Press "Enter" to skip to content

Uzaktan Eğitimin Felsefesi Ve Okulun Kaçınılmaz Varlığı / Kemal İnal

19.01.2021

 

 

 

Uzaktan Eğitimin Felsefesi Ve Okulun Kaçınılmaz Varlığı

Kemal İnal

Uzaktan eğitim ile yüz yüze öğretimin yapıldığı okul arasındaki farkları herkes bilir. Farkı yaratan da, öncelikle öğretmendir. Bilgisinden görgüsüne, mimiklerinden giyimine, davranışlarından hal ve tavırlarına değin derslik içi ve diğer okul mekanlarındaki canlı haliyle öğretmen, okuldaki öğrencilerin eğitsel düşünce ve pratiklerini neredeyse tek başına belirleyebilecek bir güce sahiptir. Uzaktan eğitimde ise bambaşka bir şey görürüz. Öğretmen ile öğrenciler arasındaki öğretim ilişkisini dolayımlayan güçler (ekran, çeşitli elektronik işlemler, sanal semboller vb.), eğitimin canlı-kanlılığını ortadan kaldırdığı için, toplumsal öğretim ilişkisinin eğitime içkin sosyalleşme imkanını yok eder. Okul, öğretime paralel giden ritüeller, andlar, alışkanlıklar ve törenleriyle öğrencileri bir toplumun çeşitli felsefeleri içine sokan en önemli kurumsal/örgütsel güçlerden biridir. Durkheim’ın dediği gibi okul, toplumun örneksel bir minyatürüdür. Uzaktan eğitimde öğretmen, bu avantajı yaratacak imkanlardan yoksun olduğu için kritik önemde bir eğitici figür olma imkanını yitirir, haliyle dolayımlayan gücün (medya) dolayımlananı haline gelir. Uzaktan eğitim, bir tür “medyalaştırılmış öğretim”i sanal okula haline sokarak kurumsal varlığı yeniden üretmeye çalışır ancak bunu başaramaz. Okuldaki eğitim, bir öğretimdir ve öncelikle sosyallikleri yeniden üretmeye çalışır: Emir kipleri (sus, önüne bak, şunu yaz vb.), öğretmen duruşunun öğrencide yarattığı imgelemler (öğretmenin kimliği, saygı duyulacak bir figür olması gibi), kural ve normların bedensel duruştan düşünceleri biçimlendirmeye değin geniş bir alanı taraması… Uzaktan eğitim, Facebook arkadaşlığı gibi kalabalık sosyal yalnızlığı yeniden üretir, okul ise öğrencide var edeceği yurttaşlığın gerektirdiği ödev ve hakların somutlaştığı türlü özellikleri. Okul bahçesinde, örneğin, dersliklere sıra olup girmek, toplumda da yankılanır: Sinema kuyruğuna girmek gerekir, başkasının hakkına tecavüz etmemeliyiz, kişisel ve sosyal normlara riayet etmeliyiz… Okul, uzaktan eğitimden farklı olarak, bilgi, beceri ve deneyimleri aktarmanın çok ötesinde sosyal içkinliklere sahiptir. Okul, aileden topluma geçişte bir ara durak, geçiş aşaması veya transfer aracı değildir; bilakis, anlamı yaşam boyu sürecek çok çeşitli yetkinliklerin öğrencilere kazandırıldığı hayati bir örgütsel kurumdur. Eğitim kurumu kendini örgütlerinde var eder, başta da okullarda. Okul, eğitimi taşır ancak yorumlar, yerele uyarlar, eleştirel süzgeçten geçirir. O anlamda mutlak bir yeniden üretim aracı değildir; her türlü karşı çıkışı da bağrında üretir. O yüzünden yenilikçidir okul; okuma edimi, hayatı okumaya dayanır ve hayatın renklerini, farklılıklarını ve çeşitliliklerini ortak idealler (yurttaşlık gibi) üzerinden yeniden okur. Uzaktan eğitimde ise bu tür oldukça uzaktır, erişilemeyecek denli uzak. Okulda ders bitince ders alınır, uzaktan eğitimde ise başlamayan ders medyalaştırılmış alan içinde etkisiz bir ses olarak kalır. Öğrenci okulda kendisini bulur, kimlik ve kişiliğini kazanır oysa uzaktan eğitim modelinde öğretimin bu boyutu yoktur. Çocuklar, okulu neden severler? Niye koşa koşa okula giderler? Çünkü okulda kendi akran hayatının bütün imkanlarını bulurlar. Çocuk okula kendisinin kim olduğunu bilmek için gider; öteki türlü, ekran başında medyanın dolayımladığı bağlamda eğitim, öğretim değildir, olamaz da. O yüzden evde sıkılan öğrenciyi ekran, semboller, teknolojik ilerilik kurtaramaz. Okulda çocuk ve gençler toplumu buldukları için eğitimin öğretim boyutunu severler.

Loading

Birsen Öğretmen (6) / Emin Toprak

15.02.2021

Birsen Öğretmen (6)

Emin Toprak

Dün, gün boyu aralıklı olarak gök gürültüsü ve şırıltılar eşliğinde yaz yağmuru yağarken kızgın toprak, damlacıkları aç kalmışın iştahıyla tıs tıs sesleri çıkararak emiyor ve dışarıya sigara içmiş gibi buhar üflüyordu.

Bugün yağmur yok, hava çok sıcaktı. Bu hava gün yarısından sonra daha çok yorardı insanı. Eğer bir işiniz için siz o saatlerde dışarı çıktıysanız, demek ki çok zordasınız. Havada uçuşan mor, kırmızı, yeşil, sarı her renkteki alev topları ve alazların saldırısıyla nefessiz kalır, kavrulup yanarsınız. Sizi bu yangından ancak bir bahçe, bir gölge korur. Fakat bahçe de sizin gibi canlı bir organizma, o da her gün her mevsime göre değişen bakımı için emek ister.

Birsen, bahçedeki budama ve ekim işlerini işin ehli ustalara yaptırır, ayrık otlarını ayıklama, gübreleme, çapalama, sulama işlerini kendisi yapardı. Bu işleri rahat yapabilmek için mahallenin ‘Terzi Teyze’sine gidip kendisi için dallı güllü bir şalvar diktirmişti.

Eğer bahçenin işleri bitmişse, çardakta oturur, canı isterse çayını demler ve kitabını alıp okumaya başlardı. Bazen de “Huuu!… Biricik Hanım!” -diye seslenerek gelen komşuları ile birlikte içerlerdi çaylarını.

Komşu hanımlardan çok onların genç kızlarıyla çardakta oturup sohbet etmek hoşuna gidiyordu. Onlar henüz iğneleyen, eşeleyen dedikodu yapmayı bilmiyorlardı. Onların diliyle konuşmak, anlaşmak, onlardan yeni bi’şeyler öğrenmek istiyordu. Onlarla her buluşmasında yeniden ‘öğrenci’ oluyor çok şeyler öğreniyor, bundan büyük bir haz alıyordu. Yanıla-öğrene çalışmalar sonunda, sosyal medyada bazı dost gruplara girmiş, kendisi için iki hesap açmıştı. Böylece; eski öğretmenleri, sınıf arkadaşları, meslektaşları, öğrencileri ve velilerin bazılarına ulaşmıştı. Yıllar sonra bu yitiklerle karşılaşmak, onların sanal ortamda ki beğeni paylaşım ve fotoğraflarını görmek çok sevindiriciydi.

Artık dostunuzun postaya verdiği mektubu günlerce beklemiyor, istediğiniz an, sesli, görüntülü, yazarak ona ulaşabiliyorsunuz. Artık, dünyada olup bitenleri kısa sürede öğrenebiliyorsunuz… Sanki dev bir dünyayı küçücük bir cihaza sığdırmışlar.

Böylece birçok ‘yasak’ etkisiz kalmış, çoğu zalimin zalimliği açığa çıkmış! Ve sosyal medya özgür korkusuz bir iklim başlatıcısı olmuştu…

Ne güzel bir buluştu bu ne güzel!

Birsen, o gün bahçede çok çalışmış, çardakta misafir ağırlamış, içi de yorgun ve karmaşık duygular içinde eve gelmişti. TV’den bazı iç karartan haberler dinledikten sonra, pencerenin önüne geçti, gözlerini ufka, ta uzaklara dikip uzun uzun baktı. Sarı sıcak günden eser kalmamıştı, şimdi uzaklarda ürküten bir karanlık vardı. Bu karanlığı, yoksullar mahallesinin yanıp sönen ölgün ışıkları bile biraz olsun azaltmıyordu. Bakanlar, sanki, o mahallenin yüzbinlerce ateşböceğinin işgali altında olduğu duygusunu yaşar ve düşünürdü.

Sonra da kırpışan kirpiklerinin ucundaki bakışları usul usul kendi içine yöneldi ve bu kez de oraları eşelemeye başladı. Fakat orada da tek başınaydı ve ‘yalnızlık’ duyguları ortaya çıkmak için fırsat kolluyordu.

 Eyvah!” -diyerek irkildi ve o sıcak odada birdenbire üşümeye başladı. Yalnızlığa da onun ardılı olan depreşme ve çığlıklara izin vermemeliydi. Onlara dur deyip değişmeliydi…

Sanki uyur-uyanık gibiydi. Ardın ardın gitti fakat kitaplığa toslamaması için ayakları durdurdu onu. Dönüp kitaplığa baktı, böylesi darda ve zorda kaldığı zamanlarda hep kitaplığa başvururdu. Orada, sorunlarına çözüm bulabilen çok önemli iki kaynağı vardı onun.

Kaynakların: birincisi, kitapları, ikincisi, fotoğraf albümleriydi.

Kitaplığı pencereleri yapan ustaya yaptırmışlardı. Birsen de onun üstüne ‘Kütahya Çinisi’ karanfil-lale motifli bir çini vazo, onun iki yanına da aynı çini ustasının eseri iki tabak alıp asmıştı.

Budaklı çamdan yapılan ve dokuları görünsün diye mat vernikle cilalanan bu kitaplığın, öne açılan kanatlarında üç milimlik camları, alt tarafında da çekmeceleri vardı. Kitaplığın raflarında: Fransız, Rus klasikleri, bizden öykü-romanlar ve ayrıca eğitimle ilgili kitapları vardı. Her kitabın girişine de kurşunkalemle; alınışı, okumaya başlama ve bitirme tarihleri yazılmış, bazı sayfalardaki kimi satırlar çizilmiş, kimi boşluklarda da bazı kısa görüş notları, anımsatan-uyaran soru ve ünlemler bulunurdu.

Üç albüm, kitaplığın orta çekmecesindeydi. Birinde; çocukluk ve öğrencilik yıllarına ait siyah-beyaz, diğer ikisinde de öğrencilik sonrasından bugüne varan çoğu renkli fotoğrafları vardı. Sanki, bu günlere kolaylık sağlasın düşüncesiyle, her fotoğrafın arka yüzünde de ‘Kim kiminle, nerede, ne zaman’ notları yazılmıştı.

Birsen, ne zaman kitaplığa yönelecek olsa gözleri en önce: Georges Politzer’in ‘Felsefenin Başlangıç İlkeleri’ ve ‘Felsefenin Temel İlkeleri’ isimli, birbirinin devamı sayılan iki kitabı görürdü. Bu iki kitabı odak yapan bazı haklı nedenleri vardı.  Tabii ki, her seferinde de bu nedenleri bir bir hatırlamaya başlardı:

*

Öğretmen okulundaki meslek dersleri öğretmeni, haftada 40 dakika da ‘Serbest Çalışma’ dersine de girerdi. Öğretmen adaylarını köy gerçekleri ile tanıştırmak için derste Fakir Baykurt’un ‘Yılanların Öcü’ romanını, diksiyonu iyi olanlara okuturdu. Tüm öğrenciler bundan çok etkilenir ve o dersin bir hafta sonraki saatini sabırsızlıkla beklerdi (Birsen’in, kitap okuma tutkusu işte o günlerde başlamıştı).

Son sınıf öğrencilerine; köyü, okulu, öğrenci ve çevreyi tanıtmak ve uyum sağlamak için 2 ay süreli bir “staj” yaptırırdı. Öğrenciler de belli bir sırayla sınıflarda ders verir, ders bitiminde o sınıfın öğretmen ve stajyer arkadaşları tarafında eleştirilirdi. Ayrıca; yazışma kuralları, kayıt, devam-takip işleri, köy ve çevre sorunları ve okul yönetimi konuları konuşulur, tartışılır, çözüm için izlenecek yol-yöntemler dile getirilirdi.

On kişilik ‘öğretmen adayı’ arkadaşı ile birlikte 2 ay kalacakları bir köyde, ‘öğretmenlik stajı’ yapmaya başlamışlardı. Birsen 4. sınıfa ders veriyordu. Öğrenciler arasına dağılmış dinleyiciler arasında; rehberlik yapmak için gelen meslek dersleri öğretmeni, 4. sınıfın öğretmeni ve 3 ‘stajyer’ arkadaşı vardı. Ders bitiminde toplanmış ‘Değerlendirme’ yapıyorlardı. En son değerlendirmeyi de meslek dersleri öğretmeni yapmış ve kısaca: “Birsen’in, bireysel farklılıkları önemseyen sınıf yönetimi, planlaması, ses tonu, zamanı kullanması çok iyi.” –deyip, çok olumlu tespitlerde bulunmuştu. Sonra da yalnız kaldıklarında öğretmeni ona: “Kızım, dünyada olup bitenleri anlayıp, yorumlamak için felsefeyi bilmek gerekir. Bunun için de Georges Politzer’in: Felsefenin Başlangıç İlkeleri ve Felsefenin Temel İlkeleri kitaplarını mutlaka alıp okumalısın.” -demişti. Birsen de hemen o kitapların isimlerini defterine yazmıştı.

Hani, göreve başladığı gün gaz lambası ışığında, tahta bavulu boşaltıp, yerleştirdiğinde duygu seli yaşayıp ağlamıştı ya, işte o eşyalar arasında bugün kitaplığın odağında olan bu “iki kitap” da vardı.

Ve o tek odalı evinde, yalnız kaldığında bazen günışığında, bazen gaz lambası ışığında okumaya başlamıştı bu kitapları. Roman ve öykü benzeri bir akıcılıkları olmadığı için de bazen bir cümleyi, ya da paragrafı anlamak için tekrar tekrar okuyup kendisiyle tartışırdı. Ayrıca bu kitaplar, okunup rafa kaldırılacak türden de değildi. Bazı günler bir paragrafı veya bir bölümü açıp yeniden yeniden okuyordu.

O iki kitap‘sebep-sonuç yasası’ (ya da karşıtlar yasası) gereği; doğada ve yaşamımızda sürekli bir dönüşüm, gelişim, başkalaşım olduğunu. Var olan tüm durumların da birer sonuç… İnsanlığın bu nesnel sonuçlardan, korkuya dayalı teslimiyetçi, kaderci ve bağımlı kılan anlayışlarla değil, o gerçekleri kabul edip, onlardan korunmak-kurtulmak amacıyla; soran, araştıran, sorgulayan, düşündüren özgür bilimlerin kontrollü çalışmaları ile kurtulabileceğini… O zaman bilinmezin daha bilinir, karanlıkların daha aydınlık olacağı, böylelikle daha iyiye, güzele, gerekliye ulaşılacağını… Emeğin en yüce değer olduğunu… Korku ve zorlukların, ancak birlik gücüyle yok olacağını, eşit haklarla yaşamın daha dengeli ve yaşanır olacağını da… Öğretmişti.

Birsen, yaşamda olup bitenleri; bu kitabı okuyup düşündükçe, sınayıp denedikçe daha iyi anlamıştı:

Artık, doğa kaynaklı sorun ve felaketlerin, koruyucu önlemler alarak daha az zarar vereceklerini, sosyal ve psikolojik sorunların da demokratik, dayanışmacı, eşitlikçi anlayışlarla giderilebileceğini anlamış-öğrenmiş ve bu yöntemle düşünüp sorgulayan, değişen bir öğretmen olmaya başlamıştı.

Yaşanmışlarla buluşmayı bunlar sağlıyor ve bu da ona çok iyi geliyordu. O kaynaklardaki öyküleri anımsayıp; onları biraz eşeler, o özne, nesne, içerikler, olgular ve sonuçları olan sevinç-üzüntü dolu anları yeniden yaşar, güler, ağlardı. Kitapların en önemli kazanımı; düşünerek, sorarak, araştırıp, yorumlayarak yol alacak yöntemler öğretmesiydi. Ancak bu yolla bazı psiko-sosyal yaşam zorluklarını aşmıştı. Onun için kitaplarla konuşmak ona çok iyi geliyordu.

Bazı günler, bir ses, bir dize, bir ezgi, bir görüntü, bir çığlık, bir coşku, bir gezi, bir dost grubu kısaca ‘eski’ çekip alır onu içine. O bir insandı, onun da sezdirmek istemediği baskılanmış cinsel güdüleri, duyguları, düşleri vardı, bir başına kalınca onlar alevlenirdi. Hele de ergen olduğundan beri hiç kimseyle paylaşmadığı yatağına uzanıp gözlerini yumunca sıralanırdı; öğretmen arkadaşları, yöneticileri, öğrencileri, velileri… kimini; “Acaba ne oldu?” -diye merak eder, kimiyle kendini kıyaslar, kimini özlerdi. O anlarda yaşanmışlıkları hızla yansırdı içindeki ekrana. Seçtiği bazı özne, içerik ve çağrıştırdıklarıyla baş başa kalınca engel olmadığı duyguları öne çıkar kendiyle fısıltılar, iç çekişler, iniltiler eşliğinde sevişir ve uyurdu.

Öyle yaptı ve uyudu.

(Devam edecek)

Loading

Birsen Öğretmen (5) / Emin Toprak

09.02.2021

Birsen Öğretmen (5)

Emin Toprak

Bir başına kalmışın, ya da bir sese bir nefese özlem duyanların; karanlığı ve karabasanı bol, bitmek tükenmek bilmez geceleri olur. Buna ‘yalnızlık‘ diyebiliriz, ayrıca bunu ‘acımasız gece’ olarak da tanımlayabiliriz. İşte, Birsen’in yalnızlığı tam da böyleydi. O, emekli olunca belki; öğrencisiz, arkadaşsız kalmış, ancak bu boşluğu annesi, komşuları, bahçe işleri ve kitap okumayla doldurmaya çalışmış, kısmen de başarmıştı. Fakat, yedi ay önce can yoldaşı annesini kaybettiğinde; emzirmekte olduğu bebeğini kaybetmiş bir annenin acı, sızılarını yaşamış, bu ağır-yoğun yük onu dipsiz bir boşluğa düşürmüştü. Orada çırpınıyordu hem de tek başına…

Onu gün içinde bazen öğretmen arkadaşları, eski öğrenci velileri arar, komşuları evine, bahçesine gelir, bazen de kendisi misafirliğe giderdi. Böylece gününü dolduracak, avunacak, oyalayacak uğraşları olurdu. Ama, tüm bunlar gündüzde kalıyordu.

Fakat son günlerde gece olup da yatağına girdiğinde ister sırtüstü ister virgül şeklinde, isterse de yastığa sıkıca sarılıp yüzükoyun, nasıl yatarsa yatsın, bir süre sonra karabasanlara yakalanıyor ve bitmek bilmez boşluklara, dehlizlere sürükleniyordu. Karabasanın baskısından kurtulmak istiyor buna gücü yetmiyor, yardım istemek istiyor sesi çıkmıyordu. Sonra bazen, sıçrayarak, bazen çığlıkla, ürkerek, titreyerek, dili zımpara olmuş durumda fırlardı yataktan. Ve o gecenin artçı dalgaları, sonrası günün hafakanları olurdu. Çok zalimdi geceler…

Bir gerçeği daha vardı Birsen’in, o, lafın lafı açtığı, “Kim ne dedi ne yaptı…” türü eşeleyen, dedikodu yapan sohbetleri hiç sevmezdi. Bu tür konuşmalar yerine, gerçeklere dayanan, soran sorgulayan, yorum yapan, ufuk açan özgün sohbetleri sever ve isterdi. Fakat komşuları, hatta meslektaşlarının çoğu da bu tür konuşmayı bilmiyor ya da istemiyordu.

İşte bu gerçekler ve iç çelişkileri yüzünden kendisine gösterilmek istenen ilgi ve sevgi ile yetinmiyor, bu yüzden de yalnız ve kimsesiz kalıyordu.

Artık onun bu acımasız yalnızlık duygusunu yok edip, kendini hayata bağlayacak yeni adımlar atması, yepyeni bir yaşam başlatması zorunlu olmuştu.

Birdenbire öğretmenlikteki ilk iki yılını anımsadı.

*

Henüz 18 yaşında iken öğretmen olarak atanmıştı bir köye. O köyde, yaşamına kazınarak iz bırakan pek çok olgu, sezgi, acı ve sevinç vardı. Onlar kronolojik sırayı izlemeden bir bir sıralandı içindeki ekranda:

Bu köy, Torosların doruklarından derin Göksu vadisine kadar inen eğimli bölgeye yerleşmiş bir ‘Orman Köyü’ idi. Köy halkı, yetiştirdiği sebze-meyve, hayvan ve orman ürünlerini satar, ormandan çıkma tarlalarda da kendilerine yeter tahıllar eker, biçerdi. Köyün ünlü ürünleri, yaylalarda nohut ve Göksu vadisinde de susamdı. Buranın insanları ‘Jandarma’  korkusundan çok ‘Ormancı’ korkusu ile yaşardı. Onlar, en yetkili ve en büyük makamın ormancıya ait olduğuna inanırdı. Hatta Anadolu’nun buraya benzer yerler için üretilen fıkramsı bir yakıştırma ile: “Vali Bey, biraz daha okuyup, ‘Ormancı’ olsaydın ya!” -dedikleri söylenirdi.

Köy okulunun 3’ü erkek 2’si kadın olan 5 genç öğretmeni vardı. Birsen ve okul müdürü bekar, iki öğretmen birbiriyle, birisi de komşu köyden biriyle evliydi. Ders yılının başlamasına 10 gün vardı, okula yeni atanmış olan ‘stajyer öğretmen’ yani Birsen’in o gün göreve başlayacağı duyulunca her öğretmen o gün evinde olan yemeklerden birazını alarak tanışmak için gelmişti. Yörenin bu güzel misafirlik geleneğine uygun yapılan tanışma ve sohbet eşliğinde öğlen yemeği yendi. Okul Müdürü Celal, Birsen’e doğru bakarak: “Öğretmenim, siz buraya gelmeden önce haberiniz gelmişti, biz de ataması çıkan öğretmenin 4. sınıfını size vermeyi konuşmuş, hem de o öğretmenin oturduğu ev için ‘söz’ almıştık.” -dedi.

Birsen’i, daha buraya gelmeden önce düşünülmüş olması, samimice karşılanması ve her evden yemek getirme geleneği çok sevindirmişti. Bu sevincini de güler yüzüyle, saygılı söz ve davranışlarıyla sezdirmişti. Bu samimi tanışma sohbeti: “Haydi yeni eve bakmaya gidelim.” -diye son buldu.

Sonra da iki erkek öğretmen, Birsen’in iki tahta bavulunu almış ve hep birlikte sözü alınan eve gitmişlerdi. Ev sahibi hemen bitişikteki büyükçe evde oturuyordu. Burası her şeyi bir odaya sığdırılmış bir evcikti aslında. Yaklaşık olarak 30 metrekare olan bu tek odalı evciğin iki penceresinden biri, köyün merkezine bakardı. Diğer pencereden kuşbakışı baktığınızda ise; çam, kayısı, elma, armut, ceviz, badem ve daha birçok ağacın süslediği Göksu vadisini görürdünüz.

O sırada herkes iki duvarın önündeki sedire oturmuş, sohbet edip ev sahibesince hazırlanan akşamüstü çayını içiyor ve sanki Birsen öğretmenin kararını bekliyordu. İçsesi Birsen’e: “Senin başka bir seçeneğin yok ki! Burayı beğenmek zorundasın” –diye fısıldıyordu. Ve o da “Hepinize çok teşekkür ederim evi beğendim.” -dedi. Ve böylece yeni evi kutlama sohbeti bir-iki saat devam etti.

Öğretmenler ve ev sahipleri: “Hayırlı olsun, güle güle otur” -deyip gittikten sonra, Birsen o küçük evcik içinde bir başına kalmıştı. Evde demirbaş olarak; sac soba, gazocağı, gaz lambası ve sedirin üstüne sarılı duran bir yün yatak ve yorgan vardı. İki tahta bavulun içinde; tencere, tava, tabak, kaşık vs. vardı. Bunlar şimdilik yeterliydi, çıkacak başka ihtiyaçları da zamanla alırım diye düşünüyordu.

Bavulları açtı ve çıkanları uygun yerlere yerleştirmeye başladı. Hava yavaş yavaş kararmaya başlayınca, yuvarlak aynası metal bir telle zümrüt yeşili haznesine bağlanmış, üstüne de zarif şeffaf bir cam kondurulan gaz lambasını yakıp, titrek alevini ayarladı. İşte tam o anda Birsen bir duygu seline kapıldı ve gözlerinden peş peşe iri yağmur damlası yaşlar boşaldı.

Fakat çok geçmeden sorunlarla başa çıkmış ve kurtulmuştu o çaresiz bırakan yalnızlıktan. Okulun açılış törenine de o dingin haliyle katılmış ve 22 sevgili öğrencisiyle tek tek konuşup, tanışmıştı.

Bu köyde iki tür iklim olduğunu insanlar ancak kış aylarında anlar, bunun en büyük çilesini de çocuklar çekerdi. Kış gelince bu köyün doruklarında yer alan birkaç mezrasındaki çocuklar önce karlı-fırtınalı hava ile boğuşur, biraz sonra da daha çok yağmurun yağdığı köy içindeki okullarına gelirdi. Okul kapısından girdiklerinde; yamalı giysileri sırılsıklam, çizmeleri vıcık vıcık ses çıkaran suyla dolu, sapı boyunlarına takılan keçi kılından yapılan torbada; ıslanmasın diye muşambaya sarılmış bazlama ekmek, gününe göre yumurta, peynir, zeytin, reçel türü azıklar, defter-kitapları ve diğer koltuk altına da sıkıştırılmış birkaç odun parçası olurdu (sınıfları bu odunlarla ısınırdı). Çocuklar ellerini ovuşturup sobaya yaklaşır, utanarak, kıpkırmızı olmuş çorapsız ayaklarını çizmelerinden çıkarıp ovarak ısıtmak isterlerdi. Bir süre sonra da çocukların içi ısınır ve gözleri ışırdı. Birsen, bu iç acıtan görüntülere tanık olduktan sonra, her sabah erken kalkar ve acele bir kahvaltıdan sonra okula gelerek sobayı yakar veya yakanlara yardım eder olmuştu.

Bu yörede; ‘Köylü’-‘Yörük’ çatışması olduğunu, köylülerin kendilerini Yörüklerden üstün görüp ayrımcılık yapıp, aşağıladıkların, onlardan kız aldıkları halde, onlara kız vermediklerini duymuş, birkaç olaya da tanık olmuştu. Tabii ki bu durum köyde bazı sosyal ve psikolojik sorunların yaşanmasına neden oluyordu.

Birsen’in bir başka üzüntüsü de çocuk gelinlerdi: “Bunlar; baharları henüz başlamış alevli çocuklar! Peki, yaşlarının 3-4 misli yaşta, sonbaharı bitti bitecek olanlarla neler paylaşır, neler konuşur, nasıl sevişir…”  -diye düşünürdü. Gençlik duyguları günahtır’ diye engellenip, bastırılan çocuk yaştaki bu ergenler, fiziki şiddet görür, aşağılanırdı. İnsan hakları gasp edilen bu kimsesi kalmayan çaresizler; değersizlik duygusuyla yenik düşüp yaşama küserler ve iç çatışmaları onları intihara sürüklerdi.

İkinci ders yılının yarısında bir bahar günü 5. sınıf olarak; Göksu vadisindeki bir çayırda piknik ve çevre incelemesi yapma kararı almışlardı. Gezinin yapılmasından iki gün önce, teneffüs zili çalmış, çocuklar bahçeye çıkmış, nöbetçi öğrenci pencereyi açmıştı. Hazırladığı gezi planını alıp 9 metrekarelik müdür odasına girdi. Müdür sigarasını yakmış ağır kokulu havasız odasında oturuyor ve sigara dumanları boğum boğum yükseliyorken, bahçeden çocukların koşuşup bağrışmaları duyuluyordu. Birsen elindeki planı uzatarak: “Müdür Bey, cuma günü sınıfça geziye gitmek istiyoruz.”-dedi. Müdür, plana baktı baktı ve imzalayıp geri vermek için uzattığında başını kaldırdı, göz göze geldiler. Birsen kan oturmuş gözleri görünce, ürperdi: “Kim bilir belki yine gündüz gündüz içmiştir.”-dedi içinden. (Her gece içtiğini, içki bulamayınca ispirto bile içtiğini, bu yüzden de yaşlı annesi ile kavga ettiklerini söylerlerdi.). İmzaladığı gezi planını vermeye çalışırken birden Birsen Öğretmenin bileğinden tutup onu kendine doğru çekmeye çalıştı ve duyulur duyulmaz titrek bir sesle: “Seni çok seviyorum Birsen”-demiş fakat devamını getirememişti. Çünkü Birsen “Ne yapıyorsunuz!” -diyerek bileğini kurtarmış ve duyan, gören olmadan, öfke içinde odayı terk etmişti. Sonuçsuz kalan bu çok kaba ve hadsiz girişim, Birsen’i çok incitmiş ve ‘Yaşar’ aldatmasından sonra yaşadığı en yaralayıcı darbe olmuştu…

*

Kendi sevinç ve yüklerine başkalarına ait yüklerin de eklendiği o iki yıl…

Evet, o iki yılda da tıpkı bugünkü gibi bazen bir başına, yapayalnız kalmış çok kötü anlar yaşamış, fakat daha sonraları çok güzel günler de yaşamıştı. Zaten felsefeciler ne derler: “Asıl sorun, sorunsuz kalmaktır.”-(eğer dememişlerse bile desinler).

İşte bu günlerde de Birsen’in yalnızlığı ile yüzleşmesi, kendisine dinginlik getirecek bir iklim yakalayıp, özgünlüğünü ortaya çıkaracak etkinliklere katılması gerekiyordu. Bunlarında ancak öğretmence; neden-sonuç ilişkileri kurarak, sorup, sorgulayıp, düşünüp, yorumlayıp ve yakından-uzağa çözüm adımları atarak yapabilirdi…

(Devam edecek)

Loading

Birsen Öğretmen (4) / Emin Toprak

02.02.2021

Birsen Öğretmen (4)

Emin Toprak

Birsen, emekli olmadan önce kiracısı olduğu evdeki buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın, karyola, koltuk gibi eşyalarını, evin yeni kiracısı bankacı genç kıza çok uygun bir ücretle verirken, içinden de samimi bir oh çekmişti, çünkü baba evinde bu eşyalara gerek de yer de yoktu. Zaten oldum olası göç etmeyi de eşya taşımayı da pek sevmezdi. Hem bunları düşünüyor hem de kalan eşyalarını bir araya topluyordu. Sonra da yıllar önce çocuğunu okuttuğu bir veliye telefon etti, bugün uygunmuş, hemen geldi, onun kamyonetiyle iki bavul birkaç kolideki eşyalarını ana-baba evine taşıdı. Ve böylece yepyeni bir hayata başlamıştı.

Anne-babasının evi; tatlı bir rampanın hemen bitiminde, mahallenin orta yerinde, alt katı kömürlük ve depo olarak kullanıldığı için tek katlı sayılan bir evdi. Bahçesi ve pencereleri batıya bakardı. Pencere veya bahçeden batıya bakarsanız; yoksul bir köy iken, kıraç tarlaları plansız-altyapısız olarak gecekondularla doldurulup kente eklenmiş yoksulu, işsizi çok olan bir mahalleyi ve ta uzaklarda ise her mevsim tepesi sis-pus içinde olan yüksek sıradağları görürsünüz. Birsenler; ilkbahar, yaz, sonbahar -üç mevsim- hemen her gün, daha çok öğleden sonraları bu bahçe ve çardakta olurdu. Orada; bahçe bakımını yapar, yer-içer, kitap okur, sohbet edip, konuklarını ağırlarlardı. Bir bakıma burası Birsen’i hayata bağlayan önemli bir sığınaktı.

Eğer o günbatımı yakınsa ve gökte de parçalı kara-kirli bulutlar varsa; Güneş, afacan bir çocuk olur. Bulutlara dalıp-çıkar, onları iter-kakar, köşe kapmaca oynar, dalga geçer ve sonra da telaşlı bir hızla yuvarlanıp ta uzaklardaki sıradağın ardına gizlemeye çalışır… Bu afacan alev topu; ufuk çizgisine varıp yarısı kaybolduğunda ise bakanlara güzel görünsün diye o bölgeyi, sarı ve kırmızın her tonuna boyar ve bulutları delip geçen oklar fırlatırdı. Bu ışık huzmeleri gözleri kamaştırır, titreşerek yüzleri dans pistine çevirir ve dünya ile barışık olanlara doyumsuz anlar yaşatır.

Annesi evde iş yapmayı da konuşmayı da pek sevmezdi. Hele de kocası emekli olup, ev-yemek işlerini de yavaş yavaş devralmaya başlayınca! O zamandan beri daha az iş yapar, daha az konuşur olmuştu. İşte şimdi bu can dostunu kaybetmiş olmanın acı ve üzüntüsü, onu dipsiz bir kuyuda yapayalnız bırakmıştı. Bunun için yaptığı ender konuşmalarının öznesi hep ‘rahmetli’ kocası olurdu. Ve ‘Hasan’ı her anışında; gözleri nemlenir, dudakları titrer, sözcükler boğazında kitlenir, konuşamaz olurdu. Birsen de bu durumdan çok etkilenir, evde bir sessizlik olurdu. Annesi akşamları pek yemek istemez, ama doktorun verdiği saati ve dozu belli ilaçları tok olarak alması gerekiyordu. Daha önce babasının yaptığı bu işleri de şimdi Birsen yapacaktı. İlaç öncesi beslenme işi bitip ilaçlar alındıktan sonra annesi haber saatine kadar varsa, gazete dergileri, başaralı geçen göz ameliyatı sayesinde okuma gözlüğü olmadan okur ve oyalanırdı. Birsen ise o zamanı bahçede dolaşarak böcek, kuş, bitkilerle konuşarak, kendine yapacak işler arayarak geçirirdi.

Haber saati geldiğinde salona geçerlerdi. TV’deki bazı haberlere üzülen anne: “vah vah!” -der, bazen de duygulanıp gözyaşı dökerdi. Haberleri bir süre de yarı uykulu izler, sonra da ayağa kalkıp: “Biricik, kızım benim uykum geldi” -diye tuvalete gider ve yatak odasına geçerdi.

Daha çok savaş haberleri, doğa felaketleri, politik atışma ve kadın cinayetleri yer alsa da bu sonucu yaratan nedenler iktidarın hoşuna gitmez diye pek irdelenmez, konuşulmazdı. Haber bültenlerinin peşi sıra her rüzgâr ve iklime uyum sağlayanların yönetiminde toplanan bilindik isimler; egemenlere selam olsun, onların çıkarına algılar oluşsun diye içeriği, sınırları çizili konuşmalarla, söz hakkı verilmeyen ‘öteki’ sayılanlara saldıran dedikodu türü konuşmalar yaparak iktidara güç ve taraftar kazandırmaya çalışırlardı. Pek çok kanalda ve sıkça tekrarlanan böylesi söyleşileri biraz dinleyen Birsen, söylenerek kumandayı alır ve TV’yi kapatıp, kendisiyle baş başa kalırdı.

Birsen, gündüzleri bahçe ve çardakta çalışıp oyalanıyordu, fakat geceleri hiç de iyi geçmiyordu. Çünkü kafası, birbiriyle örtüşen-örtüşmeyen birçok insafsız düş, düşünce ve karmakarışık duyguyla dolup taşardı. O anlarda; içini titreten heyecanları, özlemleri bir bir dile gelir, yaşamında iz bırakan olgular sıralanırdı. Ve sonra da ona; ‘ama- fakat’ ile başlayan varsayımlar yaptırır, iç çekişli pişmanlıklar yaratıp ‘keşke’ dedirtirdi.

*

Dün gece de çokça sorgulamanın olduğu insafsız bir gece idi:

Bu kez de karşısına çıkan, öğretmen olmasına bir yılı kalmış olan 17 yaşındaki cıvıl cıvıl kendisiydi. Bu yıl onun için diğer yıllara göre en mutlu olduğu yılı sayılabilirdi. Çünkü bu yılda; ders başarısı çok iyi idi ve kendisine çokça arkadaş, bir de sevgili bulmuştu. Sevgilisi Yaşar, okul futbol takımında oynayan, sevilen, oldukça yakışıklı ve boyu kendisininkinden 10-15 santim kadar uzun bir gençti. Kendi anlatımına göre ders başarısı da fena değilmiş. Daha önce onun birkaç kaçamak bakışıyla karşılaşmış olsa da bu bakışların onları bir gün ‘sevgili’ yapabileceğini hiç düşünmemişti. Bir gün tam öğle yemeğini yemiş tek başına dalgın dalgın yemekhaneden çıkarken, “Merhaba Birsen” –diyen bir sesle irkilmiş ve dönünce de Yaşar ile göz göze gelmişti. Şaşkın bir sesle “Merhaba, Yaşar abi’ –dedi. Çünkü yatılı okullarda, kendinizden bir sınıf yukarıda olanlara, yaşına bakmaksızın ‘Abi-Abla’ demek kabul gören bir kuraldı. Bu selamlaşma sonrasında, Yaşar’la derslikler ve yemekhane arasında iki yanı akasya ağaçlarıyla donanmış hafif kavisli uzunca yolu, ders zilinin çalmasına çok az bir zaman kalıncaya kadar pek çok gidiş-dönüş yapa yapa yürünüşlerdi. İşte o zaman Yaşar’ın yüzü hafifçe kızarmış, sesi titremiş, bazen de kekelercesine konuşarak Birsen’e erkek arkadaşı olup olmadığını sorabilmişti. Birsen’in de utangaç bir sesle: “Hayır, benim erkek arkadaşım yok” –demesi üzerine de duyulur duyulmaz bir sesle: “Ben seni seviyorum, eğer sen de istersen…” –diyebilmiş ve ondan bir cevap istemişti.

Sonraki günlerde de çok hızlı gelişmeler sonucu; arkadaşlık teklifi kabul edilmiş, hafta içi fırsat buldukça okulda bilindik yolda, hafta sonu okul dışında pastane, sinema buluşmaları, gözlerden ırak anlarda el ele tutuşmalar artmış, birkaç kez de uzun sürmeyen hızlı öpüşmeler… Ve bu arada gelecek için kurgular yapılmış, anne-babaları tanıştırmayı, kız istemeyi, düğünü, hatta doğacak çocukları bile konuşmuşlardı.

Zaman hızla geçip gitmiş Yaşar okuldan mezun olmuş, öğretmen olarak atanmak istediği üç il sıralamasını, ülke haritasını karşılarına alıp birlikte belirlemiş ve buna uygun tayin dilekçesini vermişti. Sonra da yazın haberleşecekleri adres alışverişini yapıp, ağlaşıp, sarılıp vedalaşmışlardı.

İşte gidiş o gidiş olmuş ne Yaşar bir mektup yazmış ne de Birsen… Bu konuda günler boyu uzun uzun düşünmüş, taşınmış, uykuları bölünmüş ağlamış fakat yazmamıştı. Bu aldatılmışlık onun içinde, dokundukça acı veren, gözyaşı döktüren büyük bir yara açmıştı. Önceki yıllara göre ders başarısı biraz düşmüş, fakat yine de başarılı bir öğrenci olarak okulunu bitirip öğretmen olmuştu. Hem yaralı hem de öfkeliydi. Ve bu öfkesi nedeniyle de atanmak istediği ‘üç il’ sıralaması yaptığı dilekçesinde, Yaşar için birlikte seçtikleri o illerden hiçbirine yer vermemişti…

*

Annesi, Birsen’e hayran hayran bakıyor, gülümsüyor olsa da neşesizdi. Az yiyor, az konuşuyor, her gün bir önceki güne göre daha çok içe kapanıyor ve zayıflıyordu. Birkaç sefer doktora götürüp tahlil yaptırdı fakat seferinde de: “Tansiyon ilaçlarına devam. Olumsuz bir bulgu yok. Şikayetleri de yaşından kaynaklı” dediler. Birsen zaman zaman annesine sorular sorup onu konuşturmaya çalışsa da onun cevapları “evet-hayır-ya!” şeklinde çok kısa olurdu. Anne-kızın aynı ev içindeki sözü sohbeti olmayan sadece gülücük ve hayran bakışlarla sürdürmekte olduğu yaşamları akıp gidiyordu.

Aralık ayının son günleriydi. Birsen’in emekli olması üzerinden yedi ay geçmişti. Evdeki tek yoldaşı olan annesi ise gün be gün durgunlaşıyor, kendisine, sanki annesine muhtaç bir bebeğin bakışlarıyla bakıyordu. Fakat nedense hiçbir istekte bulunmuyordu. Ama Birsen onun ne demek ne yapmak istediğini anlar ve hemen gereğini yapardı. Onu bir bebek özeni içinde yedirir, içirir, saatinde ilaçlarını verir, banyoda keseler, köpüklü sularla yıkar, giydirir odasına götürür getirirdi. Her seferinde de “İyi ki, daha ayaklarının üstünde!” diye sevinirdi. Son günlerde annesi uyurken olası tehlikelere karşı hem kendi hem de onun yatak odasının kapısını aralık bırakmaya başlamıştı.

Her günkü gibi uyanmış, yatak keyfi yapıyordu ki, hafifçe bir inleme sesi duydu, hemen annesine koştu. Kendisini görünce onun sevinçten gözleri ışımış ve her zamanki gibi gülümsemek istemiş fakat becerememişti. Belli ki bir sıkıntısı vardı. Hemen eğilip onun yanak ve ellerini okşayıp öperek: “Günaydın anneciğim nasılsın?”  -dedi. İyiyim anlamında başını salladı, fakat iyi değildi. Kucaklarcasına sarmalayıp onu yavaşça kendine doğru çekerken: “İstersen tuvalete gidelim, elini yüzünü yıkarsın” -dedi. Dediğini anlamış ve ‘evet’ demek yerine başını sallamıştı. Onu, yavaşça yataktan kaldırıp oturur duruma getirince de terliklerini giydirdi ve koluna girip yavaş yavaş tuvalete doğru yürüttü.

Daha klozete varmadan pijamasını sıyırmaya çalışıyordu, yardım ederek onu klozete oturtup, rahat olsun diye dışarı çıktı. Biraz sonra temizlenip kurulanmasına yardım ettikten sonra birlikte lavaboya yanaştılar. Elini yüzünü sabunlayıp, bol suyla yıkayıp kuruladı, sonra da koluna girerek onu mutfaktaki sandalyesine oturtmak için yavaş yavaş yürütmeye başladı. Daha üç-dört adım atmışlardı ki birdenbire annesi bir titreme ile sarsıldı, soğuk ter dökmeye ve hırıltılı sesler çıkarmaya başladı, o an Birsen’e bakıp konuşmak istedi fakat konuşamadı. Birsen de onu hızlıca belinden kavrayıp, biraz da çekiştirerek yatak odasına götürüp yatırdı. Hemen ambulans çağıracaktı. Fakat geç kalmıştı. Artık nefes almakta güçlük çekiyor, hırıltılı sesler çıkarıyordu, sonra da hareketsiz kalıp gözlerinin donuklaştığını ve üflercesine son nefesini verdiğini gördü. O anda Birsen’in içinde çığlıklı fırtınalar koptu, göz pınarları dolup dolup boşaldı ve duyulacak sesle: “Anneciğim sevgili Hasan’ına kavuştu!” -dedi. Sonra da onun donuk kalan iki gözünü de okşarcasına kapatıp, beyaz bir tülbentle çenesini bağladı.

Ve ‘Belediye Cenaze Hizmetleri’ni aradı…

(Devam edecek)

Loading

Birsen Öğretmen (3) / Emin Toprak

26.01.2021

Birsen Öğretmen (3)

Emin Toprak

Birsen, kendisine çok acı yaşatıp yorgun bırakan dünün gecesinden, derinlerden gelen seslerin yankısıyla birdenbire uyandı. Bu gece hatırlamadığı, belki de hatırlamak istemediği çokça rüya görmüştü.

Yataktan kalkar kalkmaz, bahçeye bakan iki tarafı açılır kanatlı, ortası ise sabit pencerenin iki kanadını da açtı. Gözlerini kısıp, başını hafifçe öne eğerek, burun deliklerini zorlayan derin bir nefes aldı. Sonra da gözüne ilişen reçine budaklarından birini hafif hafif okşayıp, sevdi. Bu evin pencereleri nedeniyle unutamadığı bir yenilmişliği ve sonra da bu yenilgisi için: ‘Çok iyi oldu’ demişliği vardı.

Hemen her düşüncesi onay alan, her isteği yerine getirilen Birsen’in bu kez isteği kabul görmemiş, baba-kız arasında uyuşmazlık çıkmıştı.

Konu:

Evin, kavak ağacından yapılan yorgun pencereleri; çürümeye başlamış, her yıl yinelenen yağlıboya da sorunu çözmediği için bunların yenilenmesi gerektiğiydi.    

Bu yenileme; plastikle mi, yoksa ahşap ile mi olacaktı? İşte, ailede tartışma konusu olan asıl sorun buydu.  

Birsen, bilmem hangi ‘pen’ olsun diyordu, annesi her zaman olduğu gibi karasızdı, babası ise, çıralı çamdan yapılsın istiyordu. Sonunda da babası; çıralı-budaklı iyi bir çam ve iyi bir marangoz bulup istediğini yaptırmıştı. 

Birsen, bu pencereleri her ne zaman kullanırsa, hele hele o çok sevdiği reçine kokusunu istekle soluyup içine çekerse, ne zaman plastiğin çevreye verdiği zararları anlatan bir haberle karşılaşırsa, bu baba-kız uyuşmazlık konusunu anımsardı. Hem de daha sonra babasını, bu haklı seçimi nedeniyle kutladığı gün, onun sevincini ve kendisine sarılışını hiç unutmazdı. 

Yaza kapıyı aralamış; yağmursuz, bulutsuz ışıl ışıl bir bahar sabahıydı. Birsen babasına odaklanmış olarak pencereden bakmaya devam ediyordu.

Etrafı, 80 santimetre yüksekliğinde taş duvar ve duvarın üstü de çelik çitle çevrili 500 metrekarelik bir arsa. Bu arsanın yol tarafında; 144 metrekarelik tek katlı evleri, mutfak balkonunun altında alet kulübesi, biraz ileride sağ köşede; kokulu mor üzümlü asma ve renk renk gül-çiçekle donanmış olan altıgen prizma şeklindeki şirin ahşap çardak, onun tabanında da büyükçe bir masanın etrafına sıralanmış altı sandalye bulunurdu. Arsanın kalan kısmı ise bahçe olarak düzenlenmişti.

Babasının tüm günü bu bahçede geçerdi. Burada istekle, kendileri ve dostları için meyve ve sebze ekim-dikim-bakım işlerini yapardı. İklime uygun çeşitli meyve ağaçlarından birer-ikişer tane dikilmişti. Sebzeler için de küçük alanlara bölünen bahçede hemen her mevsim; tere, roka, dereotu, maydanoz, semizotu, arpacık soğan gibi yeşil bitkiler olurdu. Bu mevsime özgü; patlıcan, domates, enginar, çilek, yeşil erik, maltaeriği ve dutlar yenecek duruma gelmiş, elma, kayısı, kiraz, şeftali, armut ise sıra bekliyordu.

Açık pencereden bakınca; ağaçlardaki ürkek küçücük kuşların, daldan dala koşarak beslendikleri, kendi dillerinde konuşup, şakalaştıkları, şarkılar söyledikleri, kurnaz siyah kargaların ise sinsi sini bakarak av bekledikleri ve hakır hakır güldükleri görülüyor, duyuluyordu. Birsen, sanki bu kuşlara nispet olsun, sanki onlar oynaşıp birbiriyle konuşur da ben, Ben’imle konuşamaz mıyım dercesine, içine doğru yöneltti uykuya doymamış gözlerini:

İçindeki ekran görüntüsü; 6-7 yaşlarında sapsarı lüle lüle saçlı, ela gözlü, beyaz yüzü hafif çilli, soluk pembe üzerine rengarenk minik kalplerle süslenmiş pileli eteği, sevimli hayvan figürlerinin olduğu soket çorapları olan bir kız çocuğuna odaklanmıştı. Bu zıp zıp zıplayan mutlu çocuk, “Biricik” diye çağrılan kendisiydi. O, şımartılmadan el bebek gül bebek büyütülmüş çocuk; her zaman evin ve eve gelen herkesin sohbet arkadaşı, ilgi, sevgi, neşe kaynağı olurdu. Ayrıca; ‘O, soyu sürdürecek olandır’ diye anne-babasının gelecekteki umudu ve gurur kaynağıydı.

Birdenbire, sırları bozulmuş silik bir aynaya dönüşen açık pencere camındaki kendisiyle göz göze geldi. İrkildi! Düşlediği ve konuşmaya çalıştığı, içindeki kendisine hiç benzemeyen birisi vardı o silik aynada! Geçmişi ve bugünü aynı zaman diliminde buluşmuştu o an.

İşte tam bu düşüncelere dalmışken birden titredi ve yeniden irkilerek: “Bugün çok işimiz var.” dedi ve silik aynadaki görüntüsü kayboluncaya kadar ardın ardın lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Biraz önceki dalgınlığı ve irkilmesi azalmıştı. Bir-iki kez tıklattığı kapıyı açıp, annesinin yatak odasına girdi.

Şimdi iki kişilik yatağın tek sahibi olmuş olan annesi, kalkıp giyinmiş, yatağı ve örtüsünü düzenlemişti. Açık pencerenin iki yanında karşılıklı duran kolçaklı ahşap sandalyelerden sağdakine, birini bekler gibi ilişmişti.

Birsen yanına varınca:

Günaydın anneciğim!”, diyerek yanağından öptü.

O da Birsen’in yüzüne bakıp, canlı bir sesle:

Günaydın canım!”, dedi.

Birsen içinden: ” Yaşasın, dünkü suskunluğu kalmamış!” diye çok sevindi ve onu yeniden kucaklayıp öptü. Sonra da:

“Haydi anneciğim mutfağa gidip kahvaltımızı hazırlayalım.”, diyerek mutfağa götürdü.

Annesi,

“Ben kahvaltıyı hazırlarım kızım” dediyse de kabul etmedi, onu pencere tarafındaki sandalyeye oturttu.

Komşu kızları, taziye sonrasında çıkan kapları yıkamış, mutfağı da düzenlemişlerdi. Çay demlenirken, rafadan iki yumurta hazırladı. Sonra da buzdolabından kahvaltılıkları çıkarıp masanın ortasına sıraladı, her iki tarafına da tabak, bardak, çatal, kaşık koydu. Çay ve yumurtalar hazır  olunca kahvaltı başladı, fakat annesinin bazı iç çekişleri, çatal, kaşık, bıçak ve çay yudumlamaları dışında başka bir ses çıkmadan bitti.

Annesi büyük kaybı nedeniyle yaşadığı şokun etkisinde idi, Birsen’in üzüntüsüne bir de okulundan gelecekleri nasıl ağırlayacağı konusunda bir gerginlik eklenmişti. Fakat dün akşamki komşu dayanışmasını anımsayıp, bu dayanışmanın bugün de olacağı düşüncesi, onu biraz biraz rahatlatıyordu. “Afiyet olsun anneciğim” deyip hemen kalktı, yapacak işleri sıralamak ve planlamak için salonu, odaları ve mutfağı yeniden dolaştı…

*** 

Okul müdürü, öğretmenler ilk derse girdikten hemen sonra çağırdığı görevli İsmet’e okuldaki bilgilendirme için hazırlanmış listeyi verip: Bugün öğlenci öğrenciler okuldan çıktıktan sonra Birsen Öğretmene başsağlığında gideceğiz. Her öğretmen, geleceğim-gelmeyeceğim diye yazıp imzalasın.” dedi. Okulda olanlar imzaladı, olmayanlara telefonla haber verildi. Sonuç olarak isteyenler: Müdür, 2 müdür yardımcısı 23 öğretmen, 2 memur ile birlikte 28 kişi olmuştu. Müdür, öğrencileri taşıyan firma sahibiyle konuştu, olumlu cevap aldı ve 27 kişilik olan midibüs istenen saatte okul bahçesine geldi.

Çıkış zilinden 10 dakika sonra öğrenciler okuldan çıkmış, “geleceğim” diyen herkes midibüse binmişti, bir kişilik fazlalık konusu da en genç öğretmenin gönüllü olarak plastik tabureye oturma istemesiyle çözülünce yola çıktılar.

İl merkezine varınca, ürünleriyle meşhur bir pastanenin yakınında durdular. Okuldaki sosyal dayanışmalarda aktif olan üç öğretmen inip, börek ve tatlılardan birkaç çeşit alıp arabaya bindiler. O mahalleyi bilen bir öğretmenin rehberliğinde Birsen öğretmenin evine vardıklarında henüz güneşin ışıkları kaybolmamıştı.

Birsen, annesi ve birkaç komşu, gelenleri kapı önünde karşıladılar. Önce herkes salonda toplandı, kısa bir “Hoş geldiniz, nasılsınız?” selamlaşması sonrasında daha rahat otursunlar diye kadın erkek ayrımı olmadan iki odaya dağıldılar. Birsen öğretmen salonda kaldı, müdürden başlayıp tüm gelenlerle tek tek tokalaşıp, başsağlığı ve sabır dileklerini alıp cevapladı ve diğer odadaki arkadaşlarıyla da aynı şekilde görüştü.

Din dersi öğretmeni Yahya Bey, sesini akort etmek için biraz su içti ve: “Fatiha, Yasin, Bakara Mülk, İhlâs” gibi sureleri okudu. Dualarla sevabın “iman ehlinin” ruhlarına bağışlaması dileklerine, dinleyicilerin de “âmin” demesiyle son buldu.

Tören, mutfakta hazırlanan yiyecek tabaklarının; ayran, su, meyve suyu, çay seçenekli olarak dağıtımı ve sofra duası okunduktan sonra bitti.

Müdür beyin kısa bir açıklama yapmasından sonra getirilen Emeklilik dilekçesi ve sınıfın karneleri okul memuru tarafından Birsen öğretmene verildi.

Birsen, dilekçeyi hemen imzaladı, memura verirken de herkes “hayırlı olsun” dedi. Birsen, ellerini göğsüne koyarak “hepinize çok çok teşekkür ederim” diyerek topluca selam verdi. Karneleri alıp diğer odaya gitti. Bir arkadaşı hemen karneleri doldursunlar diye 5 öğretmene dağıttı. Birsen bazı eklemeler yapmak için karne dolduranlarla tek tek görüştü ve kısa bir süre sonra karne doldurma ve imza işlemleri bitti.

Her iki odada da sohbet başlamıştı. Sohbetin odağında ise Birsen vardı.  Yıllardır birlikte çalıştığı arkadaşları, iyi bir öğretmen, iyi bir dost olarak gördükleri Birsen’in; meslek başarılarını, sorumluluk duyarak, tutkuyla görev yapmasını, öğrencilerini yönlendirmesini, okul- aile işbirliğine önem vermesini övgülerle anlatıyor… Ve okulu, öğrencisi, velisi, meslektaşları için bu kadar önemli olan birisinin erken emekli olmasından duydukları üzüntüyü belirtiyorlardı.

Kapkaranlık mehtapsız bir gece başlamış, saat 11’e gelmek üzereydi. Artık dönüş saati gelmişti.

Birsen ve annesi kapı önüne çıkarak, gelenlere tek tek teşekkür edip, tokalaşıp vedalaştı. Birsen’in bazı arkadaşlarıyla sarılıp, ağlaşmaları, herkese duygusal anlar yaşattı.

Midibüs, binenlerin oturup pencereden el sallamaya başlamasıyla ağır ağır yol almaya başladı. Birsen ve annesi de araba gözden kayboluncaya kadar onlara el salladı.

(Devam edecek)

Loading

Birsen Öğretmen (2) / Emin Toprak

18.01.2021

Birsen Öğretmen (2)

Emin Toprak

Babasının beklenmedik bir zamanda ölümü üzerine, Birsen Hanım annesini yalnız bırakmamak için emekli olmaya karar vermişti. Mezarlıktan eve döner dönmez hemen telefonunu aradı, buldu. Şarjı bitmişti! Çantasından şarj aletini çıkarıp salondaki prize taktı, biraz bekleyip telefonu açtığında; okul müdürü, öğretmen arkadaşları ve velilerden çok sayıda “Ne oldu, neredesin?” mesajları geldiğini gördü.

Gözyaşları perdelediği için mesajları okumakta zorluk çekiyor ve yanaklarının alevlendiğini hissediyordu. Hemen lavaboya koştu, aynaya hiç bakmadan yüzünü, boğazını, ensesini sıkıca ovarak, bol suyla uzun süre yıkadı. 

O an, babasının ailesi ve biricik kızı için beklenti-özlem-istekleri yankılandı içindeki derinlerde. “Meğer o gerçekleşmemiş beklentiler, gelecek ve böylesi günler içinmiş!.. Eğer damadı ve torunları olmuş olsaydı, onlar yapardı bugünkü insani hizmetleri. O zaman da sevgili eşi ve biricik kızı şimdiki gibi yapayalnız kalmazdı. İşte bu çaresizlik bu çıkışsızlık yüzündendi o an yaşadıkları ve annesinin çevresine boş boş bakışları.”  

Sonra ürkerek uykudan uyanmış gibi oldu ve mesajlara bakmak için şarja takılı telefonu eline aldı, gelen mesajların tümünü yeniden okudu.

Okul müdürü; “Birsen Hanım; bugün okula gelmediğiniz için telefonla sizi çok aradım cevap alamadım, evinize İsmet’i gönderdim  yokmuşsunuz, ev sahibiniz de bilmiyormuş. Öğrenciler, veliler, öğretmenler olarak hepimiz endişe içindeyiz… Lütfen bize haber veriniz.” diyordu. 

Bunun üzerine tüm mesajlara cevap olabilecek ortak bir metin yazmaya karar verdi ve hemen hazırladı:

“Sayın/Sevgili…;
Şarjı biten telefonum kapandığından mesajınızı henüz gördüm.
Kimseye haber vermeden ilçe dışına çıkış nedenim kısaca şöyle:
Dün ders bitimi, öğrencileri evlerine göndermiş ve evime gidiş yolunda idim. Annem telefon edip babamın çok hasta olduğunu, hemen yanlarına gitmemi istedi. Ben de hemen yola çıkıp, onların yanına il merkezine gittim.
Babamı kaybettim ve bugün öğleyin onu için defin töreni yaptık.
Sizi üzüp telaşlandırdığım için özür dilerim.
Saygılarımla…
Birsen” 

Bu metni, mesajı ve cevapsız çağrısı olan herkese kopyalayıp (sadece hitap cümlesini değiştirip), gönderdi. Ve hemen okul müdürünü aradı.

Müdür, telefonun ilk çalışına: “Birsen Hanım!…” diye heyecanlı bir sesle cevap verdi. Birsen öğretmen de hemen konuşma sırasını aldı: 

-Müdür Bey, size haber vermediğim ve sizi üzdüğüm için özür dilerim.” 

Diyerek, biraz önce arayan herkese gönderdiği ortak mesajı biraz daha detaylandırarak anlattı. Müdür dinledi dinledi ve: 

-Birsen öğretmenim, çok üzgünüm, başınız sağ olsun, sizlere sabır, babanıza da rahmet dilerim. Keşke haberimiz olsaydı da sizi böyle acılı bir gününde yalnız bırakmasaydık. Bugün için artık geç oldu, hem de bu gece evinizde dua ve taziye olacaktır. Ama yarın çocukları evlerine gönderdikten sonra arkadaşlarla birlikte size geleceğiz. Bir de kusura bakmasanız size sormam gereken bir konu var, bildiğiniz gibi bu cuma karneleri vereceğiz. Ne yapalım, sizin sınıfı karne için ne zaman çağıralım? 

-Teşekkür ederim sayın müdürüm. Karneler, benim öğretmenler odasındaki dolabımda. Lütfen dolabımı açtırıp, karneleri yanınızda getiriniz, ben onları doldurup size teslim edebilirim. Böylece gecikme olmaz hem çocuklar hem de veliler üzülmezler. Sayın müdürüm bilmem biliyor musunuz, ben bu evin tek çocuğuyum, bundan böyle annemi tek başına bırakamam. Bu nedenle emeklilik işlemlerimi hemen başlatmam konusunda yardımınızı bekliyorum. 

-Birsen öğretmenim, sizin gibi deneyimli, öğrencisini, velisini, arkadaşlarını, işini seven bir arkadaşımızı en verimli çağında emekli etmek bizi çok üzer, fakat sizin bu haklı isteğinize de saygı duyuyorum. Yarın akşam görüşmek üzere. Annenize selam ve saygılar. 

Birsen öğretmen, çok duygulanmıştı, durgunlaştı, konuşamadı. Zaten konuşmaya devam etse ağlayacaktı. Titrek, duyulur duyulmaz bir sesle: “Teşekkür ederim efendim.” deyip, kapattı telefonu.  

Arayıp, ulaşamayınca sesli mesaj bırakanlar arasında ev sahibi de vardı. Kendisine anne-baba şefkati gösteren, seven, soran, yardım etmeye çalışan ev sahiplerini çok seviyordu. Onları arayıp bilgi vermeli, ayrıca emekli olacağını ve evden çıkacağını da haber vermeliydi.

Haber bekleyen ev sahibi Mehmet Amca sesini tanıyınca: “Birsen kızım, evlâdım, sen neredesin? diye heyecanlı ve babacan bir tonla konuştu. Birsen öğretmen olup-bitenleri kısaca anlattı ve: bir ay sonra eşyalarını annesinin yanına taşıyacağını, yeni kiracı adaylarına evi göstermeleri için de anahtarı göndereceğini söyledi. 

Mehmet amca, söylenenleri dinlemiş ve: “Vah, vah, vah!… Başınız sağ olsun kızım. Babana rahmet sana ve annene de sabır dilerim. Babanın ölümüne de senin evimizden gidecek olmana çok üzüldüm. Bak, teyzen de burada, o da seninle konuşmak istiyor.” Diyerek telefonu eşine vermişti. Teyze kısaca hal-hatır sordu ve: “Kızım, çok üzgünüm, Allah rahmet eylesin, sana ve annene baş sağlığı ve sabır diliyorum…”  dedi.

Gelen-gidenleri ve işleri olduğu için başka kimseyi aramadı. Telefonun şarjı daha dolmamıştı, başkaları aramasın diye telefonu konuşmaya kapattı. Çünkü akşamki duaya ve yarın okulundan gelecek misafirler için uygun ortam hazırlayıp, düzenleme yapmaları gerekiyordu. 

Bu gece ve yarın için gönüllü hizmet edecekler fazlasıyla vardı. Misafirlere yapılacak ikramları da zaten akraba ve komşuları getirirlerdi. Yapılması gereken; evi düzenlemek, misafirler için oturulacak bir ortam hazırlamaktı. Birsen Hanım ve genç komşu kızları, bu amaçla hemen işe başladılar. 

Önce, her gelişinde kaldığı odadan başladı. Karşılıklı iki kanepe dışında kalan eşyaları yatak odasına taşıyıp, bu odayı kadınlar için düzenlediler. Sonra fazlalıkları alıp salonu erkekler için hazırladılar. Eksikleri, komşulardan gelen kap-kacak, masa-sandalyelerle tamamladılar. Ve mutfağa girip, taziye için getirilen börek, sarma, tatlıları servise hazır hale getirip tüm hazırlıkları bitirdiler. 

Birsen öğretmen hem komşu kızlar ile birlikte çalışıyor hem de acıları paylaşarak hafifleten bu toplumsal dayanışmayı düşünüyordu.

Annesi ise boş gözlerle bakıp sürekli ağlıyordu…  

Akşam namazı sonrasında cami imamı ve çoğu cenaze törenine de katılmış olan komşulardan oluşan grup selam vererek odaya girdi. Kendi kendilerini ağırlayıp yer göstererek salona yerleştiler. 

Birsen öğretmen kapıda durup: “Hoş geldiniz. Bu acılı günümüzde bizi yalnız bırakmadığınız için hepinize çok çok teşekkür ederim.” deyince, gelenler de: “Allah rahmet eylesin, sabır dileriz, başınız sağ olsun.” dediler. 

Hoca, yan odadaki kadınların da kendisini rahat duymaları için getirdiği ses düzeneğini test edip hazırladı. Sonra da din büyükleri, Hasan Bey, cemaatin yakınları için ayet, sure ve dualar okudu, helallik istedi, günahların af edilmesi için Allah’a yalvardı. Bu tören bitince dolu dolu ikram tabaklarıyla; ayran-çay-meyve suyu seçenekleri eşliğinde yiyecekler dağıtıldı. Herkes yedikten sonra da sofra duası okundu. Aileye başsağlığı, merhuma rahmet dilekleri yinelendikten sonra gelenler, yavaş yavaş, ikişerli-üçerli olarak ayrıldı ve ev günün acılı yorgunlarına kaldı. 

Şokta olan anne, vedalaşanlara boş gözlerle bakıyordu…

(Devam edecek)

Loading

Birsen Öğretmen (1) / Emin Toprak

 

11.01.2021

Birsen Öğretmen

Emin Toprak

Dokuma fabrikasında işçi olan Hasan Bey, yıllar önce bu şehre bir göçmen tarım işçi olarak gelmiş, fazla akrabası olmayan biriydi. Değişik işlere girip çıkmış, zaman zaman işsiz ve yoksul kalmıştı. Tanışıp sevdiği ve kendisi gibi fazla akrabası olmayan Aysel Hanım ile evlenmişti. Daha çok yoksulların oturduğu gecekondu mahallerinde kirada oturmuşlar. Birsen’in doğumundan dört ay önce de ekonomik durumları biraz iyi olan bu mahalleye ve bu eve kiracı olarak taşınmışlardı. 

Birsen, öğretmen olup evden ayrıldıktan birkaç yıl sonra Hasan Bey de emekli olmuştu. Aldığı emekli ikramiyesine biraz banka kredisi ekleyerek, oturmakta oldukları bu tek katlı bahçeli evi satın almıştı. Tek maaşla hem evi geçindirmek hem de banka kredisini ödemek hiç de kolay değildi. Bu nedenle istemese de bazen Birsen’in katkı vermesini kabul etmek zorunda kalıyordu. Aslında, zengince olmasa da huzurlu ve mutlu bir aile yaşantıları vardı. 

Her günkü gibi kahvaltı için mutfağa yönelen Hasan Bey, birdenbire sırtına bir cismin saplandığını duyumsadı. Nedenini bilemediği bu korkunç ağrı ve sıkıştırma yüzünden nefes alamaz, konuşamaz olmuş ve aniden fışkıran soğuk terle tüm giysileri sırılsıklam olmuştu. 

Aysel hanımın attığı çığlık üzerine gelen komşularınca çağrılan cankurtaran hemen gelmişti. Hasan Bey, gelen görevlilerin kısa muayenesi sonunda, yarı canlı olarak cankurtarana bindirilmiş ve acılar çağrıştıran siren sesleri eşliğinde çabucak hastaneye yetiştirilmişti. 

Aysel Hanım, acil koridorunda ağlayıp, korku ve endişe içinde bekliyordu. Odadan çıkan doktor ona yaklaşıp selam verdi ve: “Hasan Bey ağır bir kalp krizi geçiriyordu, tüm çabalarımıza rağmen onu kurtaramadık. Üzgünüm. Başınız sağ olsun” demişti. Aysel Hanım, hiç beklemediği ya da hiç düşünmek istemediği bu ölüm haberi ile çok sarsılmış, kısa süreli bir titreme nöbeti geçirmiş ve sonrasında da bir çığlık atarak koridoru çınlatmıştı. 

Gerekli işlemler bitip cenaze morga kaldırıldığı zaman gün yarılanmıştı. Aysel Hanım: “Hasan’ı hastaneye sağ olarak kavuşturduğumuza göre, burada biraz yatar, tedavi görür ve birkaç güne sağlıklı olarak evimize döneriz” düşüncesi ile biricik kızı Birsen’e hemen haber verip onu üzmek istememişti, fakat beklediği gibi, istediği gibi olmamış sevgili Hasan’ı kaybetmişti… Telaşla: “Kızımı hemen aramalıyım” dedi ve aradı. 

***

Birsen Hanım, köy-şehir ilkokullarında yirmi sekizinci yılını çalışıyordu. Üçüncü sınıfta okuttuğu öğrencilerini mezun edip, 30. yılda emekli olmak istiyordu. İkili öğretim yapan okulda bu yıl sabahçıydı. Ders yılının bitmesi ve öğrencilerinin dördüncü sınıfa geçmesine sadece üç gün kalmıştı. 

Son dersten çıkış zili çalmış öğrenciler evlerine gitmiş, kendisi de evine tam varmak üzereyken telefonu çalmıştı. Annesi arıyordu. Neşeli bir sesle “Anneciğim!..” diyerek söze başlamıştı ki, annesi ona hiç alışık olmadığı bir ses tonuyla: “Baban çok hasta hemen gelmelisin.” demiş ve telefonu hemen kapatmıştı. Bir süre yolun orta yerinde donakalmış, sonra da yönünü değiştirip otogara doğru hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı.

Otogara vardığında bir otobüs yolcularını almış, hareket etmek üzereydi. “Binebilir miyim?” diye sorduğu şoförün başıyla selam verip “buyurun” demesi üzerine otobüse binmiş ve boş ikili koltuğun pencere tarafındakine oturmuştu. Yol ücretini muavine verirken de otobüs hareket etmişti.

Otogara gelirken ve otobüs yolculuğu sırasında kafasında sürekli olarak annesinin o ‘değişik’ sesi yankılanmış ve bu ses ona çok değişik senaryolar ürettirmişti: Bazen babasını ölümcül bir hastalığa yakalanmış, bazen de ölmüş olarak düşünürken, her defasında da tek başına kalacak olan annesi karşısına çıkıyor onu düşünüyordu. Yol boyunca bu olası kurgular yüzünden içten içe dayanılmaz acılar yaşamış, içten içe hıçkırıklarla sürekli ağlamış ve hem içerisine hem de dışarıya gözyaşı akıtmıştı. 

Birsen’in çalıştığı ilçe, anne ve babasının oturduğu il merkezine 66 kilometre uzaklıkta idi. Bu ev ana yola yakın ve şehrin girişindeki bir mahalledeydi. Otobüse bindiğinden beri sessizce ağlayışını dikiz aynasından gözleyen otobüs şoförü, muavini gönderip kendisine inmek istediği yeri sordurmuştu. Aldığı cevap üzerine de onu evlerine çok yakın, hem de “durmak yasaktır” denilen bir yerde indirmişti. 

Birsen’in, el çantası dışında bir yükü yoktu. Otobüsten iner inmez sağ tarafa saparak, tanıdık olmayan meraklı bakışlar onu izliyordu, o da yaşına uygun olmayan hızlı bir tempo ve telaşla koşmuş koşmuş evine ulaşmıştı. 

Böylesi zamanlar için hep kendisinde bulundurduğu yedek anahtar ile açtı evin kapısını… Küçücük hol onlarca ayakkabıyla doluydu. Ayakkabısını portmantoya koyduktan sonra ‘salon’ dedikleri odaya girdi. Bu küçük loş oda, kimi oturan, kimi ayakta olan komşu kadınlarla dolmuş ve oldukça havasız kalmıştı. 

Kalabalık içinde yığılmışçasına oturmuş olan ve sessizce ağlayan annesini görmüştü. Annesini yakalarcasına kucaklayıp kendisine doğru çekerken, hıçkırık ve yağmur damlası gözyaşları onunkilerle karışmıştı. Uzunca bir süre anne-kız kucak kucağa sarılı kalmış, sonra da suskun anne kızını öpücüklere boğup, dile gelmiş: 

Birsen’im, bir tanem bak sadece ikimiz kaldık. Bırakıp gitti bizi Hasan’ımız, gitti, gitti!…” demişti.

Sevdiğini kaybetme acısının neden olduğu bu ikili ağlayış, komşu kadınların katılımı ile bir çığlığa dönüşmüştü. 

Gelenektir; akraba ve komşular toplanıp ölü evine gelirler, onları evde yalnız bırakmazlar. Geç saatlere kadar komşulardan gelen ikramlar yenir, çaylar içilir, anılar anlatılır, bazen gülümseten sohbetler bile yapılır. Evlerinde küçük çocuk ve yaşlısı olup gitmesi gerekenler tek tek vedalaşıp giderler, kalanlar sabahlarlar. 

O gece de geleneklere aynı şekilde uyuldu. Birsen durup durup ağladı ve hep sarıldı annesine… Sabah olunca kahvaltı sofrası kuruldu… 

Cenaze için mezarlık yeri hazırlaması, morgdan alınıp gasil haneye taşınması, yıkanması, camideki musalla taşına yerleştirilmesi, cenaze namazı sonrası mezarlığa taşınması gibi resmi ve insani işlemleri erkek akrabaları işbölümü yaparak takip ediyorlardı.  

Morgdan alınan Hasan Bey’in cenazesi; gasil hanede yıkandıktan sonra cenaze arabasıyla evinin kapısına getirildi, hoca dualar okuyup, toplanan ev halkı ve komşulardan helallik istedi. Ve “helal olsun!” nidaları sonrasında omuzlarda taşınarak çok yakın olan caminin musalla taşına konuldu. Öğlen namazı sonrasında da akrabaların az komşuların daha çok olduğu cenaze namazı kılındı. 

Cenaze arabası ile taşınan cenaze, şehir mezarlığında yıllanmış bir meşe ağacının altında hazırlanan mezara iki akrabanın yardımıyla, ağlaşma sesleri ve defin töreni eşliğinde gömüldü. 

Defin töreni bitince Birsen, mezarlık numarası yazılıp, babasının başucuna saplanan tahta parçasını okşayarak ve kahverengi-kırmızı karışımı tümsek olmuş toprağına sarılmıştı. Yanına yaklaşan; 7-8 yaşlarında olan, fakat yüz çizgilerinin daha yaşlı gösterdiği, yüzü-elleri kirli, çelimsiz, çekingen bir çocuktan iki bidon su aldı (akrabalardan biri hemen çocuğun cebine miktarı bilinmeyen para koydu), o su ve gözyaşları ile suladı babasının toprak kokan mezarını. 

Sonra da mezardaki babasıyla konuşurcasına hem sessiz mırıltılarla ağıtlar söyledi hem de babasının bahçesinden topladığı mis kokulu ve her renkteki demet demet çiçeklerle mezarı süsledi.

Birsen Hanım, annesi ve akrabaları bir sıra oluşturdu, gelenler de tek tek tokalaşarak onlara başsağlığı ve sabır dilediler. Ve herkes geldiği araçlara binerek evlerine döndü.  

Şimdi babası yoktu, artık annesine can yoldaşı olmak ve evi geçindirmek Birsen’e kalmıştı. O anda karar verdi emekli olmaya, cenaze kaldırıldıktan hemen sonra müdürle konuşup emekli olmak için dilekçesini verecekti. 

(Devam edecek)

Loading

Eskiler Ve Yeniler / Emin Toprak

02.01.2021

Eskiler ve Yeniler

Emin Toprak

Peş peşe yinelenen yıllar; dünyadaki tüm varlıklara ve dünyaya en çok zarar veren insanların ömürlerine birer yıl katarak, yaşam için umutlar ve endişeleri de ekerek gelir-giderler.

İşte 2021’in ilk günleri: zaten yıllardır kardan adamı da kar topunu da unutmuştuk, şimdi soğuk hava bile kalmadı, sanki doğa belleğini yitirdi. 

Toprağında su kalmamış ağaçlar şaşırdı, dallarında tomurcuklar belirdi ve mimozalar açtı açacak. 

Bir endişedir sardı herkesi: acaba, musluklar suya hasret kalacak mı, susuz kalan toprak başak verecek mi, yoksa bereketsiz mi olacak tarlalar? 

Peki, daha daha sonrası!…

Zaten şimdilerde başımız bir illet virüs ile belada, bir de kuraklık ve kıtlık mı gelecek!

Zaten pek çok ekonomik-insani sorunlarımız vardı, üstüne bir de bu çevresel sorunlar eklendi. Şimdi herkes bu olası çevresel tehlikelerin farkında hem de hedefinde iken, yeni bir yıl geldi. Nedense her yeni yılda hep ‘umut’ galip gelir, bir anda olup bitenler de olacaklar unutulur, sevinç içinde bir coşku yaşamak ister herkes. 

Bellek, yaşantı yüklerimizi taşıyan bir koruyucumuzdur. Fakat o, her şeyi taşıyamaz, onun belli bir alanı ve sınırlı bir taşıma gücü vardır. Onun için de yükün asıl sahibine hiç sormadan kendince bir seçki yapıp hem yer açar hem de yükü hafifletir. Bu seçki sonunda; bazı öğrenme-alışkanlık, bazı dost-dostluk, bazı aşk-sevinç-acılar örtük kalıp unutulur… 

Bu unutuş; bazı yaşananları önemiz görmek, engellemek, yok saymak, onlardan uzaklaşmak, ben’i koruma istemidir aslında. Bazen insanın unutmak istemediği bazı yaşantıları da tekrarı olmadığı için unutulur. Çünkü içinizde saklı bir güç, size rağmen karar verir, bu, anlatımı da anlaması da çok zor duruma! İşte bundandır bir insanın, “acaba bana ne oldu” diye korku ve kuşkuyla kendisine bakması. 

Aslında insanın belleği; arşiv, müze, ören yeri gibi zamanın durdurulduğu bir yere benzer. Bu yüzden orada kaybolmaz anıların hiçbiri, unutulmuş olanlar da herkesin kendi derininde izleri durur. Onlar tıpkı bir tohum gibi yeniden canlanacak, depreşecek bir fısıltı, bir an, bir iklim beklerler. 

***

Kuşak Çatışması

Yaşamımıza etki eden her fizyolojik-biyolojik-sosyal olayda diyalektik vardır. Bu “neden-sonuç” ilişkisi sayesinde evrendeki küçücük dünyamızda bulunan tüm canlılar hareketlenir, şekil ve anlam kazanırlar. 

Kuşak Çatışması’ eskilerin, yenileri beğenmemesi, ya da büyüklerin geçmişte yaşananları: Ben…, Bir zamanlar…, Bizim gençliğimizde…, diye başlayan ‘ben’ merkezli abartılı cümleler kurarak yeni nesli hedef almasıdır. Ki bu anlayış ta antik çağdan beri süregelmektedir.  

Bu anlayışta olanlara göre; kendileri geçmişte hep iyi, erdemli, saygılı, başarılı olmuş, yeni nesil ise; kötü-saygısız-başarısız olmuştur. İşte bunun için o büyükler, geçmiş yıllara, geçmiş çağlara dair masalımsı yaşantılar anlatırlar. Psikoloji, kuşak çatışmasını kısaca; kişinin geçmiş dair özlem, pişmanlık, yenilgi, eziklik ve pişmanlıklar nedeniyle ben’ini korumak için başvurduğu bir ‘yansıtma’ olarak tanımlar. 

Eğer bu büyüklük tutkusu içindeki kişiler kendilerine bir ayna tutup yüzleşebilseler geçmişleriyle; yeniyetme ve ergen iken ana-baba-çevre ilişkilerinde yaşadıklarını hatırlayabilir. Şimdiki beklentilerinin kendi büyüklerinin beklentileri olduğunu, şimdi yakındığı davranış ve söylemlerin ise kendisince de yapıldığını görecek, anlayacaktır. 

Kuşkusuz, her insanın kendisini önemseyip öne çıkarma çabası içinde olması onun doğası gereği olduğu için ayıplanmaz. Bu herkeste var olan: beğenilme duygusu dediğimiz önemli bir genetik mirastır. Ancak bunların yaptığı başka bir şey… 

Bu genetik mirası söküp atmak mümkün olmadığına göre, onu abartıya kaçmadan, karşı tarafı ezmeden kullanmak gerekir. 

Çünkü yeni nesil diye hakir görülenler, bizim çocuklarımız, gençlerimiz ve onlar bizim gelecekte var olmamızı sağlayanlardır. Niçin onları hiç düşünmeden, ego yüzünden hakir görülsün ki?

Neden o çocuk ve yeniyetmelere kendi deneyimlerimizi anlatıp, onların teknolojilerinden pay almayı denemiyoruz? Niçin onları itmek gibi kolay bir yolu seçiyoruz. Peki, neden onlara sevgi ve saygıyla yaklaşıp, dayanışarak daha güçlü olmayı sorunlara ortak çözüm yolları aramıyoruz? Niçin?  

*

Günlük yaşamımızın bir parçası olan sosyal medyada ve TV ekranlarında sık sık karşılaştığımız güncel bir konu da: 

Bazı kişilerin kendi soyu, kendi inancı, kendi kültür ve yaşam tarzı için masal-efsane türü söz ve yazılarıdır. Atalarının neler neler yaptığını, inançları, kültürleri ve yaşam tarzlarının üstünlüklerini, erdem ve başarılarını söyler, yazarlar. 

Kendi üstünlüğünü(!) pekiştirmek, diğerlerini “düşman-hain-gavur” diye ayrıştırıp aşağılamak ve ırkçılık yapmak içindir bu çabaları.  

Bunlara bu abartılı söz ve paylaşımları yaptıran asıl güç onların derinlerindedir. Bunlar, psikolojide; ego, eziklik, kompleks ve doyumsuzluk olarak tanımlanır. Bir de bu sözlerin psikolojik temelini bilmeden cehaletleri yüzünden söyleyenler vardır ki, en çok da onlar tutturur, onlar saldırır, onlar bağırırlar.

Bunlar bu güzellemeleri ve hakaretleri yaparken hedeftekilerin; bu ülkede başka yaşam tarzı, başka inanç, başka kimlik sahibi olan kapı komşuları, arkadaşları olduklarını, onları önemsizleştirip, üzdüklerini hiç düşünmezler. 

Eğer böylesi abartılı bir psikoloji içinde olanlar için sağaltım önlemleri alınmazsa (ki bu, “insani değerler” kazandıracak bir eğitimdir); işte o zaman toplumda nice kişiye, gruba zarar verecek narsisizm ve ırkçılık salgını kaçınılmaz olur.

Loading

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu