Press "Enter" to skip to content

MEKTEP-MEDRESE   Dr. Bülent Avcı

13.06.2025

Altüst Olan Dünyada Eğitim

Eğitim, insanla ilgili olduğu için, birçok disiplinin (sosyoloji, psikoloji, nöroloji gibi) kesişim noktasında kendine yer bulur. Eğitim teori ve pratikleri insanı ve dünyayı etkilerken, yerel ve küresel düzeyde yaşanan gelişmeler de eğitim dünyasını biçimlendirir. Günümüzde bu etkileşim baş döndürücü bir hızla gerçekleşmektedir. Eğitimle ilişkilendirilmiş klasik liberal ve neoliberal söylemler işlevini yitirmiş vaziyette; egemenler eğitim alanında yeni vaatler ve tahakküm araçları oluşturmanın telaşındalar. Bununla beraber, geçen kırk yol boyunca neoliberal eğitim politika ve uygulamalarını anlayıp karşı durmamıza yardım eden eleştirel pedagoji dünyasında tarihsel bir dönemi kapanmak üzere. 

Öte yandan eğitim, sadece okulda ya da sınıfta gerçekleşen bir süreç değildir; her türden yöneten-yönetilen ilişkisi, Gramsci’nin de belirttiği gibi, pedagojik bir süreçtir. Bu anlamda son dönemde içte ve dışta politik arenada yaşananlara bakacak olursak: Dünya jandarmalığına soyunan ABD Başkanı, bir piyon ülkenin başbakanını dünyanın gözü önünde azarlayıp adeta kovarcasına küçük düşürmektedir. Bu olay bile tek başına, dünya düzenindeki yerleşik normların ve güç dengelerinin altüst olduğunun göstergesidir. Ulus-devletçi sermaye ile küresel kapitalistler arasındaki uzun süredir devam eden çekişme, neo-liberal kapitalizmin içeriden çürüdüğünü açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Yine aynı megaloman başkan, Amerika Federal Eğitim Bakanlığı’nı kapatacağını ilan etmekte; “O kadar para harcıyoruz ama çocuklarımız uluslararası sınavlarda en geride, bu çocuklardan bir şey olmaz” mealinde açıklamalarda bulunmaktadır. 300 milyonluk Amerikan halkı ise olup biteni bön bön izlemektedir. Miting meydanlarında İncil sallayarak oy istemesi yetmezmiş gibi, şimdi de dinin toplumun tüm alanlarına ve eğitime geri döneceğini ilan etmektedir.

Batı emperyalizminin uzak karakolu olan İsrail’e karşı düzenlenen protestolar nedeniyle Amerikan üniversiteleri, Yahudi finansörlerin bağış ve hibeleri geri çekme tehditleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Rektörler istifaya zorlanmakta; protestolara katılan öğrenciler ise gündüz vakti sokaklardan toplanarak sınır dışı edilmektedir. Evet, tüm bunlar 2025 yılında, ifade özgürlüğüyle övünen Amerika’da yaşanmaktadır.

Yapay Zekâ (YZ) üzerine çalışan büyük teknoloji şirketleri, bu alandaki gelişmelerin bir düzenleme ve denetim sürecine alınması gerektiğini önerip; Aksi takdirde “harita ve pusula iyice şaşacak” uyarısında bulundular. Ancak Amerikan elitleri bu çağrılara kulak asmadılar. YZ uygulamaları hayatın her alanına hızla yayılmakta ve öğretmenlik dâhil birçok mesleğin ortadan kalkacağı iddia edilmektedir.

Son derece sistematik ve bilimsel yöntemlerle bağımlılık yaratacak şekilde tasarlanan akıllı telefonlar, öğrencileri sürekli bir uyarılma hâline sokarak, herhangi bir konuyu derinlemesine ve kavramsal olarak öğrenemez hale getirmektedir.

Diğer yandan, yalnız ve güzel ülkemin muktedirleri de devlet okulları ve eğitim bütçesini, “cehenneme dayanıklı battaniye” pazarlayan tarikatlara peşkeş çekmektedir. Eğitim fakültelerini doğrudan propaganda dairelerine bağlamanın yollarını aramaktalar; bir adım sonrası, eğitim fakültelerinin tamamen tasfiyesi olacaktır. Zira benzer bir öneriyi Bill Gates, Amerika’daki eğitim fakülteleri için de yapmış; ancak sivil toplum örgütleri ve sendikaların tepkisi üzerine geri adım atmak zorunda kalmıştı, ama tekrar gündeme gelmeyeceğinin hiçbir garantisi yok tabi ki.

Yıllarca yurtdışında çalıştıktan sonra memlekete geri dönen bir ekonomist, gençlere üniversiteye gitmemelerini tavsiye etmektedir. Yani, eğitim artık iş garantisi sağlamamaktadır, boşuna uğraşmayın demektedir. Ancak bu ekonomist, durumu kendisinin de iman ettiği kapitalist sistemle ilişkilendirmeyi becerememekte ve yapısal bir sorun olduğunu göz ardı etmektedir. Daha da önemlisi eğitimin sadece bir çıraklık ve meslek edinme sürecinden ibaret olmadığının farkında değil…

En ilkel hukuk normlarına rahmet okutacak bir prosedürle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne operasyon düzenlenmekte; başkan ve ekibi tutuklanmaktadır…

Gelecekleri çalınan gençler, içimizdeki ölü düşleri dirilterek büyüklerine örnek olmakta; sokaklardan kent meydanlarına akmaktadır…

İmam-hatipleştirme furyasıyla eğitim kalitesini dibe vurduran iktidar, şimdi de düzgün kalmış birkaç okulun öğretmenlerini tasfiye edip, yerlerine ideolojik kadrolar (takunyalı, badem bıyıklı) yerleştirmeye çalışmaktadır. Ancak liseliler, okul bahçelerinde toplanarak bu durumu protesto etmektedir.

Teknolojinin eriştiği seviyeyi dikkate alarak bilgi kavramının ve ona ulaşma yollarının köklü bir kırılmaya uğradığı bir dönemden geçtiğimizi söyleyebiliriz. Geniş halk kitlelerini bu konuda aydınlatması gereken entelektüel ve akademik dünya ise tüm bu gelişmeleri kapsamlı bir yaklaşımla ele almak yerine, kendi içine kapanarak anlamsız tepkiler üretmenin ötesine geçememektedir.

Aslında olup bitenler oldukça basittir, fakat sonuçları itibarıyla son derece ciddidir: Aklı ve ruhu kurumuş bir dünyada yaşıyoruz. Son kırk yıldır kapitalizme yön veren ve eğitim sistemini altüst eden neoliberalizmin iflasına tanıklık ediyoruz. Sistemin çöküşü, şu başlıklarla özetlenebilir:

  • Neoliberal (yeni sağ) eğitim politikaları, vaatlerinin aksine, yoksul ve zengin arasındaki uçurumu derinleştirmiştir.
  • Eğitime tüccar mantığıyla yaklaşan neoliberal-kapitalist ideologlar; öğrencilerin ahlaki-etik ve sosyal gelişimlerini, eleştirel ve yaratıcı düşünme yeteneklerini, vatandaşlık bilinçlerini göz ardı ederek, tüketim, performans ve rekabet gibi yıkıcı değerleri dayatmıştır. Kültürel bir varlık olması gereken insanı piyasanın vahşiliğine teslim ettiğinizde, geriye yalnızca biyolojik bir varlık kalır: yani kültürel boyutu dumura uğrar.
  • Eğitimi, test hazırlık çalışmalarına indirgeyerek, müfredat daraltılmıştır. Sonuç: yalnızlaşmış ve yabancılaşmış öğretmenler ile öğrenciler.
  • Öğretmenliği, akademik özgürlüğü olan profesyonel bir meslek olmaktan çıkarıp teknisyenliğe dönüştürdüler. Amerika’da son yıllarda eğitim fakültelerine başvurular 40% azalmış ve eğitim kalitesi sürekli gerilemiştir.
  • Özelleştirme adı altında, büyük teknoloji şirketleri eğitim bütçesinden pay kapmayı başarmıştır. Anlaşıldı ki “eğitimi geliştirme” söylemleri yalnızca birer kandırmacadan ibaretmiş. 2002 de eğitimdeki her sorunu çözümü olarak öne sürülen standart testlere eğitim bütçesinden 2 milyar dolar harcandı; test şirketleri paraya doymadı ama eğitim kalitesi ve test sonuçları düştükçe düştü.
  • Bu süreçte üniversitelerde radikal fikirleri savunan akademisyenler tasfiye edildi; üniversiteler büyük şirketlerin finanse ettiği iktidar aparatlarına dönüştü. Harvard Rektörlüğü üzerindeki baskı bunun trajik bir örneğidir. Türkiye’de KHK ve Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik saldırılar da bu bağlamda değerlendirilmelidir.
  • Akademik üretim, dar ve niteliksiz alanlara hapsedildi; okunmayan, yüzeysel ve piyasacı makaleler ortalığı doldurdu. Amerikan üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin %70 i partime (adjunct) olarak iş güvencesi olmadan çalışmaktadır. İşsiz ve aç kalma korkusuyla yapılan akademisyenlikten hiç kimseye fayda gelmez ve giderek yüksek öğretim denilen olgu aşınır ve anlamsız-işlevsiz hale gelir.
  • Bir zamanlar iş garantisi sunan üniversite diploması bugün bu işlevini yitirmiştir. Amerika gibi yükseköğretimin pahalı olduğu ülkelerde gençler, diplomaya ulaşabilmek için yıllarını ve geleceklerini borç içinde tüketmektedirler.

Evet, son kırk yıla damgasını vuran neoliberal kapitalist politikalar bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Artık post-neoliberal bir döneme girmiş bulunuyoruz. Küresel elitler, bu yeni dönemin baskı ve kontrol aygıtlarını, özellikle STEM ve Yapay Zekâ üzerinden yeniden inşa etmeye çalışmaktadır.

Peki bizler, daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna inanan eğitimciler, ne yapacağız?

Tepkisel tavırlarla yol almamız mümkün değildir. Her şeyden önce, eleştirel pedagojinin mirasından ilerleyerek, nasıl bir insan, nasıl bir toplum, nasıl bir ülke ve dünya soruları üzerine, somut koşulları dikkate alarak düşünmeliyiz ve düşündüklerimizi yazılı ve görsel olarak paylaşmalı-yaymalıyız. Buradan hareketle “Nasıl bir eğitim istiyoruz?” sorusuna bir tür manifesto niteliğinde cevaplar üretebildiğimiz ölçüde, eğitimi, YZ ve STEM üzerinden, yeniden bir baskı ve kontrol aracı olarak şekillendiren egemen güçlere yerel ve küresel düzeyde karşı durabiliriz.

Dünyanın herhangi bir yerinde; yaşam alanlarımızda, okulda, derste, sokakta, işyerinde, mahallede iktidar hegemonyasında ciddi kırılmalar yaratacak, nefes alabileceğimiz küçük alanlar oluşturmaya devam etmeliyiz. İnsanlığı özgürleştiren, 68 kuşağı gibi radikal düşünceler ve bu düşüncelere eşlik edecek eylemler, er ya da geç yeniden filizlenecektir.

 Çünkü bu baskı ve sindirme ortamı sonsuza dek süremez.

Çünkü insanlık güçlüdür; hem de sandığımızdan çok daha fazla.

Dr. Bülent Avcı
Haziran 2025 / Seattle, WA

 

Bu yazı daha önce dersler dergisinde yayınlandı
https://derslerdergisi.com/bulent-avci-altust-olan-dunyada-egitim/

 

 

 

Loading

LIFE IN SCHOOL  Edward Allen

01.05.2025

Enduring the System: A Teacher’s Guide to Survival in American Public Schools

1. Understand the System

The U.S. public education system—especially in underfunded districts—is not designed to cultivate a nurturing or supportive learning environment. Instead, it fragments key stakeholders: elected officials, district administrators, school administrators, teachers, parents, and private education companies. Each operates in survival mode, creating a culture that discourages authenticity, sincerity, collaboration, and solidarity.

2. Professional Development (PD) Days Are Performative

PD days primarily serve as a tool for district and school administrators to justify their roles rather than to address real classroom challenges. In struggling districts, administrators deliberately avoid engaging with urgent, organic issues. Instead, they present contrived scenarios and superficial solutions to maintain an illusion of effectiveness.

3. PD Surveys Are Compliance Tools

Post-PD surveys are not intended for genuine feedback but to measure compliance. These surveys are structured to elicit positive responses, leaving no room for real critique. The safest approach is to respond as if you found the PD session highly effective, regardless of its actual value. Attempting to challenge or outsmart the system is futile.

4. Teacher Evaluations Are a Power Play

Teacher evaluations can be manipulative and demoralizing. During pre- and post-observation meetings, it is advisable to make administrators feel competent and valued. Even if their feedback is superficial and unhelpful, presenting yourself as eager for their guidance can minimize conflict and reduce stress. Not all, but most administrators come from a background of poor teaching practice.

5. The System Prioritizes Optics Over Outcomes

In underfunded districts, education is largely performative. Government officials, education departments, district leaders, and administrators do not genuinely expect high academic achievement from students living in poverty. Their primary focus is maintaining appearances rather than addressing systemic inequities. If you genuinely challenge injustice and inequality at school, you are essentially swimming against the current and should expect administrative pushback and retaliation.

6. Most Administrators Were Ineffective Teachers

Many administrators transitioned out of teaching because they struggled in the classroom. Do not assume they were once great educators with strong pedagogical skills, a deep understanding of education, or a commitment to justice and fairness. Their primary role is public relations—promoting policies and initiatives, regardless of their personal beliefs. Many are insecure and thrive on hierarchical power dynamics. To avoid unnecessary conflict, make them feel superior.

7. Teaching in Poor Schools Will Change You

Even if you enter the profession as a passionate and intellectual educator, teaching in underfunded schools can be disillusioning. Systemic dysfunction, hypocrisy, and superficiality dominate these environments. Over time, you may realize that meaningful change is nearly impossible, leading many teachers to become passive, disengaged, and resigned to their roles as glorified babysitters.

8. Unspoken Rules Matter More Than Official Policies

In struggling schools, unwritten rules often carry more weight than official policies. Understanding them quickly is crucial. For instance, there is often an unspoken expectation that no more than 20% of students in a class should fail. Exceeding this threshold can lead to administrative scrutiny, job insecurity, and professional isolation.
Similarly, no matter the level of student misbehavior or disruption, if you send students to the office more than once a week, you risk being placed on an unofficial “troublemaker” list. It is often safer to find ways to manage difficult students within the classroom.
At the end of the day, you are often seen not as an educator but as a glorified babysitter.

9. Superficiality is the Norm

In underfunded schools and districts, when something goes wrong, never expect the issue to be handled with care, honesty, professionalism, ethics, or justice. Always remember: no matter how strong your case is, as a teacher you will likely be the first to be blamed, punished, or discarded. If you choose to defend yourself and escalate the issue, prepare for serious and repeated challenges and retaliations. Support will be scarce; competent teachers and staff rarely stay long in struggling schools. Most of the staff lack of principle and character and courage: they cannot sustain a thoughtful and argument-based conversation longer than five minutes. They can easily be manipulated and used by admin. Sad, but true.

10. Despite It All: Choosing Authenticity

Despite all the realities outlined above, if you continue to teach in poor schools and strive to remain an authentic, caring, and intellectually engaged teacher, you face a constant struggle.
It is a daily choice to stand on the side of emancipation and liberation, rather than become a cog in the machine of oppression.

Edward Allen
May 1, 2025 / California

Loading

DOSTÇA  
Emin Toprak

16.06.2025

İKLİMLER

Bitkiler ile bazı canlı türleri, yaşamları için uygun olmayan bir iklimde yaşayamaz. Fakat en direngen ve mücadeleci canlı türü olan insanlar, doğduğu veya vardığı yerde: “Bu iklim yaşamımız için uygun değildir!” diyerek pes etmezler. O iklimi yaşanır kılmak için dirençle mücadele ederler. İşte bu özellikleri de insanları diğer canlılardan farklı kılar.

Ekvator ve kutuplara yakın yerleşimlere hiç gitmedim. Fakat, oralardaki yaşam koşulları ile kültürleri anlatan kitaplar okudum, belgeseller, filimler izledim. Hem de düşler kurdum oralarda doğmak ve yaşamak üstüne.

Ekvator, dünyayı enlemesine iki yarım küreye ayıran hayali bir enlem çizgisine verilen addır. Bu çizginin üstünde ve altındaki coğrafyalarda çok çok farklı iklimler vardır.

Ekvator iklimi büyük bir coğrafyada etkilidir. Bu coğrafyanın küçük bir bölümünde: ‘dört mevsim iklimi’… Büyük bölümü ortalama 25-30°C olduğu ‘tek iklim’, yani sürekli ‘yaz’… Gece ile gündüz 12 saatle eşit, sürekli sıcak ve yağışlı olurmuş.

Kutup iklimi coğrafyasında; ‘iki mevsim’, yani yaz-kış iklimi, ayrıca pek çok farklılık var: Yılda: beş (5) ay gündüz, bir (1) ay alacakaranlık / beş (5) ay gece, bir (1) ay alacakaranlık… Gece ile gündüzler yaklaşık 24 saat sürer… Yazın güneş batmaz, kışın güneş doğmaz… Ortalama sıcaklık yaz aylarında -20°C’dir fakat güneyden fırtınalar estiğinde -70°C’ye kadar düşebilir…

Özetle sıralarsak:

Ekvator iklimi hep ‘sıcak’ olduğundan, orada yaşam sürenler kar-soğuk nedir bilmez, fakat ılık esen bir rüzgara hasret olurlar.

Kutuplarda iklim hep ‘soğuk’ olduğundan denizler-nehirler buz tutar, orada yaşam sürenler ise sıcaklığa-güneşe hasret olurlar.

Bizim gibi ‘dört mevsim’ iklimine alışmış olanlar için; ekvator iklimi: ‘çok sıcak’, kutup iklimleri ‘çok soğuk’ ve ömür boyu oralarda yaşamak da çok zordur.

İklim; yaşam tarzını belirleyen en önemli faktördür.

Canlıların zorluklarla kazandığı zafere ‘yaşam’ denir.

Dört mevsimli iklimlerde en fazla zorluk ‘kış’ aylarında yaşanır.

‘Kış’ olunca; canlıların üşüyerek, uyuyarak, baharı bekler.

‘Bahar’ olunca; doğa şahlanarak uyanır, hayvanlar yavrularla çoğalır.

‘Yaz’ olunca; ağaç-tarla-bağ-bahçeden ürünler toplanır.

‘Sonbahar’ olunca emekle kazanılan ürünler kışa sunulur.

Ve bu yaşam döngüsünde; kış odak, üç mevsim de ‘tedarikçi’ olur.

*

Yukarıdaki sıralamayı yaparken içsesim dile gelip bana dedi ki:

Tek mevsim az seçenekli olduğu için insanları; sınırlar-robotlaştırır ve böylece canlıların yaşam alanı daralarak zorlaşır.

Dört mevsimli yaşamda ise fiziksel-sosyal-duygusal pek çok zıtlık vardır. Acı-tatlı yaşamın nedeni olan bu çelişki ile zıtlıklar; daha direngen, daha etkin kılar canlıları.

***

Farkındaysanız yukarıya yazdıklarım daha çok coğrafyayı ve iklimi odak almış gibi. Empati yapmadan insana dokunmadan, yaşama kuşbakışı bir açıdan bakıyor.

Oysa insan toplumsal bir varlıktır. İnsanı anlatan bir yazı eğer, toplum (sosyoloji) bilimine, etik değer-duygu-hak-özgürlüklere dokunmuyorsa eksik kalmıştır, tamamlanması gerekir.

O zaman yurdumuzun, coğrafyası, sosyolojisi ve değerlerinden biraz söz etmemiz gerekir.

Türkiye farklı iklim tiplerinin dört mevsim yaşattığı şanslı ülkelerdendir. Üç tarafı denizlerle çevrili, verimli ovaları, platoları, dağları, nehirleri ve derin vadileri… Fakat, nedense pek çok sosyal-ekonomik-siyasal sorunu da çözümsüz kalmış yoksul-dertli bir ülke!

“Bir dokun bin ah işit !” dedikleri insanlarla doldu yurdumuz.

Birden, 25 Mayıs 2025 günü kaybettiğimiz ünlü sanatçımız İlhan Şeşen’i: “Neler oluyor bize yine neler oluyor gülüm” diye sürüp giden o muhteşem nakaratı ile anımsayıp saygıyla andım.

Bugünlerde sanki o nakarat dizesinden esin alanlar çoğaldı. Bulundukları her yerden herkes solo-koro: “Yurdumuzda neler neler oluyor!” çığlıkları atıyor.

Evet Türkiye’de neler neler oluyor?

Bildiğiniz gibi uluslararası kuruluşlar; dünya ülkelerini kıyaslayıp sıralayan pek çok araştırmalar yaparlar.

Türkiye hemen her yıl; Hak, Hukuk, Adalet ihlalleri, Ekonomi ve Eğitim sıralamalarının en sonlarında bir yer bulur kendisine.

İşte bu yüzden yurdumuzda yıllardan beridir; iklim kurak, yaşam zor ve insanlar mutsuz!

Önce dünyadaki yerimiz gösteren bir haber: bakalım:

IMF’nin 190 ülkeden topladığı Ocak 2025 enflasyon verilerine göre:185 ülkenin enflasyonu Türkiye’den daha düşükmüş. Böylece enflasyon konusunda dünyanın en kötü 6. ülkesi olmuş.

Yurdumuzun geleceği ve güvenliğini düşündüren iki haber de şöyle:

YÖK açıklamasına göre; 21-22 Haziran (bir hafta sonra) günü yapılacak Yükseköğretim Kurumları Sınavına 2 milyon 560 bin 640 başvuru olmuş. Bu sayı başvuruların; 2024 yılına göre 560 bin 230 kişi, 2023’e yılına göre de 1 milyon kadar azaldığını göstermektedir.

(Demek ki, geleceğimizin güvenceleri olan gençlerimiz; görerek-izleyerek-yaşayarak geleceğe dair hayallerini kaybetmiş.

(Bu haber; ülkemiz için çok çok büyük bir tehlikenin habercisidir.)

Türkiye’nin 299.924 kapasiteli 396 cezaevlerinde 409 bin 617 hükümlü ve tutuklu varmış. Bu bilgiye göre bizdeki hükümlü ve tutuklu sayısı dünyadaki 59 ülkenin nüfusundan daha fazlaymış!

(Bu haberi de lütfen siz yorumlayınız.)
“Neler oluyor bize yine neler oluyor gülüm?”
Niçin yurdumuz sosyal-ekonomik-siyasi sisli puslu bir iklimde?
Dünya sıralamasının en sonlarından ne zaman-nasıl kurtuluruz?

*

Sevgili Okurlarım;
Her yıl yaz gelince yazı yazma isteğim azalıyor. Bu yaz da böyle olacak gibi. Demek ki bu durum benim için bir alışkanlığa dönüşmüş. “Yaz boyu, hem dinlenir hem de daha çok okurum.” diye bir de bahane buldum kendime.
Eylül ayında barışçı-demokratik ve yaşanır bir iklimde buluşmak üzere hepinize sevgiler saygılar…

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

EĞİTİMİN FELSEFESİ VE SOSYOLOJİSİ          Prof.Dr.Ulaş Başar Gezgin

22.10.2024

Olumlu ve Olumsuz Yönleriyle Bilişim Teknolojileri Kullanımı

 

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin
ulasbasar@gmail.com

Bilişim teknolojilerini, ne tümüyle olumlu ne tümüyle olumsuz kullanımla ilişkilendiriyoruz. Bilişim teknolojileri yaygınlaştıkça, ‘teknoloji bağımlılığı’ gibi kavramlar geçersizleşiyor. Ya da öyle mi? Örneğin, sigaranın yaygınlaşması, onun bağımlılık olduğu gerçeğini ortadan kaldırmadı. Öte yandan, teknoloji bağımlılığı sigara gibi, herkesi değil belli kesimleri kapsar bir nitelik kazandı. Diğer bir deyişle, teknolojiye bağımlı olduğunu söyleyebileceğimiz aşırı kullanımcı kişiler var ve hepimizde bağımlı olma potansiyeli var. Peki olumlu kullanımla olumsuz kullanımı nasıl ayırabiliriz?

Sosyal medya özelinde konuşacaksak, hepimiz sosyal medyayı eğlence amaçlı olarak ya da zaman geçirmek için kullanabiliriz ve kullanıyoruz. Haberleri, güncel olayları ve ilgi alanlarımızı takip ediyoruz. Bilgi almak ve birşeyler öğrenmek için kullanım yaygın. Kimilerimiz siyasal tartışmalara girer, kimimiz girmez. Kimimiz düşüncelerini paylaşır, kimimiz paylaşmaz. Kimimiz için, sosyal medya, bir toplumsal duyarlılık arttırma ve bilgilenme aracıdır. Kimimiz için, sosyal medya, belli başlı bir kendini ifade etme yolu anlamına gelir. Başkalarının paylaşımlarına bakar, onların düşünceleri hakkında bilgi sahibi oluruz. Kimilerimiz, ünlü kişilerini sosyal medyadan takip etmeyi severken, kimilerimiz de ünlü olma ve daha çok takipçi kazanma düşüyle sosyal medyayı kullanır. Kimimiz sosyal medyadan yeni insanlar tanır ve sosyal medyasını genişletir. Kimilerimizse, çevrimiçi alışverişe kendini kaptırmıştır. Elbette iş ve eğitsel amaçlı kullanımlar da söz konusudur (Ökten, 2023). Buraya kadar her şey olağan… Fakat bir de, ‘sorunlu teknoloji kullanımı’ dediğimiz bir durum var. Bir de buna bakalım…

Aramızdan çok azı şu özellikleri gösterir: Sosyal medyada gezinmeyi gerçek yaşamda arkadaş edinmeye yeğler. Sosyal medya kullanımı nedeniyle sağlık sorunları yaşar. Sosyal medya kullanımı, yapmak istediklerini yapmalarını engeller. Yakınları, “çok fazla sosyal medya kullanıyorsun” diye uyarır ama bunun bir etkisi olmaz. Sosyal medya kullanımı nedeniyle, aile sorumlulukları yerine getirilemez olur. Arkadaşlar ve aile ihmal edilir. Eğitim ya da iş yaşamı olumsuz etkilenir. Yeme düzeni bozulur vb (Yavuz, 2020).

Aynı durumlar, cep telefonu kullanımı için de uyarlanabilir. Örneğin, cep telefonlarının aşırı kullanımında şunlar görülür: Cep telefonu sık sık düşünülür; her fırsatta kullanılır; geceleri uykular kaçar; iş ve eğitsel çalışmalar dışındaki tüm boş zamanlarda kullanılır; cep telefonsuz kalınca huzursuzluk duyulur; kötü bir ruh halinde cep telefonuna yönelinir; planlanılandan uzun kullanılır; yakınlar, “telefonu çok fazla kullanıyorsun” der ama bunun bir etkisi olmaz; sağlık sorunları olsa bile cep telefonu yine de kullanılır; internet paketi ve uygulamalara çok para harcanır; aile ve arkadaşlar ihmal edilir vb. (Özen ve Topcu, 2017).

Hepimiz teknoloji bağımlısı değil, çünkü teknoloji olumlu amaçlarla kullanıyoruz. Olumsuz kullanımlarda yine de, yukarıda görüldüğü gibi, teknoloji bağımlılığından söz edebiliyoruz. Öte yandan, bu bağımlılık türü, madde bağımlılığı formülasyonuyla tümüyle uyuşmuyor. Bir kere, aynı hazzı almak için daha fazla kullanım söz konusu değil. Ayrıca bırakma süreci de, o kadar sancılı olmayabiliyor. Yukarıdaki olumsuz kullanım biçimleri, bir rahatsızlığa işaret ediyor; ancak bu, psikolojik yardım profesyonellerinin temel kaynağı olan Tanı ve İstatistik El Kitabı’na girmiş değil. Üzerinde anlaşılmış olan bir tedavi de bulunmuyor (Şahin ve Günüç, 2020).

Sonuç olarak, teknolojinin olumsuz kullanımlarına dikkat etmeli; olumlu kullanımlarına devam etmeliyiz. Bu sınırı aştığımızda uzman desteği almalı, tedavi geciktirmemeliyiz.

 

Kaynakça

Ökten, M. S. (2023). Sosyal Medya Kullanım Amaçları Ölçeği: Üniversite Öğrencileri Üzerinde Bir Validasyon Çalışması. Mavi Atlas, 11(2), 238-254.

Özen, S., ve Topcu, M. (2017). Tıp fakültesi öğrencilerinde akıllı telefon bağımlılığı ile depresyon, obsesyon-kompulsiyon, dürtüsellik, aleksitimi arasındaki ilişki. Bağımlılık Dergisi, 18(1), 16-24.

Şahin, C. ve Günüç, S. (ed.) (2020). Teknoloji Bağımlılıkları. Ankara: Nobel.

Yavuz, S. (2020). İlahiyat Fakültesi Öğrencileri Örnekleminde Problemli Sosyal Medya Kullanım Ölçeği Geliştirme: Geçerlik-Güvenirlik Çalışması. Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (44), 109-124.

Loading

MİSAFİR YAZAR  
Murat Sevinç

04.03.2025

Akademisyenlik bir meslektir, meziyet değil…

Akademisyenlik bir meslektir. Uğraştır. Tamircilik gibi, garsonluk gibi, marangozluk gibi, hekimlik gibi, mühendislik gibi. Bir akademisyen, bir belge doldururken meslek kısmına ‘akademisyen’ yazar. Öğretim elemanı, dr., öğretim üyesi, doçent, profesör vs. yazmaz. Herhangi bir meslekten daha aşağıda ya da daha yukarıda, daha az saygın ya da daha saygın değildir akademisyenlik.

Bir kuruma bağlı olarak yapılır. O kurum, başta bir miktar gelir olmak üzere, işinizi yapabilmeniz için size çeşitli olanaklar sağlar. Kurumun yaygın adı, üniversite.

Kitap okumak, araştırma yapmak, yazmak, anlatmak için üniversite, bina ve derslikler bir zorunluluk değil. Bu faaliyetler her yerde gerçekleştirebilir. Öğrenmek için de şart değil. Yüzyıllar önce, üniversite icat olunmadan da birileri bir yerlerde bir şeyler tartışıyor ve öğreniyordu, o mekânların ismi farklıydı.

Günümüzde çoğu mesleğin icrası ya da çeşitli avantajlardan yararlanmak için bir diploma edinme zorunluluğu, o diplomanın ancak bir üniversiteden alınabilmesi, kapısında üniversite yazan binalarda eğitimin belli bir düzen içinde verilmesini ve o düzenin kurulması için karmaşık bir kurumsal ağın yaratılmasını gerektiriyor.

Üniversitede bir yandan araştırmak-yazıp çizmek, diğer yandan ‘öğretim’ için ‘istihdam edilen’ kişidir akademisyen. Bu arada, çok sayıda önemli düşünürün-mucidin akademinin tutucu/gelenekçi yapısından değil, üniversite dışından çıktığını da hatırda tutmak gerekir.

Akademisyenliği çoğu meslekten ayıran ve itibar kazandıran şey, akademisyenin ‘bilgi’yle kurduğu ilişkidir. Bilginin yalnızca aktarıldığı değil, aynı zamanda üretildiği bir konum. Ancak, bilgi ile bilmekten doğan farklı nitelikler/tercihler arasında bir neden-sonuç ilişkisi bulunmak zorunda değil. Akademisyenin, akademisyenlik yapması için, örneğin ‘aydın’ olmasına, ‘entelektüel’ olmasına ihtiyaç yok. Yaşamı boyunca tek bir roman okumamış bir akademisyen, alanında çok tanınmış bir hukukçu olabilir. Yaşamı boyunca ülkesindeki hiçbir insan hakkı ihlalini konu etmemiş bir akademisyen, çok parlak bir insan hakları felsefecisi olabilir. Yaşamı boyunca kendisine ‘Üniversite nedir, nasıl bir yerdir?’ sorusunu bir kez olsun yöneltmemiş bir tıp hocası, harika bir cerrah olabilir… Bunlar, akademisyenlik mesleğini seçenin nasıl biri olduğuyla, derdi tasasıyla, kişiliğiyle, ideolojisiyle ilgili konular.

Akademisyenin ideolojisi, yaşamda durduğu yer, benimsediği ve temsil ettiği değerler, entelektüel birikimi, toplumsal kaygı duyup duymaması, düşünce özgürlüğünü umursamayıp umursamaması, işine duyduğu saygı, çalıştığı kuruma sadakati, öğrencisiyle kurduğu ilişki, alanı dışındaki konulara ilgisi ya da ilgisizliği; söz konusu meslek erbabının sahip olabileceği çeşitli niteliklerdir. Onu ‘diğerleri’nden ayırır ya da benzeştirir; ancak tüm bu meziyetler, sahip olunan şeyin ‘mesleklerden bir meslek’ olduğu gerçeğini değiştirmez.

Hal böyleyken, bir akademisyenden, sırf akademisyen olduğu için diğer meslek erbabından farklı davranmasını beklemek hayal kırıklıklarına yol açacaktır. Söz konusu beklenti, bir akademisyenin uzmanlık bilgisi haricinde başkaca meziyetlere sahip olması gerektiği inancından kaynaklanır ki gerçekçi sayılmaz. Akademisyenliği seçmiş bir insanın, örneğin bir torna ustasından, bir muhasebeciden ya da bir marangozdan daha tutarlı ve ilkeli bir yurttaş olmasını gerektiren (ve sağlayacak) hiçbir anlamlı gerekçe yoktur.

Akademisyen, bir masa ya da bir elma olmadığı için, bir ideolojisi vardır. Diğer insanlar, diğer meslek sahipleri gibi. Akademisyenler de herkes gibi taraf tutar, sempati duyar, destekler, karşı çıkar. Akademisyen, ideolojisi ne olursa olsun yaptığı işte nesnel olmak zorundadır, hepsi bu. İdeolojisi olmadığını/tarafsız olduğunu söyleyen bir akademisyen ise hâkim ideolojinin yanında yer alıyordur.

Demek ki bir akademisyen akademik çalışmalarını, ‘nesnelliğe’ halel getirmeden, ancak bir dünya görüşü etrafında yapabilir. Sosyalist, liberal, sağcı, sosyal demokrat, dinci, muhafazakâr, milliyetçi vs. bir akademisyenin akademisyenliği de siyasal-sosyal gelişmeler karşısında takındığı tutum da meşrebince olacaktır.

Bir akademisyene itibar kazandıracak olan, uzmanlık bilgisine eklediği niteliklerinin yanında, işine saygısı, özen, çalışkanlık ve tutarlılıktır. Tutarlılık. Diğer bir söyleyişle, koşullara ve fırsatlara göre kolaylıkla eğilip bükülmeyen bir iskelete sahip olmak.

Tutarlılık, akademisyenlik mesleğinin mütemmim cüzü değil, kumaşınızla ve bir gün sona erecek ömrün ardından nasıl anılmak istediğinizle ilgili bir tercihtir. Özsaygıdan kaynaklanan bir tutum. Son perdeye gelindiğinde, bir insanın mesleğini layıkıyla yapıp yapmadığına, saygıyı ve itibarı hak edip etmediğine o insan değil, başkaları karar verir. Mesele, günü geldiğinde o başkalarının size uygun göreceği sıfatlardır, bizim kendimize yakıştırdıklarımız değil. İlhan Selçuk’un sözüyle, “Her insan yaşamı boyunca kendi heykelini yontar.” İlhan Selçuk’la hiç tanışmamış bir yazarın, günlerden bir gün, onun cümlesini alıntılaması, İlhan Selçuk’un sürdüğü ömrün saygınlığından kaynaklanır.

Evet, akademisyenlik bir meslek ve geriye kalan her şey, mesleği icra edenin yaşam boyu edindiği niteliklerin, sahip olduğu meziyetlerin yekûnu. Bir akademisyenin, bilgiyle kurduğu ilişki nedeniyle toplum ortalamasında yarattığı beklentinin yüksekliği ise büyük ölçüde bir yanılsamanın sonucu. İdeolojiden ve kişilik özelliklerinden masun bir akademisyenlik yok. Akademik bilgi ile doğru tutum, tutarlılık ve güvenilirlik arasında nedensellik bağı aramamak, kurmamak gerekir.

Yazı önerileri:

Sırrı Süreyya Önder, türkülerini çok sevdiğim Kahtalı Mıçe’nin anısına yazmış. Allah rahmet eylesin.

2017 yılında ‘akademisyenlerin’ çalıştığı bir üniversiteden, ‘akademi’nin tanıklığında, kimi sayın muhbir ‘akademisyenler’in işbirliği ve yönetim kademelerindeki bazı ‘akademisyenler’in liste oluşturma azmiyle, ‘akademik’ bir ibişin arzu ve onayıyla, çok sayıda meslektaşımla birlikte atıldıktan sonra Gazete Duvar’da yazdığım ‘akademisyen’ yazılarından birini, yaygın bir ‘akademisyen’ portresini buraya bırakıyorum.

MURAT SEVİNÇ

Loading

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu