Press "Enter" to skip to content

SOSYAL PSİKOLOJİ / Emin Toprak

24.02.2025

SOSYAL PSİKOLOJİ

Psikoloji ve sosyoloji benzer amaçla insanlığa hizmet üreten iki bilimdir. Bu alanlarda çalışan psikolog ile sosyologların görevi: birey ve toplum yaşamını iyileştirmektir.

Psikologlar, bireyin duygusal-sosyal tepkimelerini inceler, kişide farkındalık yaratılır. Sosyologlar ise toplumdaki tüm birey, kültür, örgüt, kurumların sosyal davranışlarını inceler, yaşamsal kolaylıkları araştırırlar.

Savaş ve çatışmalar, büyük toplumsal sorunlar doğurunca; çözüm-çare bulucu bir bilim daha aranmıştır.

1908 yılında İngiliz psikolog Mcdougall ile Amerikan sosyolog ‘Sosyal Psikoloji’ adıyla birer kitap yazmışlar.

1924’de Edward Alsworth Ross ise, yazdığı Sosyal Psikoloji kitabı ve çalışmaları nedeniyle ‘Sosyal Psikoloji’ biliminin kurucusu sayılmıştır.

Böylece ben size; “eğitim (pedagoji) bölümü” öğrencisi olduğum yıllarda, ilgimi çeken bilim alanlardan biri olan: Sosyal Psikoloji ve tarihçesini kısaca anlatmış oldum.

Peki, Sosyal Psikoloji nedir, insanlık için neler yapıyor?

Sosyal psikoloji insanların, sosyal (toplumsal) çevresinde oluşan; duygu, düşünce, his davranış, bakış, inanç ve hedefleri inceleyen, değiştirebilen bir bilimdir. Bu değişimle de sağlıklı toplumu oluşturacak bir gücü, yani dayanışma sinerjisini ortaya çıkarıyordu.

Ancak, fırsatçılar sinerjiyi toplumun refahı için değil, kendi çıkarları için kullanırlar. Ve ölümüne destekleyen taraftarlar için değişmez: ‘Hükümdar’ olurlar. İşte bu yüzden Sosyal Psikoloji’ye: ‘Sürü Psikolojisi’ de derler.

‘Sürü Psikolojisi’ diyenler hiç de haksız değiller!

Çünkü, hemen herkes öğrendi, gördü bildi ve kabul etti ki:

Büyük halk desteği alarak iktidar olan tüm otokrat-emperyalist-faşist liderler, sürü psikolojisinin yaratıklarıdır. Bu yaratıklar saltanatları daim olsun isterler. Bunun için de yalan-algı üretip halkı zıt kutuplara ayırıp birbirine “düşman” eder ve vuruştururlar.

Bu taktiklerle çıkan sömürü savaşları; nice canın kanını akıtmış, doğayı, kentleri yakmış-yıkmış-yok etmiş, kaynakları tüketmiş…

Ve daha doğmamış torunlara da miras olarak: kin-öfke-düşmanlık bırakmıştır.

Kısacası; sürü psikolojisi ile uyutulanlar eğer uyanmazsa, o zalimler de ülke/dünya çapında sömürü savaşlarına devam edecektir. Yani zalimler, halkın gücüyle halklara zulüm etmeye devam edecekler…

***

1950’li yıllarda, ‘dünyadan habersiz’ bir çocuktum.

Çok sonra öğrendim ki: yorgun-yoksul bir dünyaya doğmuşum.

25 yıl arayla iki ‘Dünya Savaşı’ da ben doğmadan yaşanmış.

Yaşadıkça; duydum, gördüm, okudum, anladım ki; savaşın acı-yoksulluk-yokluk-enkazları bitmemiş. Barış içinde yaşaması gereken komşular, savaş yüzünden; kuşkulu, korkulu, güvensiz… Kimileri de birbirine düşman olmuş.

İki kutba bölünen dünyamız, savaş galibi iki süper gücün kanatları altına sığınınca da birbirine can düşmanı iki dünya oluşmuş…

Emperyalist-otokrat devletlere ABD, demokratik-sosyalist devletlere de SSCB “hami” olmuş.

Ve aralarında düşmanca bir yarış başlamış.

ABD; 1947’de sosyalist-komünist devletlere karşı olan devletlere destek amacıyla Marshall Planı’nı başlatmış ve 1949’da güvenliği sağlamak için de askeri-siyasi bir güç olarak NATO’yu kurmuş.

NATO’nun askeri ve siyasal olarak güçlenmesi, sosyalist ülkeleri tedirgin etmiş. Ve bu duygu 1955’de Sovyetler Birliği’nin, sosyalist ülkelerle bir olup ‘Varşova Paktı’nı kurması için bir gerekçe olmuş.

NATO emperyalist şemsiye altına toplanan devletleri, Varşova Paktı ise sosyalist şemsiye altındaki devletleri ve düzenleri koruyacakmış.

Emperyalist güçler dünya savaşının yarattığı korkuları yaşamamak için, dünya savaşı istemiyormuş. Ancak bölgesel çapta ve sadece ‘geri bırakılan’ ülkelerde işgaller ve çıkar savaşları devam ediyormuş. Örneğin Kore, Vietnam, Küba … gibi birçok ülkede kaynak-emek sömürüsü yapılırken pek çok insanlık ve savaş suçu da işlenmiş.

*

Düşünüp yorum yaptığım yıllarda da:

İnsanlar, ‘zaman her şeyin ilacıdır’ anlayışıyla olup bitenleri sessizce izliyor, yaşamak için: acıları unutmaya, yaraları sarmaya çalışıyordu.

Küçük bir azınlık hiç boş durmuyor, yeni sömürü alanları arıyordu…

İşte böyle bir dünya ve iklimde hayat devam ediyordu.

1960’lı yıllar özellikle NATO şemsiyesine sığınan otokrat-emperyalist-faşist devletler için korkulu yıllardı. Yurdumuz ve dünyanın yurtsever antiemperyalist anlayışa sahip gençleri bulundukları kentin meydanlara sığmayan coşkulu mitingler yapıyordu.

Gençler: Karl Marx, Friedrich Engels, Lenin öğretisiyle, Mao Zedong, Che Guevara, Fidel Castro, Ho Şi Minh … gibi önderlerin uygulamalarını takip ediyor. Ülkelerinin: sömürüsüz-demokratik-özgür tam bağımsız olmasını istiyordu. Böyle bir dünya kurmak için de işçi-köylü-gençlik-akademi el ele tutuşmuşlardı.

Dünyada bazı küçük çaplı savaşlar olsa da artık dünya savaşlarının yerini soğuk savaşlar almıştı.

Soğuk savaş, dünya tarihinin önemli olaylarından biri ve bu savaşın asıl silahı da sosyal psikoloji olmuştu. Çünkü, otokrat-emperyalist-faşist liderler, ülkelerindeki korku iklimini sosyal (sürü) psikoloji yöntemleriyle sindirip susturuyor. Ve bu zalimler ancak halkın gücüyle yok oluyorlardı.

İki süper güç arasında her gün ‘savaş çıktı-çıkacak’ diye askeri ve siyasi gerginlik çıkardı.

Nihayet 1991 yılında ‘Berlin Duvarı’ yıkıldı.

SSCB, kapitalist anlayış ile soğuk savaş yöntemleriyle içten içe çöktü ve parçalandı.

Rusya, otokrat Putin önderliğinde emperyalist-kapitalist yelpazede yerini aldı.

Komünizm dünya genelinde bir çöküş yaşadı.

Soğuk savaş dönemi son buldu.

Ve dünyanın tek süper gücü ABD oldu.

*

Şimdi de güncel bir haberle yazımızı noktalayalım:

ABD’yi otokrat bir lider olan Donald Trump yönetiyor!

Münih Güvenlik Konferansı’nın davetlisi olan ABD Başkan Yardımcısı JD Vance 14 Şubat günü: nezaket ve diplomasi kuralarını çiğneyen üstenci bir tavır ve dille Avrupa liderlerine seslendi!

Toplantıdan sonra da Adolf Hitler’in Nazi rejimi ve ideolojisine bağlı aşırı sağcı “Almanya için Alternatif Partisi” (AfD) lideriyle bir araya geldi. Ve böylece faşizmin savunucusu olduğunu kanıtladı.

Münih Güvenlik Konferansı (MSC) Başkanı Christoph Heusgen bu saygısızlığı kabul etmedi. Gözyaşları dökerek duygusal bir konuşma yaptı ve başkanlık görevini bıraktı.

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

“Ya hep beraber ya hiçbirimiz!” / Emin Toprak

10.02.2025

“Ya hep beraber ya hiçbirimiz!”

Bizim kuşağa ’68’liler deseler de kendimi daha çok ’78’li olarak düşünürüm.

O yıllarda gençler demokratik-bağımsız bir ülke istiyor ve çok fazla kitap okuyordu.

O yıllarda da şimdiki gibi solcu-demokrat-yurtseverler için: “Ya hep beraber ya hiçbirimiz” ortak slogandı.

Ve o yılların devlet politikasına göre: ‘komünizm’ en büyük tehlike veya hastalık sayılıyordu. 1950’de “Komünizmle Mücadele Derneği” adlı bu paramiliter oluşum devlet gözetiminde ülke çapında örgütlenir. Dernek; yurdumuzun tüm demokrat-yurtsever-sol-komünist ile azınlık halkları ve Alevileri düşman sayarak sayısız kanlı saldırılar yapmıştır.

Ve o zamanın Başbakanı Demirel: “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz!”, İçişleri Bakanı Faruk Sükan ise; ‘Solcuların nefeslerini bile kontrol ediyoruz, hepsini 24 saatte toplarız!’ demişlerdi.

12 Mart 1971-12 Eylül 1980 arası 9 yılda; iki faşist darbe, 11 hükümet değişmiş, ilan edilen sıkıyönetim ve olağanüstü haller süresince halkımız çok ağır bedeller ödemişti.

1987’de kurulan illegal faşist JİTEM, Kürtleri hedef alan nefret dili, işkenceleri, “faili meçhul” katliamları ve hapishaneleriyle yurdumuzda bir korku iklimi yaratmış… Sonuç olarak: nice kasaba-köy yanmış, yıkılmış, sağ kurtulan insanları ise göç etmişti.

O zamanlarda da şimdiki gibi bilirkişiler vardı fakat onlar pek gizlenmez bilinirdi. Ve bu bilirkişiler de 141-142 maddeler için av peşindeydi. Bu amaçla: yurdumuzda yayınlanan; yerli-yabancı eserler, parti, sendika, dernek, kişi demeç-konuşma-bildirileri, olası bir komünist propagandası için satır satır incelenirdi. Uzun yıllar süren yargılama, tutukluluk ve sansürler olurdu.

Bugünlerimiz soracak olursanız: bu günler de o günleri hiç aratmıyor!

Şimdilerde sadece, komünist yerine hain/terörist sıfatları kullanılır oldu.

***

Size yukarıda anlatmaya çalıştıklarım, sadece Türkiye’ye özgü olgular değildir, İnsanlık, ilk çağlardan beridir bunları yaşamakta…

Hikayesi de kısaca şöyledir: İnsanlar, yaşamsal önemi olan beslenme, barınma ve güvenlik zorlukları karşısında kendilerini yetersiz-güçsüz bulmuşlardır. Deneyip yaşadıkça da bu zorlukları ancak dayanışma ve birliktelikle çözebileceklerini öğrenip-anlamışlar.

Özetlersek; insanların yenilgi ve acılı yaşanmışlıkları devletlerin, ya da toplumsal barışı ve güvenliği sağlayacak gücün oluşturulması için gerekçe olmuştur.

Ve demek ki, dünyadaki tüm devletlerin amacı; kamu güvenliğini sağlayan ve herkesin hakkını koruyan bir düzen kurmaktır.

İşte, herkesi kucaklayan bu yüce amaç yüzünden; ‘devlet’ her yerde ve her çağda kutsanmıştır.

Peki acaba, dünyada bu yüce amacı güderek “halk” için hizmet üreten kaç devlet vardır?

Ve acaba dünyada, “halka” hizmet için kurulmuş, fakat sadece bir azınlığa, bir gruba, bir partiye hizmet eden kaç devlet vardır.

Bu iki soruya da eğer önyargılardan uzak bilimsel yöntemlerle cevaplar ararsak, ne yazık ki dünyada hiçbir “halk devleti” olmadığını görürüz…

*

Burada biraz durmak isterim, Hani “denk geldi” derler ya, şimdi benim için de öyle oldu. Çünkü, yazılarımı sürekli okuyan bazı dostlarım bana: “Sen devlet karşıtı mısın?” sorusunu soruyorlar. Şimdi “denk geldi” ve ben de o dostlara soruyorum:

Peki sevgili dostlarım; siz kuruluş amacına uygun çalışmayan böylesi devletlerin taraftarı mısınız?

*

Çünkü dünyamızdaki hemen hemen tüm devlet yönetimlerde çokça egoist-zalimler var! Bunlar; deprem, yangın, savaş gibi felaketleri bile fırsata çevirirler. Fakat, bu zalimler de kendilerinden daha güçlü olan zalimlerden emir alır, onların piyonu olur, hatta bazen de zulüm görürler.

Günümüz dünyasını otokratlar yönetiyor. Otokratlar, kendi ülkelerinde güçler birliğini ele geçiren halkı sömüren-ezen zalimlerdir. Düzenlerini sürdürmek için her yol ve yöntemi mubah sayarlar. Muhalifler onlar için birer düşman olduğu için yok olmalı veya etkisiz kalmalıdır. Bu amaçları için de her yol-yöntemi kullanarak ülkede güvensiz-korku dolu bir kaos ortamı yaratırlar.

Korku-kötülük dolu bir iklimi yaratarak ömür süren: tüm hükümdar, kral, komutan, vali, kayyum, bilirkişi, din istismarcısı ve onların tetikçileri halkın kanı-emeği ile beslenip var olan bir çıkar zincirdir.

Bu dokunulmaz küçük zincir, muhalifler için yalan ve algıya dayalı her tür tuzağı-kötülüğü planlar ve uygularlar.

Bu zalimleri: “sen/siz hukuk dışına çıktınız” diye ayıplamak ve kınamak da hiç etkili olmaz!

Çünkü onlar güçlerini; hukuktan değil, hukuk dışı güçler ve odaklardan alırlar.

Fakat bu insanlık düşmanlarının tek korkusu var o da: halkın birlik olup artık ‘YETER!’ demesidir.

Şimdi dünya vatandaşı/insanlık dostu iki ozanın dizelerine bakalım.

Metin ELOĞLU, milyarlarca insanın haykırışını duymuş olacak ki:

“Yaşamak istiyorum
Yaşamak istiyorsun
Yaşamak istiyor

Böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum.
Ama böyle dünya olur mu?
Böyle barış olur mu?
Böyle hürriyet olur mu?
Böyle kardeşlik olur mu?
Biliyorum ki, katlanıver, diyeceksin;
Ama böyle yaşamak olur mu!” Diyor.

Bertolt BECHT de bu çığlığı cevaplarcasına:

“Kim mi kurtaracak seni, köle?
Görecekler seni, kardeş.
yuvarlananlar uçuruma,
duyacaklar çığlıklarını:
Seni köleler kurtaracak kurtaracaksa!

Ya hep beraber ya da hiç birimiz.
Kurtulmak yok tek başına
yumruktan ve zincirden.
Ya hep beraber ya da hiç birimiz…” Diyor.

Evet:
“Bıbın yek!”
“Kurtulmak yok tek başına!”

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Bitti bitti bitmedi… / Emin Toprak

27.01.2025

Bitti bitti bitmedi…

Bugünlerde her yurdum insanı gibi ben de çokça yaşamsal sorun ile yatıp kalkıyorum.
Bu sorunların hangisine dokunsam çığlık duyuyor, ve o çığlıklara ortak oluyorum.

Ve günlerdir bu çığlıkları hemdert olanlar için dillendirmek isteğiyle masaya oturuyor. Fakat klavyenin tuşları donuk ve yazmıyordu.

Bu da beni neyi-kime-nasıl diyeceğini bilmeyen kararsız birisi yapmıştı.

Nihayet birkaç saat önce; herkesin bilip hakkında çokça söz söyleyebileceği üç konu buldum ve bu satırları yazmaya başladım.

Fakat çok önemli üç konuyu da özetlemekle yetineceğim.

İsterim ki, okuyucular bu üç konuya eleştirel bakıp, özgün katkılarda bulunsunlar.

*

Birinci Konu: Ekonomi!

Çünkü yurdumuzda bir ekonomik kriz var. Adaletten yoksun bu kriz; evde, mahallede, okulda, pazarda … yaşamın olduğu her yerde işçiyi, emekçiyi, emekliyi, öğrenciyi silkeleyip sarstıkça çığlıklar duyuyoruz.

Ve bu çığlıklar içinde benim çığlığım da var!

Çünkü: Ben 57 yıl önce 18 yaşında yarı-çocukken öğretmen olmuştum. Beş (5) yıl çalıştıktan sonra meslekte yükselmek için yüksek okul sınavına girip kazanmış ve 4 yıl daha ana-baba eline bakan bir öğrenci olmuştum. Okul bitince de mesleği değişmeyen bir eğitimci olarak değişik il ve görevlerde 35 yıl daha çalışan, 40 yıllık ve + göstergesi olan bir eğitim müfettişi emeklisiyim şimdi. (-Ve aramızda kalsın!- Aldığım maaş: sadece iki (2) yıl milletvekili olarak çalışıp emekli olmuş bir vekil maaşının üçte birinden daha da az… )

*

İkinci Konu: Demokrasi Yoksunluğu!

Bu, geçmişten biz torunlara kalan bir mirastır. Bu miras; her zaman demokrasi dışı oyun, tuzak ve uygulamalarla ertelenip çözümsüz bırakılmış toplumsal bir yaramızdır.

Yukarıdaki ekonomik sorunları doğuran, derinleştiren ve ülkede değişmez bir korku iklimini de yaratan bir ana sorundur bu.

Peki neden yaşıyoruz bu sorunu?

Çünkü Ülke nüfusumuzun yüzde 25’i Kürt ve onların önemli insan hakları engellenmiş!

Ve onlar:

“Biz, Kürt’üz, bizim doğuşla sahip olduğumuz: dilimiz, kültürümüz ve insan haklarımız var! Biz, bu haklarımız alarak ülkemizin eşit birer vatandaşı olmak istiyoruz…” Diyor.

Peki, bu istekler; suç mu, günah mı, ayıp mı?

Dünyanın her yerinde karşılanan bu demokratik talepler, bizim ülkemizde niçin-neden karşılık bulmuyor?

İşte inkârcı-yasakçı anlayış yüzünden ülkemizin tüm halkları büyük bedeller ödemiş, büyük acılar yaşamıştır.

Yukarıda: ‘korku iklimi’ demiştim, tekrarlıyorum!

Çünkü demokratik talepler sadece; korku iklimlerinde ‘güç’ ile çözülmek istenir.

Ülkemizde de sıkça “tek kişi yönetimi-sıkıyönetim-olağanüstü hâl” ilanları olmuş ve sürekli korku iklimi olmuştur. Korku ikliminin amacı: halkı tepkisiz ve suskun bırakarak demokrasisi olmayan düzenini sürdürmektir.

Ve bu düzen yüzünden halkımız; pek çok soysal, ekonomik, siyasi, psikolojik, ahlaki çöküş yaşamış ve yaşamaktadır.

Bunlar yalan söyleyip “Bitti, bitti!” diyor fakat hiç bitmedi/bitmiyor.

Aslında savaşlar sorunları çözmediği gibi, karşı güce güç kazandırır, onların öfke, kin, düşmanlıklarını geleceğe miras bırakırlar.

Ben bilmem, onların söylediğine göre bu sorun yüzünden 41 yılda: 50.000 gencimiz ölmüş ve trilyon dolara varan ülke gelirimiz de ölüm makinalarına bomba-kurşun olmuştur.

Şimdi ortada bir çatışma var ki CB Erdoğan çıkmış: “Ya silahlarını gömecekler ya da silahlarıyla birlikte toprağa gömülecekler. Üçüncü bir yol yoktur” diyor.

Hani ortağına el uzattırarak kardeşlik istiyordu, ne oldu?

Güç kullanmak savaştır ve bu sözler de savaş dilidir.

Oysa demokrasiler olan çatışma ve düşmanlıkları karşılıklı görüşme ve uzlaşılarla barış içinde çözerler…

*

Üçüncü Konu: Bolu Kartalkaya’da Otel Yangını:

Dünyada ve yurdumuzda; deprem, sel, orman yangını, maden ocakları çökme-patlamaları olur. Fakat diğer ülkelere oranla bizdeki kayıplar çok daha fazla oluyor.

Örneğin; Bolu Kartalkaya’daki yangında: ana-baba-çocuk-bebek78 canımız yok olmuş… Los Angeles’ta ise 2 hafta süren yangın milyonların yaşadığı şehirleri yakıp küle çevirmiş ve 27 kişi yaşamını kaybetmişti.

Tabi ki doğal felaketler önlenemez. Fakat doğal felaketlerin verdiği can-mal kayıplıları alınan önlemlerle en az düzeye indirilebilir. Bizim yöneticilerimiz bilimsel önlemler almak yerine ‘bu fıtrat gereğidir’ diyerek ‘kaderci’ anlayışa taraftar topluyorlar. Bu yüzden önlem almayı: bilmiyor-becermiyor-istemiyorlar.

Bu ölümcül otel yangını da; doğal nedenlerden değil, bilinen fakat “para gitmesin” diye giderilmeyen bazı eksiklikler nedeniyle çıkmıştır. Bu açgözlü varlıklar yüzünden: ana-baba-çocuk-bebek tam 78 canımız yok oldu

En ölümcül hastalığın: ‘çoklu organ yetmezliği’ olduğunu söylerler.

Yerinden yönetimi istemeyen ‘tekçi’ anlayış da böylesi ölümcül yangın için yetkisiz bir ara-eleman zinciri oluşturulmuş… (Hani, Maraş depreminde ’emir gelmedi’ diye Kızılay ve Afad ekipleri depremzedelere saatlerce ulaşmamıştı!..). Bu yangında da işlevsiz bir zincir ya da bir: ‘çoklu kurum yetmezliği’ vardı.

Çünkü, Bolu’daki; Belediye, Valilik, İl Özel İdaresi, İtfaiye yok sayılmış ve Bolu’nun bir dağındaki tesisin denetimi Ankara’dakiler verilmişti.

Bilir kişi raporu da bu yangının sorumlularını:

Otel işletmesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Bolu İl Özel İdaresi, Bolu Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü olarak belirlemiş.

Bence bu listeye, yangına neden olan eksikleri bulan, fakat bunların takipçisi olmayan Bolu Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü eklenmeli. Çünkü itfaiye de bu felakete göz yummuştur.

40 yıllık çalışmamda 19 yılı Eğitim Müfettişi idim. Her yıl ildeki örgün ve yaygın eğitim kurumların açılmış veya açılacak kurumlarını denetlerdik. Kurumun: güvenlik, sağlık ve eğitimini ilgili ‘mevzuat’ ile ‘standartlar yönergesi’ uyarınca inceleyip raporu başkanlığımıza sunardık. Fakat hazırladığımız o raporların, akıbetini sorgulama hakkımız yoktu. Bazı raporların beğenilmeyip yeniden inceleme yapıldığını duyardık…

Ve: ‘Demek ki idare isterse, idare de eder’ derdik.

Biliyorum, bir süre sonra, hepimizin yangını olan bu ölümler de unutulacaktır. Fakat o ateş düştüğü yerde hiç sönmeden yakmaya devam edecektir…

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

ŞEKOK / Emin Toprak

13.01.2025

ŞEKOK

O, yaz-sonbahar aylarında haftada bir bazen iki kez köyden kasabaya yolcu götürüp getiren minibüsten inmiş ve köy içine girmeden, rüyalarına sık sık giren Peri Suyu vadisine doğru yürümüştü.

O, 12 yaşında bir çocukken ayrıldığı bu topraklara; çocukları büyüyüp, torunları olduktan yıllar sonra, deneyim ve tanıklıkları çoğalmış yaşlı biri olarak gelmişti.

O, bu topraklarda; altı yedi yaşlarında oğlak-kuzu-buzağı otlatmış, çocuk yaşta kızgın güneş altında; dağda, tarlada çalışmış, anasının dilinde: “lori-klam-cirok-stran” dinlemiş, gülmüş, ağlamış, düşmüş yaralar almış, hastalanmış, acı-sevinç çığlıklarla büyümüştü.

O, yedinci yaşının Eylül ayında, anadili yasaklanarak köydeki ilkokula başlamış, Mart-Nisan gelince de artık Türkçe konuşan-okuyan-yazan biri olmuştu. Ve çok mutlu olmuştu.

O, 12 yaşında iken öğretmen olmak için öğretmen okulunun parasız-yatılı sınavını kazanmış ve çok uzaklara gitmişti…

O, yaşamın: çıkış-iniş ya da yengi-yenilgi dolu bir süreç olduğunu bilir, okumayı çok sever, hurafeye değil bilime inanır, araştırmaya, deneye önem verirdi. Ve tüm olgu ile algıları; akıl, mantık, bilim süzgecinden geçirerek yol almaya çalışırdı.

O, yürümeyi, yürürken düşünmeyi, kendisiyle konuşup didişmeyi çok severdi. Şimdi de sırtını yaslamak, çevreyi gözlemek, kendisiyle konuşup tartışmak ve dinlenmek için bir yer arıyordu. Ve çok aramadan isteğine uygun bir yeri bulmuştu.

Burası; Peri Suyu Baraj gölüne altmış derecelik bir açıyla bakan bir tepedeydi. Kürtçe “Dâd” derlerdi buraya. Burada da gökyüzünü dallarıyla kucaklayan, yaşlı fakat oldukça dinç ve kocaman bir meşe ağacı vardı. Hemen onun dikey-yatay çatlaklı gövdesine sırtını yasladı ve ayaklarını da onun serin duldasına uzattı. Derin bir nefesle ciğerini şişirdi ve aldığı havayı yavaş yavaş boşalttı. Ve sonra da içten bir ‘ooohhh’ çekti.

Oturduğu yerin tam karşısında, kale duvarları gibi yükselerek vadiyi belirleyen: dağ-tepe-düzlüklerde; Bingöl-Sancak ile Elâzığ-Karakoçan-Çan köylerinin yerleşke-mera-arazileri…

Oturduğu yerin sol tarafında: Bingöl-Kığı köyleri, sağ tarafında ise: Bingöl-Yayladere köyleri vardı.

Ve şimdi çok tenha görünen bu topraklarda bir zamanlar; okullar cıvıl cıvıl, tarlalar ekili, meralar hayvanlar … kısacası her yer yaşamın sesleriyle dopdoluydu.

Yaz mevsiminin sonu yaklaşıyordu, hafif hafif esen yel, koca meşenin yapraklarıyla oynaşırken, sararmaya başlamış çelimsiz kalmış olanları dalından hışırtıyla koparıp uçuruyor, güçlü olanları okşarcasına sarsıyordu. Oturduğu yerin 4-5 metre ötesindeki ‘Şekok’ ağacı da meşe ağacına ve onun garip misafirine bakıyordu.

O, yelin hışırtılı ezgilerini dinlerken iç sesi de dile gelmiş ve dudaklarında istemsiz kıpırtılar, akortsuz mırıltılar sıralanmıştı. Ve O, kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa misali, iç sesiyle yaşamı zor eden tüm aykırılıklara sövüp, söylenip dinleniyordu…

Her ne kadar şair: “Geçmiş geçmişte kaldı cancağızım” dese de pek de öyle olmuyordu. Geçmiş hiç yerinde durmuyor, geleceği sürekli tehdit ediyordu. Bu yüzden de sanki karşısına vadiyi boylu boyunca kaplamış kocaman bir perde asılmıştı. Bu perdede geçmişin tüm; acı-tasa-öfke-pişmanlıkları ile bir de henüz gün görmemiş-yaşanmamış geleceğe dair; kaygı-düş-korku-bilinmezlikler sıralanıyordu.

Ve akıyordu perdede susturulmuş coğrafyanın; günleri, ayları, mevsimleri, yılları, gerçekleri ve düşleri…

Zaten bu yükler yüzünden; pek çok uykusuz gecesi, çokça karmaşa ve duygusal boşluğu olmuş ve bunlar onu yorgun bırakmıştı.

Şimdi O, geçmişin yaşlı tanığına sırtımı dayamış, yarı uykulu yarı uyanık gözleriyle çevreyi izliyor-düşünüyor ve içinde saklı kalmış çocukluğunu arıyordu.

O zamanlar, Peri Suyu; birçok dere ve çaydan aldığı güçle üç mevsim coşku ile deli-dolu akardı. Yaz olunca debisi biraz düşer, o da dinlenir, sakinleşirdi. Fakat şimdi Peri Suyu; derin, karanlık, durağan bir göl olmuştu. Neşe ile yüzüp kaçışan atik balıkları yok olmuş, onların yerini tembel tombul sazanlar almıştı. Ve artık Peri Suyunun ne kelekleri ne de yolcuları kalmıştı.

O, çocukluk yaşantılarını pek anımsamasa da bir Peri Suyu anısını hiç unutmamıştı:

Altı yaşında kar-fırtınanın olduğu bir kış günü çok hastalanmıştı. Ateşi düşürmek için buzlu- sirkeli sular çare olmamış, sabaha kadar ateşler içinde kıvranıp sayıklamıştı.

Babası yine gurbetteydi…

Annesi alacakaranlık sabah ayazında komşu Hüseyin’i çağırmış, çocuğu sırtında Karakoçan-Çan nahiyesine götürmesini istemişti.

Orada, “penisilin iğne” yapılacak ve yavrusu iyileşecek…

Peri Suyu’nu kelekle geçtiklerinde, uğultular koparan rüzgâr eşliğinde yoğun kar yağışı…

O, yanakları alev alev olarak Hüseyin amcanın sırtında inliyor…

Annesi, sürekli ağlıyor ve dua ediyor…

Hüseyin amca da “abla ağlama” diyordu.

Nihayet dik patika yolu aşıp Çan’da bir tanışın evine varmışlardı…

Çağrılan ‘sıhhıyeci’ çığlığa aldırmadan iğneyi yapmıştı.

Üç-dört saat sonra ateşi düşmüş bir tas dolusu tutmaç çorbasını içmiş…

Ve aynı yolu izleyerek karanlık çökmeden köylerine dönmüşlerdi.

Hani nerede vadinin çok sesliliği, çok renkliliği, neşe kaynağı; kuzu, oğlak, tay, sıpaların birlikte ve ana-babalarıyla konuşup oynaşması.., Ya kınalı kekliklerin aile boyu konserleri, çevreyi koruyan kartal ve şahinler…

Neredeler şimdi?

Niçin sustu: ‘denbej û billûr’.

Ya, ‘beri’ yolunda ‘govend’ tutup ‘klâm’ söyleyen berivanlar?

Ne oldu arı ve kara kovanlara?

Sahipsiz kalan yaylalar, çayırlar, buğday, arpa, nohut ekilmeyen tarlalar…

İşte gördüğünüz bu coğrafya; insanıyla, hayvanıyla, toprağıyla susturulmuş, sindirilmiş!

Her hareket edişte sağ bacağına bir şey batıyordu, eğilip aradı, buldu o ısırık atanı. Bu, kapsül içinde bir meşe palamudu idi…

Palamudu avucuna aldı sevip okşadı ve önce Meşeye sonra Şekok’a baktı, selamlaştı ikisiyle.

Ve Kemal Burkay’ın “Ağıt” şiirinden üç dizeyi okudu onlara:

“Bir palamut düşer toprağa
Su yürür
İnatçıdır meşe ağacı, büyür …”

Artık, yorgunluğu azalmış dinginleşmişti ve şimdi daha kolaydı olguları anımsaması, kendisiyle didişip, söyleşmesi.

Ve düşündü ki:

Her tohum, bir parça toprak birazcık su bulunca, depreşip çatlatır kabuğunu ve ışık arar dal verip yeşermek için. Bahar işte böyle başlatır bir ömrü. Bahar gelince taşın, kayanın altında tutsak kalmış bir kök yaşamak için bir yol arar-bulur kendine. O ömür ki; anı, günü, haftayı, ayı, yılı, on yılları acı-sevinç-yem ile beslenerek, yenerek yenilerek, döl vererek, düşe-kalka yol alır…

Yaşam mücadele demektir. Güçsüz-çaresiz bırakılıp susturulan insana da doğaya suskunluk yakışmaz. Doğanın kuralı gereği elbet bir gün; toprağa su yürür, tohuma gün doğar, kök salar-filizlenir ve dik-özgür olarak yol alır.

Daha devam edecekti, etmedi.

Bir kez daha Şekok ağacına sevgiyle baktı.

Şekok da bu coğrafyada bakım istemeden ürün veren, sevilen bir armut ağacı cinsidir.

Sevilmeyen bazı Şekoklar aşılanır: “Hermi Rezi” olurlar. ‘Rezi’ armutlar daha iridir.

Bu yüzden O, kendisini ve onun gibi olan milyonlarca Kürdü aşılanmış Şekok’a benzetirdi.

Çünkü: Kürtçe, kendine özgü alfabesi, grameri, kuralları, kültürü, tarihi olan anadildir. Fakat inkarcılar; bu gerçekleri yok saymış, milyonlarca insanın anasıyla, anadiliyle konuşmasını, o dilde okuyup yazmasını yasaklamıştır!

Ve diyorlar ki; Onların anadili, kimliği, kültürü, coğrafyası ve tarihi yoktur! Onlar, Türk’tür!

Amaç: Kürtçe dilini ve kültürünü yok etmek…

Türk aşısı vurulmuş milyonlarca Kürt anadilini belki konuşabiliyor, fakat bu dille okuyup yazmayı biliyor.

Peki, sizce bu tuhaflık bir insanlık ayıbı değil midir?

Fakat biliyor musunuz, bu dil ve kültür durmaksızın yeşerip gelişiyor, çünkü onun tarihsel birikimini ve köklerini kurutamıyorlar.

Bu yüzden yasaklarla; Kürtçe düşünenlere, rüya görüp, hayal kuranlara engel olamıyorlar! Ve çok üzülüyorlar…

Bir halkın dilini kültürünü geçmişini, kimliklerini yok etmek düşmanlıktır/zalimliktir.

Peki, bu düşmanlık niye?

Oysa diller, kültürler zenginliktir ve kimseye zarar vermezler!

Dillerin yardımıyla toplumsal zorluklar aşılır, uzlaşı, birliktelik ve barış sağlanır.

Belki de O; bu satırları, aşılanmış bir dille değil de kendi anadiliyle yazmış olsaydı daha çok beğeni alırdı.

O’na, arkadaşları sık sık: “Kürtlerin hangi hakları yok ki? diye sorarlarmış.

El insaf!..

Anadilleri yasaklanmış onların!

Daha ne olsun ki?

Oturduğu yerden silkelenerek kalktı ve yüksek sesle bir bilgenin iki dizesini söyledi:

Bazen anmak gerekir, anılmak için.
Bazen de susmak gerekir, duymak için…

Şems-i Tebrizi

Ve, evleri karşı tepeye sıralanmış susturulmuş köyüne doğru yürümeye başladı.

Not: Bu yazı 09.01.2025 günü ‘PAZARTESİ 14’de yayımlanmıştır.

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

MEB ile DİYANET / Emin Toprak

06.01.2025

MEB ile DİYANET

TBMM, ‘Aralık’ ayı bütçe görüşmelerinde çok hareketli günler yaşar.

‘Atanmış bakanlar’; kendilerinden habersizce hazırlanan, sınırları belli olan ‘değiştirilemez’ bütçelerini alarak TBMM’ye gelirler. Yasa gereği: bu bütçenin TBMM görüşülüp onanması gerekiyormuş.

Zaten, meclisteki sayısal çoğunluk, bu bütçenin ‘değiştirilmez’ olduğuna inanmıştır. Zaten, muhalefetin ‘seçilmiş’ vekilleri etkisiz-yetkisiz kalmıştır.

Muhalif vekillerin kimileri: üzgün-gergin-mahcup-utangaç olsa da fırsat bulmuşken, yoksul halkın sorunlarını ve gasp edilen haklarını dile getirir. Kimileri de bu fırsatta: “Vatan-Millet-Sakarya” diye seçmenlere selam gönderir.

İşte böylesi ortamda yapılan görüşmelerde sesler de tansiyonlar da yükselir.

Fakat sonuç hiç değişmez ve ‘değişmez’ bütçe geldiği gibi kabul edilerek hazırlayan makama “arz” edilir.

2025 bütçesi de aynı şekilde kabul edilip gereği yapılsın diye arz edildi.

Peki ben size bu bilindik özeti niçin yaptım?

Çünkü; bir ‘Bakanlık’ olmayan Diyanet İşleri Başkanlığı 130.1 milyar TL olan 2025 bütçesi: İçişleri/ Dışişleri/ Enerji ve Tabii Kaynaklar/ Kültür ve Turizm/ Sanayi ve Teknoloji/ Ticaret / olmak üzere tam 6 Bakanlığı geride bıraktı.

Çünkü; bu bütçe teklifinde, “Din Hizmetleri ve Yaygın Din Eğitimi” için de 127 milyar 269 milyon 146 bin TL ayrılmış! Peki, Diyanet’in “Din Hizmetleri ve Yaygın Din Eğitimi” birimi bu bütçe ile ne yapacak? Tabii ki yapışık ikiz haline geldikleri MEB sahalarında çalışacaklar.

Çünkü; Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) gelecek nesli, özgürlüğü ve özgünlüğü olmayan “kullar” yetiştirmek istiyor. Bu amaç için MEB, Diyaneti, Tarikatları ve Dinci Vakıfları birer Sivil Toplum Örgütü (STO) saydı ve onlarla işbirliği yaptı. Böylece, onların ‘Sünni’ elemanları okullarda: “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum Projesi” (ÇEDES) için birer uygulayıcı ve eğitimci oldu.

(Acaba başarırlar mı? Diyenlere cevabımdır: Evet, %1(Yüzde bir) başarı kazanmak bile onlar için başarı, bizim için başarısızlık ve yenilgidir).

İşte, bunları bilmeyenler duysun, bilenler hatırlasın ve birlikte düşünelim istedim.

***

Milattan önceki on binlerce ve sonrasındaki 2025 yıl, insanlığa dedi ki:

Tüm bilimler; deney, gözlem, araştırma ve sorgulamalar sonucu oluşur.

İnançlar ise; ruhsal ve kişiye özel inanışlar oldukları için deney, gözlem, araştırma ve sorgulamaya kapalıdır.

O halde diyebiliriz ki, dünyadaki hiçbir dini öğreti ve hiçbir dini kitap bilimsel değildir.

Fakat bizler demokratik bir anlayışla; kişiye saygıyı esas alır, onun tüm inanç ve değerlerini saygın görürüz. Ayrıca da inancın herkesi değil, sadece ona inananı bağladığını kabul ederiz…

NOKTA.

*

Evet, eğitim bir bilimdir ve yurdumuzdaki uygulayıcı da MEB’dir.

Peki MEB, bilimsel olmayan, ruhsal alanla ilgili olan; Diyanet, Tarikatlar ve Dinci Vakıflardan niçin eğitimci ve eğitim desteği alabilir?

Bu tuhaflık neden/niçin hangi amaçlarla oluşmuştur ve karanlık perdenin arkasında neler olup bitiyor?

Diye sorup bakındıkça:

Dünya bilişim çağında ve “Yapay Zeka” ile yol aldığını…

Çıkar savaşları altta kalanların canını yakarak devam ettiğini…

Yurdumuzda da:

Emekliler, işçiler, işsizler yoksul, aç ve güvencesizliğini…

Bir tost alacak parası olmadığı için aç kalan ilk-orta-lise öğrencilerini…

Barınacak yeri olmadığı için kazandığı üniversiteye kayıt yaptıramayan gençleri…

Her gün başka ülkede para ve yatırımcı arayan Maliye Bakanını…

MEB’in ortaçağ hurafeleri ile uğraştığını…

Ve bir de: “İtibardan Tasarruf Olmaz” diyen büyüklerimizi görürüz.

İşte bu büyükler ya da “Devlet Ricali” için: vatandaşın ne durumda olduğu hiç önemli değildir. Onlar; “İtibardan Tasarruf Olmaz” diyerek; saraylar, köşkler yapar, ekolojik dengeyi bozan madenler için ruhsat verir, müşterisiz yollar, tüneller yaparlar. (Tabii ki, ülkenin birer kara deliği olacak bu işleri de adrese teslim ihalelerle yandaşlarına yaptırırlar)

Ayrıca bu devlet ricalinin; kara, hava ve denizde yol alan en pahalı ve zırhlı binlerce taşıtı var.

Dünyada ender görülen bu taşıt konvoyu yüzlerce koruma eşliğinde yurtiçi ve yurtdışında sürekli geziyor.
Fakat, işsizlik-yoksulluk yüzünden yollarda trafikte yoğunluğu da var. Korumalar da “Yol hakkı büyüklerindir.” diye; korna çalarak, çakar lamba yakarak, sözle tehdit edip korku salarak halkın yolunu keserler.

Ve bu şaşaalı düzenleri hep sürüp gitsin istiyorlar. Bunun için de görevi: çağdaş-demokratik-laik-bilimsel ilkelere uygun eğitim olan okullara zorunlu din dersi ve seçmeli derslerle imam-hatip okullarına benzettiler. Ve bu eğitimin amacı da soru sormayan, emre itaat eden, kindar ve dindar nesiller yetiştirmektir.

*

Ve MEB çağdaş anlayışla kamu hizmeti veren belediyeleri engellemek için İçişleri Bakanlığına gönderdiği yazıda bakın özetle neler yazmış: “Kreş eğitim yuvasıdır. Eğitim milli eğitimin işidir. Yenisini açtırmayın, eskisini kapatın.” diyor.

“Eğitim milli eğitimin işidir.” sözü yıllarca MEB Müsteşarlığı yapan bakana hiç yakışmıyor değil mi?

Acaba bu bakan eğitimin tanımını bilmiyor mu?

Çünkü eğitim; yaygın ve örgün olarak yaşamın olduğu her yerde: evde, sokakta, tarlada… ve okulda vardır.

Çünkü; işbirliği yaptığı: Diyanet, Tarikatlar ve Dinci Vakıflar da harıl harıl yaygın eğitim veriyorlar.

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Bir yerde yoksulluk varsa… / Emin Toprak

23.12.2024

Bir yerde yoksulluk varsa…

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’in enflasyon verilerini hangi kıstaslara göre belirlediğini sakladığı gibi, asgari ücretle çalışanların sayısını da ‘sır’ gibi saklıyor. Fakat çeşitli araştırmalar; ülke çapında asgari ücret ve civarı ücretle çalışanların yüzde 50’si, özel sektör ise bu oranın yüzde 70,4 olduğunu gösteriyor.

Sevgili okurlarım;

Her yılın Aralık ayında gelecek yılın bütçesi hazırlandığı için bu ay gelince asgari ücretli halk hayal kurar umutlanır. Bu yüzden bugünkü yazıma; emeğinin karşılığını alamayanlara ve onların beklentilerine ayırmak istedim. Sonra vazgeçip bütçeleri çokça tartışılan eğitim ve diyanet sistemine dair yazmak istedim. Sonra yine vazgeçtim. (lütfen bu kararsızlığımı hoşgörünüz).

Şimdi göreceğiniz gibi satırlarım beni Aralık ayının karanlık arşivlerine götürdü.

***

Günümüz ile önceki yıllara ait toplumsal arşivimiz; yüzleşmekten korkarak, unutmak, yok saymak ve yok etmek isteğiyle sürekli halının altın süpürülmüş pek çok acı, yokluk, utanç, hukuksuzlukla dolu. 2024 birkaç gün sonra çekip gidecek. Onun da ahlarla dolu bir bagajı var ve onu 2025’e miras bırakacak.

Arşive girmişken farklı yılların Aralık aylarında yaşanıp karanlıkta kalmış sadece birkaç olayı sizlere de anımsatmak istedim:

“MARAŞ KATLİAMI”: (19-26 Aralık 1978) Yedi gün-gece süren olaylarda; faşistler evlerini işaretlediği Alevilerden 111 kişiyi vahşice öldürmüş, 559 ev ile 290 işyerini de yakIP, yıkıp, tahrip etmişlerdi.

*

“CEZAEVLERİ KATLİAMI”: 19 Aralık 2000 günü cezaevlerini F tipine çevirmek uğruna; 30’u tutuklu, 2’si asker 32 kişi öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştı.

*

“ROBOSKİ KATLİAMI” 28 Aralık 2011 THK’ne ait F-16 savaş uçakları aldıkları emirle: Irak’ın kuzeyinden mazot ve kaçak gıda getiren 17’si çocuk 34 kişiyi ve yük taşıyan katırları bombalarla katletti.

*

“PARALARI SIFIRLA”: 17/25 Aralık 2013 günlerinde baba-oğul ve çokça devlet büyüğü ile hayırsever tedarikçileri arasında hemen herkesin dinlediği çok samimi muhabbet kayıtları ortaya çıkmıştı. Ancak, bu kayıtlar; yasal yollardan değil de “Fetö Kumpası” soncu toplanmış kabul edilmiş. Muhabbet edenler mağdur ve “sıfırlanan paralar” da “helal” sayılmıştı. Yani bu kayıtlar için de ‘gereği’ yapılmamıştı.

*

“TRUMP”: Yeniden ABD Başkanı seçildi. Esad rejiminin dirençsiz olarak yıkılınca 18 Aralık 2024 günü: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı için: “Çok akıllı bir adam ve çok güçlü… Suriye’nin anahtarı Türkiye’nin elinde olacak. Bunu söyleyen kimseyi duymamışsınızdır ama bu böyle.” Dedi. İşte bu sözlerin verdiği güçle Erdoğan da: “Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782 bin kilometrekareyle sınırlandıramayız. İnsan nasıl kaderinden kaçarak kurtulamazsa Türkiye ve Türk milleti de mukadderatından kaçamaz, saklanamaz.” dedi. Anlaşılan o ki özenle seçilmiş sözler bir: “Osmanlıcılık Düşü” depreşmesi ve hedefinde Kürtler var. Demek ki, Sn. Erdoğan: Trump’ın 18 Ekim 2018 günü yazıp dünyaya ilan ederek diplomasi arşivine kazandırdığı o ünlü “Aptallık Etme!” mektubunu ve ‘dostça’ uyarılarını unutmuş.

*

“YARGITAY ÜÇÜNCÜ DAİRESİ”: (Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin Hatay milletvekili Av. Can ATALAY için verdiği: “hak ihlali” kararına uymamış hem de kararı veren AYM hakimleri için suç duyurusunda bulunarak ün kazanmıştı). 13 Aralık 2024 günü de 8 yıl önce, Atatürk Havalimanı’nda 45 insanı katledip 46’şer kez ağırlaştırılmış müebbet cezası almış olan 6 IŞİD’liyi hiçbir önlem-kısıtlama olmaksızın serbest bırakmış. (Sanırım bu karar da karanlık arşivlere girecek. Kararı bir yüksek yargı organı vermiş ve benim bu karara dair neden-niçin sıralama yetkim de yeterliliğim yok. Fakat şaşkınım, çünkü ortada 45 canı yok eden 6 kişi, bir de çokça savcı-yargıç ve savunman görüşüyle verilmiş bir karar var. Acaba, Yargıtay 3. dairesi, bu karar hangi amaç, gerekçe, felsefe ile geçersiz saymış.

Sizce de bu sonuç çok garip değil mi?

Nerden nereye…

***

Yukarıdaki birkaç örnek anımsatmadan eğer bir çıkarım yapacak olursak: “Halktan yana olmayan tüm iktidarların amacı; halkın yaşamını zorlaştıran olguları saklamak ve unutturmak olmuştur! Diyebiliriz.

İşte bu yüzden iktidarlar sürekli olarak; gerçeklere ulaşmayı zorlaştıran, engelleyen yalan ve algılarla sıkıca örülmüş ışık geçirmez perdeler üretmiş, bu tuzaklarla karanlık uygulamalar yapmışlardır.

Evet, AKP iktidarı da çokça acı, yokluk, hukuksuzluk dolu bir bagajı teslim almıştı. Fakat, 22 yıllık uzun ömründe, bu bagajı temizlemediği gibi uygulamalarıyla bagajı; “karesi-küpü” olarak arttırmış ve arttırmaya devam ediyor.

Şimdilik bir rakibi de pazarlama sorunu da yok gibi.

Çünkü, bu iktidarın karanlığı ‘kader’ bilen, aydınlıktan korkan pek çok müşterisi var.

Ve çok satıyor!

Hukuk yoksunu zor günlerden geçiyoruz.

İç sesimiz her gün dile gelerek buyruk verircesine: “Çocuklarımızla birlikte çok çektik, bari torunlarımız yaşamasın bu zorlukları, bari onların iyi günleri olsun!” Diyor.

İşte yılın son ayının üçte ikisini de geçtik!

Güneş biraz daha erken doğup günleri uzatacak.

Artık, çocuklar ortalık biraz daha aydınlanınca okullarına varacaklar.

Ve “karanlık perde” üreticilerinin de halkın iradesiyle, çekip gidecekleri kesin…

Peki ya yaşanmışlıkların sızıları?

Önümüz kış!..
Yoksulluk bitmedi. Yoksullukta birleşen kısık sesli on milyonların üstüne daha bir de soğuk karlar yağacak…

Yaşamda tek yönlü hiçbir neden-sonuç ilişkisi yoktur-olamaz.

Örneğin, kötülük yoksulluğu, yoksulluk da kötülüğü besler.

Ve eğer bir yerde yoksulluk varsa her şey vardır!

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

KOMŞULUK / Emin Toprak

16.12.2024

KOMŞULUK

Komşuluk, birbirine selam vermek, el uzatmakla başlayan en eski bir insanlık değeridir. Komşuluk bugüne gelinceye kadar pek çok toplumsal süzgeçten geçmiş, çokça deneyimle test edilmiştir.
Bu insani ilişki; komşu aileler, mahalle, köy, kent sırasını izleyerek başka ülkelere uzanarak evrenselleşir.

Bunun için her toplumun; masal, destan, öykü, roman, şiir, türkü, şarkısına konu olur. Bunun için tüm din-dil-töre-ahlak-hukuk-kültür-sanat sistemlerinde önemli bir yeri vardır.

Hemen herkes:

“Komşu dar gün dostudur, onun komşusunun malında gözü olmaz.

Komşu, komşusunu dinler-anlar, ona moral-destek verir, onun sevinç ve acılarını paylaşır…” Diyor.

Bunun için de her kültürde: “Ev alma komşu al.” “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” benzeri atasözleri vardır.

O halde, eğer günümüz ve gelecek nesillerimiz için güvenli bir yaşam istiyorsak, çocuklarımızı; komşularla dostça ilişki kuran, omuz omuza duran, barışık bireyler olarak eğitmeliyiz.

O zaman da insanlar göz-göze konuşur, birbirine el uzatır, duygudaş olur ve birbirlerine kötülük değil iyilik dilerler.

Çünkü, duygudaşlık, birlikte yol almanın en güçlü yakıtı olan sinerjidir. Sinerji, güçlerin toplamından daha büyük olan kuraldışı bir insani güçtür. Bu güç saygıyı esas alır ve insanlığa; onurlu-güvenli-huzurlu kazanımlar sağlar. Tarafların karşılıklı; sevgi-saygı-güven-dürüstlük ile devam eder. Başkalarına zarar vermeyip, içişlerine karışmadıkça da sürüp gider.

Her ailede olduğu gibi her komşunun da iç sorunlar vardır. “Komşuluk” için yaşayarak oluşmuş bazı etik kurallar vardır. “Birbirinin içişlerine karışmama” en öncelikli ve önemli kuraldır. Bu kural gereği sorunları ile baş etmeyi, komşularımıza bırakmalı, eğer o isterse yardım etmeliyiz. Eğer komşusunun içişlerine izinsiz karışılırsa o zaman komşuluk biter.

Komşular arasındaki; inançsal, sosyal, politik, ekonomik, kültürel bazı farklılıklar da sorun üretebilir. Böylesi sorunlara da ancak karşılıklı saygı, güveni esas alan barışçı bir dille çözüm bulunabilir.

***

Komşumuz Suriye

Osmanlı İmparatorluğu, pek çok etnik grup ve inancı barındırıyordu.
Suriye de 1516-1918 yılları arasında Osmanlı’nın himayesindeydi. Ancak, Osmanlı yenildi, parçalanıp toprak kaybına uğradı ve sınırları değişti.

Bu nedenle 1918’de demiryolunun alt tarafında ev-arazisi olan Suriyeli… Demiryolunun üst tarafında ev-arazisi olan ise Türkiyeli sayılmıştı. Bu mekanik paylaşımla; aynı etnik yapısı, inancı, dili olan sülale ve akraba aileler parçalanmış, kardeşlerden kimi Türkiyeli, kimi Suriyeli olmuştu.

Ve Türkiye ile en uzun sınırı (911 km.) olan komşu ülke de Suriye olmuştu.

İki komşu ülke arasında zaman zaman bazı sorunlar yaşansa da Suriye ve Türkiye dostluğu 2008 Haziran’da en üst seviyeye çıkmış ve Devlet Başkanı Beşşar Esad ile Başbakan Recep T. Erdoğan Bodrum’da buluşup ailece tatil bile yapmıştı.

Türkiye ve Suriye’nin birçok benzerliği de vardı. Örneğin:

İki ülkede de sık sık askeri darbe yaşanmıştı.

İki ülke de demokrasi yoksunu, yoksul kalmıştı.

Türkiye’de “Tek Adam” Erdoğan’ın 22 yıllık saltanatı devam ederken.

Suriye’de “Tek Adam” olan Esad’ın 24 yıllık saltanatı 8 Aralık 2024’te (7 gün önce) son bulmuştu. Despot Esad, köşk ve saraylarını bırakıp, halkın milyar dolarlarını çalarak Moskova’ya sığınmıştı.
Peki, komşumuz Suriye’de neler neler olmuştu:

Temmuz 2011’de ABD, İngiltere, Fransa gibi emperyalist güçlerinin isteği ve Türkiye’nin katkısıyla Suriye’deki despot rejimi yıkmak için iç savaş başlamıştı.

Böylece Türkiye-Suriye komşuluğu ve dostluğu son bulmuş, Esad, Eset olmuştu.

Çatışmalarda büyük acılar yaşayan Suriye halkı can derdine düşüp, evini-barkını bırakmış ve çok büyük gruplar halinde komşu ülkelere, en çok da Türkiye’ye sığınmıştı.

Rusya ve İran’ın desteklediği Suriye rejimini yıkmak için 29 Temmuz 2011’de firari Suriyeli subaylarca “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO), 2017’de Türkiye’nin; finansman, eğitim ve askeri desteğiyle “Suriye Milli Ordusu” (SMO) kuruldu.

SMO daha çok; Özbek, Uygur, Çeçen ve Kafkasya’nın diğer yerlerinden gelmiş, talancı-yağmacı-öfkeli-kindar teröristlerden oluşmuştu.

Türkiye her ortamda “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız” diyor. Fakat TSK vasiliğinde SMO’yu besleyip, donatıyor, onlar da Suriye kent ve kurumlarını talan ve işgal ediyordu. Ayrıca, Suriye’deki Kürt yaşam alanlarına da karadan ve havadan sürekli “Harekât” düzenliyordu.

İşte o “Harekâtlar”:

“Fırat Kalkanı Harekâtı 24.08.2016”-“İdlib operasyonu”:8.10.2017,
“Zeytin Dalı Harekâtı 20.01.2018”-“Barış Pınarı Harekâtı 9.10.2019”
“Bahar Kalkanı Harekâtı 27.02.2020”

“Zeytin Dalı Harekâtı”nın özeti de şöyle:

Suriye’nin yüzde doksanı Kürt-Alevi olan bir kentiydi Afrin. Ve Türkiye, 20 Ocak 2018 günkü “Zeytin Dalı Harekâtı” ile bu kenti ele geçirdi. Halkı çok büyük acılar yaşadı ve sağ kalanlar evini-bağını-bahçesini bırakıp göç etti.

Daha sonra Afrin’de yaşananları kısaca özetlersek:

  • Pek çok kişi işgal edilen Afrin’i Türkiye’nin 82’nci kenti saydı.
  • Hatay’dan yönetilmeye başlandı ve parası TL, dili Türkçe oldu.
  • Telefon sistemi, okul, sağlık ocağı, hastane, elektrik sistemleri Türkiye’ye bağlandı.
  • Kentin güvenliği TSK tarafından yetiştirilen ÖSO verildi.

Sonuç: KOMŞULUK değerleri yok edildi.

Demokrasi yoksunu Suriye ile Türkiye karşı karşıya geldi ve Suriye Devleti tarih arşivine girerek yok oldu.

Pek çok ülke gibi Türkiye’nin de “terörist” ilan ettiği HTŞ Suriye yönetimini ele geçirdi.

Suriye halkları; sosyal, politik, ekonomik, psikolojik çöküntü içinde kaldı.

Şimdi de Türkiye; “Terörist” ilan ettiği HTŞ ile ele ele ve yağmacı ÖSO çeteleriyle ile de gururlanıyor.

O, bilindik yandaş betoncu müteahhitler ve hamileri de kıs kıs gülüp avuç ovuşturuyor..

Çünkü; Suriye bu sömürücü azınlık için iştah kabartan “ekmek teknesi” bir enkaza dönmüş durumda…

Suç işleme özgürlüğü olanlar yine Kürt düşmanlığına devam ediyor!

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Bariyerler Kimi Koruyor? / Emin Toprak

02.12.2024

Bariyerler Kimi Koruyor?

Fiziki olarak zarar görmeden, acı çekmeden güven içinde yaşamak her canlı gibi her insanın temel duygusu ve hakkıdır.
İnsanlar kendilerine yaşanacak ortam sağlamak için doğanın güç ve zıtlıkları ile sürekli mücadele ederler.

Birbirleriyle de duygularını paylaşır, tartışır, yarışır, empati yapar ve “Daha güvenli bir yaşam” uğruna nice bedel öderler. Kısacası insanlar; güvenli ve mutlu bir yaşam için çokça mutsuzluk yaşarlar.

İlk devletlerin oluşumu da böyle başlamıştır. Çünkü devlet, halka hizmet için güçlerinin uyumlu birlikteliği ile oluşan bir organizasyondur. Devletin asıl amacı da: birlik olmanın sağladığı ‘sinerji” ile ayrım yapmadan tüm halkın yaşamsal sorunlarına çözümler bulmaktır. Bu yüzden de devlet: ‘ana-baba-ulu-kutsal-değerli’ sayılmıştır.

Ne yazık ki zamanla devletler, kucaklayıcı-koruyucu kamusal görevlerini unutmuştur.

Hemen her ülke, saldırılardan korunmak için kalıntıları günümüze ulaşan çokça kale, kule, sur, saray ve zindan yapmıştır.

Ancak, ‘egemen güç’ ülkesi içinde güçlenip büyümekle yetinmez!.. Komşu ülkeden de: toprak, ganimet, cariye, köle almak ister. Bunun için buyruk verir savaş olur.

Kapitalist-emperyalist-faşist savaşta: saldırır-yener-yenilir-öldürür-ölür insanlar.

Devletler kazanır-kaybeder…

Acılar ardıllara miras kalır.

Dünyadaki kapitalist-emperyalist-faşist düzenler sonucu, belki birçok ülke zengin olmuştur.

Fakat egemenlerin: “hepsi benim olsun” anlayışıyla; ülke halkına refah payı verilmemiş, sömürüye devam denmiştir. Ve bu yüzden de, her ülkede ezilenler hep çoğunluk, ezenler ise hep küçük bir azınlık olmuştur.

Devletlerin yeni görevi de:

Emeği sömüren, hakları gasp eden ve doymak bilmeyen egemen güçleri korumak…

Emek sömürüsü istemeyen, hak, hukuk, adalet isteyen: köylü, işçi, işsiz, memur ve yoksullara tuzak ve barikat koymak olmuştur..

Bu genelleme, sadece bir ülke için değildir. Günümüzde hemen hemen tüm devletler, ülkelerinindeki egemen güçlerin emrindir ve onlara hizmet ederler.

***

Biraz da yurdumuzda olup-biten güncel olgulara bakalım:

Çünkü bugünlerde; işsiz, güvencesiz, yoksul kalmış: köylü, işçi, memur, öğrenciler meydanlarda, yollarda…

Çünkü onların; ormanı, merası, madeni, suyu, fabrikası, okulu, hastanesi çıkar çevrelerine ikram edilmiş!

Çünkü onların; insan hakları ve özgürlükleri yok sayılmış!

Çünkü onlar; işsiz, güvencesiz, yoksul bırakılmış!

Çünkü bu insanlar ‘insanca’ yaşamak istiyor ve yaşadıkları haksız ve hukuksuzları herkes duysun, seslerine ses versin, manevi destek olsun ve olanları başka kimse yaşamasın istiyorlar. Bu amaçla toplanıyor, yürüyor, direniyor, haykırıyorlar.

Çünkü; dağa, toprağa, ağaca, aşa, işe, insan ve canlılara zarar veren zalimler çoğaldı.

İşte iki örnek:

Birinci örnek, Çanakkale’den:

Çanakkale’de doğa katliamı var!
Cengiz Holding ve benzerleri rant firmaları dur-durak-doymak bilmiyor. Sıraya girmiş yerli-yabancı şirketler arasında, bilindik olanlar yine sıranın en başındalar… Yine maden ocağı, JES ve termik santrallar için; ormanı, tarım arazilerini ve yaşam alanlarını yok edecekler.

Yaşanacak doğa felaketler için o yörenin köylü, kentli tüm halkı endişe-korku içinde.

*

İkinci örnek, Ankara’dan:

Nallıhan ilçesi Çayırhan Termik Santrali kâr eden ve 500 işçisi bulunan bir kamu kuruluşudur. Ve işçiler aileleri ile birlikte kuruma ait lojmanlarda oturmaktadır.

Şimdi bu sorunsuz kurum için, ‘kamu yararı gözetmeden’ bir özelleştirme kararı alınmış!.. (Ve kim bilir bu kârlı kurumu da kim bilir hangi yandaşa peşkeş çekecekler!)

Çayırhan Termik Santrali işçileri işsiz, aile evsiz, aşsız, çocuklar okulsuz kalacaklar. Bu acılar yaşanmasın diye ailece direnişteler

**

Şimdi de demokrasi ayıplarından birkaçına bakalım:

“Demokrasi ayıbı” dedim ya, bu söz için üç ‘çünkü’ sayabilirim:

Çünkü; demokrasi halkın özgür iradesiyle var olan bir yönetim biçimidir. Eğer bir ülkede halkın iradesi yok sayılmışsa, bu büyük ayıp demokrasiyi bitirir.

Çünkü; Ahmet Türk, 2016, 2019 ve 2024 yerel seçimlerinde Mardin Belediye Eş Başkanlığını (her seferinde oy artırarak) kazandı. Ve fakat üç kez de görevden alındı!

Çünkü; 2024 Haziran-Kasım arasında: Hakkari, Esenyurt, Mardin, Batman, Halfeti, Dersim ve Ovacık Belediyelerine kayyumlar atandı. Böylece oy kullanan halka: oyunu saymıyor ve iradeni tanımıyorum denmiş oldu.

Peki, demokrasi için bunlardan daha büyük bir ayıp olabilir mi?

***

Birkaç ayda yaşananlardan sadece birkaçını saydım. Fakat her seferinde de bu demokratik hak ve istekler devlet güçlerince engelleniyor.

Ne acıdır ki, hak arayanları engelleyen: polis, jandarma ve askerlerin tümü yoksul halk çocuklarıdır. Onlar emir alan ‘neferler’ oldukları için aldıkları emirle hak arayan; anne-baba-kardeş-akraba-komşu yani yoksul halka karşı duruyorlar. Hem de telaş içinde ve öfkeli-kinli bakışlarla…

Henüz mağdurlar isteklerini, ‘yetkiliye’ anlatma fırsatı bulamamışken, ‘güç’ gösterisi başlar. Bariyer-engeller konur ve su-gaz sıkma, cop sallamalar başlar.

Bu telaş neden? Neden! Niçin!

Cevap sız kalan soru ve çığlıklar devam etse de hak arayanlar, haklı olanlar engellenir. (Hani; “Ağaç baltaya demiş ki: Beni kestiğine değil sapının benden olduğuna yanarım.” derler ya, ne yazıktır ki yaşanan tam da böyle bir durum.)

Bununla da yetinmezler bir de: “Halkı kin, nefret düşmanlığa tahrik ve aşağılama etmek…” suçlamasıyla bir yargılama başlatırlar…

İşte yaşananlar ayan-beyan duruyor.

Şimdi de en yetkili kimse ona üç soru sorup yazımızı noktalayalım:

Sizin önlerine bariyer koydurduklarınız: dağını, toprağını, ormanını, ağacını, aşını, işini, oyunu, haklarını, özgürlüğünü korumak istiyor, siz onlardan ne istiyorsunuz?

Acaba kim, kimi: kin, nefret ve düşmanlıkla tahrik edip aşağılıyor?

Peki, o bariyerleriniz kimi-neyi koruyor?

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Bebek ve Çocuk Çığlıkları / Emin Toprak

 

24.11.2024

Bebek ve Çocuk Çığlıkları

Pek çok kişi gibi ben de zor günlerin ikileminde kalmış karasız biri olarak, kendimle didişiyorum.
Günlerdir, bir yanım:

“Haksızlıkları gör-duy-oku-düşün-yaz!”

Bir yanım ise:

“Çık sokağa hesap sor, bağır çığlık at!”

Diyor.

Ben ise olanları: görüyor, dinliyor, araştırıyor, okuyor ve iç çığlıklarıma ses vermeden susup otuyorum.

Susmak niye?

Görmek, duymak, okumak, sormak, düşünmek, yazmak ve haksızlıklara karşı durmak birbirini besleyen, geliştiren, var eden birer olgu değil midir?

‘İnsan’ olduğum için, zaten olup bitenlerden herkes gibi benim de pay ve sorumluluğum var.

Olmaması gereken, olanları çaresizce kabullenip ve susmaktır.

Buna karşın niye ikilem yaşayıp da susuyoruz, bu ne kadar da saçma!

Olması gereken ise haksızlıklara çare-çözüm bulamayan 22 yıllık iktidar sistemini sorgulayıp, ondan hesap sormaktır.

***

20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü!..

Haklar; bireylerin güven içinde, sağlıklı ve özgür yaşamasını sağlar. Bugün, çocuk haklarına konan engelleri kaldırmak, bataklıkları kurutmak ve karanlıklara ışık tutmak içindir.

Gel gör ki, yurdumuzun birkaç güncel manzarası da:

Çokça ‘Narin’ çocuğun, hunharca yok edildiğini…

Çıkar sağlamak için, hastanelerde sağlık personelinin emir-katkı-gözetimi altında ölüm çeteleri kurulduğu, bunların “Yeni Doğan” bebekleri vahşice öldürdüğünü…

Tarikat dehlizleri ve devlet kurumlarında “korunan(!)” çocukların işkence, taciz, tecavüz gördüğünü…

Çocuk gelinlerin çoğaldığını, yoksulluk nedeniyle çocukların alev alev yandığını …

Söylüyor!…
Böyle bir iklimde kutlanacak: “Dünya Çocuk Hakları Günü”!

Günün hikayesi de şöyledir:

Birleşmiş Milletler 20 Kasım 1989 günü “Çocuk Hakları Sözleşmesi”ni benimser ve 2 Eylül 1990’de yürürlüğe koyar. Türkiye dahil 196 ülke de imzalar.

Türkiye Cumhuriyeti, sözleşmeyi 14 Ekim 1990’da imzalar ve 27 Ocak 1995’te de yürürlüğe koyar. Ancak; ‘Sözleşme’nin 17. 29. 30. maddeleri için “İhtirazi Kayıt” düşmüştür. (“İhtirazi kayıt”: hak kullanma hakkını saklı tutmak, engellemektir.)

İşte o maddeler:

MADDE:17 (5 fıkradan oluşur ve bence “İhtirazi Kayıt” 4. fıkra içindir)
4. fıkra: “Kitle iletişim araçlarını azınlık grubu veya bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine özel önem göstermeleri konusunda teşvik ederler;”
MADDE:29 (2 fıkra 5 benttir. Ve bence “İhtirazi Kayıt” şunlar içindir):
– 1. fıkranın 3. bendi: “Çocuğun ana–babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi;”
– 1. fıkranın 4. bendi de: “Çocuğun, anlayışı, barış, hoşgörü, cinsler arası eşitlik ve ister etnik, ister ulusal, ister dini gruplardan, isterse yerli halktan olsun, tüm insanlar arasında dostluk ruhuyla, özgür bir toplumda, yaşantıyı, sorumlulukla üstlenecek şekilde hazırlanması;
MADDE:30 (“İhtirazi Kayıt” tüm madde içindir): “Soya, dine ya da dile dayalı azınlıkların ya da yerli halkların var olduğu Devletlerde, böyle bir azınlığa mensup olan ya da yerli halktan olan çocuk, ait olduğu azınlık topluluğunun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma ve uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz.” (“İhtirazi Kayıt” ve olasılıklarını ben sıraladım, yorumlamasını da siz sevgili okurlarıma bırakıyorum).

***

Bir zamanlar duyar, görür, okurduk:

Kentlerin arka sokaklarında ve yolu olmayan, olan yolları da kapalı olan tenhada unutulmuş, kimsesiz kalmış kentler ile köylerde yaşanan acıları…

Oralarda; çokça bebenin; kimisi ana karnında (henüz dünyaya merhaba demeden) bir başına, kimisi anasıyla birlikte, kimileri de merhaba dediği dünyada sadece birkaç gün yaşayıp kendi iç ateşleri ile ölürdü.

Bu ölümlerde; ne bir kazanın darbesi, ne de bir savaşın yarası vardı, bunlar sadece kimsesiz bırakılmanın sonucu ölümlerdi.

Bu ölümler: ihmalin, yokluğun, ezikliğin, çaresizliğin, başeğişin duyulmayan birer çığlığıydı.

Bu çığlıklara çare-çözüm bulmakla görevli olanların da çare-çözüm bulmak yerine, çokça bahaneleri vardı ve bunlar:

“Kış, kar-tipi-fırtına-çığ var!”

“Yol yok, yollar kapalı!”

“Kaderleri buymuş / böyleymiş!”

“Takdiri ilahiyle melek oldular!”

… diye sürüp giderdi…

Peki, ya şimdi! Ne diyecek hangi bahanelere sığınacak 22 yıldır ülkeyi tek başına yöneten iktidar?

Çokça kamu kuruluşunu işlevsiz bırakıp, çökerttiğini…

Ülke temelinin dayandığı hukuk-güvenlik-sağlık-eğitim ve kamu kaynakları için ne “oldu bittiler” yaşattığını…

Özetlersek;

1. Hukuk sisteminde:

Kuvvetler ayrılığı yok edilmiş, yetkiler tek kişide toplanmış.

Yargı güvencesi olan kurumlar arasında çatışmalar başlamış.

Demokrasilerin ilk koşulu seçme-seçilme haklarının yok sayılarak “atanmış kayyum” sistemi başlamış.

Türkiye’miz; 2024 “Hukukun Üstünlüğü Endeksinde” 173 ülke arasında 148. olmuştur.
2. Sosyal Güvenlik ve Sağlık Sisteminde:

Devletin, vatandaşa sağlıklı yaşam sağlamak zorunda olduğu hastaneleri atıl duruma düşürülmüş…

Bazı özel kişilere, ülkede birer kara delik olduğu söylenen “Özel Hastaneler” açtırılmıştır.

3. Eğitim Sisteminde:

Tüm okullarda “laik demokratik eğitim” verilmesi ilkesi bile isteye terk edilmiş.

Dindar ve kindar bir nesil yetiştirmek için “zorunlu din dersi” odaklı bir sisteme geçilmiş…

Kurulan yeni sistem de Sünni anlayıştaki diyanet-tarikat-cemaat yönetim ve denetimine verilmiş…

Sadece varlıklı aile çocuklarının gidebilecekleri “Özel Okullar” açılmıştır.

4. Kamu Kaynaklarında:

Eko-sistemi koruyup, kaynakları tüm vatandaşların yararına kullanmak terk edilmiş, kamuya ait halkın ekmek teknesi pek çok kaynak ve kurumu belirli kişi ve gruplara yok pahasına adrese teslim ihalelerle satılmış, satılmaktadır..

Böylece;

*Hukukta:

Yargı kurumlarımız iç çelişkileri nedeniyle zaman zaman Anayasaya ve Uluslararası sözleşmelere uymayan uygulamalarda bulunmaktadırlar.

*Sosyal Güvenlik ve Sağlıkta:

Sağlık güvencesi olmayan vatandaşların çoğaldığı…

*Eğitimde:

Soru sormayı, yorum yapmayı, özgün düşünmeyi ve konuşmayı bilmeyen dindar-kindar-kaderci bir nesil yetiştiği…

*Kamu Kaynaklarında:

Orman, maden, su, toprak, canlılar arasındaki eko sistemin bozulduğu…

Köylerin boşaldığı: tarım, orman ve hayvancılığın can çekiştiğini görürüz.

Peki, bu yapılanlar, yapanlara kâr mı kalacak?

İnsanca yaşamak için bu kötü gidişi durdurmalıyız.

*

Ve yazıyı iyi bir haberle noktalayalım:

Sn. Turan Çömez, devlet koruması altındaki çocuklara uygulanan bir insanlık suçunu ortaya çıkardı.

Ve nihayet TBMM’de tüm partilerin uzlaşmasıyla bu konuyu araştırmak üzere bir komisyon kuruldu.

Bu komisyon; “üstün çocuk haklarına” karşı işlenen suçları durdurmak ve “Çocuk Hakları Sözleşmesi” 17. 29. 30. maddelere konan o ayıplı “İhtirazi Kayıt”ları da kaldırmak için yol-yöntem bulmalıdır.

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

“Osmanlı’da Oyun Bitmez” / Emin Toprak

03.11.2024

“Osmanlı’da Oyun Bitmez”

Çok ağır sosyal-ekonomik sorunlarla kışa girmek üzere iken; 1 Ekim’de TBMM’de yaşanan olay herkes için ‘şok’ oldu. 

Ve bu konu her; ev, köy, mahalle, meydan, ekran, eli kalem tutan-tutmayan genç-yaşlı-herkesin konuştuğu ve çokça ‘acaba!’ sıraladığı günleri başlattı. 

Konuyu: MHP lideri Sn. Devlet Bahçeli, DEM Partililerin oturduğu sıralara giderek selamlaşması-tokalaşması başlatmıştı. Birdenbire çok ağır yükleri olan ülkenin gündemi değişmişti. 

O Bahçeli ki, meydanlarda idam urganı fırlatmış, her Salı günü ‘öteki’ saydığı partiye ve onu kapatmayan Anayasa Mahkemesine meydan okumuş,… ülkücü-Türkçü en ‘şahin’ savaşçı lideriydi. 

Şimdi ise ‘güvercin’ olmuş, dilinde kin-nefret yok, gülücük saçarak barış istiyor BARIŞ!..

Devlet Bahçeli bu tokalaşma ile de yetinmedi: ” Öcalan’a ‘umut hakkı’ verilsin o da TBMM’ye gelsin DEM Parti grup toplantısında, terörün bittiğini, örgütün lağvedildiğini ilan etsin…” dedi.

Bahçeli’nin el uzatıp barış istemesi ‘eğer samimi ise’ çok çok önemlidir. 

Çok önemlidir çünkü; Bahçeli her zaman bu sorunu çözümsüzlüğü için bir ‘özne’ olmuştu. Dün “terörist” deyip yok olmalarını isteyen kişi, bugün el uzatıp barış-uzlaşı istiyorsa tabii ki çok önemlidir. 

Çok önemlidir çünkü bu tokalaşma; 100 yıl önce başlamış ve son 40 yılda çoğumuzun yaşayıp tanık olduğu acılar için: “Olanları unutalım ve birlikte barışçı bir çözüm arayalım” demektir. 

Çok önemlidir çünkü; yurdumuzun bugünkü çatıştıran gergin iklimden acil olarak kurtulması ve barış içinde yaşamasına ihtiyacı vardır.

İşte bu tokalaşma ve sözler toplumda büyük bir yankı yarattı ve pek çok kişi günlerce bu konuyu tartışıp: 

Ne/neler oldu ki: “Devlet aklı; Devlet Beyi sözcü seçti ve: “Git, tokalaş, konuş ve ülke için barış iste!” dedi. Peki, ani karar-eylem-söylemlerin;  “Acaba” ve nedenleri nedir? dediler ve sıraladılar:

  • Tokalaşma ve konuşmalar doğru olan, yapılması gerekenlerdir. 
  • Bu tür çatışmalar ancak tarafların; hukuki-siyasi-eşit-onurlu-barışçı görüşmelerde vardıkları uzlaşılarla durdurulabilir.
  • Acaba; şımartılmış faşist İsrail’in Ortadoğu’da başlattığı savaş, “Bir gece ansızın Türkiye’ye sıçrayabilir” korku ve endişesi mi var?
  • Acaba; yıllardır can-mal-kaynaklarımızı yok eden güvenlikçi anlayışın çare olmadığı mı anlaşıldı? 
  • Acaba; Kürtleri etkileyip Tayyip Erdoğan’ı ömür boyu Sultan yapmak mıdır? 

Bahçeli’den hemen sonra Özgür Özel; konu netleşsin diye “el yükseltti” ve: Kürtlere Türkiye Cumhuriyeti devletinin sahibi eşit vatandaşı olmayı teklif ediyorum. dedi. 

DEM Parti Şanlıurfa Milletvekili Ömer Öcalan, İmralı’ya gitti ve 43 aydır tecritte tutulan amcası Abdullah Öcalan’dan: “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” mesajı getirdi.

***

Kısa bir mola verip hepimizin gözleri önünde bu konu için sergilenen bir oyunu hatırlatmak istiyorum:

Konumuz: Barış – Kürt sorunu; yandaş ve muhalif TV kanalları günlerdir bu konuda çokça ‘acaba!’ soru ve ünlem üretti, onlarla yatıp kalkıyor.

Ekranların çoğunda; söylem-eylemiyle bu sorunun oluşumuna katkı veren: terör uzmanı, emekli general, ergenekoncu, milliyetçi, bozkurt, asena, ülkücü, ulusalcı … gibi savaşı kutsayan güvenlikçi-militaristler var!

Konumuz: Barış – Kürt sorunu; ekranlarda barış sever ve insan hakkı savunan olmadığı gibi Kürt hatta ‘Kürt kökenli’ bile yok! 

Peki konu Kürt sorunu ise; 12 Eylül 1980, Diyarbakır Cezaevi, insanlık suçları, jitem, beyaz toroslar!… Ve Celal Başlangıç’a “Korku Tapınağı”nı yazdıran yaşanmışlıklar neden hiç konuşulmadı?..

Ülkedeki her dört kişide birisinin Kürt olduğu ve bunların demokratik insan haklarının engellendiği gerçeği hep inkar edildi. Ve bu sorun ülkenin kilit sorunu olarak büyüdükçe büyüdü. 

Soruna çözüm olacak pek çok fırsat kaçırıldı.

Kazananlar hep sömürücü ölüm tüccarları… 

Kaybedenler, her zaman Türkiye halkları oldu.

***

Nihayet 32 gün sonra 22 yılın baş sorumlusu Sn. Erdoğan da konuştu. Bu konu için bunca gündür neden sustuğunu hiç açıklamadan. Bahçeli’ye kalbi teşekkür edip övgülerde bulundu ve kısaca: 

  • Kürt sorunu yoktur, onlar bizim din kardeşimizdir! 
  • Atılan adımlar çözüm için değil, bir girişimdir. 
  • Değişen-değişecek bir şey yok eski günler devam edecek… Demek istedi. 

Hemen sonra; “Kürtlerin seçme-seçilme hakkı yoktur!” dercesine yıllarca denediği demokrasi dışı bir projenin tekrarı için düğmeye bastı:

31.10.2024 (beş gün önce) Türkiye’nin en büyük ilçesi İstanbul-Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’i bilindik bir kurguyla tutuklandı ve hüküm kesinleşmeden yerine “Kayyum” kişi atandı. 

04.11.2024 (bugün) de erken saatte Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk, Halfeti Belediye Başkanı Mehmet Karayılan ve Batman Belediye Başkanı Gülistan Sönük görevden alındı, bu seçilmişlerin yerine, “Kayyum” kişiler atandı. 

Demek ki nefretleri kinleri bitmemiş ki Kürt halkının; barış, demokrasi, eşit vatandaşlık istekleri ile iradelerine bir kez daha zincirler vuruldu! 

Yukarıda “tokalaşma” için birkaç “acaba” sıralamıştım ya, ekleri de var :
Acaba; bu bir havuç mu?
Acaba; “İyi-polis-kötü polisçilik mi?
Acaba: bu bir “avcı kekliği” taktiği mi?
Acaba; samimi mi, demokratik-barışçıl bir “çözüm süreci” başlatır mı?
Acaba, 22 yıllık iktidarın rakiplerini bölüp parçalamak başarısız kılmak için yeni bir kurgusu-oyunu mu? 

Ve en sonunda da: “Osmanlı’da oyun bitmez” dedirttiler!

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu