Psikoloji ve sosyoloji benzer amaçla insanlığa hizmet üreten iki bilimdir. Bu alanlarda çalışan psikolog ile sosyologların görevi: birey ve toplum yaşamını iyileştirmektir.
Psikologlar, bireyin duygusal-sosyal tepkimelerini inceler, kişide farkındalık yaratılır. Sosyologlar ise toplumdaki tüm birey, kültür, örgüt, kurumların sosyal davranışlarını inceler, yaşamsal kolaylıkları araştırırlar.
Savaş ve çatışmalar, büyük toplumsal sorunlar doğurunca; çözüm-çare bulucu bir bilim daha aranmıştır.
1908 yılında İngiliz psikolog Mcdougall ile Amerikan sosyolog ‘Sosyal Psikoloji’ adıyla birer kitap yazmışlar.
1924’de Edward Alsworth Ross ise, yazdığı Sosyal Psikoloji kitabı ve çalışmaları nedeniyle ‘Sosyal Psikoloji’ biliminin kurucusu sayılmıştır.
Böylece ben size; “eğitim (pedagoji) bölümü” öğrencisi olduğum yıllarda, ilgimi çeken bilim alanlardan biri olan: Sosyal Psikoloji ve tarihçesini kısaca anlatmış oldum.
Peki, Sosyal Psikoloji nedir, insanlık için neler yapıyor?
Sosyal psikoloji insanların, sosyal (toplumsal) çevresinde oluşan; duygu, düşünce, his davranış, bakış, inanç ve hedefleri inceleyen, değiştirebilen bir bilimdir. Bu değişimle de sağlıklı toplumu oluşturacak bir gücü, yani dayanışma sinerjisini ortaya çıkarıyordu.
Ancak, fırsatçılar sinerjiyi toplumun refahı için değil, kendi çıkarları için kullanırlar. Ve ölümüne destekleyen taraftarlar için değişmez: ‘Hükümdar’ olurlar. İşte bu yüzden Sosyal Psikoloji’ye: ‘Sürü Psikolojisi’ de derler.
‘Sürü Psikolojisi’ diyenler hiç de haksız değiller!
Çünkü, hemen herkes öğrendi, gördü bildi ve kabul etti ki:
Büyük halk desteği alarak iktidar olan tüm otokrat-emperyalist-faşist liderler, sürü psikolojisinin yaratıklarıdır. Bu yaratıklar saltanatları daim olsun isterler. Bunun için de yalan-algı üretip halkı zıt kutuplara ayırıp birbirine “düşman” eder ve vuruştururlar.
Bu taktiklerle çıkan sömürü savaşları; nice canın kanını akıtmış, doğayı, kentleri yakmış-yıkmış-yok etmiş, kaynakları tüketmiş…
Ve daha doğmamış torunlara da miras olarak: kin-öfke-düşmanlık bırakmıştır.
Kısacası; sürü psikolojisi ile uyutulanlar eğer uyanmazsa, o zalimler de ülke/dünya çapında sömürü savaşlarına devam edecektir. Yani zalimler, halkın gücüyle halklara zulüm etmeye devam edecekler…
***
1950’li yıllarda, ‘dünyadan habersiz’ bir çocuktum.
Çok sonra öğrendim ki: yorgun-yoksul bir dünyaya doğmuşum.
25 yıl arayla iki ‘Dünya Savaşı’ da ben doğmadan yaşanmış.
Yaşadıkça; duydum, gördüm, okudum, anladım ki; savaşın acı-yoksulluk-yokluk-enkazları bitmemiş. Barış içinde yaşaması gereken komşular, savaş yüzünden; kuşkulu, korkulu, güvensiz… Kimileri de birbirine düşman olmuş.
İki kutba bölünen dünyamız, savaş galibi iki süper gücün kanatları altına sığınınca da birbirine can düşmanı iki dünya oluşmuş…
Emperyalist-otokrat devletlere ABD, demokratik-sosyalist devletlere de SSCB “hami” olmuş.
Ve aralarında düşmanca bir yarış başlamış.
ABD; 1947’de sosyalist-komünist devletlere karşı olan devletlere destek amacıyla Marshall Planı’nı başlatmış ve 1949’da güvenliği sağlamak için de askeri-siyasi bir güç olarak NATO’yu kurmuş.
NATO’nun askeri ve siyasal olarak güçlenmesi, sosyalist ülkeleri tedirgin etmiş. Ve bu duygu 1955’de Sovyetler Birliği’nin, sosyalist ülkelerle bir olup ‘Varşova Paktı’nı kurması için bir gerekçe olmuş.
NATO emperyalist şemsiye altına toplanan devletleri, Varşova Paktı ise sosyalist şemsiye altındaki devletleri ve düzenleri koruyacakmış.
Emperyalist güçler dünya savaşının yarattığı korkuları yaşamamak için, dünya savaşı istemiyormuş. Ancak bölgesel çapta ve sadece ‘geri bırakılan’ ülkelerde işgaller ve çıkar savaşları devam ediyormuş. Örneğin Kore, Vietnam, Küba … gibi birçok ülkede kaynak-emek sömürüsü yapılırken pek çok insanlık ve savaş suçu da işlenmiş.
*
Düşünüp yorum yaptığım yıllarda da:
İnsanlar, ‘zaman her şeyin ilacıdır’ anlayışıyla olup bitenleri sessizce izliyor, yaşamak için: acıları unutmaya, yaraları sarmaya çalışıyordu.
Küçük bir azınlık hiç boş durmuyor, yeni sömürü alanları arıyordu…
İşte böyle bir dünya ve iklimde hayat devam ediyordu.
1960’lı yıllar özellikle NATO şemsiyesine sığınan otokrat-emperyalist-faşist devletler için korkulu yıllardı. Yurdumuz ve dünyanın yurtsever antiemperyalist anlayışa sahip gençleri bulundukları kentin meydanlara sığmayan coşkulu mitingler yapıyordu.
Gençler: Karl Marx, Friedrich Engels, Lenin öğretisiyle, Mao Zedong, Che Guevara, Fidel Castro, Ho Şi Minh … gibi önderlerin uygulamalarını takip ediyor. Ülkelerinin: sömürüsüz-demokratik-özgür tam bağımsız olmasını istiyordu. Böyle bir dünya kurmak için de işçi-köylü-gençlik-akademi el ele tutuşmuşlardı.
Dünyada bazı küçük çaplı savaşlar olsa da artık dünya savaşlarının yerini soğuk savaşlar almıştı.
Soğuk savaş, dünya tarihinin önemli olaylarından biri ve bu savaşın asıl silahı da sosyal psikoloji olmuştu. Çünkü, otokrat-emperyalist-faşist liderler, ülkelerindeki korku iklimini sosyal (sürü) psikoloji yöntemleriyle sindirip susturuyor. Ve bu zalimler ancak halkın gücüyle yok oluyorlardı.
İki süper güç arasında her gün ‘savaş çıktı-çıkacak’ diye askeri ve siyasi gerginlik çıkardı.
Nihayet 1991 yılında ‘Berlin Duvarı’ yıkıldı.
SSCB, kapitalist anlayış ile soğuk savaş yöntemleriyle içten içe çöktü ve parçalandı.
Rusya, otokrat Putin önderliğinde emperyalist-kapitalist yelpazede yerini aldı.
Komünizm dünya genelinde bir çöküş yaşadı.
Soğuk savaş dönemi son buldu.
Ve dünyanın tek süper gücü ABD oldu.
*
Şimdi de güncel bir haberle yazımızı noktalayalım:
ABD’yi otokrat bir lider olan Donald Trump yönetiyor!
Münih Güvenlik Konferansı’nın davetlisi olan ABD Başkan Yardımcısı JD Vance 14 Şubat günü: nezaket ve diplomasi kuralarını çiğneyen üstenci bir tavır ve dille Avrupa liderlerine seslendi!
Toplantıdan sonra da Adolf Hitler’in Nazi rejimi ve ideolojisine bağlı aşırı sağcı “Almanya için Alternatif Partisi” (AfD) lideriyle bir araya geldi. Ve böylece faşizmin savunucusu olduğunu kanıtladı.
Münih Güvenlik Konferansı (MSC) Başkanı Christoph Heusgen bu saygısızlığı kabul etmedi. Gözyaşları dökerek duygusal bir konuşma yaptı ve başkanlık görevini bıraktı.
Bizim kuşağa ’68’liler deseler de kendimi daha çok ’78’li olarak düşünürüm.
O yıllarda gençler demokratik-bağımsız bir ülke istiyor ve çok fazla kitap okuyordu.
O yıllarda da şimdiki gibi solcu-demokrat-yurtseverler için: “Ya hep beraber ya hiçbirimiz” ortak slogandı.
Ve o yılların devlet politikasına göre: ‘komünizm’ en büyük tehlike veya hastalık sayılıyordu. 1950’de “Komünizmle Mücadele Derneği” adlı bu paramiliter oluşum devlet gözetiminde ülke çapında örgütlenir. Dernek; yurdumuzun tüm demokrat-yurtsever-sol-komünist ile azınlık halkları ve Alevileri düşman sayarak sayısız kanlı saldırılar yapmıştır.
Ve o zamanın Başbakanı Demirel: “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz!”, İçişleri Bakanı Faruk Sükan ise; ‘Solcuların nefeslerini bile kontrol ediyoruz, hepsini 24 saatte toplarız!’ demişlerdi.
12 Mart 1971-12 Eylül 1980 arası 9 yılda; iki faşist darbe, 11 hükümet değişmiş, ilan edilen sıkıyönetim ve olağanüstü haller süresince halkımız çok ağır bedeller ödemişti.
1987’de kurulan illegal faşist JİTEM, Kürtleri hedef alan nefret dili, işkenceleri, “faili meçhul” katliamları ve hapishaneleriyle yurdumuzda bir korku iklimi yaratmış… Sonuç olarak: nice kasaba-köy yanmış, yıkılmış, sağ kurtulan insanları ise göç etmişti.
O zamanlarda da şimdiki gibi bilirkişiler vardı fakat onlar pek gizlenmez bilinirdi. Ve bu bilirkişiler de 141-142 maddeler için av peşindeydi. Bu amaçla: yurdumuzda yayınlanan; yerli-yabancı eserler, parti, sendika, dernek, kişi demeç-konuşma-bildirileri, olası bir komünist propagandası için satır satır incelenirdi. Uzun yıllar süren yargılama, tutukluluk ve sansürler olurdu.
Bugünlerimiz soracak olursanız: bu günler de o günleri hiç aratmıyor!
Şimdilerde sadece, komünist yerine hain/terörist sıfatları kullanılır oldu.
***
Size yukarıda anlatmaya çalıştıklarım, sadece Türkiye’ye özgü olgular değildir, İnsanlık, ilk çağlardan beridir bunları yaşamakta…
Hikayesi de kısaca şöyledir: İnsanlar, yaşamsal önemi olan beslenme, barınma ve güvenlik zorlukları karşısında kendilerini yetersiz-güçsüz bulmuşlardır. Deneyip yaşadıkça da bu zorlukları ancak dayanışma ve birliktelikle çözebileceklerini öğrenip-anlamışlar.
Özetlersek; insanların yenilgi ve acılı yaşanmışlıkları devletlerin, ya da toplumsal barışı ve güvenliği sağlayacak gücün oluşturulması için gerekçe olmuştur.
Ve demek ki, dünyadaki tüm devletlerin amacı; kamu güvenliğini sağlayan ve herkesin hakkını koruyan bir düzen kurmaktır.
İşte, herkesi kucaklayan bu yüce amaç yüzünden; ‘devlet’ her yerde ve her çağda kutsanmıştır.
Peki acaba, dünyada bu yüce amacı güderek “halk” için hizmet üreten kaç devlet vardır?
Ve acaba dünyada, “halka” hizmet için kurulmuş, fakat sadece bir azınlığa, bir gruba, bir partiye hizmet eden kaç devlet vardır.
Bu iki soruya da eğer önyargılardan uzak bilimsel yöntemlerle cevaplar ararsak, ne yazık ki dünyada hiçbir “halk devleti” olmadığını görürüz…
*
Burada biraz durmak isterim, Hani “denk geldi” derler ya, şimdi benim için de öyle oldu. Çünkü, yazılarımı sürekli okuyan bazı dostlarım bana: “Sen devlet karşıtı mısın?” sorusunu soruyorlar. Şimdi “denk geldi” ve ben de o dostlara soruyorum:
Peki sevgili dostlarım; siz kuruluş amacına uygun çalışmayan böylesi devletlerin taraftarı mısınız?
*
Çünkü dünyamızdaki hemen hemen tüm devlet yönetimlerde çokça egoist-zalimler var! Bunlar; deprem, yangın, savaş gibi felaketleri bile fırsata çevirirler. Fakat, bu zalimler de kendilerinden daha güçlü olan zalimlerden emir alır, onların piyonu olur, hatta bazen de zulüm görürler.
Günümüz dünyasını otokratlar yönetiyor. Otokratlar, kendi ülkelerinde güçler birliğini ele geçiren halkı sömüren-ezen zalimlerdir. Düzenlerini sürdürmek için her yol ve yöntemi mubah sayarlar. Muhalifler onlar için birer düşman olduğu için yok olmalı veya etkisiz kalmalıdır. Bu amaçları için de her yol-yöntemi kullanarak ülkede güvensiz-korku dolu bir kaos ortamı yaratırlar.
Korku-kötülük dolu bir iklimi yaratarak ömür süren: tüm hükümdar, kral, komutan, vali, kayyum, bilirkişi, din istismarcısı ve onların tetikçileri halkın kanı-emeği ile beslenip var olan bir çıkar zincirdir.
Bu dokunulmaz küçük zincir, muhalifler için yalan ve algıya dayalı her tür tuzağı-kötülüğü planlar ve uygularlar.
Bu zalimleri: “sen/siz hukuk dışına çıktınız” diye ayıplamak ve kınamak da hiç etkili olmaz!
Çünkü onlar güçlerini; hukuktan değil, hukuk dışı güçler ve odaklardan alırlar.
Fakat bu insanlık düşmanlarının tek korkusu var o da: halkın birlik olup artık ‘YETER!’ demesidir.
Şimdi dünya vatandaşı/insanlık dostu iki ozanın dizelerine bakalım.
Metin ELOĞLU, milyarlarca insanın haykırışını duymuş olacak ki:
Böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum. Ama böyle dünya olur mu? Böyle barış olur mu? Böyle hürriyet olur mu? Böyle kardeşlik olur mu? Biliyorum ki, katlanıver, diyeceksin; Ama böyle yaşamak olur mu!” Diyor.
Bertolt BECHT de bu çığlığı cevaplarcasına:
“Kim mi kurtaracak seni, köle? Görecekler seni, kardeş. yuvarlananlar uçuruma, duyacaklar çığlıklarını: Seni köleler kurtaracak kurtaracaksa!
Ya hep beraber ya da hiç birimiz. Kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden. Ya hep beraber ya da hiç birimiz…” Diyor.
You wake up on a Monday morning, already thinking about the challenges the day might bring. Arriving at school before the students, you prepare the materials for the day and unlock the door to your classroom…
As the kids shuffle in, their moods are as varied as the weather—some still groggy, while others are bursting with energy. The bell rings, signaling it’s time to begin the lesson. But teaching in an overcrowded classroom in poor districts comes with its own set of hurdles. The noise never quite settles, and the students are far from ready to engage. Some show no interest in learning, while others don’t even bring the basics: no paper, pencils, or notebooks. You need to provide these materials daily that will help them to develop a sense of responsibility?
You raise your voice to cut through side conversations, trying to redirect attention. But when you scan the room, you notice only a handful of students have opened their notebooks or seem even slightly engaged. The rest are distracted or indifferent.
Adding to the chaos, students continue trickling in late—30 or 40 minutes into the period. Each new arrival disrupts the fragile rhythm of teaching and learning. Many students are off task, glued to their smartphones or engaging in disruptive behavior. To them, school feels like just another meaningless chore…
The restroom becomes a haven for students seeking to escape class. They disappear for 30 or 40 minutes at a time, gathering there to smoke, chat, and hang out. For some, the restroom is a far more appealing space than the classroom.
As you prepare to transition to another activity in class, chaos breaks out. Two students begin yelling or throwing things at each other, immediately diverting attentions, and creating an environment that’s anything but conducive to learning… some students leave the class without permission some still come in without any pass or excuse…
You call the office for help, and if you’re lucky, a member of the admin team shows up to remove the disruptive students. But you know how this story ends—within 10 minutes, those same students are back in class, facing no real consequences for their actions. Filing a disciplinary report would only inflate the school’s discipline data, something administrators are keen to avoid. But you often here them saying “we are a community with a shared motivation and goal” … Really? I am Not sure… it is hard to believe that we are a community.
Between classes, you face another challenge—finding a restroom. Teachers are human, too, but with only five minutes between periods, it’s a race. The staff restroom is far from your classroom and often occupied. If you attempt to use the student restroom, it’s either locked, out of order, or filled with students smoking and socializing.
During your prep time, walking to printing room, you see groups of students wondering around… they just wonder around with a golden pass; no rules apply them… sometimes you see deans of students, or a member of the admin team begs kids to go to their class which makes you questions where you are and what you are doing here!
This routine repeat period after period, and finally, the day comes to an end. But there’s little relief. You may have a staff meeting, professional development, or a collaboration session after school where teachers’ voices are suppressed and a set of irrelevant narratives, information’s, agendas are top-down imposed.
When you finally head to the parking lot, the weight of the day’s stress feels suffocating. Your energy is drained, and your spirit feels depleted. Another day has ended, but you know tomorrow will bring the same challenges… Some images of YouTube videos you watched recently cross your mind; public school teachers who recently quitted their job say that teaching in poor schools is no more than “a glorified baby seating job… everything else is just a deception and decoration” … Could they be right?
Having worked in schools across three major states in the U.S., I’ve come to realize that if you want to understand a society—its values, struggles, and priorities—there’s no better place to look than its public schools.
Yapay zekânın (YZ) eğitimde yarattığı dönüşüm iddiaları, devrimsel bir değişim vaadiyle sahneye çıkıyor. Hararetli savunucuları, YZ’nin sınıfları adeta birer yüksek teknoloji laboratuvarına çevireceğini, öğrencileri birer Einstein’a dönüştüreceğini iddia ediyor. Öğretmenleri de rutin işlerden kurtarıp “modern çağın ilham perileri”ne dönüştürerek, dünyanın en yenilikçi eğitim modelini hayata geçirme sözü veriyorlar. Dahası, bu teknoloji, öğrenme boşluklarını tıpkı bir sihirli değnek dokunuşu gibi anında kapatıp kusursuz bir eğitim ekosistemi kurmayı vaat ediyor. Hatta çocukları geleceğin liderleri olarak hazırlayacak ve eğitimdeki her sorunu “bir algoritmayla çözülebilir” hale getirecek kadar iddialı. Ancak, bu parlak vizyonun ardında şu kritik sorular yatıyor: YZ gerçekten eğitimde devrim yaratıp eşitlik ve inovasyonu sağlayacak mı? Yoksa bu “devrim”, büyük teknoloji şirketlerinin kâr grafiklerinde mi gerçekleşecek? Sınıflarımız, yaratıcılığın ve insan odaklı öğrenmenin kaleleri mi olacak, yoksa algoritmaların “ideal” öğrenci modelleri yarattığı birer eğitim fabrikasına mı dönüşecek? YZ’nin eğitimdeki etkisi üzerine tartışmalar, tıpkı bir sihir gösterisi gibi: Işıklar etkileyici, ama perde arkasında neler olduğunu gerçekten biliyor muyuz?
Bu sorulara yanıt ararken, teknolojik determinizmin yaygın etkisini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Teknolojik determinizm, her yeni teknolojinin toplumu ve kurumları kaçınılmaz bir biçimde dönüştüreceği fikrine dayanır. Ancak eğitim tarihine baktığımızda, bu dönüşümlerin nadiren tek yönlü ve eşitlikçi olduğunu görüyoruz. Örneğin, 15. yüzyılda matbaanın icadı, bilginin herkes için erişilebilir olacağı bir çağın başlangıcı gibi görülmüş, fakat bu devrim, başlangıçta yalnızca ayrıcalıklı grupların faydalanabildiği bir araca dönüşmüştü. Benzer şekilde, 20. yüzyılda radyo ve televizyon, uzaktaki öğrencilere nitelikli eğitim sunma umudunu doğurmuş, ancak altyapı ve erişim eşitsizlikleri bu teknolojilerin sınırlı bir etki yaratmasına yol açmıştı.
Bugün eğitim teknolojileri (EdTech) sektörü, geleceği kodlarla örülü bir ütopya gibi pazarlayarak, “herkes için eşit eğitim” masalını büyük bir iştahla anlatıyor. Ancak bu masal, gerçek dünyada internet erişiminden yoksun çocuklar, eski bir tabletle çaresizce çözüm arayan aileler ve dijital araçlarla kuşatılmış ama destekten yoksun bırakılmış öğretmenler için trajikomik bir hayale dönüşüyor. Oysa bu tablo, sadece bir altyapı eksikliği değil; kapitalizmin yaldızlı vitrinindeki çatlakların en görünür hali. Teknoloji, ekonomik eşitsizliklerin aynasına bakmayı reddeden bir sistemin propaganda aracı haline gelirken, bu sistemde “eşitlik” en çok, internet hızınız kadar mümkün.
Erişim ve Eşitlik Söylemleri
Yapay zekâ (YZ) ile eğitimde fırsat eşitliği sağlanacağına dair söylemler, kulağa tıpkı modern bir ütopyanın reklamı gibi hoş geliyor. Ancak bu hikâyenin içinde, görünmez bir “küçük yazı” var: Bu ütopyanın gerçekleşmesi için önce herkese birer cihaz, kesintisiz internet ve dijital beceri eğitimi gerekiyor. Ve işte burada, ütopya yerini hızlıca “çözülemeyen teknik bir hata”ya bırakıyor.
Türkiye gibi dijital uçurumun derin olduğu ülkelerde, bu vaadin ne kadar gerçekçi olduğu sorgulanmayı hak ediyor. PIAAC verilerine göre, Türkiye’de yetişkinlerin yalnızca % 9’u temel dijital problem çözme becerilerine sahip.(1) Yani, bir dosyayı indirmek ya da bir e-posta göndermek, kimi için “eski bir daktiloyla kod yazmaya çalışmak” kadar karmaşık bir süreç. Daha da çarpıcı olan, TÜİK’in 2021 verilerine göre, kırsal bölgelerdeki hanelerin %36’sının internet erişiminden yoksun olması. Başka bir deyişle, kırsalda yaşayan birçok çocuk için dijital öğrenme, bir teleskopla bakıldığında ancak seçilebilen uzak bir yıldız kadar erişilemez durumda.
Bu tablo, dijital uçurumdan en çok etkilenen kadınlar, yoksullar ve yaşlılar gibi grupları da kapsıyor. Teknolojinin sunduğu “herkese eşit eğitim” vaatleri, bu gruplar için bir peri masalından ibaret kalıyor. Hatta YZ’nin “geleceğin liderlerini yetiştirme” iddiaları, dijital araçlara erişimi olan ayrıcalıklı bir azınlıkla sınırlı kalacak gibi görünüyor. Eğitimde fırsat eşitliği yaratmayı hedefleyen YZ projeleri, eğer internet ve cihaz erişimi bir lüks olmaktan çıkarılmazsa, “deniz olmayan bir yerde gemi yüzdürmeye” çalışmak kadar anlamsız kalacak.
Kişiselleştirilmiş Öğrenme ve Verimlilik
Yapay zekâ (YZ) tabanlı kişiselleştirme modelleri, geleneksel Prusya tipi okul sisteminin katı, standartlaştırılmış yapısını kökten değiştirme iddiasıyla sahneye çıkıyor. Ancak bu büyük vaatlerin ardında şu önemli soru karşımıza çıkıyor: Eğitim sistemlerinin yalnızca bilgi aktarım mekanizması olmadığını, aynı zamanda toplumsal, kültürel ve ulusal değerlerin şekillendiği temel mekânlar olduğunu düşündüğümüzde, bu dönüşüm neyi feda edecek? Okullar, yalnızca akademik bilgi sunmanın çok ötesinde; sosyalleşmenin, değer aktarımının olduğu ve birlikte yaşamayı öğrendiğimiz eşsiz toplumsal alanlardır. Nitekim UNESCO’nun 2020 raporuna göre, çevrimiçi öğrenim gören öğrencilerin % 60’ının sosyal becerilerinde gerileme yaşadığı tespit edilmiştir.(2) Bu, dijital öğrenmenin öğrenciler arasında izolasyonu artırabileceğini ve toplumsal bağları zayıflatabileceğini açıkça göstermektedir.
Türkiye’de ise eğitim sistemi, öğrencilerin öğrenme yoluyla gelişiminden çok, onları sınavlara hazırlama hedefi etrafında şekillenmiştir. Bu bağlamda, yapay zekâ destekli teknolojilerin kişiselleştirilmiş öğrenme deneyimleri sunma vaadi, sınav merkezli eğitim yapısı içinde başka bir yöne evrilebilir. YZ tabanlı sistemlerin, bireylerin potansiyellerini geliştirmek yerine, öğrencileri sınav sonuçlarına göre değerlendiren mevcut yapıyı güçlendirme ihtimali oldukça yüksektir. Örneğin, öğrencinin zayıf olduğu konuları analiz ederek bu alanlarda test çözme becerilerini artırmaya yönelik yöntemler öneren YZ sistemleri, sınav odaklı yaklaşımı pekiştirebilir. Sonuç olarak, bireysel öğrenme deneyimlerini zenginleştirme iddiası, “daha etkili sınav yanıtlayıcıları” yaratmaya indirgenebilir.
Bu durum, YZ destekli kişiselleştirme söylemlerinin daha geniş bir çerçevede ele alınmasını zorunlu kılar. Bu söylemler, sıklıkla “eğitim” yerine “öğrenme” ve “öğretim” süreçlerini öne çıkarmakta ve odaklanmaktadır. Ancak bu vurgu, yüzeyde bireysel potansiyeli ortaya çıkarma amacı taşıyor gibi görünse de, derinlerde neoliberal bir çerçeveyi yansıtır. Bireyleri kendi öğrenme süreçlerinden tamamen sorumlu tutan bu yaklaşım, öğrenciyi tüketiciye dönüştürerek başarısızlığı toplumsal yapılar yerine bireyin çabalarının yetersizliğine bağlayan bir anlayışı beraberinde getirir. Böylece eleştirel psikolog Bruce Levin’in “insan ıstırabının depolitizasyonu” dediği şey gerçekleşir.
Öğretmenlerin Rolü ve Otomasyon
“Rutin işleri yapay zekâ halleder, öğretmenler pedagojik yeniliklere odaklanır!” Bu fikir kulağa oldukça cazip geliyor. Ancak dijital altyapının sınırlı, öğretmenlerin dijital okuryazarlık seviyesinin düşük olduğu ülkelerde ne kadar uygulanabilir? Yapay zekânın, öğretmenlerin iş yükünü hafifletme ve pedagojik yeniliklere daha fazla zaman ayırmalarını sağlama potansiyeli yadsınamaz. Ancak bu potansiyelin hayata geçmesi, yalnızca teknolojik araçların varlığına bağlı değildir. Öğretmenlerin bu araçları etkin bir şekilde kullanmaları için kapsamlı eğitim almaları ve sürekli desteklenmeleri gereklidir.
Çünkü eğitim, yalnızca bilgi aktarımından ibaret değildir. Öğretmen-öğrenci ilişkisi; empati, motivasyon ve sosyal destek gibi insani unsurlarla şekillenir. Yapay zekâ, öğrencilerin öğrenme hızını analiz edebilir ya da kişiselleştirilmiş ders planları oluşturabilir. Ancak bir öğrencinin hayal kırıklığını yüz ifadesinden anlayıp onu cesaretlendiremez. Başarısızlık karşısında moral vermek ya da bir başarıyı içtenlikle kutlamak, yapay zekâdan beklenemeyecek kadar insana özgü yetkinliklerdir. Öğretmenler, yalnızca bilgi rehberleri değil, aynı zamanda öğrencilerin duygusal ve sosyal gelişimlerini destekleyen vazgeçilmez liderlerdir.
Bu nedenle, teknolojinin eğitime entegrasyonu üzerine yapılan tartışmalar, öğretmenlerin rolünün yeniden tanımlanmasını kaçınılmaz kılıyor. Teknoloji, öğretmenlerin yerini almak için değil; onların işlerini kolaylaştırmak, yaratıcılıklarını artırmak ve öğrencilere daha fazla odaklanmalarını sağlamak için bir araç olarak tasarlanmalıdır. Seymour Papert’in 1993’teki uyarısı bugün de geçerli: “Teknolojik yenilikler, pedagojik bir vizyon olmadan yalnızca pahalı oyuncaklardan ibarettir.” (3) Bu vizyon, teknolojiyi anlamlı kılacak temel unsurdur.
Gerçek bir eğitim dönüşümü, öğretmenlerin rehberliği ile yapay zekânın sağladığı destek arasında bir denge kurmakla mümkündür. Eğitim; yalnızca dijital ekranlar aracılığıyla sunulan bilgiler değil, insanın insana aktardığı, empatiyle güçlenen bir bağdır. Yapay zekâ, bu bağın tamamlayıcı bir parçası olmalı, merkeze yerleşmemelidir.
Algoritmik Önyargı ve Eşitsizlik
Yapay zekâ sistemlerinin karar alma süreçlerini yönlendiren algoritmalar, beslendikleri verilere bağlı olarak şekillenir. Ancak bu veriler, toplumsal önyargılarla dolu bir geçmişin izlerini taşıdığında, algoritmalar da bu önyargıları öğrenir ve sistematik bir şekilde yeniden üretir. Düşünün ki bir işe alım algoritması, geçmiş verilere dayanarak adayları değerlendiriyor. Eğer bu geçmiş veriler, kadınlara karşı ayrımcılık yapılmış bir geçmişin ürünü ise, yapay zekâ da bu ayrımcılığı sessizce sürdürebilir. Nitekim Amazon’un geliştirdiği bir işe alım algoritmasının kadın adayları sistematik olarak dışladığını biliyoruz.(4)
Ayrıca yapay zekâ sistemlerinin beslendiği veriler, genellikle toplumun yalnızca belirli kesimlerini yansıtır. Bu seçici temsil, YZ’nin karar alma süreçlerinde daha az temsil edilen grupları fark etmemesi ya da onların ihtiyaçlarını göz ardı etmesiyle sonuçlanır. Sağlık alanını ele alalım: YZ’nin sağlık verileri genellikle gelişmiş ülkelerdeki belirli demografik gruplardan alınır. Bu nedenle, az temsil edilen grupların hastalık semptomları ya da tedaviye verdikleri yanıtlar, sistem tarafından doğru şekilde öngörülemez. Eğitimde ise; YZ tabanlı eğitim platformları, düşük gelirli veya kırsal bölgelerdeki öğrencilerin ihtiyaçlarına uygun çözümler sunmakta yetersiz kalmaktadır. Eğitimde fırsat eşitsizliği zaten yeterince kökleşmişken, yapay zekâ bu eşitsizliği daha da derinleştirir ve sistematik hale getirir.
Yapay zekânın bir diğer önemli etkisi ise bilginin standartlaştırılmasıdır. YZ sistemleri, veri ve bilgi işleme süreçlerinde genellikle mevcut ve standart olanı öne çıkarır. Bu durum, alternatif ya da eleştirel yaklaşımların alanını daraltır. Örneğin, sosyal medyada kullanılan algoritmalar, daha önce ilgi gösterdiğimiz içerikleri önceliklendirerek, farklı ya da alışılmışın dışında olan bilgilere erişimimizi sınırlayabilir. Bu yalnızca bireysel tercihleri değil, aynı zamanda toplumsal bilgi akışını da homojenleştirir. Eleştirel ve yenilikçi bakış açıları, bu süreçte görünmez hale gelirken, yapay zekâ tarafından yeniden üretilen içerikler mevcut düzeni güçlendiren bir döngü yaratır.
Bu bağlamda, yapay zekâ her ne kadar nötr bir teknoloji gibi görünse de, beslendiği verilere gömülü olan geçmişin önyargılarını ve adaletsizliklerini taşır. Üstelik, fark edilmeden, sessiz bir şekilde bu eşitsizlikleri yeniden ve yeniden üretir. Standart olanı önceliklendiren yapısı ise toplumsal eleştiriyi ve alternatif çözümleri gölgede bırakır. Bu, yapay zekânın basit bir hesaplama gücü olmadığını; aynı zamanda toplumsal gerçekliklerimizi yansıtan, onları yeniden şekillendiren ve bazen de sınırlandıran bir araç olduğunu gösterir.
Sonuç
Şüphesiz, YZ’nin eğitimde büyük bir potansiyeli var. Bireyselleştirilmiş öğrenme deneyimleri başarıyı artırabilir, öğretmenlere yaratıcı yaklaşımlar için alan açabilir, hatta öğrencilerin öğrenme boşluklarını kapatabilir. Ama burada kilit bir detay var: Tüm bunların gerçekleşebilmesi için YZ’nin yalnızca teknolojik olarak değil, aynı zamanda toplumsal olarak erişilebilir olması gerekiyor. Aksi takdirde, bu “devrim,” yalnızca ayrıcalıklı grupların faydalandığı bir gösteriden öteye geçemez. Daha kötüsü, YZ eşitsizlikleri ortadan kaldırmak yerine, onları daha karmaşık ve görünmez hale getirerek “yeni nesil” eşitsizliklere yol açabilir. Daha önce matbaanın, radyonun ve televizyonun eğitimdeki etkilerini gördük. Her yeni teknoloji, devrim yaratma iddiasıyla geldi, ama beraberinde yeni sorular ve problemler getirdi. Bugün YZ ile eğitimde bir dönemin eşiğinde duruyoruz. Ancak asıl sormamız gereken şu: Bu teknoloji, gerçekten kime hizmet ediyor? Kimler bu “devrim” sayesinde ilerleyecek, kimler geride kalacak? Özetle: Teknoloji, yeni bir eşitlik mi yaratıyor yoksa eski eşitsizlikleri daha şık bir pakette mi sunuyor?
Unutmayalım, yeni teknolojinin yalnızca varlığı eğitimdeki sorunları çözmeyi garanti etmez. Demokrasi, eşitlik ve özgürlük için gereken dönüşüm, teknolojiyle değil, toplumsal mücadeleyle şekillenir. YZ’nin potansiyeli büyük, ama bu potansiyelin neye hizmet edeceği politik bir tercihten ibarettir. Teknoloji, ya eğitimi daha adil ve kapsayıcı bir hale getirmenin aracı olacak ya da küresel eşitsizliklerin bir başka yüzü. Ve bu tercihi yapacak olan yalnızca algoritmalar değil; toplumsal mücadelenin kendisidir.
(1) Yıldız, A., Dindar, H., Ünlü, D., Gökçe, N., vd. (2018). Yetişkin Yeterliklerinin Uluslararası Değerlendirilmesi Programı (PIAAC)” Sonuçları Bağlamında Türkiye’de Temel Eğitim Sorunlarını Yeniden Düşünmek. Ankara University Journal of Faculty of Educational Sciences (JFES), 51(2), 209-237. https://doi.org/10.30964/auebfd.438222
(2) UNESCO. (2020). Küresel Eğitim İzleme Raporu 2020: Kapsayıcılık ve eğitim: İstisnasız herkes için eğitim (Özet). UNESCO Yayınları. Erişim adresi: https://unesdoc.unesco.org/ark:/48223/pf0000373721_tur
(3)Papert, S. (1993). The Children’s Machine: Rethinking School in the Age of the Computer. Basic Books.
(4) Amazon’un işe alım algoritmasıyla ilgili örnek, 2018 yılında Reuters tarafından yayınlanan bir haberden alınmıştır. Haberde, Amazon’un 2014-2017 yılları arasında geliştirdiği ve işe alım süreçlerini otomatikleştirmeyi amaçlayan bir yapay zekâ sisteminin, kadın adaylara karşı önyargılı davrandığı belirtilmiştir. Algoritma, geçmişte erkek ağırlıklı bir teknoloji sektörü verisiyle eğitildiği için, kadın adayları sistematik olarak dezavantajlı bir konuma itmiştir. Örneğin, sistem, özgeçmişlerde “kadın” ya da kadınlara özgü faaliyetlerle ilişkilendirilen terimler geçtiğinde bu özgeçmişleri olumsuz değerlendirmiştir. Bu durum, algoritmaların eğitildikleri verilerdeki toplumsal önyargıları öğrenebileceğini ve bu önyargıları yeniden üretebileceğini gösteren somut bir örnek olarak sıkça tartışılmaktadır. Daha fazla bilgi için şu kaynak kullanılabilir:Reuters, “Amazon scraps secret AI recruiting tool that showed bias against women,” October 2018.
Ahmet Yıldız
1997 yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde Eğitim Yönetimi ve Planlaması alanında lisans derecesini; 2002 yılında aynı fakültede yüksek lisans derecesini ve 2006 yılında da doktora derecesini Halk Eğitimi/Yetişkin Eğitimi alanında aldı. Doktora sonrası araştırmalar yapmak üzere 2009-2010 öğretim yılında Lancaster Üniversitesi’nde (İngiltere) bulundu. 2017-2018 yıllarında Applied Sciences Upper Austria Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2010 yılında yardımcı doçent, 2012 yılında doçent, 2023 yılında profesör unvanı aldı. Halen Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Hayat Boyu Öğrenme ve Yetişkin Eğitimi bölümünde çalışmaktadır. Yetişkinlerin temel eğitimi, halk eğitimi tarihi, yetişkin okuryazarlığı, yerel yönetimler ve eğitim, öğretmenlik mesleğinin dönüşümü, kırsal alanlarda eğitim, eleştirel eğitim düşünce ve uygulamaları ile laik eğitim konularında çalışmaları bulunmaktadır.
Bugünlerde her yurdum insanı gibi ben de çokça yaşamsal sorun ile yatıp kalkıyorum. Bu sorunların hangisine dokunsam çığlık duyuyor, ve o çığlıklara ortak oluyorum.
Ve günlerdir bu çığlıkları hemdert olanlar için dillendirmek isteğiyle masaya oturuyor. Fakat klavyenin tuşları donuk ve yazmıyordu.
Bu da beni neyi-kime-nasıl diyeceğini bilmeyen kararsız birisi yapmıştı.
Nihayet birkaç saat önce; herkesin bilip hakkında çokça söz söyleyebileceği üç konu buldum ve bu satırları yazmaya başladım.
Fakat çok önemli üç konuyu da özetlemekle yetineceğim.
İsterim ki, okuyucular bu üç konuya eleştirel bakıp, özgün katkılarda bulunsunlar.
*
Birinci Konu: Ekonomi!
Çünkü yurdumuzda bir ekonomik kriz var. Adaletten yoksun bu kriz; evde, mahallede, okulda, pazarda … yaşamın olduğu her yerde işçiyi, emekçiyi, emekliyi, öğrenciyi silkeleyip sarstıkça çığlıklar duyuyoruz.
Ve bu çığlıklar içinde benim çığlığım da var!
Çünkü: Ben 57 yıl önce 18 yaşında yarı-çocukken öğretmen olmuştum. Beş (5) yıl çalıştıktan sonra meslekte yükselmek için yüksek okul sınavına girip kazanmış ve 4 yıl daha ana-baba eline bakan bir öğrenci olmuştum. Okul bitince de mesleği değişmeyen bir eğitimci olarak değişik il ve görevlerde 35 yıl daha çalışan, 40 yıllık ve + göstergesi olan bir eğitim müfettişi emeklisiyim şimdi. (-Ve aramızda kalsın!- Aldığım maaş: sadece iki (2) yıl milletvekili olarak çalışıp emekli olmuş bir vekil maaşının üçte birinden daha da az… )
*
İkinci Konu: Demokrasi Yoksunluğu!
Bu, geçmişten biz torunlara kalan bir mirastır. Bu miras; her zaman demokrasi dışı oyun, tuzak ve uygulamalarla ertelenip çözümsüz bırakılmış toplumsal bir yaramızdır.
Yukarıdaki ekonomik sorunları doğuran, derinleştiren ve ülkede değişmez bir korku iklimini de yaratan bir ana sorundur bu.
Peki neden yaşıyoruz bu sorunu?
Çünkü Ülke nüfusumuzun yüzde 25’i Kürt ve onların önemli insan hakları engellenmiş!
Ve onlar:
“Biz, Kürt’üz, bizim doğuşla sahip olduğumuz: dilimiz, kültürümüz ve insan haklarımız var! Biz, bu haklarımız alarak ülkemizin eşit birer vatandaşı olmak istiyoruz…” Diyor.
Peki, bu istekler; suç mu, günah mı, ayıp mı?
Dünyanın her yerinde karşılanan bu demokratik talepler, bizim ülkemizde niçin-neden karşılık bulmuyor?
İşte inkârcı-yasakçı anlayış yüzünden ülkemizin tüm halkları büyük bedeller ödemiş, büyük acılar yaşamıştır.
Yukarıda: ‘korku iklimi’ demiştim, tekrarlıyorum!
Çünkü demokratik talepler sadece; korku iklimlerinde ‘güç’ ile çözülmek istenir.
Ülkemizde de sıkça “tek kişi yönetimi-sıkıyönetim-olağanüstü hâl” ilanları olmuş ve sürekli korku iklimi olmuştur. Korku ikliminin amacı: halkı tepkisiz ve suskun bırakarak demokrasisi olmayan düzenini sürdürmektir.
Ve bu düzen yüzünden halkımız; pek çok soysal, ekonomik, siyasi, psikolojik, ahlaki çöküş yaşamış ve yaşamaktadır.
Bunlar yalan söyleyip “Bitti, bitti!” diyor fakat hiç bitmedi/bitmiyor.
Aslında savaşlar sorunları çözmediği gibi, karşı güce güç kazandırır, onların öfke, kin, düşmanlıklarını geleceğe miras bırakırlar.
Ben bilmem, onların söylediğine göre bu sorun yüzünden 41 yılda: 50.000 gencimiz ölmüş ve trilyon dolara varan ülke gelirimiz de ölüm makinalarına bomba-kurşun olmuştur.
Şimdi ortada bir çatışma var ki CB Erdoğan çıkmış: “Ya silahlarını gömecekler ya da silahlarıyla birlikte toprağa gömülecekler. Üçüncü bir yol yoktur” diyor.
Hani ortağına el uzattırarak kardeşlik istiyordu, ne oldu?
Güç kullanmak savaştır ve bu sözler de savaş dilidir.
Oysa demokrasiler olan çatışma ve düşmanlıkları karşılıklı görüşme ve uzlaşılarla barış içinde çözerler…
*
Üçüncü Konu: Bolu Kartalkaya’da Otel Yangını:
Dünyada ve yurdumuzda; deprem, sel, orman yangını, maden ocakları çökme-patlamaları olur. Fakat diğer ülkelere oranla bizdeki kayıplar çok daha fazla oluyor.
Örneğin; Bolu Kartalkaya’daki yangında: ana-baba-çocuk-bebek78 canımız yok olmuş… Los Angeles’ta ise 2 hafta süren yangın milyonların yaşadığı şehirleri yakıp küle çevirmiş ve 27 kişi yaşamını kaybetmişti.
Tabi ki doğal felaketler önlenemez. Fakat doğal felaketlerin verdiği can-mal kayıplıları alınan önlemlerle en az düzeye indirilebilir. Bizim yöneticilerimiz bilimsel önlemler almak yerine ‘bu fıtrat gereğidir’ diyerek ‘kaderci’ anlayışa taraftar topluyorlar. Bu yüzden önlem almayı: bilmiyor-becermiyor-istemiyorlar.
Bu ölümcül otel yangını da; doğal nedenlerden değil, bilinen fakat “para gitmesin” diye giderilmeyen bazı eksiklikler nedeniyle çıkmıştır. Bu açgözlü varlıklar yüzünden: ana-baba-çocuk-bebek tam 78 canımız yok oldu
En ölümcül hastalığın: ‘çoklu organ yetmezliği’ olduğunu söylerler.
Yerinden yönetimi istemeyen ‘tekçi’ anlayış da böylesi ölümcül yangın için yetkisiz bir ara-eleman zinciri oluşturulmuş… (Hani, Maraş depreminde ’emir gelmedi’ diye Kızılay ve Afad ekipleri depremzedelere saatlerce ulaşmamıştı!..). Bu yangında da işlevsiz bir zincir ya da bir: ‘çoklu kurum yetmezliği’ vardı.
Çünkü, Bolu’daki; Belediye, Valilik, İl Özel İdaresi, İtfaiye yok sayılmış ve Bolu’nun bir dağındaki tesisin denetimi Ankara’dakiler verilmişti.
Bilir kişi raporu da bu yangının sorumlularını:
Otel işletmesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Bolu İl Özel İdaresi, Bolu Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü olarak belirlemiş.
Bence bu listeye, yangına neden olan eksikleri bulan, fakat bunların takipçisi olmayan Bolu Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü eklenmeli. Çünkü itfaiye de bu felakete göz yummuştur.
40 yıllık çalışmamda 19 yılı Eğitim Müfettişi idim. Her yıl ildeki örgün ve yaygın eğitim kurumların açılmış veya açılacak kurumlarını denetlerdik. Kurumun: güvenlik, sağlık ve eğitimini ilgili ‘mevzuat’ ile ‘standartlar yönergesi’ uyarınca inceleyip raporu başkanlığımıza sunardık. Fakat hazırladığımız o raporların, akıbetini sorgulama hakkımız yoktu. Bazı raporların beğenilmeyip yeniden inceleme yapıldığını duyardık…
Ve: ‘Demek ki idare isterse, idare de eder’ derdik.
Biliyorum, bir süre sonra, hepimizin yangını olan bu ölümler de unutulacaktır. Fakat o ateş düştüğü yerde hiç sönmeden yakmaya devam edecektir…
O, yaz-sonbahar aylarında haftada bir bazen iki kez köyden kasabaya yolcu götürüp getiren minibüsten inmiş ve köy içine girmeden, rüyalarına sık sık giren Peri Suyu vadisine doğru yürümüştü.
O, 12 yaşında bir çocukken ayrıldığı bu topraklara; çocukları büyüyüp, torunları olduktan yıllar sonra, deneyim ve tanıklıkları çoğalmış yaşlı biri olarak gelmişti.
O, bu topraklarda; altı yedi yaşlarında oğlak-kuzu-buzağı otlatmış, çocuk yaşta kızgın güneş altında; dağda, tarlada çalışmış, anasının dilinde: “lori-klam-cirok-stran” dinlemiş, gülmüş, ağlamış, düşmüş yaralar almış, hastalanmış, acı-sevinç çığlıklarla büyümüştü.
O, yedinci yaşının Eylül ayında, anadili yasaklanarak köydeki ilkokula başlamış, Mart-Nisan gelince de artık Türkçe konuşan-okuyan-yazan biri olmuştu. Ve çok mutlu olmuştu.
O, 12 yaşında iken öğretmen olmak için öğretmen okulunun parasız-yatılı sınavını kazanmış ve çok uzaklara gitmişti…
O, yaşamın: çıkış-iniş ya da yengi-yenilgi dolu bir süreç olduğunu bilir, okumayı çok sever, hurafeye değil bilime inanır, araştırmaya, deneye önem verirdi. Ve tüm olgu ile algıları; akıl, mantık, bilim süzgecinden geçirerek yol almaya çalışırdı.
O, yürümeyi, yürürken düşünmeyi, kendisiyle konuşup didişmeyi çok severdi. Şimdi de sırtını yaslamak, çevreyi gözlemek, kendisiyle konuşup tartışmak ve dinlenmek için bir yer arıyordu. Ve çok aramadan isteğine uygun bir yeri bulmuştu.
Burası; Peri Suyu Baraj gölüne altmış derecelik bir açıyla bakan bir tepedeydi. Kürtçe “Dâd” derlerdi buraya. Burada da gökyüzünü dallarıyla kucaklayan, yaşlı fakat oldukça dinç ve kocaman bir meşe ağacı vardı. Hemen onun dikey-yatay çatlaklı gövdesine sırtını yasladı ve ayaklarını da onun serin duldasına uzattı. Derin bir nefesle ciğerini şişirdi ve aldığı havayı yavaş yavaş boşalttı. Ve sonra da içten bir ‘ooohhh’ çekti.
Oturduğu yerin tam karşısında, kale duvarları gibi yükselerek vadiyi belirleyen: dağ-tepe-düzlüklerde; Bingöl-Sancak ile Elâzığ-Karakoçan-Çan köylerinin yerleşke-mera-arazileri…
Oturduğu yerin sol tarafında: Bingöl-Kığı köyleri, sağ tarafında ise: Bingöl-Yayladere köyleri vardı.
Ve şimdi çok tenha görünen bu topraklarda bir zamanlar; okullar cıvıl cıvıl, tarlalar ekili, meralar hayvanlar … kısacası her yer yaşamın sesleriyle dopdoluydu.
…
Yaz mevsiminin sonu yaklaşıyordu, hafif hafif esen yel, koca meşenin yapraklarıyla oynaşırken, sararmaya başlamış çelimsiz kalmış olanları dalından hışırtıyla koparıp uçuruyor, güçlü olanları okşarcasına sarsıyordu. Oturduğu yerin 4-5 metre ötesindeki ‘Şekok’ ağacı da meşe ağacına ve onun garip misafirine bakıyordu.
O, yelin hışırtılı ezgilerini dinlerken iç sesi de dile gelmiş ve dudaklarında istemsiz kıpırtılar, akortsuz mırıltılar sıralanmıştı. Ve O, kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa misali, iç sesiyle yaşamı zor eden tüm aykırılıklara sövüp, söylenip dinleniyordu…
Her ne kadar şair: “Geçmiş geçmişte kaldı cancağızım” dese de pek de öyle olmuyordu. Geçmiş hiç yerinde durmuyor, geleceği sürekli tehdit ediyordu. Bu yüzden de sanki karşısına vadiyi boylu boyunca kaplamış kocaman bir perde asılmıştı. Bu perdede geçmişin tüm; acı-tasa-öfke-pişmanlıkları ile bir de henüz gün görmemiş-yaşanmamış geleceğe dair; kaygı-düş-korku-bilinmezlikler sıralanıyordu.
Ve akıyordu perdede susturulmuş coğrafyanın; günleri, ayları, mevsimleri, yılları, gerçekleri ve düşleri…
Zaten bu yükler yüzünden; pek çok uykusuz gecesi, çokça karmaşa ve duygusal boşluğu olmuş ve bunlar onu yorgun bırakmıştı.
Şimdi O, geçmişin yaşlı tanığına sırtımı dayamış, yarı uykulu yarı uyanık gözleriyle çevreyi izliyor-düşünüyor ve içinde saklı kalmış çocukluğunu arıyordu.
O zamanlar, Peri Suyu; birçok dere ve çaydan aldığı güçle üç mevsim coşku ile deli-dolu akardı. Yaz olunca debisi biraz düşer, o da dinlenir, sakinleşirdi. Fakat şimdi Peri Suyu; derin, karanlık, durağan bir göl olmuştu. Neşe ile yüzüp kaçışan atik balıkları yok olmuş, onların yerini tembel tombul sazanlar almıştı. Ve artık Peri Suyunun ne kelekleri ne de yolcuları kalmıştı.
…
O, çocukluk yaşantılarını pek anımsamasa da bir Peri Suyu anısını hiç unutmamıştı:
Altı yaşında kar-fırtınanın olduğu bir kış günü çok hastalanmıştı. Ateşi düşürmek için buzlu- sirkeli sular çare olmamış, sabaha kadar ateşler içinde kıvranıp sayıklamıştı.
Babası yine gurbetteydi…
Annesi alacakaranlık sabah ayazında komşu Hüseyin’i çağırmış, çocuğu sırtında Karakoçan-Çan nahiyesine götürmesini istemişti.
Orada, “penisilin iğne” yapılacak ve yavrusu iyileşecek…
Peri Suyu’nu kelekle geçtiklerinde, uğultular koparan rüzgâr eşliğinde yoğun kar yağışı…
O, yanakları alev alev olarak Hüseyin amcanın sırtında inliyor…
Annesi, sürekli ağlıyor ve dua ediyor…
Hüseyin amca da “abla ağlama” diyordu.
Nihayet dik patika yolu aşıp Çan’da bir tanışın evine varmışlardı…
Üç-dört saat sonra ateşi düşmüş bir tas dolusu tutmaç çorbasını içmiş…
Ve aynı yolu izleyerek karanlık çökmeden köylerine dönmüşlerdi.
…
Hani nerede vadinin çok sesliliği, çok renkliliği, neşe kaynağı; kuzu, oğlak, tay, sıpaların birlikte ve ana-babalarıyla konuşup oynaşması.., Ya kınalı kekliklerin aile boyu konserleri, çevreyi koruyan kartal ve şahinler…
Neredeler şimdi?
Niçin sustu: ‘denbej û billûr’.
Ya, ‘beri’ yolunda ‘govend’ tutup ‘klâm’ söyleyen berivanlar?
Ne oldu arı ve kara kovanlara?
Sahipsiz kalan yaylalar, çayırlar, buğday, arpa, nohut ekilmeyen tarlalar…
İşte gördüğünüz bu coğrafya; insanıyla, hayvanıyla, toprağıyla susturulmuş, sindirilmiş!
…
Her hareket edişte sağ bacağına bir şey batıyordu, eğilip aradı, buldu o ısırık atanı. Bu, kapsül içinde bir meşe palamudu idi…
Palamudu avucuna aldı sevip okşadı ve önce Meşeye sonra Şekok’a baktı, selamlaştı ikisiyle.
Ve Kemal Burkay’ın “Ağıt” şiirinden üç dizeyi okudu onlara:
Artık, yorgunluğu azalmış dinginleşmişti ve şimdi daha kolaydı olguları anımsaması, kendisiyle didişip, söyleşmesi.
Ve düşündü ki:
Her tohum, bir parça toprak birazcık su bulunca, depreşip çatlatır kabuğunu ve ışık arar dal verip yeşermek için. Bahar işte böyle başlatır bir ömrü. Bahar gelince taşın, kayanın altında tutsak kalmış bir kök yaşamak için bir yol arar-bulur kendine. O ömür ki; anı, günü, haftayı, ayı, yılı, on yılları acı-sevinç-yem ile beslenerek, yenerek yenilerek, döl vererek, düşe-kalka yol alır…
Yaşam mücadele demektir. Güçsüz-çaresiz bırakılıp susturulan insana da doğaya suskunluk yakışmaz. Doğanın kuralı gereği elbet bir gün; toprağa su yürür, tohuma gün doğar, kök salar-filizlenir ve dik-özgür olarak yol alır.
Daha devam edecekti, etmedi.
Bir kez daha Şekok ağacına sevgiyle baktı.
Şekok da bu coğrafyada bakım istemeden ürün veren, sevilen bir armut ağacı cinsidir.
Sevilmeyen bazı Şekoklar aşılanır: “Hermi Rezi” olurlar. ‘Rezi’ armutlar daha iridir.
Bu yüzden O, kendisini ve onun gibi olan milyonlarca Kürdü aşılanmış Şekok’a benzetirdi.
Çünkü: Kürtçe, kendine özgü alfabesi, grameri, kuralları, kültürü, tarihi olan anadildir. Fakat inkarcılar; bu gerçekleri yok saymış, milyonlarca insanın anasıyla, anadiliyle konuşmasını, o dilde okuyup yazmasını yasaklamıştır!
Ve diyorlar ki; Onların anadili, kimliği, kültürü, coğrafyası ve tarihi yoktur! Onlar, Türk’tür!
Amaç: Kürtçe dilini ve kültürünü yok etmek…
Türk aşısı vurulmuş milyonlarca Kürt anadilini belki konuşabiliyor, fakat bu dille okuyup yazmayı biliyor.
Peki, sizce bu tuhaflık bir insanlık ayıbı değil midir?
Fakat biliyor musunuz, bu dil ve kültür durmaksızın yeşerip gelişiyor, çünkü onun tarihsel birikimini ve köklerini kurutamıyorlar.
Bu yüzden yasaklarla; Kürtçe düşünenlere, rüya görüp, hayal kuranlara engel olamıyorlar! Ve çok üzülüyorlar…
Bir halkın dilini kültürünü geçmişini, kimliklerini yok etmek düşmanlıktır/zalimliktir.
Peki, bu düşmanlık niye?
Oysa diller, kültürler zenginliktir ve kimseye zarar vermezler!
Dillerin yardımıyla toplumsal zorluklar aşılır, uzlaşı, birliktelik ve barış sağlanır.
Belki de O; bu satırları, aşılanmış bir dille değil de kendi anadiliyle yazmış olsaydı daha çok beğeni alırdı.
O’na, arkadaşları sık sık: “Kürtlerin hangi hakları yok ki? diye sorarlarmış.
El insaf!..
Anadilleri yasaklanmış onların!
Daha ne olsun ki?
Oturduğu yerden silkelenerek kalktı ve yüksek sesle bir bilgenin iki dizesini söyledi:
Bazen anmak gerekir, anılmak için. Bazen de susmak gerekir, duymak için…
Şems-i Tebrizi
Ve, evleri karşı tepeye sıralanmış susturulmuş köyüne doğru yürümeye başladı.
Not: Bu yazı 09.01.2025 günü ‘PAZARTESİ 14’de yayımlanmıştır.
TBMM, ‘Aralık’ ayı bütçe görüşmelerinde çok hareketli günler yaşar.
‘Atanmış bakanlar’; kendilerinden habersizce hazırlanan, sınırları belli olan ‘değiştirilemez’ bütçelerini alarak TBMM’ye gelirler. Yasa gereği: bu bütçenin TBMM görüşülüp onanması gerekiyormuş.
Zaten, meclisteki sayısal çoğunluk, bu bütçenin ‘değiştirilmez’ olduğuna inanmıştır. Zaten, muhalefetin ‘seçilmiş’ vekilleri etkisiz-yetkisiz kalmıştır.
Muhalif vekillerin kimileri: üzgün-gergin-mahcup-utangaç olsa da fırsat bulmuşken, yoksul halkın sorunlarını ve gasp edilen haklarını dile getirir. Kimileri de bu fırsatta: “Vatan-Millet-Sakarya” diye seçmenlere selam gönderir.
İşte böylesi ortamda yapılan görüşmelerde sesler de tansiyonlar da yükselir.
Fakat sonuç hiç değişmez ve ‘değişmez’ bütçe geldiği gibi kabul edilerek hazırlayan makama “arz” edilir.
2025 bütçesi de aynı şekilde kabul edilip gereği yapılsın diye arz edildi.
Peki ben size bu bilindik özeti niçin yaptım?
Çünkü; bir ‘Bakanlık’ olmayan Diyanet İşleri Başkanlığı 130.1 milyar TL olan 2025 bütçesi: İçişleri/ Dışişleri/ Enerji ve Tabii Kaynaklar/ Kültür ve Turizm/ Sanayi ve Teknoloji/ Ticaret / olmak üzere tam 6 Bakanlığı geride bıraktı.
Çünkü; bu bütçe teklifinde, “Din Hizmetleri ve Yaygın Din Eğitimi” için de 127 milyar 269 milyon 146 bin TL ayrılmış! Peki, Diyanet’in “Din Hizmetleri ve Yaygın Din Eğitimi” birimi bu bütçe ile ne yapacak? Tabii ki yapışık ikiz haline geldikleri MEB sahalarında çalışacaklar.
Çünkü; Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) gelecek nesli, özgürlüğü ve özgünlüğü olmayan “kullar” yetiştirmek istiyor. Bu amaç için MEB, Diyaneti, Tarikatları ve Dinci Vakıfları birer Sivil Toplum Örgütü (STO) saydı ve onlarla işbirliği yaptı. Böylece, onların ‘Sünni’ elemanları okullarda: “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum Projesi” (ÇEDES) için birer uygulayıcı ve eğitimci oldu.
(Acaba başarırlar mı? Diyenlere cevabımdır: Evet, %1(Yüzde bir) başarı kazanmak bile onlar için başarı, bizim için başarısızlık ve yenilgidir).
İşte, bunları bilmeyenler duysun, bilenler hatırlasın ve birlikte düşünelim istedim.
***
Milattan önceki on binlerce ve sonrasındaki 2025 yıl, insanlığa dedi ki:
Tüm bilimler; deney, gözlem, araştırma ve sorgulamalar sonucu oluşur.
İnançlar ise; ruhsal ve kişiye özel inanışlar oldukları için deney, gözlem, araştırma ve sorgulamaya kapalıdır.
O halde diyebiliriz ki, dünyadaki hiçbir dini öğreti ve hiçbir dini kitap bilimsel değildir.
Fakat bizler demokratik bir anlayışla; kişiye saygıyı esas alır, onun tüm inanç ve değerlerini saygın görürüz. Ayrıca da inancın herkesi değil, sadece ona inananı bağladığını kabul ederiz…
NOKTA.
*
Evet, eğitim bir bilimdir ve yurdumuzdaki uygulayıcı da MEB’dir.
Peki MEB, bilimsel olmayan, ruhsal alanla ilgili olan; Diyanet, Tarikatlar ve Dinci Vakıflardan niçin eğitimci ve eğitim desteği alabilir?
Bu tuhaflık neden/niçin hangi amaçlarla oluşmuştur ve karanlık perdenin arkasında neler olup bitiyor?
Diye sorup bakındıkça:
Dünya bilişim çağında ve “Yapay Zeka” ile yol aldığını…
Çıkar savaşları altta kalanların canını yakarak devam ettiğini…
Yurdumuzda da:
Emekliler, işçiler, işsizler yoksul, aç ve güvencesizliğini…
Bir tost alacak parası olmadığı için aç kalan ilk-orta-lise öğrencilerini…
Barınacak yeri olmadığı için kazandığı üniversiteye kayıt yaptıramayan gençleri…
Her gün başka ülkede para ve yatırımcı arayan Maliye Bakanını…
MEB’in ortaçağ hurafeleri ile uğraştığını…
Ve bir de: “İtibardan Tasarruf Olmaz” diyen büyüklerimizi görürüz.
İşte bu büyükler ya da “Devlet Ricali” için: vatandaşın ne durumda olduğu hiç önemli değildir. Onlar; “İtibardan Tasarruf Olmaz” diyerek; saraylar, köşkler yapar, ekolojik dengeyi bozan madenler için ruhsat verir, müşterisiz yollar, tüneller yaparlar. (Tabii ki, ülkenin birer kara deliği olacak bu işleri de adrese teslim ihalelerle yandaşlarına yaptırırlar)
Ayrıca bu devlet ricalinin; kara, hava ve denizde yol alan en pahalı ve zırhlı binlerce taşıtı var.
Dünyada ender görülen bu taşıt konvoyu yüzlerce koruma eşliğinde yurtiçi ve yurtdışında sürekli geziyor. Fakat, işsizlik-yoksulluk yüzünden yollarda trafikte yoğunluğu da var. Korumalar da “Yol hakkı büyüklerindir.” diye; korna çalarak, çakar lamba yakarak, sözle tehdit edip korku salarak halkın yolunu keserler.
Ve bu şaşaalı düzenleri hep sürüp gitsin istiyorlar. Bunun için de görevi: çağdaş-demokratik-laik-bilimsel ilkelere uygun eğitim olan okullara zorunlu din dersi ve seçmeli derslerle imam-hatip okullarına benzettiler. Ve bu eğitimin amacı da soru sormayan, emre itaat eden, kindar ve dindar nesiller yetiştirmektir.
*
Ve MEB çağdaş anlayışla kamu hizmeti veren belediyeleri engellemek için İçişleri Bakanlığına gönderdiği yazıda bakın özetle neler yazmış: “Kreş eğitim yuvasıdır. Eğitim milli eğitimin işidir. Yenisini açtırmayın, eskisini kapatın.” diyor.
“Eğitim milli eğitimin işidir.” sözü yıllarca MEB Müsteşarlığı yapan bakana hiç yakışmıyor değil mi?
Acaba bu bakan eğitimin tanımını bilmiyor mu?
Çünkü eğitim; yaygın ve örgün olarak yaşamın olduğu her yerde: evde, sokakta, tarlada… ve okulda vardır.
Çünkü; işbirliği yaptığı: Diyanet, Tarikatlar ve Dinci Vakıflar da harıl harıl yaygın eğitim veriyorlar.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’in enflasyon verilerini hangi kıstaslara göre belirlediğini sakladığı gibi, asgari ücretle çalışanların sayısını da ‘sır’ gibi saklıyor. Fakat çeşitli araştırmalar; ülke çapında asgari ücret ve civarı ücretle çalışanların yüzde 50’si, özel sektör ise bu oranın yüzde 70,4 olduğunu gösteriyor.
Sevgili okurlarım;
Her yılın Aralık ayında gelecek yılın bütçesi hazırlandığı için bu ay gelince asgari ücretli halk hayal kurar umutlanır. Bu yüzden bugünkü yazıma; emeğinin karşılığını alamayanlara ve onların beklentilerine ayırmak istedim. Sonra vazgeçip bütçeleri çokça tartışılan eğitim ve diyanet sistemine dair yazmak istedim. Sonra yine vazgeçtim. (lütfen bu kararsızlığımı hoşgörünüz).
Şimdi göreceğiniz gibi satırlarım beni Aralık ayının karanlık arşivlerine götürdü.
***
Günümüz ile önceki yıllara ait toplumsal arşivimiz; yüzleşmekten korkarak, unutmak, yok saymak ve yok etmek isteğiyle sürekli halının altın süpürülmüş pek çok acı, yokluk, utanç, hukuksuzlukla dolu. 2024 birkaç gün sonra çekip gidecek. Onun da ahlarla dolu bir bagajı var ve onu 2025’e miras bırakacak.
Arşive girmişken farklı yılların Aralık aylarında yaşanıp karanlıkta kalmış sadece birkaç olayı sizlere de anımsatmak istedim:
“MARAŞ KATLİAMI”: (19-26 Aralık 1978) Yedi gün-gece süren olaylarda; faşistler evlerini işaretlediği Alevilerden 111 kişiyi vahşice öldürmüş, 559 ev ile 290 işyerini de yakIP, yıkıp, tahrip etmişlerdi.
*
“CEZAEVLERİ KATLİAMI”: 19 Aralık 2000 günü cezaevlerini F tipine çevirmek uğruna; 30’u tutuklu, 2’si asker 32 kişi öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştı.
*
“ROBOSKİ KATLİAMI” 28 Aralık 2011 THK’ne ait F-16 savaş uçakları aldıkları emirle: Irak’ın kuzeyinden mazot ve kaçak gıda getiren 17’si çocuk 34 kişiyi ve yük taşıyan katırları bombalarla katletti.
*
“PARALARI SIFIRLA”: 17/25 Aralık 2013 günlerinde baba-oğul ve çokça devlet büyüğü ile hayırsever tedarikçileri arasında hemen herkesin dinlediği çok samimi muhabbet kayıtları ortaya çıkmıştı. Ancak, bu kayıtlar; yasal yollardan değil de “Fetö Kumpası” soncu toplanmış kabul edilmiş. Muhabbet edenler mağdur ve “sıfırlanan paralar” da “helal” sayılmıştı. Yani bu kayıtlar için de ‘gereği’ yapılmamıştı.
*
“TRUMP”: Yeniden ABD Başkanı seçildi. Esad rejiminin dirençsiz olarak yıkılınca 18 Aralık 2024 günü: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı için: “Çok akıllı bir adam ve çok güçlü… Suriye’nin anahtarı Türkiye’nin elinde olacak. Bunu söyleyen kimseyi duymamışsınızdır ama bu böyle.” Dedi. İşte bu sözlerin verdiği güçle Erdoğan da: “Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782 bin kilometrekareyle sınırlandıramayız. İnsan nasıl kaderinden kaçarak kurtulamazsa Türkiye ve Türk milleti de mukadderatından kaçamaz, saklanamaz.” dedi. Anlaşılan o ki özenle seçilmiş sözler bir: “Osmanlıcılık Düşü” depreşmesi ve hedefinde Kürtler var. Demek ki, Sn. Erdoğan: Trump’ın 18 Ekim 2018 günü yazıp dünyaya ilan ederek diplomasi arşivine kazandırdığı o ünlü “Aptallık Etme!” mektubunu ve ‘dostça’ uyarılarını unutmuş.
*
“YARGITAY ÜÇÜNCÜ DAİRESİ”: (Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin Hatay milletvekili Av. Can ATALAY için verdiği: “hak ihlali” kararına uymamış hem de kararı veren AYM hakimleri için suç duyurusunda bulunarak ün kazanmıştı). 13 Aralık 2024 günü de 8 yıl önce, Atatürk Havalimanı’nda 45 insanı katledip 46’şer kez ağırlaştırılmış müebbet cezası almış olan 6 IŞİD’liyi hiçbir önlem-kısıtlama olmaksızın serbest bırakmış. (Sanırım bu karar da karanlık arşivlere girecek. Kararı bir yüksek yargı organı vermiş ve benim bu karara dair neden-niçin sıralama yetkim de yeterliliğim yok. Fakat şaşkınım, çünkü ortada 45 canı yok eden 6 kişi, bir de çokça savcı-yargıç ve savunman görüşüyle verilmiş bir karar var. Acaba, Yargıtay 3. dairesi, bu karar hangi amaç, gerekçe, felsefe ile geçersiz saymış.
Sizce de bu sonuç çok garip değil mi?
Nerden nereye…
***
Yukarıdaki birkaç örnek anımsatmadan eğer bir çıkarım yapacak olursak: “Halktan yana olmayan tüm iktidarların amacı; halkın yaşamını zorlaştıran olguları saklamak ve unutturmak olmuştur! Diyebiliriz.
İşte bu yüzden iktidarlar sürekli olarak; gerçeklere ulaşmayı zorlaştıran, engelleyen yalan ve algılarla sıkıca örülmüş ışık geçirmez perdeler üretmiş, bu tuzaklarla karanlık uygulamalar yapmışlardır.
Evet, AKP iktidarı da çokça acı, yokluk, hukuksuzluk dolu bir bagajı teslim almıştı. Fakat, 22 yıllık uzun ömründe, bu bagajı temizlemediği gibi uygulamalarıyla bagajı; “karesi-küpü” olarak arttırmış ve arttırmaya devam ediyor.
Şimdilik bir rakibi de pazarlama sorunu da yok gibi.
Çünkü, bu iktidarın karanlığı ‘kader’ bilen, aydınlıktan korkan pek çok müşterisi var.
Ve çok satıyor!
Hukuk yoksunu zor günlerden geçiyoruz.
İç sesimiz her gün dile gelerek buyruk verircesine: “Çocuklarımızla birlikte çok çektik, bari torunlarımız yaşamasın bu zorlukları, bari onların iyi günleri olsun!” Diyor.
İşte yılın son ayının üçte ikisini de geçtik!
Güneş biraz daha erken doğup günleri uzatacak.
Artık, çocuklar ortalık biraz daha aydınlanınca okullarına varacaklar.
Ve “karanlık perde” üreticilerinin de halkın iradesiyle, çekip gidecekleri kesin…
Peki ya yaşanmışlıkların sızıları?
Önümüz kış!.. Yoksulluk bitmedi. Yoksullukta birleşen kısık sesli on milyonların üstüne daha bir de soğuk karlar yağacak…
Yaşamda tek yönlü hiçbir neden-sonuç ilişkisi yoktur-olamaz.
Örneğin, kötülük yoksulluğu, yoksulluk da kötülüğü besler.
Komşuluk, birbirine selam vermek, el uzatmakla başlayan en eski bir insanlık değeridir. Komşuluk bugüne gelinceye kadar pek çok toplumsal süzgeçten geçmiş, çokça deneyimle test edilmiştir. Bu insani ilişki; komşu aileler, mahalle, köy, kent sırasını izleyerek başka ülkelere uzanarak evrenselleşir.
Bunun için her toplumun; masal, destan, öykü, roman, şiir, türkü, şarkısına konu olur. Bunun için tüm din-dil-töre-ahlak-hukuk-kültür-sanat sistemlerinde önemli bir yeri vardır.
Hemen herkes:
“Komşu dar gün dostudur, onun komşusunun malında gözü olmaz.
Komşu, komşusunu dinler-anlar, ona moral-destek verir, onun sevinç ve acılarını paylaşır…” Diyor.
Bunun için de her kültürde: “Ev alma komşu al.” “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” benzeri atasözleri vardır.
O halde, eğer günümüz ve gelecek nesillerimiz için güvenli bir yaşam istiyorsak, çocuklarımızı; komşularla dostça ilişki kuran, omuz omuza duran, barışık bireyler olarak eğitmeliyiz.
O zaman da insanlar göz-göze konuşur, birbirine el uzatır, duygudaş olur ve birbirlerine kötülük değil iyilik dilerler.
Çünkü, duygudaşlık, birlikte yol almanın en güçlü yakıtı olan sinerjidir. Sinerji, güçlerin toplamından daha büyük olan kuraldışı bir insani güçtür. Bu güç saygıyı esas alır ve insanlığa; onurlu-güvenli-huzurlu kazanımlar sağlar. Tarafların karşılıklı; sevgi-saygı-güven-dürüstlük ile devam eder. Başkalarına zarar vermeyip, içişlerine karışmadıkça da sürüp gider.
Her ailede olduğu gibi her komşunun da iç sorunlar vardır. “Komşuluk” için yaşayarak oluşmuş bazı etik kurallar vardır. “Birbirinin içişlerine karışmama” en öncelikli ve önemli kuraldır. Bu kural gereği sorunları ile baş etmeyi, komşularımıza bırakmalı, eğer o isterse yardım etmeliyiz. Eğer komşusunun içişlerine izinsiz karışılırsa o zaman komşuluk biter.
Komşular arasındaki; inançsal, sosyal, politik, ekonomik, kültürel bazı farklılıklar da sorun üretebilir. Böylesi sorunlara da ancak karşılıklı saygı, güveni esas alan barışçı bir dille çözüm bulunabilir.
***
Komşumuz Suriye
Osmanlı İmparatorluğu, pek çok etnik grup ve inancı barındırıyordu. Suriye de 1516-1918 yılları arasında Osmanlı’nın himayesindeydi. Ancak, Osmanlı yenildi, parçalanıp toprak kaybına uğradı ve sınırları değişti.
Bu nedenle 1918’de demiryolunun alt tarafında ev-arazisi olan Suriyeli… Demiryolunun üst tarafında ev-arazisi olan ise Türkiyeli sayılmıştı. Bu mekanik paylaşımla; aynı etnik yapısı, inancı, dili olan sülale ve akraba aileler parçalanmış, kardeşlerden kimi Türkiyeli, kimi Suriyeli olmuştu.
Ve Türkiye ile en uzun sınırı (911 km.) olan komşu ülke de Suriye olmuştu.
İki komşu ülke arasında zaman zaman bazı sorunlar yaşansa da Suriye ve Türkiye dostluğu 2008 Haziran’da en üst seviyeye çıkmış ve Devlet Başkanı Beşşar Esad ile Başbakan Recep T. Erdoğan Bodrum’da buluşup ailece tatil bile yapmıştı.
Türkiye ve Suriye’nin birçok benzerliği de vardı. Örneğin:
İki ülkede de sık sık askeri darbe yaşanmıştı.
İki ülke de demokrasi yoksunu, yoksul kalmıştı.
Türkiye’de “Tek Adam” Erdoğan’ın 22 yıllık saltanatı devam ederken.
Suriye’de “Tek Adam” olan Esad’ın 24 yıllık saltanatı 8 Aralık 2024’te (7 gün önce) son bulmuştu. Despot Esad, köşk ve saraylarını bırakıp, halkın milyar dolarlarını çalarak Moskova’ya sığınmıştı. Peki, komşumuz Suriye’de neler neler olmuştu:
Temmuz 2011’de ABD, İngiltere, Fransa gibi emperyalist güçlerinin isteği ve Türkiye’nin katkısıyla Suriye’deki despot rejimi yıkmak için iç savaş başlamıştı.
Böylece Türkiye-Suriye komşuluğu ve dostluğu son bulmuş, Esad, Eset olmuştu.
Çatışmalarda büyük acılar yaşayan Suriye halkı can derdine düşüp, evini-barkını bırakmış ve çok büyük gruplar halinde komşu ülkelere, en çok da Türkiye’ye sığınmıştı.
Rusya ve İran’ın desteklediği Suriye rejimini yıkmak için 29 Temmuz 2011’de firari Suriyeli subaylarca “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO), 2017’de Türkiye’nin; finansman, eğitim ve askeri desteğiyle “Suriye Milli Ordusu” (SMO) kuruldu.
SMO daha çok; Özbek, Uygur, Çeçen ve Kafkasya’nın diğer yerlerinden gelmiş, talancı-yağmacı-öfkeli-kindar teröristlerden oluşmuştu.
Türkiye her ortamda “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız” diyor. Fakat TSK vasiliğinde SMO’yu besleyip, donatıyor, onlar da Suriye kent ve kurumlarını talan ve işgal ediyordu. Ayrıca, Suriye’deki Kürt yaşam alanlarına da karadan ve havadan sürekli “Harekât” düzenliyordu.
Suriye’nin yüzde doksanı Kürt-Alevi olan bir kentiydi Afrin. Ve Türkiye, 20 Ocak 2018 günkü “Zeytin Dalı Harekâtı” ile bu kenti ele geçirdi. Halkı çok büyük acılar yaşadı ve sağ kalanlar evini-bağını-bahçesini bırakıp göç etti.
Daha sonra Afrin’de yaşananları kısaca özetlersek:
Pek çok kişi işgal edilen Afrin’i Türkiye’nin 82’nci kenti saydı.
Hatay’dan yönetilmeye başlandı ve parası TL, dili Türkçe oldu.
Telefon sistemi, okul, sağlık ocağı, hastane, elektrik sistemleri Türkiye’ye bağlandı.
Kentin güvenliği TSK tarafından yetiştirilen ÖSO verildi.
Sonuç: KOMŞULUK değerleri yok edildi.
Demokrasi yoksunu Suriye ile Türkiye karşı karşıya geldi ve Suriye Devleti tarih arşivine girerek yok oldu.
Pek çok ülke gibi Türkiye’nin de “terörist” ilan ettiği HTŞ Suriye yönetimini ele geçirdi.
Suriye halkları; sosyal, politik, ekonomik, psikolojik çöküntü içinde kaldı.
Şimdi de Türkiye; “Terörist” ilan ettiği HTŞ ile ele ele ve yağmacı ÖSO çeteleriyle ile de gururlanıyor.
O, bilindik yandaş betoncu müteahhitler ve hamileri de kıs kıs gülüp avuç ovuşturuyor..
Çünkü; Suriye bu sömürücü azınlık için iştah kabartan “ekmek teknesi” bir enkaza dönmüş durumda…
Suç işleme özgürlüğü olanlar yine Kürt düşmanlığına devam ediyor!
Fiziki olarak zarar görmeden, acı çekmeden güven içinde yaşamak her canlı gibi her insanın temel duygusu ve hakkıdır. İnsanlar kendilerine yaşanacak ortam sağlamak için doğanın güç ve zıtlıkları ile sürekli mücadele ederler.
Birbirleriyle de duygularını paylaşır, tartışır, yarışır, empati yapar ve “Daha güvenli bir yaşam” uğruna nice bedel öderler. Kısacası insanlar; güvenli ve mutlu bir yaşam için çokça mutsuzluk yaşarlar.
İlk devletlerin oluşumu da böyle başlamıştır. Çünkü devlet, halka hizmet için güçlerinin uyumlu birlikteliği ile oluşan bir organizasyondur. Devletin asıl amacı da: birlik olmanın sağladığı ‘sinerji” ile ayrım yapmadan tüm halkın yaşamsal sorunlarına çözümler bulmaktır. Bu yüzden de devlet: ‘ana-baba-ulu-kutsal-değerli’ sayılmıştır.
Ne yazık ki zamanla devletler, kucaklayıcı-koruyucu kamusal görevlerini unutmuştur.
Hemen her ülke, saldırılardan korunmak için kalıntıları günümüze ulaşan çokça kale, kule, sur, saray ve zindan yapmıştır.
Ancak, ‘egemen güç’ ülkesi içinde güçlenip büyümekle yetinmez!.. Komşu ülkeden de: toprak, ganimet, cariye, köle almak ister. Bunun için buyruk verir savaş olur.
Dünyadaki kapitalist-emperyalist-faşist düzenler sonucu, belki birçok ülke zengin olmuştur.
Fakat egemenlerin: “hepsi benim olsun” anlayışıyla; ülke halkına refah payı verilmemiş, sömürüye devam denmiştir. Ve bu yüzden de, her ülkede ezilenler hep çoğunluk, ezenler ise hep küçük bir azınlık olmuştur.
Devletlerin yeni görevi de:
Emeği sömüren, hakları gasp eden ve doymak bilmeyen egemen güçleri korumak…
Emek sömürüsü istemeyen, hak, hukuk, adalet isteyen: köylü, işçi, işsiz, memur ve yoksullara tuzak ve barikat koymak olmuştur..
Bu genelleme, sadece bir ülke için değildir. Günümüzde hemen hemen tüm devletler, ülkelerinindeki egemen güçlerin emrindir ve onlara hizmet ederler.
***
Biraz da yurdumuzda olup-biten güncel olgulara bakalım:
Çünkü bugünlerde; işsiz, güvencesiz, yoksul kalmış: köylü, işçi, memur, öğrenciler meydanlarda, yollarda…
Çünkü onların; ormanı, merası, madeni, suyu, fabrikası, okulu, hastanesi çıkar çevrelerine ikram edilmiş!
Çünkü onların; insan hakları ve özgürlükleri yok sayılmış!
Çünkü onlar; işsiz, güvencesiz, yoksul bırakılmış!
Çünkü bu insanlar ‘insanca’ yaşamak istiyor ve yaşadıkları haksız ve hukuksuzları herkes duysun, seslerine ses versin, manevi destek olsun ve olanları başka kimse yaşamasın istiyorlar. Bu amaçla toplanıyor, yürüyor, direniyor, haykırıyorlar.
Çünkü; dağa, toprağa, ağaca, aşa, işe, insan ve canlılara zarar veren zalimler çoğaldı.
İşte iki örnek:
Birinci örnek, Çanakkale’den:
Çanakkale’de doğa katliamı var! Cengiz Holding ve benzerleri rant firmaları dur-durak-doymak bilmiyor. Sıraya girmiş yerli-yabancı şirketler arasında, bilindik olanlar yine sıranın en başındalar… Yine maden ocağı, JES ve termik santrallar için; ormanı, tarım arazilerini ve yaşam alanlarını yok edecekler.
Yaşanacak doğa felaketler için o yörenin köylü, kentli tüm halkı endişe-korku içinde.
*
İkinci örnek, Ankara’dan:
Nallıhan ilçesi Çayırhan Termik Santrali kâr eden ve 500 işçisi bulunan bir kamu kuruluşudur. Ve işçiler aileleri ile birlikte kuruma ait lojmanlarda oturmaktadır.
Şimdi bu sorunsuz kurum için, ‘kamu yararı gözetmeden’ bir özelleştirme kararı alınmış!.. (Ve kim bilir bu kârlı kurumu da kim bilir hangi yandaşa peşkeş çekecekler!)
Çayırhan Termik Santrali işçileri işsiz, aile evsiz, aşsız, çocuklar okulsuz kalacaklar. Bu acılar yaşanmasın diye ailece direnişteler
**
Şimdi de demokrasi ayıplarından birkaçına bakalım:
“Demokrasi ayıbı” dedim ya, bu söz için üç ‘çünkü’ sayabilirim:
Çünkü; demokrasi halkın özgür iradesiyle var olan bir yönetim biçimidir. Eğer bir ülkede halkın iradesi yok sayılmışsa, bu büyük ayıp demokrasiyi bitirir.
Çünkü; Ahmet Türk, 2016, 2019 ve 2024 yerel seçimlerinde Mardin Belediye Eş Başkanlığını (her seferinde oy artırarak) kazandı. Ve fakat üç kez de görevden alındı!
Çünkü; 2024 Haziran-Kasım arasında: Hakkari, Esenyurt, Mardin, Batman, Halfeti, Dersim ve Ovacık Belediyelerine kayyumlar atandı. Böylece oy kullanan halka: oyunu saymıyor ve iradeni tanımıyorum denmiş oldu.
Peki, demokrasi için bunlardan daha büyük bir ayıp olabilir mi?
***
Birkaç ayda yaşananlardan sadece birkaçını saydım. Fakat her seferinde de bu demokratik hak ve istekler devlet güçlerince engelleniyor.
Ne acıdır ki, hak arayanları engelleyen: polis, jandarma ve askerlerin tümü yoksul halk çocuklarıdır. Onlar emir alan ‘neferler’ oldukları için aldıkları emirle hak arayan; anne-baba-kardeş-akraba-komşu yani yoksul halka karşı duruyorlar. Hem de telaş içinde ve öfkeli-kinli bakışlarla…
Henüz mağdurlar isteklerini, ‘yetkiliye’ anlatma fırsatı bulamamışken, ‘güç’ gösterisi başlar. Bariyer-engeller konur ve su-gaz sıkma, cop sallamalar başlar.
Bu telaş neden? Neden! Niçin!
Cevap sız kalan soru ve çığlıklar devam etse de hak arayanlar, haklı olanlar engellenir. (Hani; “Ağaç baltaya demiş ki: Beni kestiğine değil sapının benden olduğuna yanarım.” derler ya, ne yazıktır ki yaşanan tam da böyle bir durum.)
Bununla da yetinmezler bir de: “Halkı kin, nefret düşmanlığa tahrik ve aşağılama etmek…” suçlamasıyla bir yargılama başlatırlar…
İşte yaşananlar ayan-beyan duruyor.
Şimdi de en yetkili kimse ona üç soru sorup yazımızı noktalayalım:
Sizin önlerine bariyer koydurduklarınız: dağını, toprağını, ormanını, ağacını, aşını, işini, oyunu, haklarını, özgürlüğünü korumak istiyor, siz onlardan ne istiyorsunuz?
Acaba kim, kimi: kin, nefret ve düşmanlıkla tahrik edip aşağılıyor?