Press "Enter" to skip to content

MEKTEP-MEDRESE   Dr. Bülent Avcı

07.10.2025

Faşistler Öğretmenlerden Korkar mı?

Amerika’nın en büyük sendika federasyonu olan (AFT)-Amerika Öğretmenler Federasyonu başkanı Randi Weingarten eylül ayında, Faşistler Öğretmenlerden Niye Korkarlar isimli bir kitap yayınladı. Kitap öğretmenlerin toplumun demokratik değerlerinin oluşumu ve sürdürülmesi noktasında tarihsel süreçte oynadığı-ya da oynaması gerektiği, rolleri kapsamlı olarak inceliyor. Bu anlamda Trump hükümetini faşist olarak tanımlıyor ve eğitime ve öğretmenlere bilinçli olarak nasıl saldırdığını tartışıyor.

Kitabın eksik kaldığı iki nokta var.

Birincisi 1980lerden başlayarak Demokrat ve Cumhuriyetçiler devlet okullarını özelleştirip tasfiye etmek için iş birliği yapmışlardır. Sadece Trump özelinde cumhuriyetçileri suçlamak hakkaniyetli bir tutum olmaz.

İkincisi, günümüz dünyasında öğretmenlik büyük oranda profesyonellik vasfını yitirmiş bir meslektir. Bir avuç idealist öğretmeni saymazsak hem Türkiye’de hem de Amerika’da öğretmenler ve öğretim görevlileri kendine emredilenin dışında herhangi bir konuyu işlemekten-öğretmekten korkan, akademik özgürlüğü ve otoritesi kalmamış kişilerdir. Türkiye özelinde düşünüldüğünde, aldığı maaşla ay sonunu nasıl getireceğini bilemeyen ve hiçbir iş güvencesi olmayan vekil öğretmeler kime ne öğretebilir; faşistler bu öğretmenlerin neyinden korksun…

 Kitabın kısa bir değerlendirmesini yaparsak:

Faşistler Neden Öğretmenlerden Korkarlar — Özet ve Eleştiri

Yazar, faşist ya da otoriter rejimlerin—ABD bağlamında, Trump yönetimi dahil—öğretmenlere ve devlet okullarına saldırdığını çünkü öğretmenlerin yaptıklarından korktuklarını savunmaktadır: eleştirel düşünmeyi geliştirmek, akıl yürütmeyi teşvik etmek ve işleyen bir demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan demokratik ve yurttaşlık değerlerini öğrencilere aşılamak. Faşist rejimler, hakikatin ve bilginin tekelini elinde tutmayı arzular. Tarih boyunca kitapları yasaklama veya yakma, müfredatı kontrol etme ya da sansürleme gibi yöntemlerle eğitim demokratik gücünden arındırılmış ve öğretmenler itibarsızlaştırılmıştır.

Günümüz ABD’sindeki Taktikler

Yazara göre mevcut ABD yönetimi, kamu eğitimini zayıflatmak ve öğretmenleri hedef almak için çeşitli stratejiler kullanmaktadır:

  • Eğitim bütçelerinin sistematik biçimde kesilmesi
  • Charter okul gibi özelleştirme girişimlerinin desteklenmesi
  • Ebeveynleri öğretmenlere karşı kışkırtan ideolojik kampanyaların yürütülmesi

Faşistler Neden Öğretmenlerden Korkar?

Yazar, faşist sistemlerin itaatkâr bireylere ihtiyaç duyduğunu vurgular: Eleştirel düşünemeyen, çeşitlilik, eşitlik ve farklılıklara saygı gibi değerlerden habersiz insanlar. Oysa öğretmenler, öğrencilerin eleştirel yurttaşlar olmaları ve özne temelli demokratik bir toplum inşa etmeleri için gerekli beceri, değer ve eğilimleri geliştirmelerine yardımcı olur. Bu temel çelişki, eğitimcilere yönelik süregelen düşmanlığı açıklar. Yazar bu anlamda sıklıkla Nazi Almanya’sına göndermeler yaparak Trump hükümetinin faşist uygulamalarını ifşa etmeye çalışıyor.

Kitabın Eleştirileri ve Zayıf Noktaları

  • Zamansal belirsizlik: Yazarın geçmişten mi yoksa bugünden mi bahsettiği net değildir. Eğer argüman geçmişle ilgiliyse bu ayrı bir konu, fakat günümüzü betimlediği iddia ediliyorsa, kanıtların daha dikkatle incelenmesi gerekir.
  • 1980 sonrası partizan seçicilik: Amerika da devlet okulları ve öğretmenler yalnızca Cumhuriyetçiler tarafından değil, Demokratlar tarafından da saldırıya uğramıştır. Kitap, özellikle Trump üzerinden Cumhuriyetçileri eleştirirken Demokratların rolüne hiç değinmemekte, bu da kitabın inandırıcılığını zayıflatmaktadır.
  • Öğretmenlerin günümüzdeki mesleki statüsü: Eğitimi ciddiye alan herkes için açıktır ki günümüz öğretmenleri artık birer profesyonel olarak değil, yarı-vasıflı teknik işçiler olarak işlev görmektedir. Gerçekte eleştirel düşünmeyi veya yurttaşlık değerlerini öğretebiliyorlar mı sorusu tartışmalıdır; bunun yerine sınav odaklı öğretime zorlanmaktadırlar. Neoliberal, piyasa güdümlü eğitim politikaları, eğitimi basit bir “çıraklık / alıştırma” ya indirgemiş, öğretmenlerin mesleki vasıflarını kırparak onları bir tür ideolojik uyum ve itaat teknisyenine dönüştürmüştür. Başka bir deyişle, günümüz dünyasında öğretmenler artık insan gelişiminin koruyucu meleği değildir. Ne yazık ki bugün pek çok öğretmen, bilerek ya da bilmeyerek bu insancıl olamayan sistemin bir parçası hâline gelmiştir.

1980’den bu yana hem Demokratlar hem Cumhuriyetçiler, piyasa merkezli politikalar aracılığıyla kamu eğitimine saldırmıştır: Öğretmenlerin mesleki yetkinliğini törpülemek, baskıcı değerlendirme sistemleri dayatmak, özel şirketler tarafından uygulanan standart testleri zorunlu kılmak, öğretmenlerin akademik özgürlüğünü ve otoritesini ortadan kaldırmak, charter okullar ve dış hizmetlerle özelleştirmeyi yaygınlaştırmak. Böylece kamu okulları başarısızlığa mahkûm edilmiş ve ticarethanelere dönüştürülmüştür.

Ancak kitap bu bazı önemli gerçekliklere değinmemekte; Trump’a dar bir odaklanmayla, soyut biçimde “faşistler neden öğretmenlerden korkar?” sorusunu tekrar etmektedir. Daha ironik olan, yazarın son seçimde birçok öğretmenin Trump’a oy verdiğinin farkında olmamasıdır.

Kamu eğitiminin sistematik olarak zayıflatıldığı doğrudur. Neoliberal ve neokonservatif reformlar öğretmenleri, sendikaları ve okulları aynı anda hedef almıştır. Öğretmen sendikaları sıklıkla Demokrat Parti’yi desteklese de Demokratlar da belirleyiciliği yüksek merkezi sınavları, özelleştirmeyi ve şirket güdümlü reformları uygulamaktan sorumlu olmuştur.

Gerek Amerika’da gerekse de Türkiye’de eğer gerçekten öğrencilerin eleştirel düşünebilen, yaratıcı yurttaşlar olmaları için gerekli değerleri, tutumları ve becerileri geliştirdiği okullar istiyorsak—ve eğer gerçekten öğretmenlerin eleştirel düşünme, empati ve demokratik değerleri öğretebilmelerini istiyorsak—okullarımızı işgal eden neoliberal politikalara ve sermaye güçlerine karşı durmamız gerekir.


Dr. Bülent Avcı
7 Ekim 2025, Seattle, WA

 

Loading

LIFE IN SCHOOL  Edward Allen

23.09.2025

Is It Okay to Agree with Trump?

Some time ago, the Trump administration declared that diversity, equity, and inclusion (DEI) policies and practices should be removed from U.S. schools to “restore order” in classrooms. The question is: should we agree or disagree with this policy?

The DEI framework often operates on the assumption that the percentage of disciplined students should be the same across different racial and ethnic groups. For example, if 10% of white students in a school receive disciplinary referrals, then the same percentage is expected for Black and other nonwhite students. This assumption, however, lacks sociological grounding. Misconduct and crime are always individual acts, and no social science research suggests that disciplinary ratios must be identical across groups.

The Problem in Practice

Consider how this plays out. Suppose only 10% of white students in a school are disciplined. At some point, the percentage of Black students disciplined reaches that same figure. If just one more Black student receives a referral, the percentage rises—and administrators may hesitate, fearing that it would make their leadership appear out of compliance with DEI expectations.

Here’s what often happens: a nonwhite student—let’s call him Jimmy—disrupts class to the extent that he should be removed and given appropriate consequences. Yet, if administrators act, the discipline rate for Black students will surpass that of white students. To avoid this appearance, Jimmy might be sent to the office briefly and returned to class without meaningful consequences. Jimmy soon learns that he can disrupt instruction without accountability. This may preserve statistical ratios, but it undermines not only his own learning, but also that of his classmates—including other Black and nonwhite students. In the name of DEI, especially in underfunded districts, all students end up being harmed.

Agreeing with Trump?

So, should educators agree with Trump?
Ideologically, I cannot. I am well aware of his right-wing, nearly authoritarian political agenda, and I reject it. Yet this example shows that when DEI is applied superficially, it can be counterproductive. As it currently stands, DEI neither helps Jimmy nor his peers. If DEI advocates—often in liberal and Democratic Party circles—were serious about justice and equality, they would push for alternative learning environments for students like Jimmy: one-to-one instruction, small-group programs, or specialized schools that better support student needs.

This is not the same as Trump’s solution. His approach is simply to remove disruptive students to restore order. But if DEI continues to be applied in this shallow manner, then I must reluctantly admit that Trump is correct on one point: DEI, in its current form, should be lifted. As things stand, it helps no one and leaves everyone worse off.

Beyond Cosmetic Fixes

Finally, I must add this: in the political arena, the educational policies proposed by Democrats rarely go beyond superficial, cosmetic adjustments. What the United States urgently needs is a political party and civic movement that takes the side of the working class, confronts the root causes of structural inequality across race and culture, and proposes truly radical solutions—rather than hiding behind cosmetic reforms or hollow slogans.

Edward Allen
September 2025 / California

Loading

DOSTÇA  
Emin Toprak

07.10.2025

Demokrasi ve Barış Düşmanları Durmuyor!

TBMM açılışında: Cumhurbaşkanı Erdoğan ile DEM yöneticilerinin birlikte olduğu birkaç görseli günlerdir sosyal medyada dolaşıma soktular. O karelerden cımbızlanan jest ve mimikler konusunda yorumlar devam ediyor.

Bu konuda ben de çokça yazı ve yorum okudum, dinledim, görsel izledim.

Sustum.

Ve sonunda bi’şeyler yazmaya karar verdim.

Bildiğiniz ve gördüğünüz gibi insanlar, bilimsel bulguları insancıl ve bencil şekilde yani birbirine zıt iki amaçla kullanırlar.

İnsancıl anlayış; Psikoloji, Sosyal Psikoloji ve bütün iletişim tekniklerini, insanların barış içinde yaşaması için kullanır…

Bencil çıkarcı anlayışlar ise “sadece benim olsun” diyerek hakları gasp edip sömürür…

İkinci anlayışın egemenliği yurdumuzda yaşamı bize dar etmiş durumda…

Her ne olduysa aklın-mantığın yolunu anımsayıp belki de ‘nedamet’ getirerek bu haksız hukuksuz durumu aşmak için de bir süreç başlattılar.

İşte bu isimsiz sürece bir uzlaşı ve barış süreci diyebiliriz.

Böylesi süreçlerde zıtlar yani insancıl ve benciller bir araya gelir. (Çünkü onlardır çatışanlar).

Uzlaşma; ben seni tanıyorum ve anlıyorum demektir.

Uzlaşı masasında sadece melekler olmaz ki!

Ve eğer uzlaşı masasında oturanlardan birisi: “Ben seni tanımıyorum ve anlamıyorum” derse hiç uzlaşı olur mu?

Şimdi niçin ordalar diye eleştirilen DEM’liler, yıllardır hakları gasp edilenlerdir.

Şimdi de demokrasi için adalet için barış ve uzlaşmak için el uzatıyorlar.

Peki, sizce bunu yapmayıp ne yapacaklardı?

Bir eğitim emekçisi olarak sizin de bu konuda “empati” yapmanızı istiyorum:

Varsayalım ki böylesi bir sürecin; bir tarafında MEB, diğer tarafta da biz devrimci demokrat öğretmenler olsaydık yumruklarımız sıkılı mı olacaktı?

“Biz; evrensel hukuku, bağımsız yargıyı, demokrasiyi, özgürlükleri, laiklikliği, barışı isteriz…” diyenlere alanı daraltarak soruyorum:

Diyelim ki; masanın karşı tarafında Derneğinize/Sendikanıza el uzatmış ve “gelin konuşalım” diyen bir MEB’in Bakanı var.

O bakan da uygulamalarıyla : evrensel hukuk, bağımsız yargı, demokrasi ve özgürlükler, laiklik, barış ve emek … gibi değerleri tanımayan biriymiş …

Siz bu “nedamet” gösteren bakanla görüşmek istemez misiniz?

Siz; çatışmaların durmasını, insanlarımızın karşılıklı saygı ile barış içinde yaşamasını istemez misiniz?

SONUÇ OLARAK:

Bu buluşma siyaseten çok doğrudur “demokrasi ve barış” için devam etmelidir.

Ancak; buluşmadaki kişilerin görsellere yansımış jest ve mimikleri iktidar için birer “algı” haline gelmiştir.
Bu kirli politikanın durması için yetkililerin, kamuoyuna ve partilerine bilgi verip özeleştiri yapmaları da bir zorunluluk olmuştur.

03.10.2025

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

MİSAFİR YAZAR  
Murat Sevinç

04.03.2025

Akademisyenlik bir meslektir, meziyet değil…

Akademisyenlik bir meslektir. Uğraştır. Tamircilik gibi, garsonluk gibi, marangozluk gibi, hekimlik gibi, mühendislik gibi. Bir akademisyen, bir belge doldururken meslek kısmına ‘akademisyen’ yazar. Öğretim elemanı, dr., öğretim üyesi, doçent, profesör vs. yazmaz. Herhangi bir meslekten daha aşağıda ya da daha yukarıda, daha az saygın ya da daha saygın değildir akademisyenlik.

Bir kuruma bağlı olarak yapılır. O kurum, başta bir miktar gelir olmak üzere, işinizi yapabilmeniz için size çeşitli olanaklar sağlar. Kurumun yaygın adı, üniversite.

Kitap okumak, araştırma yapmak, yazmak, anlatmak için üniversite, bina ve derslikler bir zorunluluk değil. Bu faaliyetler her yerde gerçekleştirebilir. Öğrenmek için de şart değil. Yüzyıllar önce, üniversite icat olunmadan da birileri bir yerlerde bir şeyler tartışıyor ve öğreniyordu, o mekânların ismi farklıydı.

Günümüzde çoğu mesleğin icrası ya da çeşitli avantajlardan yararlanmak için bir diploma edinme zorunluluğu, o diplomanın ancak bir üniversiteden alınabilmesi, kapısında üniversite yazan binalarda eğitimin belli bir düzen içinde verilmesini ve o düzenin kurulması için karmaşık bir kurumsal ağın yaratılmasını gerektiriyor.

Üniversitede bir yandan araştırmak-yazıp çizmek, diğer yandan ‘öğretim’ için ‘istihdam edilen’ kişidir akademisyen. Bu arada, çok sayıda önemli düşünürün-mucidin akademinin tutucu/gelenekçi yapısından değil, üniversite dışından çıktığını da hatırda tutmak gerekir.

Akademisyenliği çoğu meslekten ayıran ve itibar kazandıran şey, akademisyenin ‘bilgi’yle kurduğu ilişkidir. Bilginin yalnızca aktarıldığı değil, aynı zamanda üretildiği bir konum. Ancak, bilgi ile bilmekten doğan farklı nitelikler/tercihler arasında bir neden-sonuç ilişkisi bulunmak zorunda değil. Akademisyenin, akademisyenlik yapması için, örneğin ‘aydın’ olmasına, ‘entelektüel’ olmasına ihtiyaç yok. Yaşamı boyunca tek bir roman okumamış bir akademisyen, alanında çok tanınmış bir hukukçu olabilir. Yaşamı boyunca ülkesindeki hiçbir insan hakkı ihlalini konu etmemiş bir akademisyen, çok parlak bir insan hakları felsefecisi olabilir. Yaşamı boyunca kendisine ‘Üniversite nedir, nasıl bir yerdir?’ sorusunu bir kez olsun yöneltmemiş bir tıp hocası, harika bir cerrah olabilir… Bunlar, akademisyenlik mesleğini seçenin nasıl biri olduğuyla, derdi tasasıyla, kişiliğiyle, ideolojisiyle ilgili konular.

Akademisyenin ideolojisi, yaşamda durduğu yer, benimsediği ve temsil ettiği değerler, entelektüel birikimi, toplumsal kaygı duyup duymaması, düşünce özgürlüğünü umursamayıp umursamaması, işine duyduğu saygı, çalıştığı kuruma sadakati, öğrencisiyle kurduğu ilişki, alanı dışındaki konulara ilgisi ya da ilgisizliği; söz konusu meslek erbabının sahip olabileceği çeşitli niteliklerdir. Onu ‘diğerleri’nden ayırır ya da benzeştirir; ancak tüm bu meziyetler, sahip olunan şeyin ‘mesleklerden bir meslek’ olduğu gerçeğini değiştirmez.

Hal böyleyken, bir akademisyenden, sırf akademisyen olduğu için diğer meslek erbabından farklı davranmasını beklemek hayal kırıklıklarına yol açacaktır. Söz konusu beklenti, bir akademisyenin uzmanlık bilgisi haricinde başkaca meziyetlere sahip olması gerektiği inancından kaynaklanır ki gerçekçi sayılmaz. Akademisyenliği seçmiş bir insanın, örneğin bir torna ustasından, bir muhasebeciden ya da bir marangozdan daha tutarlı ve ilkeli bir yurttaş olmasını gerektiren (ve sağlayacak) hiçbir anlamlı gerekçe yoktur.

Akademisyen, bir masa ya da bir elma olmadığı için, bir ideolojisi vardır. Diğer insanlar, diğer meslek sahipleri gibi. Akademisyenler de herkes gibi taraf tutar, sempati duyar, destekler, karşı çıkar. Akademisyen, ideolojisi ne olursa olsun yaptığı işte nesnel olmak zorundadır, hepsi bu. İdeolojisi olmadığını/tarafsız olduğunu söyleyen bir akademisyen ise hâkim ideolojinin yanında yer alıyordur.

Demek ki bir akademisyen akademik çalışmalarını, ‘nesnelliğe’ halel getirmeden, ancak bir dünya görüşü etrafında yapabilir. Sosyalist, liberal, sağcı, sosyal demokrat, dinci, muhafazakâr, milliyetçi vs. bir akademisyenin akademisyenliği de siyasal-sosyal gelişmeler karşısında takındığı tutum da meşrebince olacaktır.

Bir akademisyene itibar kazandıracak olan, uzmanlık bilgisine eklediği niteliklerinin yanında, işine saygısı, özen, çalışkanlık ve tutarlılıktır. Tutarlılık. Diğer bir söyleyişle, koşullara ve fırsatlara göre kolaylıkla eğilip bükülmeyen bir iskelete sahip olmak.

Tutarlılık, akademisyenlik mesleğinin mütemmim cüzü değil, kumaşınızla ve bir gün sona erecek ömrün ardından nasıl anılmak istediğinizle ilgili bir tercihtir. Özsaygıdan kaynaklanan bir tutum. Son perdeye gelindiğinde, bir insanın mesleğini layıkıyla yapıp yapmadığına, saygıyı ve itibarı hak edip etmediğine o insan değil, başkaları karar verir. Mesele, günü geldiğinde o başkalarının size uygun göreceği sıfatlardır, bizim kendimize yakıştırdıklarımız değil. İlhan Selçuk’un sözüyle, “Her insan yaşamı boyunca kendi heykelini yontar.” İlhan Selçuk’la hiç tanışmamış bir yazarın, günlerden bir gün, onun cümlesini alıntılaması, İlhan Selçuk’un sürdüğü ömrün saygınlığından kaynaklanır.

Evet, akademisyenlik bir meslek ve geriye kalan her şey, mesleği icra edenin yaşam boyu edindiği niteliklerin, sahip olduğu meziyetlerin yekûnu. Bir akademisyenin, bilgiyle kurduğu ilişki nedeniyle toplum ortalamasında yarattığı beklentinin yüksekliği ise büyük ölçüde bir yanılsamanın sonucu. İdeolojiden ve kişilik özelliklerinden masun bir akademisyenlik yok. Akademik bilgi ile doğru tutum, tutarlılık ve güvenilirlik arasında nedensellik bağı aramamak, kurmamak gerekir.

Yazı önerileri:

Sırrı Süreyya Önder, türkülerini çok sevdiğim Kahtalı Mıçe’nin anısına yazmış. Allah rahmet eylesin.

2017 yılında ‘akademisyenlerin’ çalıştığı bir üniversiteden, ‘akademi’nin tanıklığında, kimi sayın muhbir ‘akademisyenler’in işbirliği ve yönetim kademelerindeki bazı ‘akademisyenler’in liste oluşturma azmiyle, ‘akademik’ bir ibişin arzu ve onayıyla, çok sayıda meslektaşımla birlikte atıldıktan sonra Gazete Duvar’da yazdığım ‘akademisyen’ yazılarından birini, yaygın bir ‘akademisyen’ portresini buraya bırakıyorum.

MURAT SEVİNÇ

Loading

Altüst Olan Dünyada Eğitim / Bülent Avcı

13.06.2025

Altüst Olan Dünyada Eğitim

Eğitim, insanla ilgili olduğu için, birçok disiplinin (sosyoloji, psikoloji, nöroloji gibi) kesişim noktasında kendine yer bulur. Eğitim teori ve pratikleri insanı ve dünyayı etkilerken, yerel ve küresel düzeyde yaşanan gelişmeler de eğitim dünyasını biçimlendirir. Günümüzde bu etkileşim baş döndürücü bir hızla gerçekleşmektedir. Eğitimle ilişkilendirilmiş klasik liberal ve neoliberal söylemler işlevini yitirmiş vaziyette; egemenler eğitim alanında yeni vaatler ve tahakküm araçları oluşturmanın telaşındalar. Bununla beraber, geçen kırk yol boyunca neoliberal eğitim politika ve uygulamalarını anlayıp karşı durmamıza yardım eden eleştirel pedagoji dünyasında tarihsel bir dönemi kapanmak üzere. 

Öte yandan eğitim, sadece okulda ya da sınıfta gerçekleşen bir süreç değildir; her türden yöneten-yönetilen ilişkisi, Gramsci’nin de belirttiği gibi, pedagojik bir süreçtir. Bu anlamda son dönemde içte ve dışta politik arenada yaşananlara bakacak olursak: Dünya jandarmalığına soyunan ABD Başkanı, bir piyon ülkenin başbakanını dünyanın gözü önünde azarlayıp adeta kovarcasına küçük düşürmektedir. Bu olay bile tek başına, dünya düzenindeki yerleşik normların ve güç dengelerinin altüst olduğunun göstergesidir. Ulus-devletçi sermaye ile küresel kapitalistler arasındaki uzun süredir devam eden çekişme, neo-liberal kapitalizmin içeriden çürüdüğünü açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Yine aynı megaloman başkan, Amerika Federal Eğitim Bakanlığı’nı kapatacağını ilan etmekte; “O kadar para harcıyoruz ama çocuklarımız uluslararası sınavlarda en geride, bu çocuklardan bir şey olmaz” mealinde açıklamalarda bulunmaktadır. 300 milyonluk Amerikan halkı ise olup biteni bön bön izlemektedir. Miting meydanlarında İncil sallayarak oy istemesi yetmezmiş gibi, şimdi de dinin toplumun tüm alanlarına ve eğitime geri döneceğini ilan etmektedir.

Batı emperyalizminin uzak karakolu olan İsrail’e karşı düzenlenen protestolar nedeniyle Amerikan üniversiteleri, Yahudi finansörlerin bağış ve hibeleri geri çekme tehditleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Rektörler istifaya zorlanmakta; protestolara katılan öğrenciler ise gündüz vakti sokaklardan toplanarak sınır dışı edilmektedir. Evet, tüm bunlar 2025 yılında, ifade özgürlüğüyle övünen Amerika’da yaşanmaktadır.

Yapay Zekâ (YZ) üzerine çalışan büyük teknoloji şirketleri, bu alandaki gelişmelerin bir düzenleme ve denetim sürecine alınması gerektiğini önerip; Aksi takdirde “harita ve pusula iyice şaşacak” uyarısında bulundular. Ancak Amerikan elitleri bu çağrılara kulak asmadılar. YZ uygulamaları hayatın her alanına hızla yayılmakta ve öğretmenlik dâhil birçok mesleğin ortadan kalkacağı iddia edilmektedir.

Son derece sistematik ve bilimsel yöntemlerle bağımlılık yaratacak şekilde tasarlanan akıllı telefonlar, öğrencileri sürekli bir uyarılma hâline sokarak, herhangi bir konuyu derinlemesine ve kavramsal olarak öğrenemez hale getirmektedir.

Diğer yandan, yalnız ve güzel ülkemin muktedirleri de devlet okulları ve eğitim bütçesini, “cehenneme dayanıklı battaniye” pazarlayan tarikatlara peşkeş çekmektedir. Eğitim fakültelerini doğrudan propaganda dairelerine bağlamanın yollarını aramaktalar; bir adım sonrası, eğitim fakültelerinin tamamen tasfiyesi olacaktır. Zira benzer bir öneriyi Bill Gates, Amerika’daki eğitim fakülteleri için de yapmış; ancak sivil toplum örgütleri ve sendikaların tepkisi üzerine geri adım atmak zorunda kalmıştı, ama tekrar gündeme gelmeyeceğinin hiçbir garantisi yok tabi ki.

Yıllarca yurtdışında çalıştıktan sonra memlekete geri dönen bir ekonomist, gençlere üniversiteye gitmemelerini tavsiye etmektedir. Yani, eğitim artık iş garantisi sağlamamaktadır, boşuna uğraşmayın demektedir. Ancak bu ekonomist, durumu kendisinin de iman ettiği kapitalist sistemle ilişkilendirmeyi becerememekte ve yapısal bir sorun olduğunu göz ardı etmektedir. Daha da önemlisi eğitimin sadece bir çıraklık ve meslek edinme sürecinden ibaret olmadığının farkında değil…

En ilkel hukuk normlarına rahmet okutacak bir prosedürle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne operasyon düzenlenmekte; başkan ve ekibi tutuklanmaktadır…

Gelecekleri çalınan gençler, içimizdeki ölü düşleri dirilterek büyüklerine örnek olmakta; sokaklardan kent meydanlarına akmaktadır…

İmam-hatipleştirme furyasıyla eğitim kalitesini dibe vurduran iktidar, şimdi de düzgün kalmış birkaç okulun öğretmenlerini tasfiye edip, yerlerine ideolojik kadrolar (takunyalı, badem bıyıklı) yerleştirmeye çalışmaktadır. Ancak liseliler, okul bahçelerinde toplanarak bu durumu protesto etmektedir.

Teknolojinin eriştiği seviyeyi dikkate alarak bilgi kavramının ve ona ulaşma yollarının köklü bir kırılmaya uğradığı bir dönemden geçtiğimizi söyleyebiliriz. Geniş halk kitlelerini bu konuda aydınlatması gereken entelektüel ve akademik dünya ise tüm bu gelişmeleri kapsamlı bir yaklaşımla ele almak yerine, kendi içine kapanarak anlamsız tepkiler üretmenin ötesine geçememektedir.

Aslında olup bitenler oldukça basittir, fakat sonuçları itibarıyla son derece ciddidir: Aklı ve ruhu kurumuş bir dünyada yaşıyoruz. Son kırk yıldır kapitalizme yön veren ve eğitim sistemini altüst eden neoliberalizmin iflasına tanıklık ediyoruz. Sistemin çöküşü, şu başlıklarla özetlenebilir:

  • Neoliberal (yeni sağ) eğitim politikaları, vaatlerinin aksine, yoksul ve zengin arasındaki uçurumu derinleştirmiştir.
  • Eğitime tüccar mantığıyla yaklaşan neoliberal-kapitalist ideologlar; öğrencilerin ahlaki-etik ve sosyal gelişimlerini, eleştirel ve yaratıcı düşünme yeteneklerini, vatandaşlık bilinçlerini göz ardı ederek, tüketim, performans ve rekabet gibi yıkıcı değerleri dayatmıştır. Kültürel bir varlık olması gereken insanı piyasanın vahşiliğine teslim ettiğinizde, geriye yalnızca biyolojik bir varlık kalır: yani kültürel boyutu dumura uğrar.
  • Eğitimi, test hazırlık çalışmalarına indirgeyerek, müfredat daraltılmıştır. Sonuç: yalnızlaşmış ve yabancılaşmış öğretmenler ile öğrenciler.
  • Öğretmenliği, akademik özgürlüğü olan profesyonel bir meslek olmaktan çıkarıp teknisyenliğe dönüştürdüler. Amerika’da son yıllarda eğitim fakültelerine başvurular 40% azalmış ve eğitim kalitesi sürekli gerilemiştir.
  • Özelleştirme adı altında, büyük teknoloji şirketleri eğitim bütçesinden pay kapmayı başarmıştır. Anlaşıldı ki “eğitimi geliştirme” söylemleri yalnızca birer kandırmacadan ibaretmiş. 2002 de eğitimdeki her sorunu çözümü olarak öne sürülen standart testlere eğitim bütçesinden 2 milyar dolar harcandı; test şirketleri paraya doymadı ama eğitim kalitesi ve test sonuçları düştükçe düştü.
  • Bu süreçte üniversitelerde radikal fikirleri savunan akademisyenler tasfiye edildi; üniversiteler büyük şirketlerin finanse ettiği iktidar aparatlarına dönüştü. Harvard Rektörlüğü üzerindeki baskı bunun trajik bir örneğidir. Türkiye’de KHK ve Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik saldırılar da bu bağlamda değerlendirilmelidir.
  • Akademik üretim, dar ve niteliksiz alanlara hapsedildi; okunmayan, yüzeysel ve piyasacı makaleler ortalığı doldurdu. Amerikan üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin %70 i partime (adjunct) olarak iş güvencesi olmadan çalışmaktadır. İşsiz ve aç kalma korkusuyla yapılan akademisyenlikten hiç kimseye fayda gelmez ve giderek yüksek öğretim denilen olgu aşınır ve anlamsız-işlevsiz hale gelir.
  • Bir zamanlar iş garantisi sunan üniversite diploması bugün bu işlevini yitirmiştir. Amerika gibi yükseköğretimin pahalı olduğu ülkelerde gençler, diplomaya ulaşabilmek için yıllarını ve geleceklerini borç içinde tüketmektedirler.

Evet, son kırk yıla damgasını vuran neoliberal kapitalist politikalar bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Artık post-neoliberal bir döneme girmiş bulunuyoruz. Küresel elitler, bu yeni dönemin baskı ve kontrol aygıtlarını, özellikle STEM ve Yapay Zekâ üzerinden yeniden inşa etmeye çalışmaktadır.

Peki bizler, daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna inanan eğitimciler, ne yapacağız?

Tepkisel tavırlarla yol almamız mümkün değildir. Her şeyden önce, eleştirel pedagojinin mirasından ilerleyerek, nasıl bir insan, nasıl bir toplum, nasıl bir ülke ve dünya soruları üzerine, somut koşulları dikkate alarak düşünmeliyiz ve düşündüklerimizi yazılı ve görsel olarak paylaşmalı-yaymalıyız. Buradan hareketle “Nasıl bir eğitim istiyoruz?” sorusuna bir tür manifesto niteliğinde cevaplar üretebildiğimiz ölçüde, eğitimi, YZ ve STEM üzerinden, yeniden bir baskı ve kontrol aracı olarak şekillendiren egemen güçlere yerel ve küresel düzeyde karşı durabiliriz.

Dünyanın herhangi bir yerinde; yaşam alanlarımızda, okulda, derste, sokakta, işyerinde, mahallede iktidar hegemonyasında ciddi kırılmalar yaratacak, nefes alabileceğimiz küçük alanlar oluşturmaya devam etmeliyiz. İnsanlığı özgürleştiren, 68 kuşağı gibi radikal düşünceler ve bu düşüncelere eşlik edecek eylemler, er ya da geç yeniden filizlenecektir.

 Çünkü bu baskı ve sindirme ortamı sonsuza dek süremez.

Çünkü insanlık güçlüdür; hem de sandığımızdan çok daha fazla.

Dr. Bülent Avcı
Haziran 2025 / Seattle, WA

 

Bu yazı daha önce dersler dergisinde yayınlandı
https://derslerdergisi.com/bulent-avci-altust-olan-dunyada-egitim/

 

 

 

Loading

Okullar açıldı… / Emin Toprak

16.09.2025

Okullar açıldı…

TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu), belki bu kez doğru söylemiştir diyerek söze onun bir verisiyle başlamak istiyorum.

2023 yılına ilişkin bir TÜİK istatistiğine göre:

“Türkiye’de en zengin %20’lik kesim toplam gelirin yarısını alıyor!”

Gerçi bu veri geçen iki yılın ve durdurulmayan azgın enflasyonu nedeniyle güncelliğini yitirmiş… O günün zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul. Özetle zenginler ‘tuzu kuru’, fakirler sosyal-ekonomik-ruhsal çokça sorun sahibi olmuştur.

2023 TÜİK verilerine göre: %20 zengin, toplam gelirin yarısını, %80 yoksul da kalan yarısını alıyormuş!

2023 oranını 2025 için de geçerli sayıp devam edelim:

Ocak 2025’de nüfusumuz: 85.664.944 kişiymiş.

O halde yurdumuz zenginlerinin (%20): 17.132.989, fakirlerinin (%80) de: 68.531.955 kişi olduğunu ve bunların toplam geliri de eşittir diyebiliriz.

Bu durumu ‘masal’ diliyle şöyle anlatabiliriz:

Bir varmış bir yokmuş …

Bereketli dağları ovaları, gür suları, birçok hayvan olan çok güzel bir diyarda, biyolojik eşitliği olan huyları farklı beş insan yaşarmış…

Bunlardan biri; hiç çalışmaz, dört kişi kadar yemek yiyen, doymak bilmez zalimin biriymiş. Dört kişi de söz dinler sürekli çalışırmış…

Gel zaman git zaman sonra bu diyarda açlık-yoksulluk başlamış…

Diye sürüp giderdi bu masal.

Şimdi bu garip %20 =%80 eşitliğini(!), bir de bilim dili yani matematik diliyle anlatmaya çalışalım:

  • Bütün yüz eşit parçaya bölünmüş 100/100 ve 20 parça, 80 parçaya eşit(!) olmuş!
  • Bütün beş eşit parçaya bölünmüş (5/5) ve 1 parça (1/5), 4 parçaya eşit(!) olmuş!
  • 1 = 4 (!) demektir.

Yorumlamayı da değerli okuyuculara bırakalım.

***

Sosyal yaşamımızdaki pek çok eşitsizlikten birkaçı ile devam edelim:

İktidar; devlet korumasındaki: doğayı, çevreyi oradaki tüm canlıları ve yaşamı kaynaklarını koruma görevini unutmuş/bırakmış gibi. Fakat bu yaşam alanı ve yaşamları çıkarları için yok eden ‘yandaşlara’: hem seyirci-sessiz hem de koruyucu oluyor.

Yetinmiyor o yandaşları koruyan yeni yasalar çıkararak, yeni alanlar açıp yeni olanak ve kolaylıklar sağlıyor.

Bu uygulamalar sonucu ülkenin ekolojik sistemi, halkın güvenliği, huzuru, sağlığı, eğitimi, ekonomisi büyük zarar görüyor.

Doğadaki katliam, talan ve zalimlik yüzümden zarar gören/görecek olan: köylü-işçi-memurları doğal olarak bu haksızlıklara karşı çıkıyor. Devlet güçleri de karşı çıkan haklı halkı: korku, darp ve tutuklama yaparak sindirmeye ve etkisizleştirmeye çalışıyor.

Ve ülke genelinde manzara:

Köylü-kentli-işçi-memur-esnaf yoksul…

İcra-iflaslar çok artmış, ekonomi çöktü çökecek…

Can-mal güvenliği ve özgürlükler kalmamış, dört bir yanı bir korku iklimi sarmış…

Herkes: “Acaba yarın nasıl bir güne uyanacağız?!.. ” diye endişe ve korku içinde…

23 yıllık yıpranmış iktidar şimdi de ömrünü uzatmak için hiç durmuyor.
Yine yasama, yargı ve yürütme güçleriyle; yandaşlar için yeni fırsatlar arıyor ve muhalifleri korkutup sindirmek için tuzaklar koruyor.

***

Yurdumuzda bu sosyal iklim varken ve henüz sıcak-kurak yaz sonbahara evirilmemişken, bir de okullarımız açıldı. Geleceğimizin umudu 19 milyon çocuk ile gencimiz coşkusuz olarak yeni bir ders yılına başladı.

Evet okulların açılırken; öğrencinin, öğretmenin ve velinin hiç coşkusu yoktu.

23 yıllık zengin sever iktidar, eğitim sisteminde de iyileşmesi zor birçok derin yara açmıştı.

Bu ortamda öğrenci-veli-öğretmen nasıl/niçin coşkulu olsunlar ki?

Umut ve coşkuları; güvenli-sağlıklı-mutlu-başarılı bir gelecek besler.

Yukarıda sayılan birkaç gerçeğimizin hangisiyle ‘umut’ beslenir ki!

(Umut besleyen bir uygulama varsa, lütfen yorum olarak yazınız).

İşte bu yokluk ve zorluklar yüzünden herkesin umut ve coşkuları tükendi, endişe ve korkuları çoğaldı.

Eğitim sistemine kuşbakışı bakacak olursak:

Amaçlar, doğayı, canlıları, insanlığı, toplumu koruyan, sayan, araştıran, kendisi ve çevresiyle barışık nesil yetiştirmeyi değil bir ırk veya inancı önceleyen ‘istendik’ anlayışa göre hazırlanıştır.

Ders programları (müfredat) da ‘istendik’ amaçlara uygun hazırlanır. Bu ayrımcı (sübjektif) anlayış; deneye, gözleme dayanamaz. Bu nedenle de bilime, yaşayarak geliştirilen ‘etik’ değerlere ve adalet-hukuk-demokrasi ilkelerine aykırıdır.

Yani geleceğimizin güvencesi çocuklar; anaokulundan, üniversiteye tüm okul seçimlerini; ilgi, istek ve becerileri önceleyen bilimsel yol yerine ana-baba parası ve egemen kimlik ve inanca göre yapılmaktadır.

Bu anlayış sahipleri:

Felsefe, fizik, biyoloji ile güzel sanatları hiç sevmez ve istemezler.

Onlar, okunanı ve duyulanı ezberleyip tekrarlayan öğrenciler isterler.

Soru soran, sorgulayan, deney, gözlem yapan, özgün düşünüp yazan öğrencileri istemezler.

Eğitim alanında çalışan yönetici ve öğretmen seçimi, mesleki donanım ve yeterliliklere göre yapılmaz. ‘Mülakat’ dedikleri ‘hamili kart’ taşıyanlar öncelikli olurlar.

Bu anlayışın bir de Bakanı var ki, onun bir ‘Eğitim Bakanı’ mı yoksa ‘Din Eğitimi Bakanı’ mı olduğu başka bir yazı konusu olsun.

***

Dün, Tandoğan Meydanına toplanan milyonları gördünüz mü?

Ben izledim ve hemen 56 yıl öncesine gidiverdim:

Henüz 19 yaşında bir köy öğretmeniyim. Sendikamız TÖS ‘ün kararına uyarak on binlerce meslektaşımla birlikte 15 Şubat 1969 günü Ankara Tandoğan alanına varmıştık.

“Bağımsız Türkiye!”, “Grev hakkı istiyoruz!”… sloganları eşliğinde, Genel Başkanımız Sayın Fakir Baykurt, kürsüye çıkıp etkileyici bir dille ülke gerçeklerini bir bir sıralamıştı…

İktidar sarsılmış, ülkenin gündemi değişmiş ve psikolojik üstünlük bize geçmişti.

O günkü Başbakan Demirel de: “Yollar yürümekle aşınmaz demişti.”

Dün de Tandoğan Meydanı çevresindeki caddelerle dolup taştı: “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!” diye inleti ve pusuda bekleyenlere de dinletti.

Şimdi de sayısal ve psikolojik üstünlüğü kazanmış ‘muhalefet’, iktidarın tüm tuzaklarını ‘faş’ ediyor ve her gün daha da güçleniyor.

“Hadi bakalım…”

Sevgi, saygı ve esenlikleriniz bol olsun.

Hoşça kalınız.

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Enduring the System: A Teacher’s Guide to Survival in American Public Schools / Edward Allen

01.05.2025

Enduring the System: A Teacher’s Guide to Survival in American Public Schools

1. Understand the System

The U.S. public education system—especially in underfunded districts—is not designed to cultivate a nurturing or supportive learning environment. Instead, it fragments key stakeholders: elected officials, district administrators, school administrators, teachers, parents, and private education companies. Each operates in survival mode, creating a culture that discourages authenticity, sincerity, collaboration, and solidarity.

2. Professional Development (PD) Days Are Performative

PD days primarily serve as a tool for district and school administrators to justify their roles rather than to address real classroom challenges. In struggling districts, administrators deliberately avoid engaging with urgent, organic issues. Instead, they present contrived scenarios and superficial solutions to maintain an illusion of effectiveness.

3. PD Surveys Are Compliance Tools

Post-PD surveys are not intended for genuine feedback but to measure compliance. These surveys are structured to elicit positive responses, leaving no room for real critique. The safest approach is to respond as if you found the PD session highly effective, regardless of its actual value. Attempting to challenge or outsmart the system is futile.

4. Teacher Evaluations Are a Power Play

Teacher evaluations can be manipulative and demoralizing. During pre- and post-observation meetings, it is advisable to make administrators feel competent and valued. Even if their feedback is superficial and unhelpful, presenting yourself as eager for their guidance can minimize conflict and reduce stress. Not all, but most administrators come from a background of poor teaching practice.

5. The System Prioritizes Optics Over Outcomes

In underfunded districts, education is largely performative. Government officials, education departments, district leaders, and administrators do not genuinely expect high academic achievement from students living in poverty. Their primary focus is maintaining appearances rather than addressing systemic inequities. If you genuinely challenge injustice and inequality at school, you are essentially swimming against the current and should expect administrative pushback and retaliation.

6. Most Administrators Were Ineffective Teachers

Many administrators transitioned out of teaching because they struggled in the classroom. Do not assume they were once great educators with strong pedagogical skills, a deep understanding of education, or a commitment to justice and fairness. Their primary role is public relations—promoting policies and initiatives, regardless of their personal beliefs. Many are insecure and thrive on hierarchical power dynamics. To avoid unnecessary conflict, make them feel superior.

7. Teaching in Poor Schools Will Change You

Even if you enter the profession as a passionate and intellectual educator, teaching in underfunded schools can be disillusioning. Systemic dysfunction, hypocrisy, and superficiality dominate these environments. Over time, you may realize that meaningful change is nearly impossible, leading many teachers to become passive, disengaged, and resigned to their roles as glorified babysitters.

8. Unspoken Rules Matter More Than Official Policies

In struggling schools, unwritten rules often carry more weight than official policies. Understanding them quickly is crucial. For instance, there is often an unspoken expectation that no more than 20% of students in a class should fail. Exceeding this threshold can lead to administrative scrutiny, job insecurity, and professional isolation.
Similarly, no matter the level of student misbehavior or disruption, if you send students to the office more than once a week, you risk being placed on an unofficial “troublemaker” list. It is often safer to find ways to manage difficult students within the classroom.
At the end of the day, you are often seen not as an educator but as a glorified babysitter.

9. Superficiality is the Norm

In underfunded schools and districts, when something goes wrong, never expect the issue to be handled with care, honesty, professionalism, ethics, or justice. Always remember: no matter how strong your case is, as a teacher you will likely be the first to be blamed, punished, or discarded. If you choose to defend yourself and escalate the issue, prepare for serious and repeated challenges and retaliations. Support will be scarce; competent teachers and staff rarely stay long in struggling schools. Most of the staff lack of principle and character and courage: they cannot sustain a thoughtful and argument-based conversation longer than five minutes. They can easily be manipulated and used by admin. Sad, but true.

10. Despite It All: Choosing Authenticity

Despite all the realities outlined above, if you continue to teach in poor schools and strive to remain an authentic, caring, and intellectually engaged teacher, you face a constant struggle.
It is a daily choice to stand on the side of emancipation and liberation, rather than become a cog in the machine of oppression.

Edward Allen
May 1, 2025 / California

Loading

“Bi’ şey yapmalı” / Emin Toprak

03.09.2025

“Bi’ şey yapmalı”

14 Haziran günkü “İKLİMLER” yazım: “Yaz boyu hem dinlenir hem de daha çok okurum … Eylül ayında barışçı-demokratik ve yaşanır bir iklimde buluşmak üzere hepinize sevgiler saygılar…” diye bitiyordu.

Şimdi de siz haklı olarak: “Peki geçen 78 gün içinde sen verdiğin sözün gereğini yaparak çok okudun mu, yeterince dinlenebildin mi?” diye sorabilirsiniz.

-Eskiden okuduğum ‘bazı kitapları’ yeniden ve yeni çıkanlardan da da okuyarak sözümü tuttum. Ancak gereğince dinlenmedim.

Bu durumun; doğadan, toplumsal yaşamdan ve kendimden kaynaklı birçok nedeni var.

Doğanın, müdahale kabul etmeyen döngüsü; yaşamı, sürekli olarak değiştirip, dönüştürerek oluşturur: gün, ay, mevsim ve yılları.

Ve böylece aynı iklim kuşağı yaşayanlarına; güneşin, rüzgârın, selin, yağmurun, yangının, depremin… “nimetleri” de külfetleri” de eşit dağılır.

Bir de insanların yaşama tutunmak için kurdukları ülkeler var. Ülke insanının bilimi, akılı ve emeğiyle; doğa “nimetleri” çoğalır, “külfetleri” de azalır.

Fakat eğer bir ülkede az ‘nimet’, çok ‘külfet’ varsa, bilin ki o ülkede; bilim, ahlak, hukuk, adalet dışı çokça sorun var!

Dünya kurulalı beri ‘devlet veya yönetimleri’ hiç adil olmamış hep zenginden taraf olmuşlardır. Dünyanın şimdiki toplam gelirinin %50’si (yani yarısını), nüfusun %1’i yüzde biri zenginlere aitmiş. Diğer %50’si yani yarısını) ise nüfusun %99’u eşitsiz olarak pay ediliyormuş! Buna göre bir (1) kişi 99 kişi kadar pay alıyor!

Bu doymak-durmak bilmeyen yüzde 1’lik sömürücü emperyalist güç, sınır tanımıyor, dünyanın sosyal dengelerini bozuyor, yaşamı zorlaştırıyor. Kendilerine alan açamayan veya buyruklarına uymayan-direnen ülkelerde işbirlikçilerini kullanarak çatışma-savaş çıkarıyor.

ABD 23 Haziran günü sudan nedenlerle 18 saat gidiş, 18 saat dönüş yapan bombardıman uçakları (havada birçok kez yakıt ikmali yaparak) İran’ın stratejik noktalarını yakıp, yıkıp, yok ettiler.

Bazı güçsüz-zengin ülkeleri de üstenci ego diplomasisi ile, yani yüz yüze veya telefonla tehdit, şantaj, pazarlıkla ‘ikna’ edip kolayca avladılar.

Bu kadar dünya genellemesi yeter deyip biraz da ülkemize bakalım.

***

23 yıllık iktidar, sadece nüfusun yüzde 1’lik yandaş sömürücüleri için çalışıyor. Onlara çok kazansın diye, gece-gündüz çalıştırılan mecliste sayısal üstünlüklerini kullanarak muhalefetin hiçbir önerisine uymayan yasalar çıkardılar.

Bu yasalarla kent ve köylerin yaşam kaynağı olan: dere, dağ, orman, maden, zeytinlik … zehir saça saça yok ediyor ve kapanmaz yaralar açtılar ve ekosistemi vahşice bozdular.

İktidar, yangın, deprem, sel gibi doğa olaylarını ‘kader’ sayıyor. Ve gerekli önlem ve ekip-ekipman sağlamıyor. Fakat o “kader” saydıkları olaylar yurdun her tarafında sık sık oluyor.

Bu yıl da oldukça sıcak-kurak bir yaz ve o “kader” saydıkları olaylar yurdun her tarafında ve sık sık oldu. Ve Orman Genel Müdürlüğü 17 Ağustosta:”2025 yazında 64 bin 500 hektar alan yandı.” diye açıklama yaptı.

O alanlarda bitkiler meyveleriyle, arılar ballarıyla, börtü-böcek ve milyonlarca hayvan yavrularıyla yanarak yok oldu!

Eski yaraları sarılmamış halk; yine can-mal kaybı ve büyük acılar yaşadı!

Maden ocaklarında yeni patlamalar-çökmeler-ölümler oldu.

Canlıların tüketimi için gerekli su kaynakları azaldı!

Kuraklık ve sahipsizlik yüzünden Seyfe Gölü kurudu!

Evet İktidar ülkeyi yönetemiyor ve çok korkuyor!

Peki, niçin yasama-yürütme-yargı güçlerini tek elde toplamış bu ‘güçlü’ iktidar yönetemiyor ve korkuyor?

Çünkü; ülkede sosyo-ekonomik ve siyasi çöküş başlamış!

Çünkü; iktidar halkın gözünde yavaş yavaş eriyip tükeniyor!

Çünkü; “Artık yeter!” diyenler CHP’yi iktidar yapmak istiyor!

İktidar tükeneceğim diye paniklemiş durumda. Bu panik içinde, görevi halkı eşit-adil-güven içinde yaşatmak olan devlet güçlerini kullanarak halkın demokratik talepleri engelliyor.

Yönetemiyor fakat sürekli olarak iktidarda kalmak istiyor ve telaş içinde. Bulduğu çare: daha önce solcular ile Kürtlere uyguladığı haksız-hukuksuz ‘siyasi’ tutuklama sınırlarını genişletmek. Böylece güçlü rakibi CHP’yi yıpratmak kadrolarını saf dışı etmek! Ve 19 Mart kitlesel tutuklamaları başladı, aralıksız sürüyor.

Sırf algı olsun, halk görüp korksun diye, güvenlik güçleri tv kanalları için çekim hazırlamıştı. Her tutuklu iki polis eşliğinde onlarca kelepçeli geçişi!

Bu ayıplı kuyruk gösterisini TV’de gören-izleyen herkes irkildi ve Hitlerin Nazi Kamplarını anımsadı.

Belediye borsası! Avukatlık borsası!

Sahte diploma ile akademisyenlik borsası!

Şaibeli LGS Sınavları!

Peki, duydunuz mu? 2025 ÖSYM sınav sonucuna göre: 179 aday sıfır ya da eksi netle bazı ön lisans ve lisans programlarına girerek üniversiteli olmuş! Hatta bunların arasında burs kazanan bile varmış! Ayıca bu ilk de değilmiş, 2023’te 107, 2024’te de 203 gencimiz sıfır ya da eksi netle üniversiteli olmuş!

Türkiye’nin en önemli sosyal sorunu Kürtlerle Barışık olmamaktır. Bu demokratik hak ve özgürlükler sorununu TBMM’de Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonunu görüşüyor.

Komisyonu da TİP-Hatay milletvekili Can Atalay hakkındaki AYM kararını okutama cesareti gösteremeyen TBMM Başkanı yönetiyor. Bu sayın başkan, isminde “demokrasi’ bulunan komisyonda bile Barış Annesi Nezahat Teke’nin Kürtçe konuşmasını engelledi.

İşte süreç böyle bir ortamda ve ulusalcıların “istemezük” çığlıklarıyla devam ediyor…

Bakalım sonu nereye varacak.

Görüldüğü sorunlarımız ünlem ve sorularla uzayıp gidiyor. İlginç bir anımsatma yaparak noktalamak istiyorum.

CHP listelerine girerek halkın oylarıyla yıllarca milletvekili-belediye başkanı olmuş bir kişi vardı. Bu kişi günlerce yazılı medya TV kanallarında günlerce tartışılan gündem konusu oldu. Özetle diyorlar ki, iktidar elemanları bu kişinin bazı açıklarını bulmuş ve ona: “Ya bize katıl ya da 6 metrekareye tıkıl demişler…”.

O kişi de düşünmüş taşınmış ve: ‘özgür birey’ yerine ‘bağımlı’ olmayı seçerek AKP’li olmuş.

Ve bu ‘ünlü’ kişi yapılan ‘hoş geldin’ töreninde; mikrofonu alarak yeni yaşamı için bir saye (gölge) istediğini TV canlı yayında milyonlara: “Artık Cumhurbaşkanımın himayesinde hizmete devam edeceğim.” deyiverdi!

“Nereden nereye geldi Türkiye!”

Sanırım size niçin yeterince dinlenemediğimi anlatabildim.

Böyle bir sosyal iklimde insan hiç yeterince dinlenebilir mi?

Moğollar’ın deyişiyle: “Bi’ şey yapmalı”.

Ne mi yapmalı?

CHP’nin 19 Mart günü “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” diye başlattığı İstanbul ilçe ilçe ve her ildeki “demokrasi-özgürlük” toplantıları (eylemleri) tüm muhalifler de kapsayarak: bütün siyasi tutuklular özgür kalıncaya kadar devam etmeli.

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

İKLİMLER / Emin Toprak

16.06.2025

İKLİMLER

Bitkiler ile bazı canlı türleri, yaşamları için uygun olmayan bir iklimde yaşayamaz. Fakat en direngen ve mücadeleci canlı türü olan insanlar, doğduğu veya vardığı yerde: “Bu iklim yaşamımız için uygun değildir!” diyerek pes etmezler. O iklimi yaşanır kılmak için dirençle mücadele ederler. İşte bu özellikleri de insanları diğer canlılardan farklı kılar.

Ekvator ve kutuplara yakın yerleşimlere hiç gitmedim. Fakat, oralardaki yaşam koşulları ile kültürleri anlatan kitaplar okudum, belgeseller, filimler izledim. Hem de düşler kurdum oralarda doğmak ve yaşamak üstüne.

Ekvator, dünyayı enlemesine iki yarım küreye ayıran hayali bir enlem çizgisine verilen addır. Bu çizginin üstünde ve altındaki coğrafyalarda çok çok farklı iklimler vardır.

Ekvator iklimi büyük bir coğrafyada etkilidir. Bu coğrafyanın küçük bir bölümünde: ‘dört mevsim iklimi’… Büyük bölümü ortalama 25-30°C olduğu ‘tek iklim’, yani sürekli ‘yaz’… Gece ile gündüz 12 saatle eşit, sürekli sıcak ve yağışlı olurmuş.

Kutup iklimi coğrafyasında; ‘iki mevsim’, yani yaz-kış iklimi, ayrıca pek çok farklılık var: Yılda: beş (5) ay gündüz, bir (1) ay alacakaranlık / beş (5) ay gece, bir (1) ay alacakaranlık… Gece ile gündüzler yaklaşık 24 saat sürer… Yazın güneş batmaz, kışın güneş doğmaz… Ortalama sıcaklık yaz aylarında -20°C’dir fakat güneyden fırtınalar estiğinde -70°C’ye kadar düşebilir…

Özetle sıralarsak:

Ekvator iklimi hep ‘sıcak’ olduğundan, orada yaşam sürenler kar-soğuk nedir bilmez, fakat ılık esen bir rüzgara hasret olurlar.

Kutuplarda iklim hep ‘soğuk’ olduğundan denizler-nehirler buz tutar, orada yaşam sürenler ise sıcaklığa-güneşe hasret olurlar.

Bizim gibi ‘dört mevsim’ iklimine alışmış olanlar için; ekvator iklimi: ‘çok sıcak’, kutup iklimleri ‘çok soğuk’ ve ömür boyu oralarda yaşamak da çok zordur.

İklim; yaşam tarzını belirleyen en önemli faktördür.

Canlıların zorluklarla kazandığı zafere ‘yaşam’ denir.

Dört mevsimli iklimlerde en fazla zorluk ‘kış’ aylarında yaşanır.

‘Kış’ olunca; canlıların üşüyerek, uyuyarak, baharı bekler.

‘Bahar’ olunca; doğa şahlanarak uyanır, hayvanlar yavrularla çoğalır.

‘Yaz’ olunca; ağaç-tarla-bağ-bahçeden ürünler toplanır.

‘Sonbahar’ olunca emekle kazanılan ürünler kışa sunulur.

Ve bu yaşam döngüsünde; kış odak, üç mevsim de ‘tedarikçi’ olur.

*

Yukarıdaki sıralamayı yaparken içsesim dile gelip bana dedi ki:

Tek mevsim az seçenekli olduğu için insanları; sınırlar-robotlaştırır ve böylece canlıların yaşam alanı daralarak zorlaşır.

Dört mevsimli yaşamda ise fiziksel-sosyal-duygusal pek çok zıtlık vardır. Acı-tatlı yaşamın nedeni olan bu çelişki ile zıtlıklar; daha direngen, daha etkin kılar canlıları.

***

Farkındaysanız yukarıya yazdıklarım daha çok coğrafyayı ve iklimi odak almış gibi. Empati yapmadan insana dokunmadan, yaşama kuşbakışı bir açıdan bakıyor.

Oysa insan toplumsal bir varlıktır. İnsanı anlatan bir yazı eğer, toplum (sosyoloji) bilimine, etik değer-duygu-hak-özgürlüklere dokunmuyorsa eksik kalmıştır, tamamlanması gerekir.

O zaman yurdumuzun, coğrafyası, sosyolojisi ve değerlerinden biraz söz etmemiz gerekir.

Türkiye farklı iklim tiplerinin dört mevsim yaşattığı şanslı ülkelerdendir. Üç tarafı denizlerle çevrili, verimli ovaları, platoları, dağları, nehirleri ve derin vadileri… Fakat, nedense pek çok sosyal-ekonomik-siyasal sorunu da çözümsüz kalmış yoksul-dertli bir ülke!

“Bir dokun bin ah işit !” dedikleri insanlarla doldu yurdumuz.

Birden, 25 Mayıs 2025 günü kaybettiğimiz ünlü sanatçımız İlhan Şeşen’i: “Neler oluyor bize yine neler oluyor gülüm” diye sürüp giden o muhteşem nakaratı ile anımsayıp saygıyla andım.

Bugünlerde sanki o nakarat dizesinden esin alanlar çoğaldı. Bulundukları her yerden herkes solo-koro: “Yurdumuzda neler neler oluyor!” çığlıkları atıyor.

Evet Türkiye’de neler neler oluyor?

Bildiğiniz gibi uluslararası kuruluşlar; dünya ülkelerini kıyaslayıp sıralayan pek çok araştırmalar yaparlar.

Türkiye hemen her yıl; Hak, Hukuk, Adalet ihlalleri, Ekonomi ve Eğitim sıralamalarının en sonlarında bir yer bulur kendisine.

İşte bu yüzden yurdumuzda yıllardan beridir; iklim kurak, yaşam zor ve insanlar mutsuz!

Önce dünyadaki yerimiz gösteren bir haber: bakalım:

IMF’nin 190 ülkeden topladığı Ocak 2025 enflasyon verilerine göre:185 ülkenin enflasyonu Türkiye’den daha düşükmüş. Böylece enflasyon konusunda dünyanın en kötü 6. ülkesi olmuş.

Yurdumuzun geleceği ve güvenliğini düşündüren iki haber de şöyle:

YÖK açıklamasına göre; 21-22 Haziran (bir hafta sonra) günü yapılacak Yükseköğretim Kurumları Sınavına 2 milyon 560 bin 640 başvuru olmuş. Bu sayı başvuruların; 2024 yılına göre 560 bin 230 kişi, 2023’e yılına göre de 1 milyon kadar azaldığını göstermektedir.

(Demek ki, geleceğimizin güvenceleri olan gençlerimiz; görerek-izleyerek-yaşayarak geleceğe dair hayallerini kaybetmiş.

(Bu haber; ülkemiz için çok çok büyük bir tehlikenin habercisidir.)

Türkiye’nin 299.924 kapasiteli 396 cezaevlerinde 409 bin 617 hükümlü ve tutuklu varmış. Bu bilgiye göre bizdeki hükümlü ve tutuklu sayısı dünyadaki 59 ülkenin nüfusundan daha fazlaymış!

(Bu haberi de lütfen siz yorumlayınız.)
“Neler oluyor bize yine neler oluyor gülüm?”
Niçin yurdumuz sosyal-ekonomik-siyasi sisli puslu bir iklimde?
Dünya sıralamasının en sonlarından ne zaman-nasıl kurtuluruz?

*

Sevgili Okurlarım;
Her yıl yaz gelince yazı yazma isteğim azalıyor. Bu yaz da böyle olacak gibi. Demek ki bu durum benim için bir alışkanlığa dönüşmüş. “Yaz boyu, hem dinlenir hem de daha çok okurum.” diye bir de bahane buldum kendime.
Eylül ayında barışçı-demokratik ve yaşanır bir iklimde buluşmak üzere hepinize sevgiler saygılar…

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

ULUSALCI DOSTLARA / Emin Toprak

02.06.2025

ULUSALCI DOSTLARA

Bugün egosu yüksek ve çok konuşan ulusalcı ‘dostlar’ için yazıyorum.

Niçin mi ‘dostlar’ dedim?

-“Niçin bu deniz yıldızlarını denize atıyorsunuz?” metaforunda olduğu gibi. Belki birileri önyargılarını sorgular, demokrasiye inanır umuduyla ve insan sever olduğum için ‘dostlar’ dedim.

‘EGO’, kişinin dış dünya ile ilişkilerini sağlayan zihinsel ve psikolojik işlevlerin genel adıdır.

Normal bir ego kişiyi uyumlu, fazlası ise egoist yapar.

Egoist kişiler (egoizm); kendisine hayran oldukları için söze ‘ben’ diye başlarlar. Onlara göre, en bilen, en önemli ve en öncelikli kendileridir. Ayrıca bu gruptakiler kibirli, öfkeli kindar olurlar. Psikoloji bu tür aşırılıkları: ‘kişilik bozukluğu’ olarak tanımlar.

‘Ulusalcı’ anlayışlar; yüksek egolu ve çok çeşitlidir: Antiemperyalist, demokrat, sosyal demokrat, emekten yana, solcu, sosyalist… Bir de: milliyetçi, dindar, muhafazakarlar… (Aslında ulusalcı ile milliyetçi sözcükleri de eşanlamlıdır).

Ulusalcılar; ülke-dil-inanç-gelenek-görenek-kültür-tarih-sanat … gibi toplumsal değerlerini dünyanın en iyi, en, güzel, en üstünü sayarlar. Başka kimlikler ve değerleri; ya önemsiz, değersiz, gereksiz, tehlikeli kabul ederek, yok sayar, yasaklar, bazen de yok etmek isterler.

Bugünlerde de ulusalcılar çok öfkeli ve çok konuşuyorlar!

Bulmuşlar birkaç sicilli militaristi, onların paranoyası olan senaryolarla habire Kürtlere ve DEM partiye saldırıyor…

Özgür Özel ile Ekrem İmamoğlu’na bile engel olmak istiyorlar!

*

Ulusalcılar şimdi yazacaklarımı bilir ya, yine de hatırlatmak isterim.

ULUSALCI DOSTLARA;

Birinci dünya savaşı sonrası yıllarda emperyalizm azgınlaşmış dünyayı yakıp yıkan faşist bir iklim vardı. Emek-sermaye çatışmasının yerine ‘ulusalcı’ anlayış geçmiştir.

Almanya’da da A. Hitler’in 1933 yılında kurduğu “Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi” (Nazi Partisi) iktidar olmuştu.

  • Peki, Avrupa’nın en güçlü sanayisi, proletaryası ile sol partilerine sahip bir ülkede nasıl olmuş da Nazi Partisi iktidar olmuş?
  • Nasıl olmuş da herkesin Rusya’dan da önce Sosyalist Devrim beklediği Almanya faşizmin pençesine düşmüş?

Acaba bu iki soruyu hiç düşündünüz mü?

-Çünkü; ırkçı-ulusalcı duygulara hitap eden Hitler, emekçileri kandırmış ve Nazi Partisi saflarına geçmiş!

-Ve böylece emekçi proleterler, SA ile SS sürüleri içinde birer Yahudi düşmanı ‘ulusalcı’ olmuştu!

İşte belgesi:

Martin Niemöller;1933’de Adolf Hitler’in kurucusu olduğu “Nasyonal Sosyalist Almanya Partisi” üyesi, komünizm karşıtı, antisemitist (Yahudi düşmanı), Protestan bir papazdır.

“Nazi” uygulamalarını görüp-yaşadıkça üzülür ve karşı çıkar. Bu nedenle de 1937 yılında ‘Gestapo’ tutuklusu olur. Nazizm’in toplumsal suskunluk sağlayarak yaptıklarını da şöyle özetler:

“Önce sosyalistler için geldiler, sustum—çünkü sosyalist değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, sustum—çünkü sendikacı değildim.
Daha sonra Yahudiler için geldiler, sustum—çünkü Yahudi değildim.
Sonra benim için geldiler—benim için konuşabilecek hiç kimse kalmamıştı!..”

***

İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda:

İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’da A. Hitler, İspanya’da F. Franco, Portekiz’de Salazar… vb. dünyada pek çok faşist diktatör türemişti.

Onların başlattığı emperyalist-sömürgeci-ırkçı savaşlar: on milyonlarca insan ile canlı yok etmiş, halklar çok büyük acılar yaşamış, kaynaklar talan edilmiş, dünyayı kanlı-karanlık bir korku iklimi sarmıştı.

O yıllarda biraz da yurdumuzda olup bitenlere bakalım:

Birçok kimliği barındıran Osmanlı İmparatorluğu emperyalistlere karşı yedi bölgede savaşsa da yenilmiş ve toprakları işgal edilip paylaşılmıştır.

Bu paylaşımı ve işgali kabul etmeyen yoksul ve birçok kimlikli Türkiye halkı da anlaşıp uzlaşmış. Analar kağnılarla cephane taşımış, cephede büyük zorluklar yaşanmış, kayıplar verilmiş…. Sonunda “kurtuluş savaşı” kazanılmıştı. Tüm bunları duymuş, okumuş, bilirsiniz.

Sanırım bir de duyduğunuz, bildiğiniz fakat unutmak istedikleriniz var! Onlardan bazılarını ben şöyle sıraladım:

19 Mayıs 1919’dan sonra Kürtlere yapılan çağrıları ve mektupları…

Amasya’da hazırlanan fakat yıllarca gizli tutulanlar tutanakları…

Erzurum kongresi delegelerinin çoğunun Kürt olduğunu…

Kurtuluş savaşından birkaç yıl sonra, dünyaya yayılan “ırkçı iklimin” Türkiye’ye de ulaştığını…

Irkçı iklim nedeniyle, kurtuluş savaşı öncesinde halklara verilen ‘sözlerin’ unutulduğunu…

Çoğulculuğu esas alan, Kürtleri kurucu öznelerden biri sayan ve yerinden yönetimi esas alan demokratik 1921 anayasasının değiştirildiğini…

1924 Anayasasının da Türk ve Sünni İslam olmayan farklı kimlik ve inançların (Örneğin: Kürt kimliği ile Alevi inancının yok sayan) tekçi bir anlayışla hazırlandığını…

1930’lu yıllara doğru da Türkiye; sadece Türk-Sünni-İslam ve Türkçe konuşanların yurdu sayılmış. Uydurma “Güneş-Dil Teorisi” ile: dünya dillerindeki birçok kelimenin Türkçeden türediği, Türkçenin dünya dillerinin kökeni olduğunun (bile) iddia edildiği…

Farklı kimliklerin dil-kültür-inançlar yok ve yasaklı sayılınca da yurdun birçok yerinde kimlik çatışmaları ve isyanlar başladığını…

Söyleyebilirim.

Şimdi biraz da günümüz dünyasına bakalım isterim:

Aradan yüzyıl (bir asır) geçmiş. Savaşların yakıp yıktığı pek çok ülke tüm sosyal-ekonomik yaralarını sarmış, iyileşmiş, ilerlemiş ve gelişmiş. Örneğin; yerle bir olan Almanya yeni baştan yapılmış ve bugün dünyanın en uygar ülkeleri arasında en ön sırasında yer almış!

Peki Türkiye?

-Türkiye henüz demokrasi ile ‘Kürt’ sorununu bile çözememiş!

O, Kürt sorunu ki; 50-60 bin gencimizi yok etmiş, halkımıza büyük acılar yaşatmış, yakmış, yıkmış, kaynakları tüketmiş.

Yüzyıldan beridir bitti-bitecek deniyor, ne bitiyor, ne de çözüm buluyor…

Ve günün son dakika haberi:
‘Türkiye Yüzyılı’, “5. Dalga Belediyeler Operasyonu” büyük bir hızla devam ediyor!

*

Evet ulusalcı ‘dostlar’!

Ben size özel bir seçki yaparak, bazı anımsatmalar yapmak istedim.

Siz de lütfen bunların detaylarına, kaynak taraması yaparak ulaşınız.

Sonra da bu istenmez olguların oluşumunda, sizin veya anlayışınızın bir katkısı olup olmadığını düşünün ve vicdanınızla hesaplaşın istedim.

Belki o zaman gerçekleri daha iyi anlar ve o akıcı-etkili dilinizle hamaset yapmadan daha güzel konuşur-anlatırsınız.

İyilik dileyiniz, iyilik bulunuz…

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu