerin ülke için oluşturduğu iklim belirler yaşamın tüm kolaylık-zorluk, başarı-başarısızlık, sevinç ve üzüntüleri…

*** 

Korku İklimi 

Her insan güven içinde ve daha iyi bir yaşam için karşılaştığı sorunları yok etmek ister. Bunun için önce kendisiyle içten içe konuşur, tartışır, çatışır, sonra da ailesiyle ve çevresiyle…

Bir ülkeyi yönetenlerin işi, kişilere oranla daha zordur, çünkü o ülkenin; çözüm bekleyen çokça sorunu ve birçok beklentisi olan insanları vardır.

Bazı yönetimler halkı için özgürce barış içinde yaşanacak bir iklim oluşturur. Bazı yönetimler ise bunu beceremez, ülkenin halkını; bunlar benden yana, bunlar da bana karşı” diye böler, parçalar. Devlet aygıtını hizmet için değil korku salmak, sindirerek, susturmak için kullanırlar.

İşte bizim ülke yönetimimiz bu yolu seçti. Böylece ülkemizde bir korku iklimi oluştu. Ve bu korku iklimi yüzünden, özgürlükleri olmayan, suskun, kaderci bir toplum olduk.

Her iklim kendine has bitkiler yetiştirdiği gibi, bir de toplumsal kültür oluşturur. Korku ikliminde insanlar sinmiş-suskun, daha bencil, daha hırçın olurlar. Bu insan türü; en iyinin kendisi, ailesi, soyu olduğunu düşünürken, başkalarını değersiz, zavallı, gavur veya düşman olarak görürler.

Bu iklimde özgürlükler bir tarafa özgüdür, her kim “bizden yana” ise olanlar dokunulmaz ve sorgulanmaz, başkaları ise önemsiz ve değersizdir görüşü egemendir. 

Her akşam TV ekranlarında kurulan masalarda tarafgir rektörler, öğretim üyeleri bu korku iklimini yaratanlara güzelleme yapar, iklimi benimseten algı oluşturur, kutuplaşmalara neden olacak ırkçı, faşist sözler söylerler. Hem de orada olmayan, savunmasız bırakılanlara… Ayrıca köhnemiş bir çağa, bir döneme, bir anlayışa övgüler yapıp; bir gruba, bir kuruma, bir kişiye küfür ve hakaret edilir. Bununla da yetinmeyip karşı oldukları insanlara yargısız infazda bulunur, onları terörist, hain, düşman olarak yaftalarlar.

Kuşkusuz ki her kişi kendisini, soyunu, grubunu önemser ve korur, ancak bu onun; kendisini, soyunu, grubunu kutsayan bir sapkınlığa götürmemeli.

Eğer, birlikte yaşamı kolaylaştırmak istiyorsak, duygu ve anlayışımıza bazı “insani” değerler ekleyip onu toplumsallaşmamız gerekir. Böylece ülkede  başka insan ve kültürlerin olduğunu görür, onlarla karşılıklı saygı içinde ilişkiler kurar barış içinde yaşamayı öğreniriz.

Ve işte o zaman daha yaşanır olur; yuvamız, kentimiz, ülkemiz, dünyamız.

Sevgi ve saygıyla nice sağlık, huzur,  barış dolu yıllara…

(Aralık ayı da henüz hesabı sorulmamış pek çok acı ve kara sayfalarla dolu:

19 Aralık 2000 hapishanelerde tutuklu 28 genci yok eden Hayata Dönüş Katliamı,

28 Aralık 2011 F-16 savaş uçaklarıyla  Roboski’de çoğu çocuk yaşta 34 gencin katli…

Kim emir verdi? Kim yaptı? Niçin?

Katillere lanet… Gençlere sevgi ve saygıyla…)

Loading

En Büyük Suç ‘Nefret Suçu’ / Emin Toprak

21.12.2020

En Büyük Suç ‘Nefret Suçu’

Emin Toprak

On gün önce yaşanan bir olayın etkisi ve yankıları henüz bitmedi: 

Başakşehir spor kulübü, şampiyonlar ligindeki rakibi PSG’nin sahasında oynuyordu, maçın 4. hakemi, Başakşehir’in yardımcı antrenörü Pierre Vebo’ya ırkçı bazı sözler söylemişti. Bunun üzerine Başakşehir durumu protesto edip sahadan çekilmişti. Hakemin bu ırkçı-faşist davranışı hem yurtiçi hem de yurtdışı medya ve kamuoyu tarafından lanetlenmişti.  Haklı olarak sahadan çekilen takımımız ise büyük destek ve alkış almıştı.   

Yakın bir zaman önce Fransa’da da polisin sokaktaki göstericilere şiddet kullanması lanetlenmiş, demokratik hakları engellenip şiddetle karşılaşılan göstericiler haklı görülmüştü…Eğer istersek ülkemiz dışında yaşanmış ve tepki almış pek çok faşist saldırı ve anlayışı da sayabiliriz.

Peki, ülkemizde bunlara benzer pek çok örnekle karşılaştığımız halde, neden bu ırkçı anlayışlara karşı duranların sayısı çok az? 

Niçin geçmiş yıllarda değişik kentlerimize spor karşılaşmaları için gitmiş olan Amedspor’un oyuncu, yönetici ve taraftarlarına yapılan ırkçı saldırıları kınayıp, lanetleyenler çok az sayıdaydı? 

Oysa:

Her insan, doğarken sahip olduğu fiziki görünüş ve genetik yapısıyla yaşama hakkına sahiptir. İçine doğduğu çevre ve toplum da ona bazı kimlik ve haklar verir. Adı, soyu, anadili, inancı, yaşam tarzı gibi her kişinin kendine özel olan bu hakları, nefes alıp yaşamak kadar önemli ve gereklidir. Ve bu kimlikler değerli-saygın-dokunulmazdır.

Oysa:

Hiçbir demokratik ülkede parmak hesabı, kanun, buyruklarla bu haklar yok sayılmaz, yok edilemez. Eğer herkes insan haklarına hoşgörü gösterip saygı duyarsa, ancak o zaman ülkede barış içinde huzurlu bir toplumsal yaşam olur.

Ama eğer o ülkede demokrasi yoksa ve ‘insan hakları’ bir zümrenin çıkarlarına uygun değilse, o zaman bu haklar baskılanır ve yok sayılmaya çalışılır. Çalışılır dedim, çünkü var olan hiçbir şey yok olmaz/olamaz. O, zamanla bir orman misali; yeniden filizlenir, gelişir, değişir, gürleşir. 

 ***

Bugünlerde daha hiçbir mahkeme kararıyla suçlanmamış, 6 milyonu aşkın vatandaşın oyunu alarak ülkenin üçüncü büyük partisi olmuş olan HDP’ye yöneltilen ırkçı söylemlere ve yargısız infazlara karşı niçin sessiz ve tepkisiziz?

Sanırım bu partinin tek suçu; ülkedeki tüm halkların sorunlarını dile getirmesi ve oylarının büyük bölümünü de Kürt vatandaşlardan almış olması…

Peki, her gün ekranlarını bu partiye iftira, hakaret ve küfür edenlere açanlar, niçin mesleki etik kuralları gereği olarak, bir gün de ‘siz de gelin bu söylenenlere cevap veriniz’ demez/diyemezler?   

Zaten TRT’yi unutmuştuk, haydi bunlara da “özel kanal” diyelim. Peki, bakınız: bir bakan, bir genel başkan ve bir genel başkan yardımcısı ne diyor, biraz da onları duyalım: 

Bakanİçişleri Bakanı Süleyman Soylu, yani ülkenin huzur ve güven içinde yaşamasını sağlamakla görevli olan makamın sahibi. O, ülkenin sağlık ve eğitim harcamaları kısıtlanırken, büyük meblağlar aktarılan bir bakanlığın başında. Bu bütçeyle, ülkede birlik ve huzuru sağlayacak bir ‘barış iklimi’ sağlamak yerine, büyük masraf gerektiren; top, bomba, füze, uçak gibi çevreyi ve canlıları yok eden, büyük acılar yaşatan ölüm araçlarına yatırım yapıyor. Yani ‘güvenlikçi’ bir anlayışla çalışan bir politikacı.

Soylu, bakanlığının 2021 yılı bütçesini savunmak için gittiği TBMM’de konuşuyordu. Fakat sanki genel kurulda konuşmaya değil de sadece HDP’ye sataşmaya gelmişti. Ses tonu, jest ve mimikleri bir ergeni anımsatıyor ve tıpkı onların psikolojisi ile konuşuyordu: Oh! Oh! Ohhh!.. diye, diye, parmak sallaya sallaya, meydan okuya okuya, tahrik ede ede hakaret ediyordu partiye ve vekillerine… 

Genel Başkan, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, onun da hedefinde HDP var: “HDP bir terör sorunudur, bölücülük yuvasıdır, fitne tezgahıdır, demokratik güvenliğimize doğrulmuş melun bir silahtır. … Kapısına açılmamak üzere kilit vurulmalıdır.” diyor… 

Yardımcı: MHP Genel Başkan Yardımcısı E. Semih Yalçın, onun da hedefinde HDP var: “HDP/PKK halk düşmanıdır, tabiat ve insanlık düşmanıdır. Terör örgütü HDP/PKK, kâmilen itlafı gereken bir siyasi haşere sürüsüdür. Ağızları kapatılması gereken kravatlı mazbatalı Güruhtur” diyor. 

Görüldüğü gibi yardımcının kini diğerlerinden bir doz daha fazla, hiç gizleyip saklamamış duygularını, bu, buram buram kokan bir ‘nefret söylemi’

“Kâmilen itlafı gereken bir siyasi haşere sürüsü” ne demek!? 

-Milyonlarca insanı kimyasal silahlarla yok etmek demek! 

-Nefret Suçudur bu, insanlığa karşı işlenmiş olan en büyük suç…

Bu sözler; Nazilerce Yahudilere, Amerikalılarca Kızılderililere, Saddam tarafından Kürtlere, Japonya’da, Vietnam’da ve daha pek çok ülkede milyonlara bomba ve kimyasallarla yapılan insanlık suçu katliamları hatırlatıyor. 

Tüm bu söylenenleri duyan diğer partiler, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, bilim insanları ve vatandaşlar; vicdanlarına karşı mahcup, korku içinde, sinmiş, susmuş bir durumda. Ve işin en acı tarafı da yasal görevi bu tür nefret söylemlerini başka makamlara sormadan sorgulamak olan savcılar da işlem yapamaz olmuş… 

Eğer böyle olmuşsa… Demek ki, …  

Demeyelim, varsın cümle böyle yarım kalsın...

En iyisi, sevsinler sizin insaniyetten uzak kalmış yerli ve milli milliyetçiliğinizi… 

Diyelim gitsin.

Loading

Bu eylül çok yüklü / Emin Toprak

04.09.2020

 

 

 

 

BU EYLÜL ÇOK YÜKLÜ

Emin Toprak

Eylül başka aylara göre biraz farklıdır. Bu ayın  tarihsel geçmişi ve her yılki mevsimsel döngüsü içinde, savaş ve barış günlerinin acı ile sevinçleri pek çoktur.   

Emekçiler kışa hazırlık için yoğun çalışmalarla; verimli-verimsiz-acılı-sevinçli geçen bir yılın hasadını toplayıp kışa hazırlık yaparlar. Onun için de “Eylül tedarik ayıdır” derler.

1 Eylül 1939 günü Almanya’nın faşist lideri Adolf Hitler’in emrindeki Nazi ordusunun Polonya’yı işgal etmesi, 2.Dünya Savaşının başlangıcı olmuştu. Bunu “bir fırsat” sayan faşistler, emperyalistler ve işbirlikçi güçleri mazlum dünya halklarının kaynaklarını ele geçirmek için her yeri kana bulayıp büyük acılar yaşatmıştı. 

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1981 yılında aldığı kararla, savaş ve çatışmaları önlenmek, barış sağlamak, bilinçli bir farkındalık sağlamak ister ve 1 Eylül’ü  Dünya Barış Günü” ilan eder. Ancak yirmi yıl sonra (7 Eylül 2001) aldığı başka bir karar ile: savaşın 21 Eylül 1945’de  bittiği gerekçesiyle bu kez 21 Eylül’ü Dünya Barış Günü” ilan etmiştir. 

Bu nedenle her 21 Eylül günü, B.M. Merkezinde “Barış Çanı” çalınır. (Bu çanın bir de öyküsü var; Dünyanın her yerinden çocuklar, “bozuk paraları” bağış olarak toplarlar ve daha sonra bu paralar Japonya tarafından bir çana dönüştürülür…) Bu Çan’ın üzerinde: “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı bulunmaktadır.

Tabii ki çok yaşasın Barış!… Çünkü Barış insanlığı; hiçbir parasal yatırıma, hiçbir silaha ihtiyaç duymadan, sadece demokrasi, eşitlik, sevgi, saygı ve hoşgörü ile mutlu eder, yaşatır. 

***

12 Eylül 1980 günü yapılan faşist darbe sonunda, ülkemizin demokrasisi büyük yaralar almış, insanlarımız  büyük acılar yaşamıştı… 

İşte tam da bu günlerde eğitimciler, veliler ve öğrenciler yani tüm toplumumuz, heyecanlı bir bekleyiş içinde. Çünkü Eylül’de en değerli varlıklarımız olan çocuklarımızın okulları açılacak. 

İşte Eylül geldi!… Bu yıl Eylül’ün çok yükü var:  

Covid 19 dünyaya meydan okuyup can almaya devam ediyor. 

Sınırlarımızda çıkar savaşları var.

Gençlerimiz ve kıt kaynaklarımız savaşlara yem oluyor.  

Tek bir “iyi” komşusu bile olmayan, kendisine aşık bir ülke olduk…

Liderler öfkeli bağırışlarla, “düşmanlara” meydan okuyor.

Kaynaklarımızın büyük dilimleri savaş ekonomisine akıtılmış, ekonomi dip yapmış. 

İnsanlarımız, aç-işsiz-güvencesiz. Covid 19 yüzünden çaresiz, kısıtlı, tutuklu… 

İşte bilinmezliklerle dolu Eylül geldi: 

Acaba bu Covid 19 ikliminde okullar açılacak mı, açılmayacak mı? – Okulların açılması acaba  büyük acılar yaşatacak mı?  

İnsanlarımızın sağlık, iş, aş, gelecek gibi çok yükleri ne olacak? 

Öyle görünüyor ki daha nice bilinmez, karanlık, kaotik günler ve geceler yaşayacağız. Eylülün mehtaplı geceleri ve sonrasında da …

Bu Eylül çok yüklü… 

Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk    

Bizler, okullar açıldı/açılacak derken, bunca bilinmezlik içinde yaşarken.  Bir gün Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, kürsüye çıktı ve demecini patlattı: “Eğitimde asıl yük öğretmenin maaşıyla ilgilidir. Milli Eğitim Bakanlığının bütçesine bakarsanız, yatırım bütçesinin çok çok küçük olduğunu görürsünüz. Neye göre; personel maaşına göre… “ 

Kime göre? Bakana göre…

TDK sözlüğüne baktığınızda “yük” sözcüğünün çokça anlamı olduğunu görürsünüz.  Bence, Sn Bakanın kullandığı “yük” sözcüğüne TDK tanımları arasındaki en uygun olanı: 

YÜK: (isim, mecaz) Tedirginlik veren şey, engel.” 

Bu sözleriyle bakan; eğitimin öznesi olan öğretmenlere verilen açlık sınırındaki maaşı, sistem için bir engel olarak görmektedir.

Biliyorsunuz, Ziya Selçuk, geçmişte özel bir okulun kurucu patronuydu. Her nedense patronlar, kendilerini çalışanların sahibi olarak görürler ve onların sayesinde para kazandıklarını ise hiç düşünmezler. Ziya Bey patronluk günlerini hatırlamış olacak ki, eğitim emekçilerini “yük” sayıyor. Oysa patronlar bu ayıp düşüncelerini, utandıkları, hem de korktukları için pek ulu orta dillendirmezler, sadece kendi benzerlerine dedikodu olarak fısıldarlar,  ya da kendi kendine söylenirler. Ziya Selçuk buna uymadı, düşüncelerini hiç gizlemedi, ulu orta açıkladı.      

Bu incitici sözlerin sahibi Bakan (hem de Eğitim Bakanı), ülkemizde olup bitenlere bu kadar yabancı, bu kadar duyarsız olabilir mi?

Eğer sayın bakan şöyle bir etrafına baksa, zar zor da olsa konuşan tek tük “muhalifi” azıcık dinlese; Devlet sermayesiyle kurulan ve kamu hizmeti yapan “yerli ve milli”, çokça verimli arazileri, değerli arsa ve binaları olan: Sümerbank, Etibank, Telekom, Şeker Fabrikaları, Çimento Fabrikaları, Et ve Balık Kurumu v.b. nice ekmek teknesi kuruluşu ve milyonlarca  çalışanını, bu emekçilerin de bir zamanlar “yük” olarak görüldüğünü hatırlarsa… Politik tercihle atanan yöneticilerin, bu kurumları nasıl atıl bırakıp, zarar eder duruma getirdiklerini… Sonra da bu kurumlara ait bina, fabrika donanımları, arsa ve arazilerin nasıl değerlerinin çok çok altında, yani yok pahasına “adrese teslim özelleştirme” yöntemleriyle pusuda bekleyenlere dağıtıldığını… 

Ayrıca “özel ihalelerle”  ülke çıkarı ve eko sistem düşünmeden “Yap, işlet, devret” yöntemi ile belli şahıs ve şirketlere yaptırılan; yollar, tüneller, köprüler, hastaneler, okullar, HES’ler… Bu şirketler için içeriği gizli tutulan kapitülasyon benzeri ipotek sözleşmeleri hazırlanıp ülke hazinesi adına imza atıldığını, böylece  torunlarımıza onlarca yıl sürecek “dolara endeksli borç”  bırakıldığını… Sonrasında da bu hileli işlerin faili olanların meydan ve  ekranlarda: “Biz devletin beş kuruşunu harcamadık”  diye övünüp halktan alkış beklemelerini…  

Evet eğer sayın bakan birazcık olup bitenlere baksa,azıcık da düşünse; halkımıza yük olanların yanında yer aldığını ve ülkeye kimlerin YÜK olduğunu:

Görecekti, duyacaktı ve belki de anlayacaktı. 

***

Bu günlerde “Karadeniz’de 320 milyar metreküp DOĞALGAZ bulundu!…” diyorlar. Herkesi çok sevindiren bu güzel haberin gerçek olmasını diliyor ve emeği geçenleri kutluyorum. 

ANCAK; bu kaynağın da diğer kaynaklarımız gibi başkalarına peşkeş çekileceği düşüncesi ile endişe içindeyim. Dilerim ki yanılmış olurum. 

Sizce ben haksız mıyım? 

Loading

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu