Bu yazıyı Cumhuriyet tarihini baz alarak kronolojik bir dizgede yapmayı planlamıştım. Fakat, son gelişmelerin ışığında bugünden geçmişe bakarak bir okuma yapmaya karar verdim. Bilindiği üzere, Millî Eğitim Bakanlığı “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adı altında eğitimde köklü değişimler yapma gayreti içinde. Genel olarak bakıldığında yeni müfredat, ders içeriklerinde sadeleşme ve dersler arasında dikey bir uyum ve düzen sağlama iddiasında. Ayrıca, müfredat, öğrencilerin sosyal, ahlaki (manevi) ve duygusal gelişimlerinin önemine vurgu yapmaktadır.
Maarif Modeli adıyla sunulan pakete, sosyalist sol haricinde tepki gösteren yok gibi. Genel argüman, bu modelin bilimsel olmadığı ve dinci-gerici bir içeriğe sahip olduğu yönünde. Fakat bu zaten bilinen bir şey: Din eksenli siyaset yapan bir iktidarın ilerici-devrimci bir müfredatı benimsemesi beklenemez. İlerici alternatif olarak savunulan laik-bilimsel eğitim ise içerikten yoksun ve çok kullanılmaktan aşınmış bir slogan olmanın ötesine maalesef geçemiyor. Dahası, sol muhalefet, eğitimdeki değişimlerin ne kadarının global kapitalizmin dayatmalarıyla yapıldığı ve AKP hükümetinin kendi ajandasının bu değişimlerde ne kadar bir yer kapladığı konusuna ilgisiz duruyor. Bu durum, olup biten şeylerin somut olarak anlaşılmasını zorlaştırırken, birleşik bir toplumsal cephe yaratma şansını da azaltıyor.
Türkiye, global kapitalist dünyada bir çeşit yarı-sömürge statüsündedir. Ekonomi, eğitim, savunma gibi alanlarda emperyalist-kapitalist merkezlerle çelişecek politikalar uygulayamaz. AKP hükümetinin son yirmi yılda uyguladığı eğitim politikalarının temel ekseni batı merkezli neo-liberal (yeni-sağ) ideolojidir. Öğretmenlerin proleterleştirilmesi ve okulların tam anlamıyla ticarethaneye dönüşmesini hedefleyen bir özelleştirme sürecidir. Bu sürece dahil edilen imam-hatip okullarının yaygınlaşması ikincil bir durumdur ve neoliberal politikalarla çelişmez. Devlet okulları kapitalist düzende klasik misyonunu çoktan tamamladı. Aynı konuda daha önce yazdığım bir yazı için (https://www.criticaleducationnetwork.net/devlet-okullarinin-sonu-bulent-avci/).
Global-neoliberal politikaların merkezi Amerika ve İngiltere’dir. Amerika’da tüm devlet okulları, büyük paralar ödeyerek (iş dünyasında outsource denilen mekanizma), eğitim-danışmanlık şirketleri ile çalışmak zorunda. Türkiye’de bu ilişki Ensar Vakfı ve benzeri dinci vakıf-şirketler üzerinden yapılıyor; bu durum AKP’nin doğası gereğidir. Burada Sol duruşun esas muhalefet etmesi gereken nokta bu ilişkinin kendisidir. Şimdi bir an için CHP’nin iktidara geldiğini hayal edelim. CHP, Ensar Vakfı yerine, gayet modern ve laik değerlere saygılı bir eğitim-danışmanlık firmasıyla çalışsa sorun çözülmüş mü olur?
Yeni müfredatın ahlaki, duygusal ve sosyal gelişmeyi önemser gözükmesi de neoliberal eksenli bir durumdur. Son otuz yıldır test-merkezli eğitim politikaları uygulayan Amerikan liberalizmi, bu durumun öğrencilerde yarattığı tahribatın farkına varınca, son yıllarda, tüm devlet okullarında (social-emotional learning) sosyal-duygusal öğrenme derslerini müfredata dahil etmeye başladı. Amerika’da seküler bir perspektifle yapılan şey, Türkiye’de din sosuna bulanarak yapılmaya çalışılıyor. Burada muhalefetin odaklanması gereken nokta, bu duygusal-sosyal öğrenme biçim ve içeriğinin, seküler ya da dinci hiç fark etmez, özne karakteri gelişmiş bireyler yerine pasif ve uysal insanlar yetiştirmeyi hedeflemesidir.
Bu noktada Sol muhalefetin önemli bir çelişkisi ortaya çıkıyor: Batıdan gelen ve eğitimde değişim-gelişim diye lanse edilen neoliberal kavram, politika ve uygulamaları ilericilik adına eleştirel bir filtreden geçirmeden çabucak benimseme eğilimi çelişkili bir durumdur. Bu konularda net bir tutumu olması gereken eleştirel pedagoji eğitimci-akademisyenler bazen bu çelişkinin bir parçası olabilmekteler. Dikkatle bakıldığında bazı Sol çevrelerin neoliberal eğitim politikalarını ilericilik (laik ve bilimsel) adına savunduğu görülebilir.
Eğitim, cumhuriyetin kuruluşu ve sonrasındaki otuz yılında, köy enstitüleri ile kurucu bir unsur oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında ilköğretim ve ortaöğretimde Fransız modeli, yükseköğretimde ise Alman modeli esas alındı. İkinci Dünya Savaşı sonrası ise Amerikan hegemonyası eğitimin tüm alanlarını belirlemeye başladı. Eğitim politikaları üzerinden oluşan ayrım camii-kışla gerilimine paralel olarak laik-dinci, ilerici-gerici, okul-medrese şeklinde gelişti. Bu ayrım çizgisi tarihsel olarak işlevseldi ve seküler bir kültürün oluşmasında etkili oldu. Fakat yukarıda belirttiğim gibi, günümüzde bu gerilimden çok daha belirleyici olan uluslararası sermayenin dayatmaları var. Mücadelenin bayrağını ilkin ve en başta bu dayatmalara karşı dikmek gereklidir. Gerici politika ve uygulamaları bu çerçevede anlamak ve alternatifler geliştirmek gereklidir.
Bu anlamda, laik ve bilimsel eğitim talep eden sosyalist solun kendisini, içerisinde CHP çizgicisini de barındıran merkez sağ ve liberal yaklaşımlardan kesin çizgilerle ayırmalıdır. Zira meclisteki tüm partiler neoliberal eğitim politikalarıyla uyumludur. Bu uyumun içinden üretilen laik-bilimsel eğitim talebi kitleler üzerinde etkili olamıyor. Günümüz dünyasında bilim denilen şey, egemen sınıfların tahakküm aparatına dönüşmüş vaziyette. Bu yüzden bilimsel eğitim talebini içini doldurarak savunmak ve talep etmek gerekir.
Özetle söylersek, Maarif Modeli ve benzeri eğitim politika ve uygulamalarına muhalif bir duruş sergilerken, ilk odaklanmamız gereken yer bu politikaların neoliberal kapitalist sistemle olan ilişkisidir. İktidarın dinci-kozmetik dokunuşları ikincil bir durumdur. Birinciyi ihmal edip ikinciye odaklanmak, geniş ve etkili bir toplumsal muhalefet örgütlemeyi zorlaştırır.
Bence, ülkemizin tek karar vericisi Sayın Erdoğan, tarafsız olmayı sevmez, her zaman bir taraftan yana, “öteki” saydıklarına karşı olmak ister. Bu yüzden de tutkuyla hem Cumhurbaşkanı hem de parti başkanı olmak istemiş ve başarmıştı.
Yani tarafsız-dokunulmaz-güçlü kimlikle yetinmemiş; bir partiye başkan olarak ‘taraf’ olduğunu ilan etmişti. Sonra da “Kuvvetler ayrılığı” ilkesini yok edip tek kişilik “Külliye Yönetimi” başlamıştı.
Cumhurbaşkanının devlet güvencesindeki “dokunulamaz-sorgulanamaz” gücü bir partinin gücüne eklenince de partiler arası demokratik yarış bitmiş, ülkemiz halkı birbirine öfkeli-kinli iki kutba bölünmüştü.
Devletin yetki ve olanaklarıyla, partisi adına yurdu karış karış gezip, meydan ve ekranlarda oy istemiş, depremin yerle bir ettiği Hatay’da: “Oy verirseniz hizmet alırsınız” bile demişti.
Artık, partisi gibi düşünmeyen tüm parti, kurum, grup ve kişiler onun için birer: “öteki” olmuştu. Onlara: “hain-terörist-düşman-çürük-sürtük.” gibi sıfatlarla sesleniyor ve onları çok ağır sözlerle aşağılıyor-yıpratıyor-incitiyordu.
Henüz 2023 şubat depreminin yaraları sarılmadı depreşip duruyor. Ve yeni depremler, yangınlar, seller oluyor ve olacak. Ülke kaynakları; kamu çıkarı, çevre sağlığı ve güvenliği düşünülmeden, plansızca ve “ticari sır” diyerek saklı sözleşmelerle yapılan yandaş adreslerine teslim ihaleler çoğaldıkça çoğaldı… Sokaklarımızda mafya kol geziyor.. Suç ve suçlular arttı adliyeler, cezaevleri yetmez oldu, yenileri yapılıyor…
Ülke halkı, iki katmanlı yoğurda benzedi: en üstte ince bir tabaka türedi zengin, altta ise; acı ve korkularıyla kimsesiz, güvensiz, huzursuz olan on milyonlarca yoksulumuz kaldı.
İçeride bunlar oluyorken, dış politikada da diplomasinin yerini güvenlikçi anlayış almış, güçlü olana: ‘evet-peki’ deniyor, güçsüz olanlara da: “Bir gece ansızın gelebiliriz!” diye tehdit ediliyordu.
Aylardır emperyalist güçlerin piyonu faşist İsrail devleti, halkının karşı çıkmasına rağmen, susturulmuş Arap coğrafyasına kanlı tuzaklar kurup bombalar yağdırıyor.
İşte bu korku iklimi ve ekonomik çöküş acı-yokluk kışı geldi-gelecek…
Halkımız 23 yılın bu ağır yükleriyle yol alıyorken dillerden düşmüyor: o nakarat: “Nerden nereye, güçlü Türkiye…”
***
Osmanlı’da 1880’de başlayan ulusalcı hareketlerle birlikte “Kürt Sorunu” da başlamıştır diyebiliriz. Bu sorun Kurtuluş Savaşı sürecinde Amasya, Erzurum ve Sivas’ta görüşülmüş ve varılan uzlaşıyla 1921 Anayasası hazırlanmıştır. Ancak 1924 yılında yapılan Anayasada hem Kürtler hem de 1921 uzlaşısı ‘yok’ sayılmıştır.
Kısaca bu sorun: Kürtlerin, devletçe engellenmiş “İnsan Haklarını” istemesidir. Bu haklar: eşit vatandaşlık, kimlik, dil, inanç, güvenlik, eğitim, kültür, yaşam tarzı, seçme, seçilme vb. yani her insanın doğumuyla hak ettiği evrensel haklardır.
Pek çok ülkenin böylesi sorunları olmuş ve ülkelerin pek çoğu çözümle sonuçlandırmıştır. Çözüm için iki yol izlenmiş ve izlenmektedir:
Demokratik devletlerde bu talepler; uzlaşıcı bir anlayışla karşılıklı görüşülür ve varılan uzlaşıyla çatışmasız, savaşsız olarak barışla karşılanır. Barış; bedavadır, ülkeye ve halkına hiç bedel ödetmez. Barışçı çözüm o ülke ve halkına; güvenli, huzurlu, sevgi-saygı dolu, acısız, korkusuz, sevinçli ve coşkulu bir yaşam sunar. Ve; kanlı-kirli savaşı, ölüm araçlarını, sömürüyü, silah tüccarlarını besleyen ülke kaynakları, halkın yaşamını kolaylaştırmak için kullanılırlar.
Otokratik devletler ise bu insani talepleri; militarist bir anlayışla yani zorla, baskıyla, sindirerek, zorunlu göçle ve yok ederek çözmeye çalışırlar.
Devletimiz bu tarihsel-sosyolojik Kürt sorununu, barış ve uzlaşı ile çözmek yerine, “beka sorunu” kabul etmiş ve bu sorunu çözme görevini de asıl görevi: vurmak, yok etmek olan “militarist” güce vermiştir.
İşte; onlarca yıldır Türkiye halklarını kutuplaştıran, kaynaklarını ölüm aracı ile mermisi yapan, nice canımızı alan, büyük acılar yaşatan bu: “ilan edilmemiş örtük savaş” böyle başlamış ve devam ediyor.
Solcu, demokrat, ulusalcı, milliyetçi hatta Kürt olduğunu söyleyen çok büyük bir çoğunluğumuz var. Bu kişi ve gruplar; Kürtlerin demokratik isteklerini, insan hakkı değil “terör” nedeni sayar ve “ilan edilmemiş örtük savaş” tezkeresine “evet” diyenlerdir.
Bu, “evet” de “hak ihlali” için destek ve onay vermektir!
Oysa; Kürtler; barış severdir, insanlık suçu olan kanlı savaşları ve terörü her ortamda lanetlerler.
Ve sanki Yılmaz Erdoğan, Kürtlerin barışçı duygularını:
*“Ben senin beni sevebilme ihtimalini seviyorum”*
Dizesiyle dile getirmiş gibidir.
Mademki barışın kötüsü, savaşın iyisi yokmuş.
Ve sevgi barışı, nefret ise savaşı besliyormuş. O halde, bir “ihtimal” bile olsa yine de sevgi…
***
1 Ekim günü TBMM açılışında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, DEM Parti grubu önüne giderek partililerle tokalaşması ve sonra da Erdoğan’ın açıklamaları ülkenin gündemi değişti. (Ve “avcılar barış güvercini mi!” benzetmesi de bu yazıyı yazdırdı.) Gündemin şimdilik iki öznesi var: Erdoğan ile Bahçeli…
Sayın Bahçeli’den üç önemli cümle:
: “Uzattığım el, İlk Meclis’in ve Sayın Cumhurbaşkanımızın isabetli sözlerinin meşale gibi yanan aydınlığıdır… (Bu cümledeki “İlk Meclis” vurgusu çok önemlidir, çünkü o meclis 1920 Anayasasını hazırlamış ve Kürtlere bazı demokratik haklar tanımıştır.)
: “Öcalan çıksın, terörün bittiğini açıklasın.” (Bu cümle de çok önemlidir çünkü, Öcalan, silahlı güç PKK’nın lideri olarak muhataptır.)
: “Dünyada barışı isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” (diyerek olması gerekeni itiraf etti.)
Sn. Erdoğan: “Sırf anasının dilini konuştuğu için milyonlarca vatandaşımız ötekileştirildi, ötelendi, haksızlığa ve hukuksuzluğa maruz bırakıldı” dedi. (Bu gerçekleri açıklayan çok önemli tespittir. Fakat bu fail/failler kimdir? – Acaba 23 yıllık tek lideri olarak kendisinin hiç katkısı var mı?)
Aslında böylesi sözler kişinin; eylemlerine ayna tutup, vicdani-insani sorgulama yapması, pişmanlıklarını söylemesi yani özeleştiridir. Fakat bence, bu sözleri sınırsız yetkilerle yıllarca iktidarda bulunan kişi/kişiler söylemişse durum değişir. Eğer ortada bir toplumsal ihmal-suç varsa bu sözler onun için “günah çıkarma” sayılmalıdır.
Sonuç olarak:
Sosyal-ekonomik-politik açıdan bakıldığında Kürt sorununun; ülkemizin kilit sorunu olduğu görülür. O halde her gün iktidar olacağını söyleyen CHP, Erdal İnönü döneminde olduğu gibi bu sorunu nasıl çözeceklerini açıklamalı ve çözüm için el uzatmalıdır.
Her kişi; zamanla yorulur, yılar, duraksar ve güç kazanıp yenilenmek ihtiyacı duyar ya, ben de yorulmuştum.
İşte bu gerekçeye sığınarak, 19 Mayıs’tan bugüne kadar “Dostça” blogda hiç yazı paylaşmadım.
Sessizliğim uzun sürünce, pek çok dostum haklı olarak: “Ne var-ne oldu-ne oluyor?” diye aradı, sorguladı, kimileri azarladı bile!
Sağ olsunlar…
Bu dostların çoğu, beni yolun ikinci yarısını da geçmiş, işi-gücü olmayan, hiç yorulmayan bir emekli bilir, fakat yazı mutfağında neler çektiğimi bilemez, bu nedenle onlar haklılar.
Haklılar çünkü, eğer benim önemli bir sorunum yoksa haftada bir yazı yazardım. O dostlar da bu yazıları okur, bana hem övgü hem de yergide bulunurdu. Ben de övgülerle egomu okşar, anlık sevinçler yaşardım. Yergiler ise ufkumu açar, beni geliştirirdi.
Peki, o halde ne olmuştu niçin yazmıyordum!…
Dedim ya, o dostlar mutfağımda olup bitenleri bilmiyorlar. Oysa orada, birçok aracım, birçok süzgecim, çokça işim vardır benim. Orada, okurların bana yaptığı yergilerden en acımasız olanını, ben, bana karşı yapıyorum.
Orada biriken notları karşıma alır: onlarla hece, virgül, özne, yüklem, nokta, soru, ünlem … saatlerce tartışırım. Bazılarını; çizer-karalar-siler-ekler-çıkarır, günlerin emeği ‘bazı notları’ ise bazen bir sözcük yüzünden cezaya bırakırcasına günlerce kuytuda bekletirim. Ne zaman ki aramızda bir uzlaşıya varırız o zaman da okurla paylaşırdım.
Evet bu sadece bana ait fiziksel, zihinsel, duygusal bir yorgunluktur. Fakat bu yüklere bir de Melih Cevdet’in: “Memleketinin hali” dedikleri eklenince, taşıma gücüm kalmadı, yani yoruldum.
Bu yüzünden de kendimi beş ay nadasa bıraktım.
İnanınız ki, bu sürede de hiç boş durmadım! Daldan dala, çağdan çağa atlayarak zaman içinde gezinip durdum.
Ve o zamanların; tarihi, felsefesi, coğrafyası sosyolojisi ile beslenip boy vermiş: söylence, günlük, öykü, roman, şiirlerin olduğu çokça kitap okudum.
Tarih boyunca insanlar daha iyi yaşamak için; doğadaki kaynakları, hayvanları ve bitkileri kendi kontrolüne almaya çalışmışlar.
Kimi insan; severek, emek vererek üretip gürleştirmiş, kimi açgözlü çıkarcı zalimler ise emek vermeden: insan, hayvan, ormanı, dağ, ova, su … herşey “benim olsun” diye güç kullanıp; yakmış, yıkmış, yok etmiş.
İmparatorluk ve sömürgelerdeki halk; kul-köle-cariye olup, karın tokluğuna çile çekerek yaşamak zorunda kalmış.
Zaman tünelindeki güç ve “erkek egemen” dünya böyle var olagelmiş…
Dünya halkları; halkı seven, haktan, hukuktan yana çok az kral ve yöneten görmüş. Yönetenlerin büyük çoğunluğu ise birer halk düşmanı imiş.
Bu zalimler nefret savaşlarıyla güç kazanmış, halklara ölüm, yıkım büyük acılar yaşatmış, sonra da nefret edilen olarak yok olup gitmişler. Fakat halkın çok sevip masal, destan, türkü kahramanı yaptığı çokça insanlık değerleri de hep var olmuş ve olacaklar.
Bu kitapları okudukça öğrenir, tanık olursunuz dünyamızda olup bitenlere. Sonra da: “bu dünyada ne çok iyi şeyler ve ne çok iyi olmayan şeyler yapılmış” olduğunu fısıldarsınız içinizden.
Olgularla; düşünür, üzülür, sevinir, hayal kurar, kaygı, umut üretirsiniz geleceğe dair. Ve işte öyle bir anda kulağınızda çınlar Mahzuni Şerif’in: “Kör olası dünyada (vay) can gider zaman kalır…” deyişleri.
Evet, zaman tüm canlıları yenilensin, yenisi gelsin diye tüneline gönderi ve kendisi kalıcı olur.
Yaşamak doğa ile savaştır. Doğada da anlaşılan ve anlaşılmayan temel olgular vardır. İnsanların yaşamsal görevi; anlaşılmayan bir olguyu ‘tamam, bu kaderdir’ diyerek kabul etmek değildir. O olguyu anlaşılır kılmak, geliştirmek, yaşama uygun olarak hizmete sunmak için çaba göstermektir.
Aydınlık gelecek için, zaman tünelini eşelemeli, geçmişte olup bitenleri neden-niçin-nasıl diye irdeleyerek anımsamalıyız.
***
Şimdi gelelim yurdumuzun güncel sisli ve puslu fotoğrafına:
Dünya kaynaklarını sömürme ve paylaşmını kolaylaştıran emperyalist çatışmalar devam ediyor. Bugünlerde soykırım yapmakta olan faşist İsrail devletine kendi halkının çoğunluğu ve dünya halkları karşı olsa de çoğu dünya devleti bu faşist güce destek oluyor. Çünkü devletler güçlülerin gücü olan organizasyonlardır, ezilen halka karşı olurlar ve sömürü savaşlarla beslenirler.
2023 Küresel Modern Kölelik Endeksi’nde Türkiye, dünyada beşinci, Avrupa’da birinci, aynı zamanda Avrupa ve Orta Asya bölgesinde modern köleliğin en sık görülen ülkesi olmuştu. (2024’te de değişen bir şey olmaz sanırım).
Modern kölelik: “Zorla çalıştırmayı, zorla veya kölece evlendirmeyi, borç esaretini, zorla ticari cinsel sömürüyü, insan kaçakçılığını, kölelik benzeri uygulamaları ve çocukların satışını ve sömürüsünü içerir.”
İcra ve İflas Dairelerinde 2023 yılı sonunda 38 milyon 969 bin 260’a icra ve iflas dosyası bulunuyormuş. 2024 sayısı meçhul…
İşçiler, işsizler, emekliler, öğrenciler, bizi görün, bizi duyun, çare bulun diye yürüyerek meclise gitmek istiyor. Polisler, emir yüksek yerden deyip; demokratik hakları, özgürlükleri ve anayasayı hiçe sayarak parkları bile kapatıyor.
Güvenli yaşam, ekonomik ve özlük hakları gasp edilen öğretmenler de meclise ses duyuramadı. Ve yeni bir yasa ile artık öğretmen, yasalara aykırı “medreselerin” emekçisi oldular.
Dünyada da savaş, çatışma, yokluk, yalan, yolsuzlukları ivme kazanmış bir hızla devam ediyor zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul… Kadın, çocuk, hayvan kıyımı, hak ihlal ihlalleri dur durak bilmiyor.
Gördüğünüz bildiğiniz gibi çok ‘eksili’ bir yaşam oldu bizimkisi…
Sevgi ve sevinçleri kayıp-örtük kalmış kimsesiz bir öksüzün yaşamı gibi.
C. Baudelaire (1821-1867): “En korkunç acılar sessiz çekilen acılardır.” diyor.
Bizim tarihimiz çatışma ve savaşların mirası olan: kan, acı, göç, kin ve çığlıklarla dolu.
Evet: kan, acı, göç, kin, ve çığlıklar …
Mayıs ayı da bu acı ve çığlıklardan payına düşenleri almış ve bu ağır yükleriyle yavaş yavaş yol alıyor.
O bagajda: Halklarımızın bağımsız-özgür geleceği için yola çıkıp idam edilen, prangalanıp işkencede öldürülen, Taksim Meydanında kurşuna dizilen nice fidanın şiir-öykü olmuş fakat hiç tükenmemiş sızı ve çığlıkları var.
O kan, acı, göç, kin dolu bagaja; Korku Tapınağı’nda kaybolanları, zorla korucu yapılanları, Güçlükonak’ta katledilenleri, Yeşilyurt’ta dışkı yedirilenleri bulan-kanıtlayan, bu yüzden de kendi yurdunda yaşama güvencesi kalmadığı için yurtdışına sığınmış olan Celal Başlangıç 3 Mayıs 2024 günü o yad ellerde öldü.
Ve böylece, Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Mehmet Uzun, Necmettin Salaz gibi ‘memleket özlemiyle ölenler’ listesine Celal Başlangıç da katıldı.
15 Mayıs 2024 günü Kobani davası tutuklularına ağır cezalar verildi, eş zamanda 28 Şubat Davası tutuklularına “af” geldi. Peki, her iki karar da çok manidar değil mi?
15 Mayıs Dünya Çiftçiler Günüdür. Çiftçi; tarım ve hayvancılıkla uğraşan, tarla ve bahçenin: tahıl, sebze, meyvesi ile hayvan gücünü kullanan, süt, et, yumurta vb. gibi yaşamsal ürünleri sağlayan-yetiştiren-pazarlayandır. Dünyadaki ilk uygarlığı başlatan ender coğrafyalardan biridir Mezopotamya!
Mezopotamya; Fırat ile Dicle çevresindeki toprak ve tüm canlılara can vererek nice uygarlıklara da barınak olmuş coğrafyadır. Bu coğrafyada şimdi; topraklar çorak, hayvancılık can çekişiyor, halk güvencesiz, yoksul, acılı…
İşte bugün ’19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı!’
Sokaklar işsiz dolu, gençlerimiz güvensiz, güvencesiz. Ve bu gençler geleceklerini yurtdışında arıyorlar!
* * *
2024 Mayıs ayı devam ediyor.
Sn. Özgür Özel; iki ay önce yapılan yerel seçimlerin birincisi olmuş ana muhalefet partisi CHP lideri olmanın haklı gururuyla halkın arasındaydı.
Özel’in mayıs ayı gündemi de çok yoğundu. O, tek başına karar verip yol almakta olan kibirli bir anlayışı tökezletmiş ve o üstenci anlayışı, ‘öteki’ saydıklarıyla görüşmek zorunda bırakmıştı. Amacı, uygarca ilişkiler kurup ülkedeki gerginlikleri azaltmaktı. Bu da toplumsal barış için yapılması gereken bir görevdi. Ben de onun bu girişimine saygı duydum ve alkışladım.
Özgür Özel, 1 Mayıs İşçi-Emekçi Bayramı kutlaması için, eline Anayasa Mahkemesi kararı yazılı bir afişle Saraçhane Meydanına gelmişti.
Orada alkışlanan bir konuşma yaptı ve yasaklanan Taksim Meydanının işçi-emekçilere açılmasını istedi. Ve sonra her ne olduysa, nasıl bir ‘fısıltı’ geldiyse, birdenbire ortadan kayboldu!
Bu kayboluşun nedenini soran bir gazeteciye de: “Biz şu anda Türkiye’nin 1. partisiyiz. Bunun sorumlulukları var… 31 Mart’ın kazananı olan bir parti olarak varıp da polise verilmiş kanunsuz emre rağmen polisle itişip kakışmak bana da partime de yakışmazdı.” deyivermişti!
Vay be!!
Elinde Anayasa Mahkemesi kararı olduğu halde kaçıyor!
Hem de yasaklı Taksim’e işçi sendikaları ile birlikte yürümeye de söz verdiği halde!.
Ve hem de o meydanda emekçilere çektiği ‘ajitasyonu’ unutarak, bu tuhaf savunmayı yapıyor.
Peki, bir vali ya da bir bakan, elinde Anayasa Mahkemesi kararıyla hak arayan bir ana muhalefet partisi başkanı ile polis ile çatışmaya sokar mı?
Aslında bu görevliler sık sık ‘ben devletim’ diyerek, yasal olmayan yetkilerle görev yapıyorlar.
Peki, o zaman Sayın Özel’in bu yasadışı hukuksuzlukla mücadele etmesi gerekmiyor mu?
Acaba kendisi ile bile itişip-kakışacak polisler sıradan vatandaşlara neler yapacağını hiç düşünmedi mi?
Ya, kendisi çekip gittikten sonra o tutuklanan, suçlanan emekçilere…!
Özel, 18 Mayıs 2024’te “Büyük Eğitim Mitingi” için yine Saraçhane’de… Ve katılım sayısı da çok az!…
Bu kez de öğretmen atamalarını odak yapan bir konuşma yaptı. Ayrıca, 2002’den bugüne öğretmen maaşlarını, ‘çeyrek altın’ alım gücüyle hesaplayarak kıyasladı ve özetle:
93 eğitim fakültemiz var ve sürekli öğretmen yetiştiriyor!
Madem atamayacaktın, 68 bin günahsızı niye okuttun?
Madem atamayacaktın 1 milyon günahsızı niye okuttun, diploma verdin ve şimdi sırtını dönüyorsun? Dedi.
Tabii ki bunlar söylenmesi gerekenlerdi ve söylendi.
Ben emekli bir eğitimci vatandaş olarak isterdim ki: Sn. Özel veya CHP’nin olası (gölge) Milli Eğitim Bakanı o meydanda; ‘zorunlu din dersi’ verilerek laiklik ilkesinin nasıl yok edildiğinin altı kalın çizgilerle çizerek ‘Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’ni odak alan konuşma yapsınlar. Ve bu sistemin hurafelere dayalı olan Ortaçağ felsefesini anlatsınlar. Sonra da kendi hedefleri ile yapacaklarını, halkımıza ilan etsinler.
Sanırım yine: ‘aman ürkütmeyelim’ diye düşündüler ve yapmadılar!
Bari hiç olmasa Yusuf Tekin’in; 2013-2018 yıllarında MEB’in 36. ve son müsteşarı, 2023’ten beri Milli Eğitim Bakanı olarak: 2013’te gerici diyanet-vakıf-cemaat-tarikat denetiminde başlatılan: dindar-kindar bir nesil yetiştirme amaçlı 4+4+4’ü başlatan kişi olduğunu, tüm halkımıza anlatsalardı.
Bir önceki yazıda, Ömer Laçiner röportajı kapsamında, kısaca özetlediğimiz konuların detaylarına bu yazıda gireceğiz. Ancak başlamadan bir konuya açıklık getirmek isterim. Bir önceki yazıyı okuyan Hollanda’dan bir arkadaş (önceden tanışıklığım yok) böylesine çok boyutlu bir mevzunun köşe yazısına sığmayacağını ve eksik kalan noktaların tepki çekeceğini ve bu yüzden nerden tutsan elinde kalır bir durum olduğu minvalinde bir mesaj attı. Kısmen doğruluk payı var bu eleştirinin. Sol dünya görüşünün, 9-6 bu işlere mesai harcayan memur bir kadrosu yok. Konuyu derinlemesine ve kapsayıcı olarak ele almaya, bırakın köşe yazısını, bir faninin ömrü yetmez.
Öyle ama Sol düşün dünyasını içine düştüğü bunalımdan kim kurtaracak? Cevap aslında çok net: hiçbirimiz ve hepimiz. Bizler, ülkenin ve dünyanın mevcut durumundan endişe eden insanlar olarak, “biz nasıl bir insan, toplum, ülke ve dünya istiyoruz” sorusuna kafa yormak zorundayız; sadece yazılanı okuyup, söyleneni dinleyip ve facebook paylaşımlarına beğeni atarak değil aynı zamanda bulunduğumuz yaşam alanlarında inisiyatifler geliştirerek bu sürece katkıda bulunmak durumundayız. Neoliberal sistemin işgal ettiği yaşam dünyamızda nefes alabileceğimiz küçük alanlar yaratmak ve bunları çoğaltmak için zihnimizin temel konularda berrak olması gerekir. Bir eğitimci-akademisyen olarak benim yaptığım ya da yapmaya çalıştığım şey tamda budur.
1991’de Bolşevik devriminin yıkılışının ardından ne Dünyada ne de Türkiye’de yetmiş yıllık sosyalist deneyimin kapsamlı bir değerlendirmesi maalesef yapılmadı. Bu durum beraberinde büyük bir şaşkınlık, entelektüel yorgunluk ve moral bozukluğu getirdi. Dahası, Sol entelektüel çevreler (özellikle akademik dünya) kapitalizmin ideologlarının, Paris’te 1938 yılından Walter Lipman toplantılarıyla başlayıp 1970’lerin sonunda neoliberal politika paketiyle sona eren süreç sonrası, saldırılarına maruz kaldı. Ve maalesef reel sosyalist deneyim, tümüyle olumsuz yönleriyle anılır oldu. Bu sebepten, Solun sorunlarını ve dönemsel başarısızlığından tartışırken, şimdiye dek başardıklarını görmezden gelemeyiz. Sol idealler insanlığın vicdandır ve Solsuz bir Dünya kalpsiz-vicdansız bir dünyadır. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ideallerinin son iki yüz yıldır bayraktarlığını yapan sosyalizm sayesinde insanlık önemli kazanımlar elde etti; çalışma hayatının demokratikleşmesinden tutun da parasız eğitim ve sağlık hizmetlerine, kültür ve sanatın halka açılmasına dek birçok alanda insanlığa-medeniyete olumlu katkıları oldu. Marxizm birçok ulusal kurtuluş-bağımsızlık mücadelelerine rehberlik etti. Sovyet (sosyalist) Rusya 2. Dünya ülkesi iken, günümüz (kapitalist) Rusya’sı 3. Dünya ülkesi konumundadır. Ayrıca bu kazanımlar sadece Sovyetlere bağlı ülkelerle sınırlı değil: kıta Avrupa’sında ve ABD’de sermaye, verili bir sosyalizm korkusuyla, çalışan sınıflara tavizler vermek zorunda kaldı. İlginçtir, Sovyet Rusya’nın çökmesinin ardından egemen sınıflar bu tavizleri günbegün geri almaktalar.
Teknolojik yenilikler genellikle kapitalizme atfedilir. Oysa çağdaş dünyada gündelik yaşamı belirleyen cep telefonu, internet ve benzeri ürünlerin altyapısını oluşturan uzay bilimleri insanlığa proletaryanın bir armağanıdır: uzay araştırmalarını başlatan Sovyet Rusya’dır. Amerika Rusya ile rekabet etmek için bu alana bütçe ayırmak zorunda kaldı. O dönemde uzay araştırması kazançlı bir alan değildi ve kapitalizm getirisi olmayan yere yatırım yapmaz.
Genel olarak bakarsak, analog çağdan dijital çağa geçmenin yol açtığı bunalımı yaşayan dünyamızda aslında bir tükeniş sürecinde olan sadece Sol dünya görüşü değil; aynı zamanda Liberalizmin tükenişine de şahit oluyoruz. Geçen kırk yıl boyunca küresel kapitalizm neoliberalizm rehberliğinde durumu idare etmiş olsa bile, benzer bir tükenişle karşı karşıya. 1990’ların başında “tarihin sonu geldi” diye naralar atan liberal ideologlar neoliberalizmin faşizme evirilmesi karşısında afallamış vaziyetteler.
Öncülerin ve geleneksel ideallerin sorgulanması
Laçiner’in Sol öncelerini terk etmelidir söylemine gelirsek. Öncülerden kasıt geçen iki yüzyılda politik mücadelede öne çıkmış Lenin, Rosa Luxemburg, Mao ve benzeri liderler ise, bu söylem anlaşılabilir. Bugün ne Rosa’nın Almanya’sı ne Lenin’in Rusya’sı ne de Mao’nun Çini geçen yüzyılda olduğu gibi duruyor. Fakat burada kasıt Marx ise durum değişir. Marx’ın kapitalist politik ekonomiyi anlama metodu halen canlıdır. Eğer, başka bir dünya mümkündür deyip, kapitalizm sonrası bir hayat tahayyül edeceksek, bunu ancak sınıfsal analizi merkez alan, Marxizm’in rehberliğinde yapabiliriz. Her şey sınıfsal değildir elbette ama sınıf ilişkilerini anlamadan hiçbir toplumsal sorunu anlama şansımız yoktur. Sınıf ekseni dışında yapılacak çıkışlar liberalizmin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramaz.
İnsanlığın varoluşsal ihtiyaçları ve eşitlik Talebi
Elbette ki insanlığın temel varoluşsal ihtiyaçları sadece üretimden fazla pay alma çabasına indirgenmez. Marx’ın yabancılaşma kavramından hareketle insanlığın günümüz dünyasındaki ihtiyaçlarına bir çerçeve çizilebilir. Bu çerçevenin ayaklarının yere basıyor olması için sosyal adalet, özgürlük ve eşitlik kavramlarının, geçmiş deneyimlerin ışığında, liberal ve Marxist tanımlarına tekrar dönüp bakmak durumdayız. Eleştirel teori dijital çağda insanın varoluşsal ihtiyaçlarını tespit edebilecek tarihsel birikime ve olgunluğa fazlasıyla sahiptir.
Teknoloji ve emek-sermaye çelişkisi
Teknolojik gelişmelerin insanlığın hatırı sayılır bir kısmını gereksiz (emeğine ihtiyaç duyulmayan) hale getirdiği ve getirmeye devam edeceği iddiaları, haklılık payı olmakla beraber, tek elden yürütülen ve de eksik bir tartışmadır. Tarihin hiçbir döneminde teknolojinin güç ve iktidar ilişkilerinden bağımsız metafizik bir meziyeti yoktur. Teknoloji egemen sınıfların elinde sadece bir üretim aracı değil aynı zamanda baskı, kontrol ve yönetme aracıdır. Bu anlamda yapay zekâ (YZ) üzerine köpürtülen tartışmalar yine tek taraflı ve egemenlerin istek ve arzuları doğrultusunda yapılmaktadır. Özelde YZ ve genelde teknoloji, ideoloji ve politikayla ilgisi olmayan şeylermiş gibi sunuluyor. Oysa yapay zekâ ne yapaydır ne de zekidir; algoritmalar ile işleyen bir sistemdir ve bu algoritmalar küresel kapitalizmin çıkarları doğrultusunda yapılandırılmaktadır.
Tarih boyunca her bilimsel-teknolojik gelişme sosyoekonomik ve politik alanda kazanlar ve kaybedenler üretmiştir. Örneğin motorlu araçların gelişmesi at arabacılığı yapanların yok olmasına sebep olmuştur. YZ elbette birçok iş alanını insansız hale getirecektir ama bu yeni durumun çeşitli ve yeni iş alanları oluşturmayacağını kimse öngöremez. Kaldı ki teknolojik gelişmenin kendilerine ihtiyaç duyulmayan yoksul kitleler yaratması bariz bir medeniyet krizidir. Fakat bu Sol dünya görüşünden ziyade kapitalizmin derin bir krizidir. Emeğine ihtiyaç duyulmayan kitleler müşteri-tüketici de olamaz. Kapitalizmin ideologları bu durumun farkında; herkese asgari ücret türünden fikirler ortaya atarak nabız yokluyorlar.
Teknolojinin Sol idealler doğrultusunda kullanımı (Laçiner’in söylemiyle) pekâlâ mümkündür. Ama önce bu ideallerin ne olup olmadığına iyice karar vermek gerekir. Örneğin geçen yüzyılda liberallerin sosyalizme yönelttiği en büyük eleştiri, mal ve ihtiyaçların merkezi olarak planlanıp dağıtılmasının pratik olarak mümkün olmadığı ve bunu piyasaya bırakmak gerektiği yönündeydi.
Bu eleştiri bugün tamamen geçersizdir; bu dağıtım basit bir optimizasyon yazılımıyla birkaç dakikada (bir klavye dokunuşuyla) halledilebilecek bir meseledir. Keza, taşımacılık alanında şu anki haliyle bir emek sömürü aygıtı olan Uber, emeğin iktidarında teknolojinin kolektif bir çalışma ve bölüşüm hayatını nasıl mümkün kılabileceğine çok güzel bir örnektir.
Küreselleşme
Sermayenin ulusal sınırları aşması ve tüm dünyayı tek bir pazar yapma çabası yukarıdan aşağıya, dev uluslararası şirketlerce inşa edilen bir küreselleşme süreci olarak okunabilir. Küreselleşme kendi başına kötü bir şey değildir. Son tahlilde Sol’un kapitalist (yukarıdan-aşağıya) globalleşmeye vereceği cevap aşağıdan-yukarıya doğru demokrasi ve evrensel insan hakları temelinde şekillenen bir küreselleşmedir. İletişim teknolojileri sayesinde bu her zamankinden çok daha mümkün görünmektedir.
Ayrıca, genel olarak Solun özelde Marxistlerin kapitalizmle paralellik gösteren sanayileşme-üretimi artırma-büyüme gibi kavramları çevre ve insan sağlığını merkeze alan bir yaklaşımla tekrar gözden geçirmesi gerekiyor. Marx’ın “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” diye formüle tezi çok sağlam bir çıkış noktası olabilir.
Sınıf kavramı ve kimlik politikaları
Yetmiş yıllık sosyalist deneyimin kapsamlı bir değerlendirmesini yapmayan Sol, geçmişe ait 1980 öncesinin düşünme, söyleme ve yapma biçimleriyle ayakta kalmaya çalıştıkça bir kısır döngüye girdi. Ve neoliberal kapitalizm sosyal ve politik arenada boşalan alanları doldurmaya başladı. Klasik liberalizm büyük buhran (1930’lar) deneyiminden hareketle kendini neoliberalizme (yeni sağ) dönüştürdü. Bu süreçte ilk hedefleri sınıf kavramını hem gündelik hayattan hem de teorik alandan silip atmaktı. Toplumdaki mikro iktidar ilişkilerini suistimal eden neoliberal ideoloji feminizm ile oyuna başladı. Elbette erkek egemen toplumda kadın örgütlenmelerinin dengeleyici bir yönü vardır ve bu yönüyle son derece olumludur. Ama bu hareketin sınıf ilişkilerinden bağımsız olabileceğinin düşünülmesi ideolojik bir tuzaktı. Solun birçok kanadı bile isteye bu tuzağa düştü. Eğer bir politik hareket Bebek sahilinde köpek gezdiren yüksek sosyeteden bir kadınla Gaziosmanpaşa’da merdiven altı bir tekstil atölyesinde haftanın 6 günü günde 12 saat çalışan bir kadını aynı kefeye koyuyorsa orda bir numara vardır ve oturup üzerine düşünmek gerekir. Tamda bu yüzden “ben feministim” demek hiç kimseyi demokrat falan yapmaz; tamda bu yüzden feminizm giderek ayağa düşen bir kavram olmaya başladı ve bir önek almadan kullanılmaz oldu-liberal-feminist, Hristiyan-feminist, Afrika’n-feminist, Marxist feminist gibi. Özgürlük meselesinin kadın-erkek kategorilerine indirgenemeyeceği anlaşılsa da Sol çevrelerin bu alandaki kafa bulanıklığı epey daha devam edeceğe benziyor.
Neoliberalizmin kimlik politikalarını yaygınlaştırarak sınıf kavramını belleklerden silmeye dönük çabalarında ikinci aparatı etnik temelli politikalardı. Ulus-devletler içindeki etnik yapıları harekete geçirme küreselcilerin ince çalışılmış bir projesiydi ve ulus-devletleri zayıflatmaya dönük bir dizi çalışmalar içeriyordu. Sınıf çelişkilerinden bağımsız düşünüldüğünde bu ve benzeri kimlik politikalarına destek veren ya da doğrudan içinde yer alan Sol kendi ayağına sıkmış oldu.
Türkiye özelinde düşünürsek, Sol Kürt sorununa sınıfsal (alternatif) bir yaklaşım getiremedi.
Son kırk yıldır politik arena ülkenin batısındaki faşistlerle doğusundaki milliyetçilerin arasında sıkıştı kaldı. Oysa etnik temelli kimlik politikaları meşru hale gelince, Türk milliyetçiliği ve giderek faşizm de meşru hale gelir. Günün sonunda, Solun bir kısmı Kürt siyasal hareketine eklemlenirken diğer bir kısmı devletten çok da farklı olmayan bir noktaya sürüklendi.
Bireyler ve kurumsal düzeyde insanlar etnik ve kültürel kimliklerine sahip çıkabilirler ve çıkmalıdırlar. Ama bu şovence bir yaklaşımla da yapılabilir; evrensel değerlere dayalı sosyalist bir duruşla da yapılabilir. Kazım Koyuncu’nun, 2005 yılında kaybettiğimiz arkadaşımız, Laz ve Hemşin müziğine devrimci bir perspektifle yaptığı katkılar bunun en iyi örneğidir.
Kimlik politikalarının ana yurdu Amerika’ya dönersek. İlginçtir Hillary Clinton Amerikan başkanlık seçimlerini kimlik politikaları yüzünden kaybetti. Seçim çalışmalarında tüm etnik gruplardan bahseden ve onlara vaatlerde bulunan Hillary, beyaz bir kadın olarak, orta ve alt sınıf beyaz kadınlardan oy alamadı ve seçimi kaybetti; tüm etnik gruplara seslenip beyazlara ilişkin tek kelime etmeyince seçimi sadece beyazlara oynayan Trump kazandı. Aynı şekilde, Amerika’da egemen sınıfların liberal kanadı siyahlara biçimsel bir ırkçılık karşıtı söylemle giderken, muhafazakâr kanat ise beyaz yoksullara “sizin durumunuz en azından zencilerden daha iyi” diyerek manipüle etmekte. Yoksullar düz ovalarda etnik ve ırksal temelde birbiriyle boğuşurken, her ırk ve etnik kökenden tuzu kurular yüksek tepelerde kadehler boyunca keyif çatmakta. Bir zamanlar Martin Luther gibi devrimci önderlikleri olan zenciler bu günlerde Black Lives Matter (zenciler değersiz değildir) gibi sağcı-muhafazakar düzeni meşru kılmaktan öteye bir işe yaramayan oluşumların etrafında toplanıyor. BLM hareketi, kendi içinde çoktan sınıflara ayrılmış zenci toplumunun yoksul kesimlerinin yaşam dünyalarında en ufak bir düzelme sağlamadı ve sağlamayacaktır. Ama zengin beyaz ve zenciler beraber lüks sitelerde keyif içinde yaşamaya devam ediyor. Marxistler bu politik gerçeği yüksek sesle dile getirme cesareti gösteremediği için bunu söylemek Andrew Tate gibilerine kalıyor ve resmi söylemin çanağına çomak soktuğu için küresel sermayenin saldırılarına maruz kalıyor.
Aynı şekilde bir neoliberal güzellemesi olan LGBT hareketi sayesinde ilk ve ortaokulda oyun arkadaşı olması gereken çocuklara, özendirme-propaganda derecesine varan bir akıl tutulmasıyla, cinsel kimlik eğitimi-yönelimi verilmeye çalışılıyor. Sonuçta kendi cinsel kimlikleri üzerinden kurdukları dünyanın dışında hiçbir sorunla ilgilenmeyen, atomize olmuş insan grupları çıkıyor ortaya. Dahası orta-üst sınıftan bir LGBT birey ile kenar mahallede tutunmaya çalışan bir LGBT birey arasındaki fark tamda sınıf kavramının kendisidir. Sınıfsal eşitsizliğin varlığında bu ve benzeri oluşumlar bir özgürlük illüzyonu yaratmanın ötesinde bir anlam ifade etmez.
Toplumun orta ve alt sınıflarını birbirine karşı kışkırtmaktan ve bölüp parçalamaktan başka bir işe yaramayan kimlik politikaları üzerinden yürüyen sosyal adalet ve eşitlik söylem ve talepleri ortalıkta dönüp durdukça sağ siyaset, sömürü ve her türden kötülük bir kere daha kazanacaktır. Sol kimlik siyasetini bir an önce terk etmeli ve içinde bulunduğumuz dijital çağda sınıf eksenli örgütlenme ve mücadele yöntemlerine odaklanmalıdır.
Göç ve Emperyalizm
Günümüz dünyasında şahit olduğumuz kitlesel göçler emperyalizmin doğrudan bir sonucudur. İşgalcilerce evleri-yurtları yakılıp yıkılan, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri talan edilen, kültürel asimilasyona tabii tutulan insanlar, kitleler halinde, daha iyi ve güvenli bir hayat için batıya doğru göç ediyor. Bu sadece Türkiye’nin sorunu değil. Örneğin Londra’da ilk ve orta öğretim okullarında en çok rastlanan ilk isim Muhammet; ikinci en çok rastlanan isim ise Ahmet. Ortalama bir İngiliz vatandaşının bu demografik değişimden rahatsız olması anlaşılabilir bir şey. Aynı durum İstanbul’da yaşayan ortalama vatandaşlar içinde geçerli. Burada Solun yapması gereken Türkiye’nin somut olarak ne kadar sayıda göçmene ev sahipliği yapabileceğinin kapsamlı bir araştırmasını ve planını yapıp söylemlerini bunun üzerinden geliştirmektir. Sol yabancı düşmanlığına net tavır almalı ve halkın eleştiri ve öfkesini nakit para karşılığı sığınmacı anlaşmaları imzalayan iktidar odaklarına yönlendirilmelidir. Göçmenlerin geri gönderileceği gibi (kimsenin bir yere gideceği yok) akla zarar söylemlere itibar etmeden, bir arada ve kardeşçe yaşamanın yolları aranmalı. Sol buna öncülük etmelidir
Özetlersek, Sol dünya görüşü dönemsel bir kriz yaşıyor. Alternatifsiz kalmış kapitalizm paranın imparatorluğunu kurmuş ve insanlığa azgınca saldırıyor. Global düzeyde toplumların ezici çoğunluğu küçük bir tuzu-kuru azınlığın sağlık ve mutluluğu için sabah akşam karın tokluğuna çalışıyor. Mevcut kapitalist düzen insanları demokratik olmayan, baskıcı ve toksinli çalışma ortamı ve ilişkileri ile ruhsal ve bedensel olarak hasta ediyor; sonra onları doktor reçeteleri ile hiçbir derde merhem olmayan ilaçlara bağımlı kılıyor. Hiçbir ahlaki sınır tanımayan vahşi kapitalizm, yediğimiz gıdaları, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu ve de insani olan her şeyi kirleterek ezip geçiyor…
“Elden ne gelir; ne yapabiliriz” diyorsak önce şu basit gerçeği hatırlayalım. Gökyüzünden yeni bir peygamber inmeyecek; Marx mezarından kalkıp kapitalin 4. Cildini yazmayacak…
Eğer bizler, bu zalim dünyaya Soldan bakanlar, bu durumdan rahatsızsak ve başka bir dünya mümkün diyorsak, hep beraber nasıl bir mahallede, şehirde, toplumda-düzende, ülkede ve dünyada yaşamak isteriz sorusunun bir yerinden, sadece sözle değil aynı zamanda eyleme dökerek, tutmak durumundayız.
Konuyu eğitim üzerinden ele alacağımız yazının üçüncü serisinde görüşmek üzere.
“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile okulların müfredatları değiştiriliyor. Bilgilerin sıkça değiştiği bir çağdayız, tabii ki müfredatlar değişecek, değişmelidir de. Ve bu değişim, geleceğimiz için çok önemli olduğundan hepimizi ilgilendirmektedir.
İşte bu sorumluluğum nedeniyle, geçmiş yıllarıma bakıp hatırladım.
1968 Programı uygulandığı yıl ben de öğretmen olmuştum. Programı; okumuş, öğrenmiş ve derslikte de uygulamıştım.
Bu programın; yaparak-yaşayarak ve yakında uzağa ilkeleriyle öğrenciyi özne-odak yapıp sarmalayan bir anlayışı vardı.
Bu programın öyküsü kısaca: *5 yıl süreyle ve 250 ilkokulda denenip, geliştirilmiş… *Yurdun bölgesel özelliklerini dikkate alınmış… *Hedef ve ilkleri Millî Eğitim Şûrasında belirlenmiş… *’Mihver Ders’ kavramı ve uygulamasını başlatmıştır.
‘Mihver Ders’ kavramı ve uygulamasını da kısaca anlatmak istiyorum: Bu, yaşamın altyapısını oluşturan: Hayat Bilgisi, Sosyal Bilgiler, Fen ve Teknoloji derslerinin mihver (eksen-odak) kabul edilmesi demektir.
Amacı ve hedefi, her öğrenci yetisi oranında; Dil, Matematik, Müzik, vb. ifade-beceri derslerini, yaşamın temel taşları yani mihveri olan derslerle ilişkilendirmek… Bu bütünsellik içinde kazanılan deneyim-bilgi sonucu yeti ve becerileri geliştirmek. Böylece; anlayan, anlatan, istekli, katılımcı, özgüvenli, öznel, önemseyen, yapıcı, paylaşan, bilime inanan, teknoloji kullanan, kendisi ve çevresiyle barışık kimlik kazanmaktır.
Geçmişe uzanan bu hatırlatmadan sonra, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” için internet aramasında bulduklarım şunlar:
Sistemin bir adı da: “Erdem-değer-eylem Modeli”dir. Bu sistemin; “adalet-saygı-sorumluluk” üst değerleri, ayrıca: “uyarlılık, merhamet, estetik, temizlik, sabır, tasarruf, çalışkanlık, mütevazılık, mahremiyet, vatanseverlik, yardımseverlik, dürüstlük, aile bütünlüğü, sağlıklı yaşam, sevgi, dostluk, özgürlük” gibi değerleri olduğu belirtiliyor.
Karşılaştırmak için; “Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu” (Unesco) tarafından eğitim için belirlenen 12 evrensel değere baktım. Bu değerlerin de: “mutluluk, dürüstlük, işbirliği, özgürlük, sevgi, barış, saygı, alçakgönüllülük, sorumluluk, sadelik, hoşgörü, birlik” olarak sıralandığını gördüm. (Bilgilerinize…).
Sonra da Anayasanın: “Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” ilkesine ve AİHM’in 2014 kararına uyulmaması ve okullarda ‘zorunlu’ olarak din dersleri okutulması ilgimi çekti.
Okullar, anayasaya ve hukuka uymuyor!
İşte, laiklik ilkesini çiğneyip hukuku yok sayarak okutulan dersler:
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi (4,5,6,7, 8.sınıf)
Peygamberimizin Hayatı Dersi (5,6,7, 8.sınıf)
Kur’an-ı Kerim Dersi (5,6,7 8.sınıf)
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi (9,10,11, 12. sınıf)
Peygamberimizin Hayatı Dersi (9,10,11, 12. sınıf)
Kur’an-ı Kerim Dersi (9,10,11, 12. sınıf)
Temel Dini Bilgiler Dersi (9. Sınıf)
Bu ders listesini görünce kendi kendime:
*Bu, din dersini mihver (eksen-odak) kabul etmek demektir! *Bu, kendi inancını ‘en doğru’ kabul edip onu herkese dayatmadır! *Oysa, inançlar kişiye özeldir, her insan da inancı da saygındır! *Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” Ortaçağdan esin almış bir model! *Çünkü bu dersler ancak, Ortaçağın medreselerinde okutulabilir!”
Diye fısıldadım.
Ve şimdi herkese diyorum ki: eğer okullarda Din dersi ‘mihver’ olursa öğrenci; *Bilime değil, yazgıya (kadere) inanır. *Okuduklarını sıkça tekrar edip ezberler hafız olmaya çalışır. *Denizde yelkenleri fora olmuş ve pusulasız olarak bilinmeze gider. *Deney, araştırma, sorup-sorgulama bilmez, özgüveni olmaz biri olur.
İnsanlık tarihinde, ne zamanki dini anlayışlar egemen oldu (MS.500-1500 yılları), o zaman bazı ‘inanç’ sahibi kişi ve gruplar; akıl, mantık gücü, hak ve özgürlüklerin sadece kendileri için olduğunu kabul ettiler. Ve kendilerine ‘özel’ bu inanç ve düşünceleri ‘en doğru’ diye herkese dayattılar.
İşte o zaman haçlı ve ganimet savaşları başladı. Giyotinler çalıştı, deriler yüzüldü, köle pazarları kuruldu… İnsanlığın ortak acıları çoğaldıkça çoğaldı.
Ve Ortaçağ bu karanlık, kirli sayfalarıyla tarihe yazıldı.
* * *
‘Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin baş mimarı: Yusuf Tekin’dir.
Yusuf Tekin, 2013-2018 yıllarında MEB’in 36. ve son müsteşarı ve 2023’den beri Milli Eğitim Bakanı olan kişidir.
Müsteşar olarak (ki, bakandan sonra en etkili kişidir); 2013’de gerici vakıf-cemaat-tarikatların denetiminde: dindar-kindar bir nesil yetiştirmek için 4+4+4 uygulamasını başlatmıştır.
Böylece tüm okullara: ‘imam hatip aşısı’ vuruldu. Fakat onların istedikleri dindar-kindar nesil ile birlikte deist-ateist nesiller de çoğaldı.
Bakan Yusuf Tekin MEB bütçesi için mecliste konuşurken vekillere parmak sallayıp: “Sizin ‘tarikat, cemaat’ dediğiniz, bizim ‘STK’ dediğimiz yapılarla 10 tane protokolümüz vardır” demişti.
Sözlerinde haklı olduğu, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ile belgelendi…
22 yıllık AKP iktidarı, yorgun-yılgın olduğu için dünya yaşamındaki çok hızlı gelişim-dönüşün-değişime uyum sağlayamıyor.
Yenik düşmemek saltanatını sürdürmek için de ‘nas’ diyerek sığınacak bazı kuram ve kurallar buldular. Fakat bunlar da çözüm olmadı.
Yoksulluk arttı, eğitim-öğretim sistemi altüst oldu, iç huzur bozuldu…
Sirenler çalsa da, panik olsa da bu çaresiz kalmış iktidar durmak yok ‘nas’ ile yola devam diyor.
Şimdi de; “Bir haftalık askı sürecinin ardından “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığınca son eleştiri, görüş, öneri ve paylaşımlar doğrultusunda revize edilecek ve son şekline ulaşacak.” (MIŞ!..)
Ve “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile ana okulundan-üniversiteye yeni bir eğitim sistemi başlayacakmış(!)
‘Başlayacakmış’ dedim, çünkü ‘maarif modeli’ yeni değil, eski, çok eskiii!
Bu, yıllardır süregelen çağdışı bir anlayışın devamıdır!
Bu köhnemiş arkaik anlayışa yeni diyenlere bir sorum var:
Peki, bu amaçla toplanmış “Eğitim Şurası” ve alınan bir kararı var mı?
*
CHP heyetinin, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”ni ret ve protesto etmek için MEB önüne gitmesi çok önemlidir.
Ancak “hepimizin geleceği” için bu eylemin partili-partisiz ayrımı olmadan her yerde kitleselleşmesi gerekir.
Eğitimciler, her konuda az-çok bilgi sahibi olması gereken kişilerdir. Okullarda her konuda az-çok bilgiyi de: ‘Hayat Bilgisi’ dersi kazandırır.
‘Hayat Bilgisi’; okula yeni başlayan çocuklara, üç yıl süre ile verilen bir dersin adıdır.
‘Hayat Bilgisi’, bazı lokantalarda: ‘Aşçı Tabağı’ adıyla servis edilen bir yemeğe benzer. O tabak içinde, her çeşitten ‘biraz’ olduğu için de müşterisi aç kalmaz derler…
Hayat Bilgisi konuları, yaşamın sürekli döngüsü içindeki ‘herkes’ içindir. Önyargı ve inat üretmeden, güncel ve yenilikçi anlayışla kişiye özgünlük kazandırmak isteyen bir derstir.
Hedefinde: okuyan-yazan, gözlem-deney yapıp düşünen, yeni bilgilerle tanışan, onları bilinenlerle kıyaslayan, konuşan, tartışan, üreten ve her gün yenilenen özgün insanlar vardır.
Sanırım, ‘Hayat Bilgisi’ dersinin en sevdiğim ders oluşu bu yüzdendir.
Çünkü, bu ders: ‘hem öğrenci hem de öğretmen’ olarak her olgudan bir çıkarım yapmayı ve yaşam boyu; gelişen, üreten, paylaşan, uzlaşan bir birey olmayı öğretir insana.
Bilimlerin kalıcı olduğu, bilgilerin de kısa ömürlü, geçici olduğunu herkes kabul eder. Dünyadaki bu hızlı gelişim-dönüşüm-değişim; sosyal yaşamı, teknolojiyi, bilgi ve tüm alışkanlıkları eskitir, işlevsiz kılar ve zamanla yok eder. Bizler eskileri bırakıp, yenileri kullanırken, bilim insanları da hiç boş durmaz yeni buluşlarıyla insanlığa hizmet ederler.
Eğer bir toplum veya insan kendisini, bu hızlı değişim-dönüşüme uygun olarak güncellenmezse, işte o zaman geriler ve yenik düşerler.
Gerilememek ve yenik düşmemek için toplumsal dayanışma artmalı, her birey yaşam boyu: ‘hem öğrenci hem öğretmen olma’ ilkesine uymalıdır. Çünkü bu ilke toplum ve bireyin dinamosudur, bundan aldıkları güçle farkı fark eder, uyum sağlar ve yenilenirler.
* * *
Birkaç satır aşağıda bir konuşmadan alıntılanmış, duyulan, bilinen ve çok düşündüren dört satırlık bir alıntıyı paylaşacağım. Kaynaklarda bir netlik yok, fakat bu söz ya Hrant Dink’e ya da Rakel Dink’e aittir.
İşte o alıntı:
“Ben üç dil biliyorum: Ermenice, Kürtçe ve Türkçe. Benim içimde bu üç dil hiç kavga etmiyorlar, Barış içinde yaşıyorlar!”
Bu kısa fakat anlamlı söylem, aslında bir toplumsal çığlıktır.
Ve bu çığlığın derinlerinde de ülkemiz halklarının pek çok acısı ile özlemi saklıdır.
Eğer söz sahibi konuşmasına biraz daha devam etmiş olsaydı, bence peşi sıra bizlere şu soruyu da soracaktı:
-Peki, bu barışık dillerimiz günlük hayatımızda neden/niçin kavgalı?!.. O diller ki, yılanı deliğinden çıkarır ve kalpten kalbe yol açarlar!
Acaba bizim ellerde o diller neden yasaklı ve de niçin kavgalı?
Bildiğiniz gibi ben öğretmenim hem de bir vatandaşım. Şimdiki görevim, bu yaşanmış gerçeği/bu tuhaflığı bir ‘olgu’ kabul etmek ve ‘Hayat Bilgisi’ bilgilerimle, bu olgu için neden-niçin sıralaması yapıp bazı çıkarımlarda bulunmaktır. Böylece bu toplumsal yaraya kendimce ‘insani’ bir çözüm bulup katkıda bulunmak, hem de bu ayıbı teşhir etmektir.
Öğretmenim demiştim, fakat ben bir öğretmenin: “…şu kadar satır yaz / şu kadar sayfa oku-yaz-çöz / şunu yap, bunu çiz..” diye başlayan, sınırı ve amacı belirlenmemiş ödevlerini hiç sevmem!
Hayat Bilgisi ödevlerine ise bayılırım!
Sevgili okurlarım, eğer kızıp darılan olmazsa, size bir Hayat Bilgisi ödevi vermek istiyorum.
Haydi birlikte bir Ödev Oyunu oynayalım!
İşte ödevimizin konusu:
“Ben üç dil biliyorum: Ermenice, Kürtçe ve Türkçe. Benim içimde bu üç dil hiç kavga etmiyorlar, Barış içinde yaşıyorlar!”
Ödev Soruları: 1. Soru: Yukarıdaki sözlerin sahibi kişi ne demek istiyor? 2. Soru: O kişinin içindeki barışık diller, dışarıda niçin/neden kavgalı?
Ödevin Süresi ve Kuralları: Süre isteğinize bağlı ve sınırlaması yoktur. İsteyen bu konuyu anlatan bir yazı yazar. İsteyen bir kişi veya gruba sunum yapar. İsteyen görüşlerini bana yazılı bildirir. Ancak tüm çıkarım ve çözüm önerilerinizin özgün anlatımınızla yapılması zorunludur.
Ödev için Kaynaklar:
Tüm tarih, sosyoloji, felsefe, psikoloji, psikiyatri, ve pedagoji kaynakları ile kaynak kişi sunumlarından yararlanmak serbesttir.
Ödev ile ilgili hatırlatmalar:
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre; *Madde 1: Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar… Madde 2: Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu Bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir. *Anayasalarla o ülke vatandaşlarının hakları belirlenir. *Cumhuriyet öncesinde yurdumuzda Osmanlı İmparatorluğu egemendir. *Osmanlı 3 kıta, 7 denizin olduğu büyük coğrafyada 623 yıllık ömründe: yükselmiş, duraklamış, gerilemiş ve yıkılmıştır. *Osmanlı İmparatorluğunda 1876’da Anayasa ilan edilir, 1878’de askıya alınır ve 1908 yeniden yürürlüğe girer. *Osmanlının, emperyalist güçlerce işgal edilen topraklarını kurtarmak için ‘Kurtuluş Savaşı’ başlamış ve daha devam ederken 1921 Anayasası kabul edilir. 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Daha sonraki yıllarda da 1924, 1962, 1982 Anayasaları kabul edilir…
Herkesin yaptığı gibi ben de kendimle baş başa kaldıkça bir başkasıyla paylaşmadan sadece içimdeki ‘ben’ ile konuşur, didişir, barışırım. Bu yargılayan, sorgulayan, suçlayan, aklayan, alkışlayan yöntemi her insan içinde yaşar ve kendine özel bir yol bularak uygular.
İşte bu farklı yöntemler de eylem-söylem farklılığı yaratır, o insanın ‘iyi’ ya da ‘kötü’ anılmasına neden olur.
Bazen, sıcak bir gecenin sessizliğini, dinginliğini, böcek-kuşların kanat çırpınışını duymak, temiz bir havayı solumak isteğiyle pencere açtığınızda esen rüzgar, perdeleri şişirip kabartır, sonra da yeni bir rüzgar için eski hallerinde bekletirken o anda da sürücüsünün insafına bırakılmış birçok aracın yaklaştıkça çoğalan uzaklaştıkça azalıp tükenen korna-motor gürültüleri sarsar insanı…
Yaşamak, çevremizdeki: iyi-güzel-doğru-yanlış her şeyin bizimle birlikte var olduğunu ve bizden sonra da hep var olacağını bilmek düşünmek ya da hiçlikten kurtulmaktır aslında.
Bence insanlar; bir günün sonunda oturup da yaşadığı sevinç, üzüntü yorgunlukları bir kimyager titizliği ve bir kuyumcu hassaslığı içinde sorgulamalı. Tıpkı bir gecedeki görüntü ve seslerin hafif bir esintiye kapılmışcasına titreşerek akıp, gel-git yapması gibi…
Bazen, yaşanmış ve altı çizilesi mutlu bir gününüzün sonunda akşamımızı başlatarak, dingin bir gecede haz almak isteğiyle çevreyi kuşbakışı gören küçük bir sığınak koltuk/kaya/balkon bulup oturmalı ve orada mehtabın ışıltılarla titreştirdiği deniz/göl/nehir/ormana bakmalıyız, zaten o anlarda beyniniz de hiç durmaz, duramaz da hep; iyi-kötü-örtüşen-zıt pek çok düşünce ile boğuşur, kimi duyguları yok etmeye çalışır, kimilerine kocaman bir yaşam alanı açmaya çalışır, haa, bir de dokunulmaz kılıp ‘giz’ olarak saklamaya karar verdiklerimiz var ki, asıl yorucu olan, insanı rüya-gerçek arası seme sersem bırakan da onlardır…
Rüyalar; onlarca yıllık bastırılmış: tutku-sevgi-özlem-acı-korku-sevinç gibi gibi yaşanmış-yaşanmamış, istenen-istenmeyen tüm duyguların yoğun bir basınç altında birkaç dakikaya sıkışarak hayat bulmasıdır aslında…
Gece düşlerimizi de gündüzdeki düşlemelerimizi de bunlar doldurur. Fakat farklı düşler görerek farklı düşlemeler yaparak ve farklı eylemlerde bulunarak…
Bazen egomuz baskın çıkar ve edindiğimiz görüş ve duygularımızın birer ‘nas’ olduğu düşüncesine kapılır ve herkesin bunlara uyup yetinmesi gerektiği öngörüsüyle dayatırız insanlığa.
Ki bu anlayış; bir durumun sadece bir yönünü görebilen, başkalarına kapalı yani ne insani ne de doğaldır. Bu insanlık değer ve kaynakları: benim olsun / bana yetsin yeter diyen “çıkarcı-asalak” anlayıştır. İşte bu anlayıştır her yerde yok edip, sömüren, yokluk, çatışma, savaş, ölüm, yıkım ve acılar yaşatan.
Bizler genellikle çözüm bulmamış bir soruna ışık tutup ona çözüm bulmak isteğiyle, inceleme, araştırma, düşlemelerle ve emek vererek üretmek isteriz. Bu, soyut olandan somuta, yokluktan varlığa varma çabasıdır. İşte o anlarda haz duyar zevk alır, bazen kendimizi okşayıp övünürüz bile…
Sonra da, emeğimizin karşılığını almak, anlaşılmak kabul-empati görmek isteriz. Bu duygular barış içinde bir yaşamı sağlamak için karşılık bulması gereken en doğal, zararsız insani duygulardır.
İnsanlığın kötücül yüklerinden kurtulması için iyilik ve barış sağlayan insani duygularla donanması gerekir. Çünkü hiçbir iyilik insana yük olmaz ve iyilik karşılık buldukça büyür barış-sevgi-kolaylık sağlar.
Eğer bizim iyilikçi bir anlayış ve inancımız varsa beddua etmeyi bilmeyiz. Hep iyilik olsun isteriz ve dua ederken de:
“Tanrım, düşmanlarımı da bağışla, onlara doğru yolu göster” deriz.
Tüm inançların kendilerine özel gün ve bayramları vardır.
Bizde pek çok gün ile Ramazan ve Kurban Bayramı kutlanır.
İki gün sonra Ramazan Bayramı.
Dini bayramların kutlanışlarını hep düşünür çokça ‘niçin’ sıralarım.
Niçin: *İnsanlar oruç tutar ve kurban keserler. *Herkes en yeni kıyafetlerini giymeye çalışır. *Çocuklara ‘bütçeye uygun’ yeni kıyafetler alınır. *Yoksullara yiyecek, bağış ve para verilir. *Çadırlar kurulup ‘bedava aş’ sunulur. *Bilmem kaç gram kurban et dağıtılır. *…
Liste böyle uzayıp gider. Ben sorunların temelinde yokluk ve yoksulluk olduğunu düşünerek, kendime fısıltıyla derim ki:
Kimi ‘günah çıkarmış’, kimi beş-on kuruş almış sevinmiş, kimi de birkaç öğün doymuş!
Mutlaka sizin de buna benzer belki de daha öfkeli fısıltılarınız vardır.
Bu fısıltılar toplumun ortak dili olmadıkça, çözüm de çare de olamaz!
Bunun için yokluk-yoksulluk çaresiz-çözümsüz kalarak devam eder!
Bunun için haksızlık, hukuksuzluk, hırsızlık yapanlar tükenmez!
AKP 2002’den beri yapılan tüm seçimleri kazandı ve iktidarda kaldı.
Ancak bu iktidar 2015 yılından beridir, tekçi bir anlayışa yöneldi ne çoğulculuk ne uzlaşı ne de barış istiyor. Geleceğini de ülkemizdeki farklı kimlikleri birbirine düşman edip çatıştırmalara bağlamış durumda.
İşte bu çatıştırıcı politikalar sonunda insanlarımızın pek çok hakkı gasp edilmiş, çok kayıplar verilmiş, büyük acılar yaşanmış ve iç barışımız bozulmuştur.
2021 yılından başlayarak da para bulmak için peş peşe ‘varlık barışı’ düzenlemesi yapılmıştır. Bu uygulamalar da ülkemizi; kara para aklayan, terörizme finansman sağlayan bir dünya ülkesi saydırmış ve ‘Gri Liste’ye aldırmıştır.
Ülkemiz bugün de dünyanın o yüzkarası ‘gri’ listesinin içinde!
Ülkemizin iç huzuru ile kaynakları tükenmiş. İşçi-memur-emekliler açlık sınırında birleşmiş. Gençlik umutsuz, güvencesiz. Hazine boş- boşaltılmış, büyük bir ekonomik çöküntü…
Ve bu kötü karnenin faili iktidar yıllardır: hem ömrünü uzatmış hem beşli çeteler kurmuş hem de ‘Mülk Allah’ındır!’ diyen nice nice varlıklı yandaş türetmiştir.
31 Mart 2024’te böyle can yakıcı günlerden biriydi ve o gün de bir seçim yapıldı. Halk yaşadığı yerleri dört yıllığına yönetecek kişileri oylarıyla seçti.
Bu kutlu bir gündü çünkü halkımız AKP’ye: ‘Artık Yeter!’ dedi
Bu sonuç, yirmi iki yıllık AKP yenilmezliğinin de bitirdi.
Binlerce hayalet seçmen taşıyıp sahte oylar verdiler olmadı. Halka baskı-eziyet yaptılar, sandık yaktılar olmadı…
Birleşen halkın iradesine yenik düştüler ve yenilmek de çok zordur…
Hele de Kürtlerin iradesine yenik düşmek, onlara çok ağır geliyordu.
“Umduğumuz neticeyi bulamadık.” deyip:
Kürtlerin iradesini yok etmek için bulup uyguladıkları: ‘kayyum atama’ işlemini yeniden başlattılar.
Hazırlıklı oldukları için pusu ve tuzakları vardı. “Atı alan Üsküdar’ı geçti!” denecek zamanı bile seçmişlerdi! Karşı tarafın hak arayışını, itirazını önlemek için de haftanın son gününü, 17.00 bitecek çalışma saatinden de tam 5 dakika öncesini saat 16,55’i…
İşte tam da o anda:
DEM Parti Van Büyükşehir Belediye Eşbaşkan adayı Abdullah Zeydan’ın: ‘seçilme yeterliliği yoktur’ kararına vardıklarını açıklamışlar!
Bu karara göre ‘mazbata’: Van Büyükşehir Belediye Başkanı seçimini ezici çoğunlukla kazanmış olan DEM Parti adayı Abdullah Zeydan’a verilmeyecek! Onun yarısı kadar oy almış olan AKP’li Abdulahat Arvas’a verilecek!
Buradaki demokrasi dışı anlayışa bakar mısınız?
Tıpkı beş yıl önceki gibi…
Unutanlar için hatırlatalım beş yıl öncesini:
Hani, 31 Mart 2019’te de şimdiki gibi seçim yapılmıştı ya:
İşte o zaman da KHK ile ihraç edilmiş 6 kişi, Belediye Başkanı adayı olmak için başvuru yapmıştı. Ve YSK da araştırmalar yapmış sonra da başvuru sahiplerinin her biri için: “seçilme yeterliliği vardır” kararına varılmıştı.
Ve seçim yapılmış, bu altı kişi de çok büyük oy farkı ile kazanmıştı.
Fakat bu altı kişiye de ‘hayır!’ denilmişti. Çünkü bunlar HDP’li birer ‘öteki’ idi!
Onların yerine çok az oy alarak ikinci olmuş 6 AKP’liye ‘mazbata’ (resmi belge) verilmişti!
Ve HDP bu tuhaflık ve hukuksuzluğa günlerce, yıllarca karşı çıkmış, fakat yapayalnız kalmıştı.
Çünkü, ana muhalefet ve diğer muhalif güçlerin tümü: ‘bana ne’ diyerek yapılan hukuksuzluğu görmez-duymaz-konuşmaz olmuştu.
İktidar da bu sessiz-tepkisiz kalışı fırsata çevirmiş ve HDP’nin kazandığı hemen hemen tüm belediye başkanlarını birer birer görevden almış, belediye meclislerini işlevsiz bırakarak kayyumlar düzenini kurmuştu.
İşte bu demokrasi ayıbını hepimiz birer seyirci olarak birlikte yaşamış ve unutmuştuk.
* * *
Halkımız, 31 Mart 2024 günü Van Büyükşehir Belediye seçimini büyük farkla kazanmış olan Abdullah Zeydan’ın mağduriyetini görüp ona sahip çıktı.
Yurdun pek çok yerinde demokrasi yanlısı parti temsilcileri ve halk birlik olup sabahlara kadar hukuksuzluğu protesto etti.
Ve YSK da: Van İl Seçim Kurulu’nun kararını bozdu!
Böylece, AKP’nin ‘kayyum’ tuzağı; halkın karşı çıkışıyla bozuldu ve ikinci bir yenilgi almasını sağladı.
Bu kazanımı; halkın demokrasi ve insan haklar için uzlaşarak- dayanışarak sokağa çıkması sağladı.
Halkın sesi; vicdanların, demokrasinin ve özlenen barışın en büyük gücüdür.
Bu ses; haksızlık, yolsuzluk, düşmanlık ve de zalimlik yapanlar için en büyük korkudur.
Bu ses, nice diktatörlüğü tarihin karanlık derinlerine gömmüştür.
Bu kutlanması gereken demokratik bir zaferdir.
* *
‘Sarı Öküz’ hikayesinden bir alıntıyla yazımıza son verelim:
Büyük sürünün sıradan bir öküzü, liderleri Boz Öküz’e yaklaşır ve:
“Sürümüz ne kadar güçlüydü, peki ne oldu da aslanlara yenik düştük?
Diye sorar.
Boz Öküz, geçmiş pişmanlıkları ve yenilginin etkisi altında olduğu için soruyu sorana hiç bakmaz, başı öne eğik bir şekilde der ki:
“Biz bu savaşı, Sarı Öküz’ü verdiğimiz gün kaybettik.”
Bence, bu çok sarsıcı cevabı hiç unutmadan hep düşünelim…
Alışılmış bir ortamdan, bilinmedik bir ortama geçiş yapan her canlının bazı ürkü ve korkuları vardır. Bunlar, hemen hepimizin yaşadığı, bildiği veya tanığı olduğu durumlardır. Bir canlının doğduğu anda çırpınıp ağlaması gibi.
Ağlamayı belki bazı fiziki koşullar hazırlar, hızlandırır. Fakat bu ağlamanın ana nedeni; o canlının gelmiş olduğu korunaklı-güvenli ortamı araması ve bu ortamı yeni geldiği yerde bulamamanın vermiş olduğu bir ürkü ve korkudur. O anda yavrunun tek isteği: ‘güvenli’ bir ortamdır. Yavru bu ağlayış ile de isteğini dile getirmektedir.
O halde her canlıyı yaşama bağlayan ilk ve en temel duygu ‘güven’ içinde olmaktır. Daha sonra başlar canlının diğer duyguları ile yaşam için arayış ve eylemleri.
Şimdi de ‘insan’ özeline ya da kendi yaşam gerçeklerimize biraz bakalım. Ağlayarak ‘merhaba’ dediğimiz ev, sokak, kent, yurt ve dünya acaba bize güvenli bir yaşam için gereken ortamı ya da iklimi sağlıyor mu?
Demek ki herkesin ortak amacı: daha güvenli bir ortamda yaşamaktır. Bu güven içinde olma isteğimiz sadece kendimiz ve o güne özgü değildir. Bu isteğimiz, gelecek yıllarımız ve daha doğmamış nesiller içindir de.
Bu ortak amaca sadece bireysel çabalarımızla ulaşamayız. Bu amaca ancak kolektif bir anlayış ve dayanışma sonucunda varılabilir. İşte devletlerin kuruluşunu gerekli kılan gerekçe de budur.
İnsanların ortak amacı: bugün ve gelecekte ‘güven’ içinde yaşamaktır.
İnsanlar binlerce yıl önce birleşerek ortak amaçları için çokça devlet kurdu, yıkılanın yerine de yenilerini…
Fakat dünyanın güvenlik sorunu hiç bitmedi.
Günümüzde de insanlığın ortak sorunu güvenliktir!
Peki neden?
Çünkü, yönetemediler!
Çünkü, ortaklaşa destekle kurulan bu devletler; ortak sorunlara çözüm olacak eşitlikçi kolektif hizmetler üretemedi. Bunun yerine bir gruba, bir zalime hizmet eder, sadece onların çıkarlarını korur oldular.
Ve böylece güvenlik sorununu çözmekle görevli devletler, birer güvenlik sorunu oldular!..
Bu yüzden insanlığın, ayrım yapmadan herkesi kucaklayan hizmet üreten yönetimlere ihtiyacı vardır. Günümüzü hem de geleceğimizi ancak böylesi istek ve çabalar güvenli kılabilir.
İşte o zaman ‘keşke’ deyişlerimiz ve güvenlik sorunlarımız azalır, insani ve akılcı çözüm yol-yöntemlerle de istenen sonuçlara daha erken varılır.
* * *
Yarın yurdumuzun tüm yaşam alanlarında önemli bir seçim var!
Bu seçimde hepimiz: “Acaba; mahalle, köy ve kentimiz için kim-kimler daha güvenli bir yaşam hizmeti sunabilir?” arayışıyla ‘oy’ kullanacağız.
Tabii ki, oy verecek ve seçilmek için yarışmak isteyen vatandaşlar için: eşit-tarafsız-özgür-güvenli bir seçim ortamı sağlanmışsa!
Ancak o zaman ‘güven’ içinde bir seçim gerçekleşti diyebiliriz.
Güvenli bir iklimi; barışçı, demokratik ve adil olan yönetimler sağlar.
Peki, ülkemizde böyle bir iklim ve bu iklimi sağlayacak ‘güç’ var mı?
-Hayır ne böyle bir iklimimiz ne de bunu sağlayacak bir yönetimiz var!
Çünkü geçmişin yanlışları bugün de tekrarlandı ve:
Yine, Cumhurbaşkanı ile Bakanlar devlet imkanlarıyla il il dolaşıp bir parti adına destek istedi.
Yine, herkese hizmet vermekle görevli olan bürokratlar, halktan yana olmadı, onlar da yetkilerini güçlüden yana kullanıp, bir parti adına boy gösterdi.
Yine; deprem, sel yangın felaket mağdurlarına açık açık: eğer oy yoksa hizmet olmaz diyebildiler.
Yine, güçlüler ayrıştıran, ötekileştiren, zehirli bir dil kullandılar.
Yine, ‘öteki’ sayılan kentlere 55 bin hayalet seçmen gönderdiler.
Yine, ‘öteki’ ilan edilen ‘seçilmişler’ tutuklu ve makamları işgal altında.
Yine, diyanet, tarikat: okulda, atölyede, yolda, sokakta ele ele vermiş.
Yine, TBMM işlevsiz ve tek kişi buyruğuyla yol alıyor: AYM, Yargıtay, YSK.
Yine, 2017’de ‘mühürsüz’ pusula ve zarflardaki oyları geçerli sayan, 2019’da da: aynı zarfın içindeki dört oydan sadece birini iptal etmiş YSK ile sadece iktidarın istediklerini yapan, muhalefete hizmet etmeyi unutan: TRT, TÜİK… işbaşında.
Hani devlet halkın hizmetkarıydı?
Niçin devletin tüm kurum ve görevlileri bir partinin emrinde çalışıyor!
Cumhurbaşkanı tarafsızlık yemini etmiştir, peki nasıl olur da bir partinin taraflısı ve başkanı olabiliyor?
Gördüğünüz gibi: güvenlik sağlayacak görevliler birer tarafgir olmuş!
Ve şimdi onlar ülkemiz için birer güvenlik sorunu olmuş durumda!
Tüm bunların yaşandığı bir yerde insanlar güven içinde olabilir mi?