Daha önce birkaç yazımda da değindiğim gibi, eleştirel pedagojide bir dönemin sonuna gelindi. Ancak yeni dönemin nasıl başlayacağı ve nereye yöneleceği belirsiz. 1960’larda şekillenmeye başlayan eleştirel pedagoji, Ezilenlerin Pedagojisi kitabının İngilizceye çevrilmesiyle birlikte, egemen sınıfların kayıtsız kalamadığı küresel bir popülarite kazandı. Eleştirel pedagoji (EP) üniversite kürsülerinde kendisine yer buldu; özellikle Batı dünyasında bu alanda çalışan akademisyenler ve eğitimciler ortaya çıktı. Egemen sınıflar, EP’nin yükselişinin önüne geçemediler ama süreç boyunca karşı-ideolojik saldırılarını aralıksız sürdürdüler. Post-modernizm tartışmaları bu saldırıların tavan yaptığı aşamaydı…
Kovid-19 salgın dönemi ise bu sürece en son noktayı koydu; eğitim başta olmak üzere birçok alanda dijitalleşme, analog hayatların önüne geçti. Ulus-devletlerle küresel güçler arasındaki güç mücadelesinde küreselciler ilk defa bu ölçekte günlük yaşama merkezi olarak müdahale etme şansı buldular. İnsanlar diğer insanlarla akıllı telefonların (ve benzeri aletlerin) aracılığı olmadan ilişki kuramaz hale geldi…
Elinde bir cep telefonu olan, mafya babalarından tutun da aşçılara, doktorlardan diyetisyenlere kadar herkes YouTuber oldu; eleştirel eğitimciler hariç (Ayhan Ural hoca gibi bu alanda var olmaya çabalayanları dışarıda bırakarak söylüyorum). Neyi ve kimi ararsan var bu alemde. Büyük bölümü gereksiz ıvır zıvır şeylerle dolu olan YouTube (ve genel olarak sosyal medya), az sayıda da olsa kaliteli, suya sabuna dokunan içeriklere de sahip.
Peki ya bizler, eleştirel eğitimciler; eğitimin anti-demokratik, baskıcı yönlerini ortaya koymaya ve buna karşı teorik-pratik yaklaşımlar geliştirmeye çalışan öğretmenler, öğrenciler, akademisyenler, yazarlar ve eğitimciler?
Bizim söyleyecek bir sözümüz kalmadı mı?
Yazıp çizdiklerimizin geniş halk yığınlarının yaşam dünyasında bir yeri olmadığını mı düşünüyoruz?
Ortalığı yırtacak denli çığlıklar atsak bile, sesimizin boşlukta öylece kaybolacağını mı düşünüyoruz? Zaman zaman benzer düşünümler ve duygularla baş başa kalıyoruz.
Kendi adıma, halen söyleyecek sözümüzün var olduğunu ve elimizden geldiğince sosyal medyada var olmak için çaba harcamamız gerektiğini düşünenlerdenim. Elbette bizim çektiğimiz videolar, göbeğini sallayan adamın videoları gibi milyonlara ulaşamayacaktır. Ama bir kişinin bile hayatında olumlu bir değişime vesile olabilecekse, böylesi bir çabanın içine girmeye değer.
Eleştirel pedagojide tarihsel bir dönem kapandı. Yeni dönem, dijitalleşmenin eğitim dünyasına yönelik baskıcı ve özgürleştirici potansiyelleri üzerine yapılacak yazılı ve sözlü çalışmalarla şekillenecektir. Şu veya bu şekilde, eğitim dünyasına yön veren küresel egemen güçler STEM başlığı üzerinden kamu eğitiminin önceliklerini yeniden düzenleme çabası içinde.
Düne kadar bu işler dergiyle, kitapla ve makalelerle oluyordu ama bugün artık sosyal medya gerçeği var ve bizler, eleştirel pedagoji eğitimcileri, zamanın ruhuna ayak uydurmak zorundayız. Nokta atışı yapan, 10-15 dakika aralığında, özgürleştirici eğitimin teorik ve pratik olarak zamanın sözünü söyleyecek sıradan ama sahici videolardan bahsediyorum.
Bugün egosu yüksek ve çok konuşan ulusalcı ‘dostlar’ için yazıyorum.
Niçin mi ‘dostlar’ dedim?
-“Niçin bu deniz yıldızlarını denize atıyorsunuz?” metaforunda olduğu gibi. Belki birileri önyargılarını sorgular, demokrasiye inanır umuduyla ve insan sever olduğum için ‘dostlar’ dedim.
‘EGO’, kişinin dış dünya ile ilişkilerini sağlayan zihinsel ve psikolojik işlevlerin genel adıdır.
Normal bir ego kişiyi uyumlu, fazlası ise egoist yapar.
Egoist kişiler (egoizm); kendisine hayran oldukları için söze ‘ben’ diye başlarlar. Onlara göre, en bilen, en önemli ve en öncelikli kendileridir. Ayrıca bu gruptakiler kibirli, öfkeli kindar olurlar. Psikoloji bu tür aşırılıkları: ‘kişilik bozukluğu’ olarak tanımlar.
‘Ulusalcı’ anlayışlar; yüksek egolu ve çok çeşitlidir: Antiemperyalist, demokrat, sosyal demokrat, emekten yana, solcu, sosyalist… Bir de: milliyetçi, dindar, muhafazakarlar… (Aslında ulusalcı ile milliyetçi sözcükleri de eşanlamlıdır).
Ulusalcılar; ülke-dil-inanç-gelenek-görenek-kültür-tarih-sanat … gibi toplumsal değerlerini dünyanın en iyi, en, güzel, en üstünü sayarlar. Başka kimlikler ve değerleri; ya önemsiz, değersiz, gereksiz, tehlikeli kabul ederek, yok sayar, yasaklar, bazen de yok etmek isterler.
Bugünlerde de ulusalcılar çok öfkeli ve çok konuşuyorlar!
Bulmuşlar birkaç sicilli militaristi, onların paranoyası olan senaryolarla habire Kürtlere ve DEM partiye saldırıyor…
Özgür Özel ile Ekrem İmamoğlu’na bile engel olmak istiyorlar!
*
Ulusalcılar şimdi yazacaklarımı bilir ya, yine de hatırlatmak isterim.
ULUSALCI DOSTLARA;
Birinci dünya savaşı sonrası yıllarda emperyalizm azgınlaşmış dünyayı yakıp yıkan faşist bir iklim vardı. Emek-sermaye çatışmasının yerine ‘ulusalcı’ anlayış geçmiştir.
Almanya’da da A. Hitler’in 1933 yılında kurduğu “Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi” (Nazi Partisi) iktidar olmuştu.
Peki, Avrupa’nın en güçlü sanayisi, proletaryası ile sol partilerine sahip bir ülkede nasıl olmuş da Nazi Partisi iktidar olmuş?
Nasıl olmuş da herkesin Rusya’dan da önce Sosyalist Devrim beklediği Almanya faşizmin pençesine düşmüş?
Acaba bu iki soruyu hiç düşündünüz mü?
-Çünkü; ırkçı-ulusalcı duygulara hitap eden Hitler, emekçileri kandırmış ve Nazi Partisi saflarına geçmiş!
-Ve böylece emekçi proleterler, SA ile SS sürüleri içinde birer Yahudi düşmanı ‘ulusalcı’ olmuştu!
İşte belgesi:
Martin Niemöller;1933’de Adolf Hitler’in kurucusu olduğu “Nasyonal Sosyalist Almanya Partisi” üyesi, komünizm karşıtı, antisemitist (Yahudi düşmanı), Protestan bir papazdır.
“Nazi” uygulamalarını görüp-yaşadıkça üzülür ve karşı çıkar. Bu nedenle de 1937 yılında ‘Gestapo’ tutuklusu olur. Nazizm’in toplumsal suskunluk sağlayarak yaptıklarını da şöyle özetler:
“Önce sosyalistler için geldiler, sustum—çünkü sosyalist değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, sustum—çünkü sendikacı değildim. Daha sonra Yahudiler için geldiler, sustum—çünkü Yahudi değildim. Sonra benim için geldiler—benim için konuşabilecek hiç kimse kalmamıştı!..”
***
İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda:
İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’da A. Hitler, İspanya’da F. Franco, Portekiz’de Salazar… vb. dünyada pek çok faşist diktatör türemişti.
Onların başlattığı emperyalist-sömürgeci-ırkçı savaşlar: on milyonlarca insan ile canlı yok etmiş, halklar çok büyük acılar yaşamış, kaynaklar talan edilmiş, dünyayı kanlı-karanlık bir korku iklimi sarmıştı.
O yıllarda biraz da yurdumuzda olup bitenlere bakalım:
Birçok kimliği barındıran Osmanlı İmparatorluğu emperyalistlere karşı yedi bölgede savaşsa da yenilmiş ve toprakları işgal edilip paylaşılmıştır.
Bu paylaşımı ve işgali kabul etmeyen yoksul ve birçok kimlikli Türkiye halkı da anlaşıp uzlaşmış. Analar kağnılarla cephane taşımış, cephede büyük zorluklar yaşanmış, kayıplar verilmiş…. Sonunda “kurtuluş savaşı” kazanılmıştı. Tüm bunları duymuş, okumuş, bilirsiniz.
Sanırım bir de duyduğunuz, bildiğiniz fakat unutmak istedikleriniz var! Onlardan bazılarını ben şöyle sıraladım:
19 Mayıs 1919’dan sonra Kürtlere yapılan çağrıları ve mektupları…
Amasya’da hazırlanan fakat yıllarca gizli tutulanlar tutanakları…
Erzurum kongresi delegelerinin çoğunun Kürt olduğunu…
Kurtuluş savaşından birkaç yıl sonra, dünyaya yayılan “ırkçı iklimin” Türkiye’ye de ulaştığını…
Irkçı iklim nedeniyle, kurtuluş savaşı öncesinde halklara verilen ‘sözlerin’ unutulduğunu…
Çoğulculuğu esas alan, Kürtleri kurucu öznelerden biri sayan ve yerinden yönetimi esas alan demokratik 1921 anayasasının değiştirildiğini…
1924 Anayasasının da Türk ve Sünni İslam olmayan farklı kimlik ve inançların (Örneğin: Kürt kimliği ile Alevi inancının yok sayan) tekçi bir anlayışla hazırlandığını…
1930’lu yıllara doğru da Türkiye; sadece Türk-Sünni-İslam ve Türkçe konuşanların yurdu sayılmış. Uydurma “Güneş-Dil Teorisi” ile: dünya dillerindeki birçok kelimenin Türkçeden türediği, Türkçenin dünya dillerinin kökeni olduğunun (bile) iddia edildiği…
Farklı kimliklerin dil-kültür-inançlar yok ve yasaklı sayılınca da yurdun birçok yerinde kimlik çatışmaları ve isyanlar başladığını…
Söyleyebilirim.
Şimdi biraz da günümüz dünyasına bakalım isterim:
Aradan yüzyıl (bir asır) geçmiş. Savaşların yakıp yıktığı pek çok ülke tüm sosyal-ekonomik yaralarını sarmış, iyileşmiş, ilerlemiş ve gelişmiş. Örneğin; yerle bir olan Almanya yeni baştan yapılmış ve bugün dünyanın en uygar ülkeleri arasında en ön sırasında yer almış!
Peki Türkiye?
-Türkiye henüz demokrasi ile ‘Kürt’ sorununu bile çözememiş!
O, Kürt sorunu ki; 50-60 bin gencimizi yok etmiş, halkımıza büyük acılar yaşatmış, yakmış, yıkmış, kaynakları tüketmiş.
Yüzyıldan beridir bitti-bitecek deniyor, ne bitiyor, ne de çözüm buluyor…
Ve günün son dakika haberi: ‘Türkiye Yüzyılı’, “5. Dalga Belediyeler Operasyonu” büyük bir hızla devam ediyor!
*
Evet ulusalcı ‘dostlar’!
Ben size özel bir seçki yaparak, bazı anımsatmalar yapmak istedim.
Siz de lütfen bunların detaylarına, kaynak taraması yaparak ulaşınız.
Sonra da bu istenmez olguların oluşumunda, sizin veya anlayışınızın bir katkısı olup olmadığını düşünün ve vicdanınızla hesaplaşın istedim.
Belki o zaman gerçekleri daha iyi anlar ve o akıcı-etkili dilinizle hamaset yapmadan daha güzel konuşur-anlatırsınız.
Mayıs; Deniz-Yusuf-Hüseyin-İbrahim-Alpaslan-Sinan … gibi nice genç fidanımızı bizden alan, doğaya coşku salan bir ay.
Acılarla dolu listeye; 3-13 Mayıs 2025 günlerinde, birbirine çok benzeyen iki efsane kişi: Sırrı Süreyya Önder ile eski Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica “PEPE” de eklendi.
Bu canlarımızın ortak amacı: halkalarının, barış içinde; eşit-özgür-insanca yaşaması idi. Bunun için yiğitçe direndiler ve geleceğe ışık saçan yıldızlar olarak aramızdan ayrıldılar.
Mayıs ayında kaybettiklerimiz ile ‘insanlık’ sevdalısı tüm canları sevgi ve saygıyla anıyorum. Işıklar içinde uyusunlar!
Sırrı Bey, çok yönlü, pek çok becerisi olan, engin hoşgörülü, her olguyu sorgulayıp eleştiren, ‘statüko’ karşıtı, ‘insanlık’ dostu bir sosyalistti.
Doğayı, canlıları, farklılıkları sever ve korur. Doğaya, canlıya zarar veren, emeği sömürenlere karşı dururdu. Farklı kimlik, yaşam tarzı ile inançları saygın görürdü.
Felsefeyi, sosyolojiyi, tarihi, teolojiyi, edebiyatı, okuyan, bilen, güçlü belleği ve empati diliyle aktaran, düşündüren usta bir sanatçıydı.
Gökkuşağının tüm renklerini kucaklayan bir ortak payda gibiydi. Yaşam boyu; bilimi, eşitliği, özgürlüğü, barışı savundu ve ‘insani’ bir yolda yürüdü.
Ve şimdi Mezopotamya’nın zılgıtı, Dicle’nin çığlığı olarak tüm Anadolu’yu dolaşıp evrensele ulaştı. Orada da yoldaşları: Denizler, İbolar, Mahirlerle buluştu.
Onu, gür sesli doyumsuz bir kaynağa benzetir; ilgi-sevgi-saygıyla izler, dinler, okur, düşünür, zenginleşir ve dinlenirdim.
Pek çok ortak dostumuz olsa da birbirimizi bilmez tanımazdık. Fakat birkaç ‘tesadüfi’ olayla yollarımızı kesişince, yol ve yönümüzün benzer olduğunu anladım.
İlkinde O, 24 Aralık 1979’da Maraş Katliamını protesto ettiği için 16 yaşında tutuklanan liseli bir gençti…
Ben de İstanbul’da TÖB-DER üyesi 29 yaşında bir eğiticiydim. Meslek örgütüm TÖB-DER’in “Maraş Katliamını” ‘boykot’ kararına on binlerce meslektaşım ile birlikte katılmıştım. Ve iki ay boyunca ‘açığa’ alınmıştım.
Yıllar sonra kısa süren bir selamlaşma ve tokalaşmamız da İstanbul “78’liler Derneği” buluşmasında olmuştu.
İkimizi de ilgilendiren başka bir yaşanmışlık ise şöyle:
Bilirsiniz, Sırrı Bey tüm sohbet ortamlarında kendisini tanıtırken özetle: “Ben Kürtlerin yoğun olduğu bir kentte doğmuş bir Türküm. Fakat Kürt sorunu bitinceye kadar ben bir Kürdüm.” derdi.
Ben ise Kürt ana-babanın Kürtçe konuşan bir çocuktum. Türkçe ile ilkokulda tanışarak 15 yıl okumuş ‘eğitimci’ olmuş ve kırk yıl çalışmıştım. Bu süre içinde anadilimi unutmadım, fakat yasaklı olduğu için alfabesi ile gramerini pek öğrenemedim. Fakat Kürtçe konuşurken kekeme olurum.
Sonuç: Sırrı Bey sosyalleşip zenginleşen biri, ben ise bir asimilasyon yoksunu…
***
12 Mayıs 2025 günü Sırrı Beyin ömür boyu istediği ve olsun diye de çokça katkı ve bedel ödediği ‘demokratik toplumsal barışı’ için çok önemli bir adım atıldı. Ve ne yazık ki O, bu mutlu günü yaşamadan ölmüştü.
PKK: “PKK’nin tarihi misyonunu tamamladığını… PKK’nin örgütsel yapısının feshedilmesi ve silahlı mücadele yöntemini sonlandırması kararlarını alarak PKK adıyla yürütülen çalışmaları sonlandırdı.” diyen kararını Türkiye ve dünyaya duyurdu.
Ve 47 yıllık örgütünü kapattı!
Bu duyuru; dünyadan alkış, Türkiye halklarından büyük destek aldı.
Halkımız, yasama organı meclisin; hukuk-adaleti esas alarak hiçbir egoya yenik düşmeden, gereken demokratik yasları çıkarması ve uygulamasını da takip etmesini istemektedir.
PKK’nın ‘fesih’ ve silah bırakma kararlarını bazı Kürt-Türk sağ-sol grupları da beğenmediler, yanlış buldular ve eleştirdiler. Fakat (bence) çok cılız kaldılar.
Bir de aylarca: “Acaba Kürtlere ne ne verdiler/verecekler…? ” deyip ‘fos’ oldular. Şimdi yine ekranlardalar sayıları az ama sosyal medyanın güçlü kıldığı bu ‘provokatörler’!
Herkesin bildiği bu maşaların amacı: “Son Kürt ölünceye kadar savaş!”…. Yıllardır ellerine bir çubuk verilerek ekranlara çıkarlar.
Barış yerine; acı ve ölüm çoğaltan, kaynak kurutan savaşları istiyorlar
Çünkü, terörle beslenirler bu kara sicilli ırkçı-militaristler. Ve şimdi de ‘Barış’ olacak, hesap verecekler diye büyük bir korku içindeler.
PKK kendisini sonlandırırken yaptığı yorum ve özeleştiriyi, “Lozan” ve birkaç sözcüğe sığdırmışlar, bunlarla yatıp kalkıyorlar. Okusalar belki anlarlar çünkü PKK kuruluş gerekçesini-tarihçesini anlatmaktadır bu sözcüklerle.
Bunlar; yurdumuzda olup biten karanlık olayların bir kısmını görmüş, duymuş, çoğunun da ‘faili’ olmuşlardır.
Ve 16 yaşsındaki çocuğu tutuklayan ikimi ve aşağıdakileri iyi bilirler:
Türkler, Kürtler gibi birçok halkın ‘Türkiyeli’ olarak barış içinde yüzlerce yıl birlikte yaşadığını…
Emperyalist güçlerce işgal edilen vatanımızın, tüm halkların birlikteliğiyle kurtulduğunu…
Kürt nüfusun yoğun yaşadığı coğrafyalarda sürekli olarak sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulandığını… Ve yaratılan korku ikliminde gizli-karanlık güçlerle asimilasyona başlandığını…
Yüzyıldır Kürtlerin anadil ile kültür gibi temel insan haklarının yok-yasaklı sayıldığını…
Çocuk ve köy, kent, dağ, ova… isimlerinin yasaklanıp değiştirildiğini…
Binlerce köyün boşaltılıp-yıkılıp-yakıldığı ve binlerce faili meçhul cinayet işlendiğini…
İnsanlara dışkı yedirme dahil pek çok onur kırıcı söylem, eylem ve işkenceli ölümler yaşatıldığını…
Cezaevlerinin, özellikle de Diyarbakır cezaevinin faşist-zalim anlayışın nefret suçu işlemek için bir uygulama merkezi olduğunu…
Terör ve nefret dili eylemleri sonunda, insanların büyük korku ve acılar yaşadıklarını… Pek çok kişinin öldüğünü, sağ ve çaresiz kalanların ise göçe zorlandığını…
İşte böylesi bir iklimde kurulan PKK’nın direnmek için ‘dağa’ çıktığını…
Ve komşuluğu-kardeşliği-huzuru bitiren nice canımızı, kaynağımızı yok eden kanlı çatışmaların başladığını…
Çok iyi biliyorlar!
Evet, biliyorlar!
Fakat, ırkçılık yüzünden kör-sağır-dilsiz olmuşlar!
İşkenceci birer inkarcı oldukları için de suçlarını örten algılarlar üreterek yalan söylüyorlar.
Eğer sevgili Sırrı Süreyya Önder sağ olsaydı: barış için atılmış adımlar için çok çok sevinirdi.
Bir önceki yazımın sonunda: “Proje Okullarının Sevgili Öğrencileri; bundan sonraki yazımı sizin için yazacağım.” sözü vermiştim. Sözüm, ‘söz’ işte başlıyorum yazmaya.
Gençler de haklı olarak: “Neden ve hangi kimlikle yazacaksınız?” diye sorabilirler.
Cevaplıyorum: “Siz okulunuzda olanları, görmeyen, duymayan, bilmeyen anlamayanlara duyurmak için 14 Nisan günü saygın bir eyleme başlattınız. Ben de görevi gereği; okulöncesinden başlayıp üniversite hariç tüm resmi ve özel örgün-yaygın eğitim kurumlarında uzun-kısa süreli olarak toplam 40,5 yıl çalışıp emekli olmuş eğitimci bir dedeyim. Size bu sözü: sizi gören, duyan ve anlayan biri olduğum düşüncesiyle verdim.”
Sevgili Gençler; öğrencim olsaydınız konuyu siz tartışırken ben dinlerdim. Sonra bazı görüşleri destekler, bazılarını gerekçeli olarak eleştirir ve düşüncelerimi eleştirilerinize sunardım.
Şimdi böyle bir şansım yok, sadece yazıyorum.
Lütfen siz de yazımı eleştirel bakışla okuyun ve katkıda bulununuz.
***
Sağlıklı düşünebilen her birey; kendisi ve çevresi için bugün ile gelecekte; güven içinde sağlıklı-başarılı-mutlu bir yaşamak ister. Ve bu amacı için de çalışır durur.
Kamuya hizmet için kurulan devletler görevlerini, iş birliği içinde çalışan güvenlik-eğitim-sağlık… gibi sistemlerle yaparlar.
Eğitim, bu sistemlerin en ön sırasında yer alır.
Fakat ne yazık ki, bizim eğitim sistemimiz; yıllardır kamu yerine iktidarın, bir parti veya grubun çıkarları için çalışıyor! Sıkça ve sil-baştan değişiyor.
Siz, başarılı olduğunuz için seçilip ‘Proje Okullu’ olmuş, geleceğimizin umudu-öznesi olmuştunuz. Şimdi ise eğitimdeki gerici çark hem size hem de öğretmenlerinize zarar verdiğini anladınız.
Sınıfın-okulun dışına çıkarak; bir projenin kurbanları olduğunuzu herkese ilan edip, protesto ettiniz.
Gasp edilen haklarınız ve çığlıklarınızı; yetkili, ana-baba, herkes duysun istediniz.
Sesinizle bazı yetkililer afalladı, kekeledi ve kem-küm etti…
Fakat o sesin güçlü yankısıyla oluşan toplumsal sinerji, velilere ulaşınca bir ilk yaşandı: ‘Kuşak çatışması’ kucaklaşmaya dönüştü!
Ve o sesti bana da: “sizin için yazacağım” sözünü verdiren!
Şimdi de içsesim hiç durmuyor: “Yazacaksın da, neyi, nasıl…?” diyor. Sanki beni; heyecanlandırmak, ikilemde bırakmak, germek, özgüvensiz bırakmak istiyor!
İçsesimi dinlemeden sandalye iliştim ve klavyenin başına geçtim.
Bir eğitim emekçisi olarak, sizinle eğitimi konuşmak istiyorum.
O halde söze ‘dil’ ile başlamam gerekir.
Çünkü dil:
Yaşamı yöneten bir direksiyondur.
Toplumsal yaşamın başladığı dünden-bugüne; ana kucağı, ev, okul, sokak, işyeri… yani yaşam olduğu her yerde etkilidir.
Düşündürerek, yazdırarak ve konuşturarak insana ve insanlığa yol aldırır.
Sevindirir, üzer, başarıyı da başarısızlığı da yaşatır.
Ve ne yazıktır ki yıllardır, bizdeki eğitim dili ile müfredatı, ortaçağ anlayışlı bir iktidarın elinde…
Bunlar: dindar-kindar bir nesil yetiştirmek! Böylece ortaçağın o arkaik toplumsal yaşamını etkin kılmak istiyorlar!
Ortaçağ anlayışının dili; çokbilmişlerin önyargı ve ezberleriyle oluşmuş: üstenci-kaderci-mezhepçi ve gericidir.
Basitçe örneklersek:
Evren ve dünyadaki kimyasal-biyolojik evrim ile diyalektiği kabul etmiyorlar!
Biyolojinin temel taşı: Evrim Teorisi’ni ret edip müfredata almıyorlar!
Sonra da ‘Proje Okulları’nı: “Ulusal veya uluslararası proje yürüten..” olarak tanımlıyorlar! Oysa gerici özlemleri için geleceği betonlaştıran, çoraklaştıran bir proje için çağdaşlığa kapı aralamış olan okullarımızın 2.153’ü Proje Okulu yapılmıştır…
İşte bu anlayış tek kişi yönetimiyle, yasama ve yargı bağımsızlığını bitirdi. Ve tüm kurumlarda baskıcı-gerici bir süreci başlattı.
Bu sürecin lider ve elemanları: “Benim dediğimi yap, yaptığımı yapma!” diyen çıkarcı-rantçı-fırsatçılardır. Söze: ‘sen’ diye başlayıp sürekli olarak: buyruk-nasihat verirler.
Amaçları: özgür, özgün ol(a)mayan, ezberci, bağımlı, özgüvensiz ve bu dünyadan çok öte dünyayı düşünen ‘tek yumurta ikizleri” çoğaltmak!
Bu anlayışla; anaokulunda başlayan, üniversitede de süren karanlık bir eğitim başlattılar. Böylece örgün-yaygın tüm eğitim kurumlarında çocuk-gençleri ile ana-baba herkesi mağdur eden, geleceğe de zarar verecek dindar-kindar nesli çoğalttılar.
Farklılığı, özgürlüğü, öznel düşünmeyi, çeşitliliği… ‘insan’ olmayı baskıyla engellemek istiyorlar! Bazı insani güzellikleri bitirmeyi başaramasalar da (ki, kanıtı sizsiniz), fakat pek çok acı yaşattılar, yaşatıyorlar.
***
Ahlaki, hukuki ve insani olmayan bu gidişin bitmesi gerekir. Bunun için:
Gençlerin özgürlük-özgünlüklerini yok sayan günümüzü ve geleceğimizi karartacak olan buyurgan dil susmalı, anlayışı bitmeli…
Eğitimdeki ‘kürsü’ egemenliği son bulmalı…
Eğitimde, öğrenciler/gençler odak ve taşıyıcı özne olmalı…
Eğitimdeki ezberci buyurgan dil yerine; öznellik, üretkenlik, özgüven kazandıran ve farkındalık yaratan empati dili gelmeli…
İlgi ve yetileri geliştirecek ortamlar hazırlanmalı…
O zaman: olgulara kuşkulu ve önyargısız bakan, öznel düşünen, neden-sonuç ilişkisi kuran, diyalektik bakışla sorgulayan, eleştirel karar veren, yaparak-yaşayarak, yakından-uzağa ilkeleriyle yol alan, sentezci-analizci, eşit, çoğulcu, demokratik, çağdaş bir toplumu oluşur.
İşte o zaman gelecek daha güvenli ve yaşanır olur.
***
Sevgili Gençler; Size bu satırları yazarken, yan gözle de dağınık-karışık masamın üstüne bakıyordum.
Jean-Paul Sartre (1905-1980) yüzyılımızın; önemli filozofu, edebiyatçısı, oyun yazarı, ‘Varoluşçu’ felsefenin de öncüsüdür. Varoluşçuluk, bireyin özgürlüğünü esas alır ve: “Var olan insan tutum, davranış ve eylemleriyle kendini yeniden yaratır ve biçimlendirir. / İnsan, kendi varlığını yaratan tek varlıktır. / Bu nedenle de insan, özgür olmak zorundadır…” vb. görüşleri savunur.
İnsanlar, bireysel-toplumsal-ekonomik sorunlarını gidermek için sürekli bir arayış içinde olurlar. Doğa yasası gereği, her şey zıttı ile değişir-dönüşür var olur. Yaşamdaki zıtlıklar hiç bitmez, onlar birbirini ürete-tükete geleceğe taşırlar.
Kuşkusuz ki, ülkemizde de değiştiren-dönüştüren doğal gelişim vardır. Fakat bizdeki 23 yıllık iktidar, çok kurnaz ve oyalamaca gündem üretmede çok mahirdir.
Bu becerileriyle değişim-dönüşümü sağlayacak insanları atıl bırakmakta… Yurdumuzda milyonlarca ‘muhalif’ insanın; birlik olamayıp dağınık-parçalı-özgüvensiz kalması da AKP’nin yıllarca rakipsiz iktidar olması da bundandır.
Fakat gün oldu devran döndü, kurnaz ve usta oyuncu iktidar; 19 Mart 2025 günü (ki benim sanal doğum günümdür) ‘heybeden bir turp” çıkıverdi!..
Sosyal-ekonomik yaşamda ‘8 şiddetinde’ ve henüz artçıları bitmemiş olan depreme: “İmamoğlu Depremi” dendi.
Bu deprem:
23 yıllık iktidarın duvarlarını çatlattı, çöküşünü başlattı…
“Gezi” süreci benzeri ama çok fazlası olan: “Saraçhane” direnişini başlattı.
Saraçhane deyince anımsadım, sizinle de paylaşmak isterim: Sn. Özgür Özel başkanlığındaki CHP, 2024 yılı yerel seçimi başarıyla kazanmış ve iktidarı ikinciliğe düşürüp sarsmıştı. Özel; ‘normalleşme’ olsun diye iktidara el uzatmış, partisi içinden bile eleştiriler almıştı (ki, bence bu girişim, barışçı ve çok değerliydi). Fakat Sn. Erdoğan bu girişimi önemsememiş kavgaya devam demişti.
Özel; o günlerde Saraçhane’de düzenlenen iki mitinge de katılmıştı.
1 Mayıs Emekçiler Bayramı için Saraçhane’ye gelip işçi sendikalarının en önünde yer almış, güzel bir konuşma yapmış, sonra da ortadan kaybolmuştu… 18 Mayıs 2024’de “Büyük Eğitim Mitingi” Saraçhane’de idi. Katıldığım bu mitingde de coşkusuzdu, katılım da çok azdı…
Fakat, 11 ay sonra Saraçhane ve sonrasında da tüm yurda yayılan milyonların katıldığı mitingleri çok çok farklıydı… En önde de Sn. Özgür Özel vardı.
Tabii ki, bir günde ortaya çıkmadı bu milyonlar. Aslında hep çoktular ve vardılar. Sadece; kimileri: ‘kaderimiz böyleymiş…’ / kimileri: ‘sıra bize gelmedi…’ diye sessiz-çaresiz, / kimileri de sessizce partilerden birisinin küçük çadırlarına sıkışmıştı.
Bugünlerde; hane, sokak, tarla, işyeri, okul ve meydanlarda milyonlar ayakta!
15-85 yaşlarında: genç, yaşlı, ana-baba-nine-dede, çiftçi-işçi-köylü-öğreten-öğrenci hepsi el ele kol kola bir arada…
Her gün çoğalıp gürleşerek, yürüyor, solo en çok da koro olarak: ‘hak-hukuk-adalet’…
Özgür, aydınlık, güvenli bir gelecek için insani hak ile özgürlüklerini istiyorlar.
Milyonların barışçı-özgürlükçü-insani isteklerini görmeli ve anlamalıyız.
Bergama ve Yozgat’ta çiftçiler, traktörleriyle “hak hukuk” diye eylem yaptılar.
Güvenli gelecek ancak; farklı kültürde, yaşta, cinsiyete olanların eşit-saygın özne kabul edildiği ortak yaşamlarda olur.
Böylesi birlikteliklerde sorunlar; empati yaparak, demokratik çözümler bularak giderilir. Herkes herkesi görür, dinler, anlar ve kendisini özgür sayar.
Demokrasi, tüm toplumsal katmanlara kök salar. Sağlıklı bir toplumsal birliktelik olur.
O zaman da günümüz yönetimlerindeki: savaşçı-tutucu-baskıcı-eril-yaşlı egemen güçlerin anlayışları ve dönemleri biter. Yerlerine: barışı, demokrasiyi, çağdaşlığı benimsemiş insancıl anlayışlar gelir.
Toplumsal birlikteliği ve sürekliliği sağlayacak taşıyıcı öznelerin de gençler olduğu kabul edilir.
Görüldüğü gibi, kuşaklar birlik olunca daha güçlü olur, fark edilir ve toplumsallaşırlar.
Böylece:
Çaresizlik, çekingenlik, güvensizlik biter.
Coşup taşarak meydanlara sığmazlar.
Milyonlar için baharı başlatırlar.
***
Özgürlük arayışı ve coşkusundan sonra bir de hemen hepimizi üzen birkaç olayı da anımsatmak isterim:
Yurdumuzda erken başlayan baharı, zamansız bir don kavurup geçti. Çiftçimizi, köylümüzü ve hepimizi çok üzdü…
Demokrasi düşmanları demokrasi isteyenleri tutuk evlerine, hapishanelere gönderiyor. Kısa bir sürede nice genç ve yoldaşımız tutuklandı. Onlara tüm özgürlük tutuklularına sevgiler, saygılar…
Türkiye’deki tutuklu sayısı 400 bini aşmıştır. Bunun için de yıllardır Avrupa birinciliğini başka ülkelere kaptırmıyoruz!
Ve çok üzgünüm çoook! Çünkü: Felsefenin, teolojinin, sosyolojinin, iletişimin, ironinin, empatinin ustası… Barışın, demokrasinin, dostluğun, insanlığın savunucusu… Direncin, zor günlerin adamı… Sevgili SIRRI SÜREYYA ÖNDER’in; o herkese yer açtığı büyük kalbi yorgun düşmüş ve şimdi yaşam savaşı veriyor… Diren yoldaşım!.. Berxwede bray delal… Diren Qardaşım!.. DİREN!.. Bak şimdi ‘GEZİ’ zamanı… Haydi gel bize katıl ki; silahlar sussun-kimse ölmesin-barış olsun!..
NOT: Proje Okullarının Sevgili Öğrencileri; bundan sonraki yazımı sizin için yazacağım. Sevgiyle kalın, dolu dolu yaşayınız.
As a public educator with 30 years of experience across multiple states, primarily in underfunded school districts, I have deep concerns about your recent statement regarding the elimination of the Department of Education. Your argument—that the U.S. spends the most per student but ranks low in success, while Norway and other Scandinavian countries excel—was both misleading and oversimplified.
While it is true that the U.S. has a high average expenditure per student, this statistic masks a deep inequity. Due to the link between local taxation and school funding, affluent districts receive the lion’s share of resources, while poor districts struggle with inadequate funding. When comparing student performance in well-funded U.S. districts to that of Norway, the outcomes are comparable. The real crisis lies in the systemic neglect of poor school districts, where collapsing infrastructure, underpaid teachers, and bureaucratic inefficiencies perpetuate educational disparity.
The U.S. education system, shaped by policymakers from privileged backgrounds, disproportionately benefits the wealthy while leaving the disadvantaged behind. Much of the funding allocated to struggling districts is funneled into private educational corporations—such as textbook and standardized testing companies—rather than directly benefiting students and teachers. Additionally, administrative overhead consumes a significant portion of the budget, often rewarding bureaucrats who have little understanding of or investment in the realities of the classroom.
Before invoking Norway as a model, it is crucial to understand its approach. As a social democracy, Norway views education as a societal investment. Public schools are equitably funded, ensuring that all students receive a high-quality education regardless of socioeconomic background. Teachers are respected professionals, required to hold a master’s degree with a research component. They enjoy academic freedom and autonomy, which fosters a genuine profession rather than a survival-based occupation.
Conversely, the U.S. prioritizes economic efficiency over educational integrity. Success is measured through standardized testing, reducing learning to quantifiable metrics rather than fostering critical thinking and citizenship. High school diplomas in low-income districts often carry little value, as graduation requirements prioritize attendance over academic competence. Teacher preparation programs in the U.S. are often weak, allowing underqualified individuals to enter schools as teacher and admin in struggling districts, exacerbating the problem.
You and your family have not attended public schools, nor will you in the future. Citing Norway’s system without acknowledging its foundational social policies is disingenuous. The reality is that public education in the U.S. is divided into two worlds: in affluent areas, schools are well-resourced, safe, and stable; in poor districts, high turnover among teachers and administrators, discipline issues, and systemic neglect create an environment where education is devalued. Parents, who must work in a couple of different jobs just to get by, do not have time and energy to get involved in their children’s education. Many students in these districts understand, even implicitly, that the system has little to offer them.
Norway’s success stems from valuing education as a collective investment rather than a business venture. Schools function as communities, not profit-driven enterprises. Teachers are empowered, students are supported, and socioeconomic disparities are minimized. The U.S., particularly in impoverished districts, treats education like a commodity, with success dictated by corporate-driven metrics and economic return.
Instead of dismantling the Department of Education, I urge you to reconsider its role. Address the inequities in funding, invest in teacher development, and foster a sense of educational community. Education should not be a privilege for the wealthy but a right for all.
19 Mart 2025’de Ekrem İmamoğlu, “siyasal ve yargısal” bir operasyonla gözaltına alındı ve tutuklandı. Bu hukuksuz eylem ülkemiz için büyük bir deprem oldu ve faturası gün geçtikçe büyüyor.
Yurdun her yerinde günlerdir milyonlarca insanımız ayakta, bu hukuksuz operasyonu protesto ediyor.
Ekonomi en dibe inmesin diye:
*Bayram tatili 9 güne çıkarılmış yine de:
*Merkez Bankası 18-24 Mart günlerinin ateşini düşürmek için şimdilik 29 milyar dolar satmış…
*İstanbul Borsasında küçük yatırımcılara büyük kayıplar yaşamıştı. Fakat depremin artçıları bitmedi, devam ediyor.
Sorumluluğunu bilen bir mağdur birey olarak ben de boş durmadım:
23 Mart günü kurulan ‘Dayanışma Sandığına oyumu atmış…
29 Mart günkü “Maltepe Mitingi” için karara varmış…
Ve dostlarla Bostancı sahilinde buluşmuştum.
Maltepe Toplanma Alanına coşku içinde yürüdük. (Geri dönüşümüz de coşkuyla aynı yoldan…)
Hiç yorulmadık, aksine yürüdükçe dinlendik, düşündükçe dirildik.
Çünkü buraları, her gelişimizde bir başka güzel oluyor…
Çünkü, bu muhteşem kıyı şeridi, kesintisizce Tuzlaya uzanıyor…
Çünkü, gidiş dönüş yolunun arasına dikilen manolyalar büyüyor, çimenler güçlenerek daha derinlere kök salıyor…
Çünkü, tam karşımızda Marmara’nın incileri: Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada sıralanıyor…
Çünkü; “Ya hep beraber, ya hiçbirimiz ” anlayışıyla milyonlarca genç-yaşlı-kadın-erkek yoldaşa bu koca meydan dar geliyor…
Çünkü milyonların; “Hak, hukuk, adalet” çığlıkları meydanı aşıyor…
Çünkü; çoğumuzun ‘A politik’ saydığı ‘Z Kuşağı Gençliği’; Şehzadebaşı, Maltepe’de başlayıp yurdumuza yayılan protesto gösterileri ve 2 Nisan Boykotunun en önemli özneleri olmuşlardı. (Demek ki biz yanılmışız, bir özür borcumuz var: Z Kuşağı Gençlerine…)
Meydanlarımız, hiç benzemiyor 68’li-78’li yılların meydanlarına…
Şimdi meydanlarda sadece akran gençler bulunmaz, dört kuşak bir arada!
Belki akademiler susmuş-susturulmuş, fakat bu kez halden anlayan yoldaşlar çoğalmış.
Bakın, görün işte: nine-dede-anne-baba-kardeş-torun el ele, omuz omuza…
Coşkulu milyonlar meydanlara çıkmış: “Hak hukuk adalet” istiyor.
Uzak değil haklarını bugün-yarın alacaklar…
Fakat onların sesleri dalga dalga çoğalıp yankılanarak taa uzaklara varacak.
O uzaklarda korkulu rüya gören birileri de panikleyip, hiç istemedikleri kararları verecek…
Onların gizli tanıkları, besleme medyaları, kayyumları… yargılama ve denetim dışı tuttukları kaba militarist zalim güçleri var. Bu güçlerin gücü ve yalanlarıyla, düzenlerine karşı olanlar için bir korku iklimi yarattılar.
Halkın kaynakları ve iradelerine vahşice-sadistçe saldırdılar.
Kadın-genç-yaşlı-hasta farkı gözetmeden saldırıp kitlesel tutuklamalar yaptılar, yapıyorlar.
Ahmet Arif, bu korkakları şöyle tanıtır:
“Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları,…”
Halkımız da zulme-talana karşı direniyor ve diyor ki:
“Biz korkmayız ondan bundan…”
Onlar ise; korkuyor, yönetemiyor ve çırpınıyorlar!
Elbette halkın demokratik gücü tez zamanda, onları geri gelmemek üzere gönderecek… Ve sırça köşklü saltanatları bitecek!
***
Şimdi de bu korku salan, uyku bölen: “Hak hukuk adalet” sözcüklerin anlamları neymiş birlikte bakalım:
‘Hak’; Arapça kökenli bir sözcüktür. Dilimizde: kazanç-kazanım-çıkar gibi karşılıkları vardır. Kısaca: bireye özel kazanımlar da diyebiliriz. Bu sözcük tüm sözlü-yazılı anlatımlarda kısaca yaşamın olduğu her yerde çok sık kullanılır.
‘Hukuk’; Arapça kökenli ve ‘hak’ sözcüğünün çoğul halidir ve toplumsal düzenin kuralları ile kişisel hakları belirler ve korur.
“Adalet” de Arapça kökenli bir sözcüktür. Anlamı; eşit olmak, eşit kılmak, denklik, denge, doğru davranmak, hakkı teslim edecek hüküm vermek, herkese ve her şeye hak ettiği şekilde davranmak demektir. Demek ki adaletsiz bir yaşam ol(a)maz! Ve adaleti ancak kuvvetler ayrılığı ilkesini uygulayan bir hukuk devleti sağlar.
Hak-Hukuk-Adalet sözcüklerinin üçü de Arapça ve aynı kökten türedikleri için de benzeşir ve birbirlerini tamamlarlar. Ve herkes için hava-su kadar gereklidirler.
Halk işte bu yüzden; iş, çarşı, pazar, okul yani yaşamın olduğu her yerde hak-hukuk-adalet istiyor.
{Biliyorum bazı dostlar kızarak: “Demek ki, milyonlar isteklerini Arapça dillendirilmiş! diyecekler. Haklılar tam da öyle oldu, ama olsun! Çünkü; diller insanlığı yücelten evrensel değerleridir. Diller arasında geçirgenlik olabilir.}
Eğer milyonlarca insan her ortamda: hak-hukuk-adalet istiyorsa…
Düşünebilen hemen herkes bu konuda genelleme yaparak ve:
“Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?”
Demiş! …
* BOYKOT
Ben bir boykotçuyum:
15-18 Aralık 1969’da TÖS önderliğinde ‘Büyük Öğretmen Boykotu’na katıldım, yargılanıp beraat ettim.
1973’de öğretmenlikten istifa edip yeniden öğrenci oldum. 1975 yılında uzun süren bir boykota katıldık. Bu süreçte darp edildim, haksız yere tutuklanıp ve kısa süre cezaevinde kaldım. Sonra okuldan atıldım ve Danıştay kararıyla geri döndüm…
24 Aralık 1979’da TÖB-DER önderliğinde Maraş Katliamı’nın birinci yıldönümünde bir günlük boykota katıldım, açığa alındım, soruşturma sonucunda göreve döndüm.
2 Nisan 2025’de de gençlerin organize ettiği bir günlük “Satın Almama Boykotu”na da katıldım.
Bu boykot ve eylemlere hak aramak için bilerek-isteyerek katıldım, hiç de pişmanlık duymadım. Fakat bunları anne-babam-akrabalarım duyup üzülmesin diye çok çırpındım…
Şimdi ise haksızlık yapan zalime karşı: nine-dede-anne-baba-çocuk-torun… Bir arada dört kuşak, el ele, omuz omuza…
Bu ne güzel bir görüntü ve birliktelik! Aydınlık bir gelecek için bu dirençli örüntünün sürmesi gerekir…
Haksız, hukuksuz ve zalimce yapılan çıkar savaşları herkesi yaralıyor. Birileri de çıkmış: ‘Halkımız niçin bu kadar kaderci, çaresiz, suskun!” diye yakınıyor. Oysa bu durumu hiç yadırgamamak gerekir.
Çünkü, 23 yıllık iktidarın yönetiminde: 1. Hakları, özgürlükleri korumak ve adaleti sağlamakla görevli: Yasama-Yürütme-Yargı güçleri denetimsiz olarak tek elde toplanmış 2. Karara imza atacak olan bürokratları ‘gelecek’ korkusu sarmış… 3. Çare bulsunlar diye seçilmiş vekiller ile meclisleri işsiz, işlevsiz kalmış… 4. Güvenliği sağlamakla görevli asker-polisler; hakkını arayan ana-baba-kardeşleri bariyerle engellerken, gaz ve su sıkıp, cop kullanır olmuş… 5. Emek karşılığını bulmamış, yoksulluk ve hukuksuzluk zirve yapmış… Bu sıralamayı daha da uzatacaktım fakat hemen herkesin bildiği diyaloğu anımsayınca durdurdum.
*
Derler ki: {Napolyon yenilmez bir komutan iken yenilir ve sorumlu komutana: “Niçin yenildik? diye sorar. Komutan: “Efendim beş (5) nedeni var.” der ve hemen saymaya başlar: “1. Barut bitti… 2. ..” Napolyon: “Ötekileri sıralamaya gerek yok!” deyip komutanı susturur.}
*
{ Eğer Napolyon engeli olmasaydı size daha:
Yargıçların gelecek korkusu içinde; hukuka, vicdana uygun karar yerine, otosansür ve fısıltıların belirlediği kararlar verdiklerini… Tüm gazeteci, yazar, sanatkar, akademisyen, işçi, memur, öğretmen, öğrencilerin korku içinde olduklarını… Dünyanın en büyük şehirlerinden İstanbul’un milyon oylarla Belediye Başkanı seçilmiş Ekrem İmamoğlu’nun ‘gizli tanık’ ifadeleriyle gözaltında tutulduğunu… Halkın seçtiği birçok il ve ilçenin belediye başkanları görevden alınıp, yerine kayyumlar atanmasıyla halk iradesinin yok sayıldığı… Böylesi hukuksuz keyfi kararlar ve “İmamoğlu Depremi” yüzünden; çöküş noktasına varmak üzere olan ekonomiye ve küçük yatırımcılara çok büyük zarar verdiğini… Ayrıca bu 23 yıllık iktidar; nice can ve mal kaybı yaşatan yüzyıllık Kürt sorununa henüz demokratik bir çözüm bulamamışken… Şimdi de bir vasi edasıyla; Suriye Kürtlerini de yok sayacak bir ‘çözümsüzlük’ istemekte bu amaçla ülke kaynaklarını heba etmekte… Yurdumuz çoraklaştığı için; bilim, kültür, sanat, eğitim, ekonomi gelişmiyor, sığ düşünce, polemik, hakaret, tehdit, küfür dili ise zenginleşiyor… Zaten pranga dolu bu iklimde; hangi duygu, düşünce, fırça, kalem, mızrap özgürce, konuşur, tartışır yazar, çizer ki!.. Tabii ki, özgür ve özgün düşünme olmazsa : başarı-verim de olmaz! da diyecektim.}
Aslında, Napolyon yöntemi uyarınca; sadece yukarıdaki (5) maddeden sadece (1.) yeterliydi. Fakat, ‘söz uçar yazı kalır!…
***
Yazdıklarımı okuyunca sizler de haklı olarak: Peki; 23 yıllık iktidar, bunları bir bir yaparken acaba muhalefet ne yapıyordu? diyebilirsiniz.
Anlatayım:
Muhalefet 2002 yılında yaşadığı büyük seçim şoku nedeniyle uzun süre derlenip, toplanıp uyanmadı.
Çünkü, 2002 genel seçiminde AKP yüzde 34,3 gibi düşük oranda oy alsa da:363 milletvekili kazanmış ve tek başına güçlü bir iktidar olmuştu.
Fakat bu sürpriz iktidarın bir de gizli ortağı vardı. İktidar bu yere göğe sığdıramadığı ‘karanlık’ ortağı: “Hizmet Hareketi” diye tanıtıp kendileri için ‘kılavuz’ saydı. 14 yıl kol kola girerek; makam, çıkar paylaşa paylaşa birlikte çokça yol aldılar. Yurdumuz ve dünyaya yayılan bir eğitim ağı kurdular.
Bu mutlu yoldaşlık; dershane krizi, tapeler, Rıza Sarraf hediyeleri, alo babacığım paracıkları, delil-belge sayılmayan saat-çanta-kutu-çekimler… ortaya ‘foş’ olunca, karşılıklı kılıçlar çekildi ve ortaklık darbe girişimi ile son buldu.
Ve en yetkili kişi ekranlara çıkıp: “Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.” dedi. Allah’ın affetmesini beklemeyen, mahcup munis muhalefet ‘Yenikapı’da Kürtler olmaksızın bu ‘mağdur’ iktidarla sarmaş dolaş oldu…
{Erdoğan’ın geçmişte “Fetö suç örgütü” ile kurduğu bu ilişkiden dolayı bir hesabı olduğu itirafı idi ve hiç sorgulanmadı. CHP ciddi olarak bu itirafın sorgulanmasının takipçisi olmadı. Bugün de onlar ‘gizli tanık’ ifadeleriyle yargılanıyorlar.}
CHP demokratik muhalif olacağına, yıllarca olup biten hukuksuzluklar için çokça; “belki, ama, fakat, lakin…” üretti. Sınır ötesi operasyonlar yapılsın dedi. Dokunulmazlık kaldırma isteğini Anayasaya aykırı buldu, fakat ‘evet’ kalksın dedi. Kayyum atamalarına sıra kendilerine gelinceye kadar göz yumdu. Altılı masa başarısızlığı nedeniyle de genel seçimi kaybetti…
Fakat CHP 2023 yerel seçimlerinin birincisi olsa da zafer sarhoşu olmadı. İktidara uzlaşı elini uzattı. Kimileri bu barışçı girişimi eleştirse de bence bu doğru bir adımdı. Fakat iktidar ne uzlaşı ne barış ne de demokrasi istiyor. Ayrıca, yönetemediklerini ve gelecek seçimde de kaybedeceklerini bildikleri için de çok korkuyorlar.
Bu nedenle barışmayı, uzlaşmayı istemiyorlar, öfke ve kinle gözdağı veriyor, kayyum atamaları, toplu tutuklamalar, 30 yıl öncesi diploma iptal etmeleri…
Özetle; yargı sopa, muhalefet ise hedef olmuş ve etik olmayan, haksız, hukuksuz, provokasyon dolu günleri başlatmıştır.
Ve tam gazla gidiyor, gitmekte olan!
Bu kez CHP dik durdu. Hiç ikircik yaşamadan soğuk meydanlarda halkla buluşup kucaklaştı ve sıcak ilişkiler kuruldu. Halka doğru adım atmanın karşılığı olarak da yurdumuzun her noktasından muhteşem görüntüler izledik.
Halkın gücüne bir kez daha inandım. Ve bu halkçı adımın devamını dileyerek alkışladım.
*
Bugün demokrasi-barış isteyenin bayramı! Önseçim ‘Dayanışma Sandığı’na giderken iç çığlığım: ‘Ya hep beraber ya hiçbirimiz!’ oldu.
Nedense, ‘müesses nizam’, iktidar ile muhalefet, Kürt siyasi hareketi ile taraftarlarını pek sevmez ve istemezler.
Müesses nizamın emri, iktidarın bilgisi, muhalefetin suskunluğunda; Kürtler listelenip katledilmiş, nice seçilmiş kişi tuzak ve sanal gerekçeyle tutuklu-yasaklı olmuş, pek çok parti ve demokratik oluşum kapatılmıştır.
Fakat onlar haklı olduklarını biliyor, halk da onlara inanıyor-güveniyordu. Yıllarca süren mücadelede hiç yıkılıp pes etmediler. Yeni partiler kurup, yeni kişiler seçtiler ve her seçimde çoğalarak var olmaya devam ettiler.
Birkaç ay öncesine kadar iktidar ve bazı muhalif görünümlüler; meydan meydan kanal kanal dolaşıp Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM)’i etkisiz-desteksiz bırakmak için yalan üretiyor, onları ve selamlaştıklarını terörist sayıyor, “birlikte demleniyorlar” diye alay konusu yapıyorlardı.
Devlet Bahçeli ki, ayrımcılığın önde gelen bir lideridir.
Yıllar önce meydanda Erdoğan’a bir urgan fırlatmış: “Oğluna gemi alacak kadar paran var Apoyu asacak kadar mı bulamadın. Al sana ip as da görelim” demişti.
Aynı Bahçeli, 1 Ekim 2024 günü mecliste, her gün ‘terörist’ dediği DEM grubunun yanına gidip elini uzatmış ve “Abdullah Öcalan gelsin mecliste konuşsun!” çağrısında bulunmuştu (bir yazımda bu çağrıyı ‘kıymetli’ bulmuştum ve görüşüm değişmedi).
Bahçeli’nin bu çağrısıyla ülke gündemi değişti. Hızlı tur ve görüşmelerle bu ‘isimsiz’ süreç devam ediyor.
Gelişmeleri özetlersek:
DEM Parti heyeti, PKK lideri Abdullah Öcalan ile 27 Şubat 2025 günü 3. görüşmeye gitmiş ve Öcalan, el yazısıyla yazdığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nı onlara sunmuştu.
Heyetin aynı gün Beyoğlu’nda düzenlediği basın toplantısında, bu çağrı Kürtçe ve Türkçe okundu. Öcalan bu çağrısında; yaşanan süreç için yapılan eleştirileri belirtip özeleştirisini yapıyor… Ve güvenli bir toplum için barışın şart olduğunu önemle vurguluyordu.
Öcalan, çağrısının son iki cümlesi bir ‘özet’ sayılabilir. İşte o cümleler:
“Varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın; tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.
Sayın Devlet Bahçeli’nin yaptığı çağrı, Sayın Cumhurbaşkanın ortaya koyduğu iradeyle diğer siyasi partilerin malum çağrıya dönük olumlu yaklaşımlarıyla oluşan bu iklimde silah bırakma çağrısında bulunuyor ve bu çağrının tarihi sorumluluğunu üstleniyorum.” diyordu.
“PKK kendini feshetmelidir” çağrısı dünyada Yurdumuzda:
MHP lideri Bahçeli; Hasta yatağında uzattığı elin karşılık bulmasından çok memnun olmuş ve daha önce ismini anmadığı Demirtaş’a telefon edip el uzatmış ve X hesabına şunları yazmıştı:
“Ne mutlu bizlere ki, sahte ayrımcılıkların, yapay anlaşmazlıkların, cepheleşme ve yanlış anlamaların milli hayatımızdan tamamıyla sökülüp atılacağı kutlu bir dönemin eşiğindeyiz”
*
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan ise, Şehit Aileleri ve Gazilerle İftar Programı’nda 40 yıldır yurdumuz insanlarına büyük acılar yaşatan alışılmış tehdit söylemlerini tekrarlıyordu:
“Verilen sözler tutulmazsa günah bizden gider. … Hala devam eden operasyonlarımızı, gerekiyorsa taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadan son teröristi bertaraf edene kadar sürdürürüz.” diyordu.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel:
“Toplumsal mutabakat sağlanacaksa, Meclis’te oturup bunu konuşmalıyız. Konuşacaksak ilk toplantıda da şehit aileleri ve gaziler gelmeli, düşüncelerini söylemeli. Son toplantıda da gelip varılan noktaya rızaları var mı, yok mu söylemeliler. ‘Onların razı olmadığı hiçbir şeye ben razı olmayacağım” diyerek ‘barış’ için ‘ön-şart’ koşuyordu.
(Demek ki, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel henüz bu süreci benimsememişler.)
*
DEM Parti TİP ve demokratik STK’lar zaten sürekli barış istiyorlar…
DEM Parti, “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” için mecliste bir toplantı yapmış konukları da: 1990’larda Güneydoğuda çocuklarını yitiren “Barış Anneleri Derneği” üyeleri… (Lütfen dikkat ediniz, bu acılı annelerin kuruluş amaçları: ‘BARIŞ’! ..).
Barış Annelerinden Tenzile Baydar’ın konuşmasını, Sn. Erdoğan ile Sn. Ö. Özel de duysunlar isterdim. Kısaca diyordu ki:
“Sayın Öcalan’a söz veriyoruz. Barış Anneleri elini bu taşın altına koyacak, her zamanki gibi. Barış için varız. Sayın Erdoğan ve Bahçeli de elini uzattı. Onlara da teşekkür ediyorum. Bizim beklentilerimiz çok büyük. Artık bir anne olarak evlatlarımızı torbalara, kartonlara koyup kucağımıza almak istemiyoruz. Asker annelerine de sesleniyoruz; biz hepimiz anneyiz, gerilla annesi annedir, asker annesi annedir, polis annesi annedir, acı çeken annedir… Bizim çocuklarımız öldü, asker anneleri taziye kurdu ama biz taziye bile kuramadık… Gelsinler bizim elimizi tutsunlar. Omuz omuza biz bu süreci yürütelim…”
*
İYİ Parti ve Zafer Partisi: ‘istemezük’ nidalarıyla Turan’a doğru tam yol…
***
Şimdi de yukarıda belirttiğim CHP’nin ön-şartına değinmek istiyorum.
Tabii ki, kurulması gereken bir uzlaşı-barış masasında: ‘Şehit Aileleri’ ile ‘Gaziler’ bulunmalı.
Tabii ki, büyük acılar yaşamış, kan ve gözyaşı dökmüş bu anneler ve mağdurlarla empati yapılmalı.
Peki, bu anneler gibi büyük acılar yaşamış: ‘Barış Anneleri’, ‘Cumartesi Anneleri … vb. yok mu?
Neden-niçin, bu acılı anneler, anılmamış ve yok sayılmış?
Bu ayrımcılık değil mi?
Empati, bilimsel bir yöntem olarak karşılıklı saygıyı esas alır. İnsana; kendisiyle yüzleşmeyi, çevresiyle barışçı ilişkiler kurmasını sağlar ve farkındalık yaratır…
Empati; insanının düşünüp araştırarak sorun çözücü yol-yöntemler aramasını sağlar. Böyle kişiler çoğaldıkça toplumsal yaşam daha güvenli-sağlıklı-yaşanır olur.
Fakat empati, acısı-yarası olana bakarak; yakınmak, üzülmek ve ağlamak değildir. Popülizm denen çıkarcı yöntem; kapanmaya başlamış yaraları kaşır-kanatır, böylece geçmişin öfke-kin ve acılarını geleceğe taşır.
Politikacılar, çıkarları için sık sık kullandıkları popülist yöntemin; sorun çözmediğini, aksine düşmanlık duygularını beslediğini ve toplumsal barışı engellediğini görmeli ve kullanmamalı.
Psikoloji ve sosyoloji benzer amaçla insanlığa hizmet üreten iki bilimdir. Bu alanlarda çalışan psikolog ile sosyologların görevi: birey ve toplum yaşamını iyileştirmektir.
Psikologlar, bireyin duygusal-sosyal tepkimelerini inceler, kişide farkındalık yaratılır. Sosyologlar ise toplumdaki tüm birey, kültür, örgüt, kurumların sosyal davranışlarını inceler, yaşamsal kolaylıkları araştırırlar.
Savaş ve çatışmalar, büyük toplumsal sorunlar doğurunca; çözüm-çare bulucu bir bilim daha aranmıştır.
1908 yılında İngiliz psikolog Mcdougall ile Amerikan sosyolog ‘Sosyal Psikoloji’ adıyla birer kitap yazmışlar.
1924’de Edward Alsworth Ross ise, yazdığı Sosyal Psikoloji kitabı ve çalışmaları nedeniyle ‘Sosyal Psikoloji’ biliminin kurucusu sayılmıştır.
Böylece ben size; “eğitim (pedagoji) bölümü” öğrencisi olduğum yıllarda, ilgimi çeken bilim alanlardan biri olan: Sosyal Psikoloji ve tarihçesini kısaca anlatmış oldum.
Peki, Sosyal Psikoloji nedir, insanlık için neler yapıyor?
Sosyal psikoloji insanların, sosyal (toplumsal) çevresinde oluşan; duygu, düşünce, his davranış, bakış, inanç ve hedefleri inceleyen, değiştirebilen bir bilimdir. Bu değişimle de sağlıklı toplumu oluşturacak bir gücü, yani dayanışma sinerjisini ortaya çıkarıyordu.
Ancak, fırsatçılar sinerjiyi toplumun refahı için değil, kendi çıkarları için kullanırlar. Ve ölümüne destekleyen taraftarlar için değişmez: ‘Hükümdar’ olurlar. İşte bu yüzden Sosyal Psikoloji’ye: ‘Sürü Psikolojisi’ de derler.
‘Sürü Psikolojisi’ diyenler hiç de haksız değiller!
Çünkü, hemen herkes öğrendi, gördü bildi ve kabul etti ki:
Büyük halk desteği alarak iktidar olan tüm otokrat-emperyalist-faşist liderler, sürü psikolojisinin yaratıklarıdır. Bu yaratıklar saltanatları daim olsun isterler. Bunun için de yalan-algı üretip halkı zıt kutuplara ayırıp birbirine “düşman” eder ve vuruştururlar.
Bu taktiklerle çıkan sömürü savaşları; nice canın kanını akıtmış, doğayı, kentleri yakmış-yıkmış-yok etmiş, kaynakları tüketmiş…
Ve daha doğmamış torunlara da miras olarak: kin-öfke-düşmanlık bırakmıştır.
Kısacası; sürü psikolojisi ile uyutulanlar eğer uyanmazsa, o zalimler de ülke/dünya çapında sömürü savaşlarına devam edecektir. Yani zalimler, halkın gücüyle halklara zulüm etmeye devam edecekler…
***
1950’li yıllarda, ‘dünyadan habersiz’ bir çocuktum.
Çok sonra öğrendim ki: yorgun-yoksul bir dünyaya doğmuşum.
25 yıl arayla iki ‘Dünya Savaşı’ da ben doğmadan yaşanmış.
Yaşadıkça; duydum, gördüm, okudum, anladım ki; savaşın acı-yoksulluk-yokluk-enkazları bitmemiş. Barış içinde yaşaması gereken komşular, savaş yüzünden; kuşkulu, korkulu, güvensiz… Kimileri de birbirine düşman olmuş.
İki kutba bölünen dünyamız, savaş galibi iki süper gücün kanatları altına sığınınca da birbirine can düşmanı iki dünya oluşmuş…
Emperyalist-otokrat devletlere ABD, demokratik-sosyalist devletlere de SSCB “hami” olmuş.
Ve aralarında düşmanca bir yarış başlamış.
ABD; 1947’de sosyalist-komünist devletlere karşı olan devletlere destek amacıyla Marshall Planı’nı başlatmış ve 1949’da güvenliği sağlamak için de askeri-siyasi bir güç olarak NATO’yu kurmuş.
NATO’nun askeri ve siyasal olarak güçlenmesi, sosyalist ülkeleri tedirgin etmiş. Ve bu duygu 1955’de Sovyetler Birliği’nin, sosyalist ülkelerle bir olup ‘Varşova Paktı’nı kurması için bir gerekçe olmuş.
NATO emperyalist şemsiye altına toplanan devletleri, Varşova Paktı ise sosyalist şemsiye altındaki devletleri ve düzenleri koruyacakmış.
Emperyalist güçler dünya savaşının yarattığı korkuları yaşamamak için, dünya savaşı istemiyormuş. Ancak bölgesel çapta ve sadece ‘geri bırakılan’ ülkelerde işgaller ve çıkar savaşları devam ediyormuş. Örneğin Kore, Vietnam, Küba … gibi birçok ülkede kaynak-emek sömürüsü yapılırken pek çok insanlık ve savaş suçu da işlenmiş.
*
Düşünüp yorum yaptığım yıllarda da:
İnsanlar, ‘zaman her şeyin ilacıdır’ anlayışıyla olup bitenleri sessizce izliyor, yaşamak için: acıları unutmaya, yaraları sarmaya çalışıyordu.
Küçük bir azınlık hiç boş durmuyor, yeni sömürü alanları arıyordu…
İşte böyle bir dünya ve iklimde hayat devam ediyordu.
1960’lı yıllar özellikle NATO şemsiyesine sığınan otokrat-emperyalist-faşist devletler için korkulu yıllardı. Yurdumuz ve dünyanın yurtsever antiemperyalist anlayışa sahip gençleri bulundukları kentin meydanlara sığmayan coşkulu mitingler yapıyordu.
Gençler: Karl Marx, Friedrich Engels, Lenin öğretisiyle, Mao Zedong, Che Guevara, Fidel Castro, Ho Şi Minh … gibi önderlerin uygulamalarını takip ediyor. Ülkelerinin: sömürüsüz-demokratik-özgür tam bağımsız olmasını istiyordu. Böyle bir dünya kurmak için de işçi-köylü-gençlik-akademi el ele tutuşmuşlardı.
Dünyada bazı küçük çaplı savaşlar olsa da artık dünya savaşlarının yerini soğuk savaşlar almıştı.
Soğuk savaş, dünya tarihinin önemli olaylarından biri ve bu savaşın asıl silahı da sosyal psikoloji olmuştu. Çünkü, otokrat-emperyalist-faşist liderler, ülkelerindeki korku iklimini sosyal (sürü) psikoloji yöntemleriyle sindirip susturuyor. Ve bu zalimler ancak halkın gücüyle yok oluyorlardı.
İki süper güç arasında her gün ‘savaş çıktı-çıkacak’ diye askeri ve siyasi gerginlik çıkardı.
Nihayet 1991 yılında ‘Berlin Duvarı’ yıkıldı.
SSCB, kapitalist anlayış ile soğuk savaş yöntemleriyle içten içe çöktü ve parçalandı.
Rusya, otokrat Putin önderliğinde emperyalist-kapitalist yelpazede yerini aldı.
Komünizm dünya genelinde bir çöküş yaşadı.
Soğuk savaş dönemi son buldu.
Ve dünyanın tek süper gücü ABD oldu.
*
Şimdi de güncel bir haberle yazımızı noktalayalım:
ABD’yi otokrat bir lider olan Donald Trump yönetiyor!
Münih Güvenlik Konferansı’nın davetlisi olan ABD Başkan Yardımcısı JD Vance 14 Şubat günü: nezaket ve diplomasi kuralarını çiğneyen üstenci bir tavır ve dille Avrupa liderlerine seslendi!
Toplantıdan sonra da Adolf Hitler’in Nazi rejimi ve ideolojisine bağlı aşırı sağcı “Almanya için Alternatif Partisi” (AfD) lideriyle bir araya geldi. Ve böylece faşizmin savunucusu olduğunu kanıtladı.
Münih Güvenlik Konferansı (MSC) Başkanı Christoph Heusgen bu saygısızlığı kabul etmedi. Gözyaşları dökerek duygusal bir konuşma yaptı ve başkanlık görevini bıraktı.