Press "Enter" to skip to content

Eğitim, ahlak ve iktidar / Kemal İnal

01.10.2020

 

 

 

Eğitim, ahlak ve iktidar

Kemal İnal

Koyu, karanlık ve yağmurlu bir Almanya akşamında, kampüsteki kaldığım odadan Türkiye’ye bakarken, üzüntülere eşlik eden bir öfkenin bir şeyi görmesi gerektiğini düşünüyorum. HDP’ye yapılan siyasi operasyonları sadece kişilere, simgesel isimlere karşı gerçekleştirilen eylemler olarak görmemek gerekir. Popüler, simgesel ve güçlü aydınlardan sıradan aktivistlere değin her türlü operasyon aslında, o kişilerin şahsında kurumlara karşı girişilen eylemlerdir. Kurumlar, insanlar arasındaki örgütlü ilişkilerdir. Kız çocuğuyla evlenmekten tutun da aile reisinin türlü çeşitli rezilliklere karşı başkaldırmaması doğrultusunda verilen fetvaların hedefi, aynı zamanda seküler ve demokratik aile mefhumunu kurumsal anlamda yıkmaktır. Habermas, egemen “sistem”e (devlet, piyasa, şirketler) karşı aşağıdan kurulan “yaşam dünyası”nın (Lebenswelt) yukarıya doğru uzanmasını demokratik bir hareket olarak görmüştü. Farklı bir deyimle ancak bildiğimiz bir tür “grasstoots” (taban hareketi) meselesi bu; ne var ki, Habermas, liberal devlete o kadar bağlı ki, aşağıda(n) hayat bulan yaşam dünyalarının (onlardan biri de ailedir) içinde iletişimsel aklın ön aldığı müzakereler içinde diyaloglarla (veya konuşmalarla, conversation) insanların en güçlü (veya akılcı) argümanın peşinden gidip anlaşabileceğini yani uzlaşabileceğini yazmıştı. Açın bakın, her akşam Türkiye televizyonlarında sözde karşıt gruplardan kişiler konuşup dururlar; cep telefonlarından, sosyal medyadan, meydanlardan habire konuşurlar. Çoğu zaman uzlaşır gibi görünürler de, diyaloga da kapıları her zaman açıktır ancak neyi çözdükleri belli olmaz bir türlü. Konuşmanın şehvetine kapılıp müzakere yapmak adına girdikleri pazarlıklarda bile kişisel olarak kendilerini kamuoyunu bilinçlendirmek anlamında rahatlamış da hissederler. Bu derece konuştukça batan bir başka ülke daha var mıdır, bilmiyorum?

***

Türkiye’de egemen dil, hele resmi ise, sadece fiziki güç üzerinden çalışır. Teoride kalmaz. Otoriter, direktif ve yönlendiricidir. Foucault’yu çok eleştirdik ancak Türkiye’ye baktığınızda, iktidarın kendini tek tek insanlarda yeniden üretmesinde içselleştirilmiş güç iştihanın sıradan insanları bile mahvettiğini görürsünüz. Ahlak ve din dersinin zorunlu olduğu bir pedagojik sistemin tezgahından geçen milyonlarca çocuk ve gencin bu derslerde ne öğrendikleri bir muammadır (Ben hiçbir şey öğrenmediklerini düşünüyorum). Sistemi ahlaksız görenler, o sistemin yapısal-mantıksal işleyişini anlayamazlar. AKP’yi hiçbir şekilde din üzerinden analizlerle anlayamazsınız. Türkiyeli insanlar, gidin bakın, tek tek ahlaklıdır ancak sistemin suçlarına ortaklık edecek çıkar ilişkilerinin kendine uzanan boyutunu gördüğüklerinde, ahlakı evrensel niteliklerinden soyup kendi dar kimlik ahlaklarına kolayca uyarlayıverirler. Sistemin suç ortağı olmak o kadar da zor değil. Çıkarların nerede yattığını görmek yeterli. Din, Habermas’ın tasnifinde elbette yaşam dünyası içinde yer alır ancak en etkili kullanımı, bireylerin dinselliklerini aşağıdan yukarıya doğru kurmasında yatar. İnsanlar, yeterince güçlülerse, sistemi taşırlar; iyi taşıyıcıdırlar, hele failliklerini (agency) özne düzeyine çıkaracak güç elde ederlerse. Bu gücü elde ettiklerinde, tek tek simgesel, güçlü ve popüler insanlara karşı resmi operasyonların hedefi, şahsın kişiliğinde kurumdur. Bu açıdan eğitim kurumu dediğimiz örgütsel ağ, ilişki, işlev ve statüler toplamında dönüştürülen ilk şey, insanların eğitime bakışı olmuştur. Bugün en solcusundan sağcısına, kentlisinden köylüsüne, yoksulundan fakirine değin hemen her kesimde eğitim kurumuna ilişkin bir egemen imge söz konusudur. O da, eğitim(ciler)in insanı gerçekten yetiştirdiğine dair güçlü inançtır. O yüzden devletin zorunlu, mutlak ve kitlesel eğitimine gözü kapalı uyuyoruz. Uzaktan eğitimi bile okulun evin içine taşınması anlamında kullanıyoruz. Kendimizi evlerimizde uzaktan eğitime uyarlamak için pahalıya laptop alıyoruz, internet paketimizi artırıyoruz, yaşam seyrimizi derslerin seyrine göre ayarlıyoruz. Kısaca, evdeki yaşam dünyamızı yukarıdaki sistemin taleplerine kolayca uyarlayıveriyoruz. Kurumların mantığı yoktur; kurumsal mantık adına egemen güçlerin bireylerin zihin ve davranışlarında yeniden ürettikleri sistemik gereklilikler vardır. Öğretmenler eğitim kurumunu pedagojik sistem bazında deneyimlerler. Dersler, müfredatlar, materyaller, programlar vb. öğretmenlerin çalışmalarının temel konularıdır. En ilerici öğretmen bile kendisinin nitelikli eğitim vermesini engelleyen eylemleri, iktidarın hiçbir dayatmasına gerek olmadan kendince yerine getirir. Kurumlar böyle güçlenir ancak sistemler güçlüyse, kurumlar yaşarlar. Son yirmi yılda daha da düşen eğitimin niteliğinde öğretmenlerin eğiticiden (trainer) bir türlü eğitimciye (educator) terfi edememelerinin önemli payı vardır. İktidar, birikimseldir; çoğu zaman güç anlamında politikaları katlanarak evrilir çünkü o politikaları önceki kuşaklar iyi kötü içselleştirmişlerdir. İktidar yanlısı Eğitim-Bir Sen’e üye olma gereği duyan mini etekli öğretmen, bu içselleştirmenin bariz bir örneğidir. Bu tutumun ahlakla bir ilgisi de yoktur; ahlaksızlık, görecelidir. Kesin hüküm veremezsin, hele evrensel etik ilkeleri gibi bir derdiniz yoksa. Onca İmam-Hatip okulu, din dersi, ahlaki jargona rağmen Türkiye’de insanların eylemlerini olgusal değil de normatif ölçütlere (Ahlaklı mı? Dine uyuyor mu?) göre değerlendirdiğimizde, hiçbir şeyi çözemeyiz. AKP’li sendikaya üye olan liberal öğretmenin derdi, kendine yeni bir ahlak üretmek değildir. İnsanlar şaşılacak derecede gündelik eylemlerinde rasyonel davranmaya çalışırlar zira Durkheim’ın belirttiği gibi olguların toplumsal basıncı altındadırlar. Yoksa onları metafizik kaygılar vb. yönlendirmez. Hz. Nuh’un döneminde cep telefonu falan olduğunu söyleyen öğretim üyesinin bu saçmalığa inanması sorun değildir; motivasyonu da bir tez ortaya atmak değildir. O, içinde yer aldığı kurumsal ilişkilerin sistemik dünyasında o şekilde bir hayatın gereğini yerine getiriyor çünkü o şekilde konuştuğunda, o şekilde konuşmasına dikkat kesilecek epey bir insan olduğunun farkında. Arz-talep melesinin ötesinde kendisini üreten zihniyet dünyasında ancak o şekilde konuşursa, bir şeyleri, mesela bilim kurumunu (pozitivizme saldırmak adı altında) yıkacağını düşünür ve bilir.           

***

Aylardır uzaktan eğitimin dezavantajlı (yoksul, gariban, işsiz vb.) ailelerin çocukları için fırsat eşitsizliği yarattığını ileri süren kimi örgütlü öğretmenler ve sendikalarının fark etmediği bir şey var. Pandemide uzaktan eğitime erişim sorununu ortaya çıkaran hatalar (altyapı eksikliği, eksik programlar, işlemeyen senaryolar vb.) zaten belli ancak bizim yaptığımız bu eğitimle neden bir şeyleri bir türlü değiştiremediğimiz sorgulanmıyor. Her geçen gün daha da kötüye gidiyorsak, eğitimin, eğiticinin bunda payı yok mu? Öğretmenlerin iyi niyetinden, çalışkanlıklarından ve özverilerinden kuşkum yok; her türlü nesneleştirmeye özne olmaya çalışarak verecekleri bilgide hiç olmazda bir parça kendisinin katkısının olmasına çalışıyor. Ancak verdiği eğitimle giderek duvara toslayacağımızı neden göremiyorlar? Çoğu zaman eleştiri, diyalog gibi tehlikeli bir araç olabilir. Eleştirdiğinizde sorunu fark edip kendinizce bunu dile getirerek kamuoyunu bilgilendirerek bir parça hissettiğiniz ferahlığın sizi şimdilik uyuşturduğunu fark etmezsiniz bile. Yine TV’lerde AKP’li ve CHP’lilerin, liberallerin vb. tartışmalarında zaman zaman diyaloga aralanan kapıdan geçerek birbirlerine gevrek gevrek gülen (neredeyse) kadrolu televizyon tellallarının vardıkları uzlaşma, yaptıkları müzakere, girdikleri pazarlıklar zaten çoktan kabak tadı verdi. Habermas’ın kulakları çınlasın! Aynı şekilde yıllardır derslerine, kendine ait bir özerk ve özgürlük alanı olarak girdiği sınıfta yaptığı her etkinlikte öğretmeni rahatlatan, görevini yaptım duygusuna iten psikoloji de çok tehlikeli değil midir? Her seçim döneminde ‘vatandaşlık görevim’ diye sandıklara koşup oyunu atan yurttaş, akşam TV karşısına geçip oyunun bir işe yarayıp yaramadığını anlamaya çalışır. İşe yarasa bile yine de kaybeder. Ve bu, müzmin bir bireysel edimler çağında insanı güya etkin kılarken bir kurumun sistem bazında kendini yeniden ürettiğini görmez bile. Eğitimin, ahlakı değil iktidarı anlaması, ona göre davranması için önce eğitimcilerin iktidarın kendi bireysel varoluşlarında nasıl yeniden üretildiğini görmeleri lazım. Bu da, yukarıdaki sisteme değil, öncelikle kendi yaşam dünyalarına bakmalarını gerektirir.

Loading

Eğitimde eleştirel nasıl düşünebiliriz? / Kemal İnal

05.10.2020

 

 

 

Eğitimde eleştirel nasıl düşünebiliriz?

Kemal İnal

Türkiye’de eleştiri kavramı hâlâ layıkıyla anlaşılmış değil. Çünkü eleştiri ile tenkit etmeyi, giderek karalama veya çamur atmayı aynı şey sanıyoruz. Eleştirinin öğrenilmesi gereken bir “disiplinli düşünme” olduğunu kabul etmedik şimdiye değin. Aslında bizde eleştiri kültürünün bir yaşam biçimi ve örgütlenme tarzı olarak gelişmesini engelleyen pek çok şey var; ezbercilik, otoriteye boyun eğme, kulluk diye başlayarak uzayıp giden liste, yanlış değil ancak bu sayılanlar, eleştirinin olmamasının nedenleri değil, sonuçlarıdır. Bir şeyi neden eleştiririz? Doğru olmadığı için olabilir, tabii bize göre. Çıkarımıza gelmiyordur, bilime aykırıdır, insanlığa zarar veriyordur, etik olarak yanlıştır vb. Fakat sorun burada, eleştirinin güçlü bir estetik, yöntemsel ve politik temele oturtulmamasıdır. Estetik derken kastettiğim, söz konusu şeyin incelikli, üretken ve şık biçimde eleştirilmesidir. Batılı kültürler bunu gerçekleştirebilmek için felsefe, mantık, matematik, sanat, demokrasi gibi pek çok şey ürettiler. Eleştiriyi toplumlar, gruplar veya örgütler değil, öncelikle bireyler üretir veya yaparlar. Tarihte eleştirinin ilk sahibi ve sorumlusu, burjuva bireydir. Burjuva birey, her türlü belirlenmişliğe başkaldırının ürünüdür. Burjuva birey, özne olmaklığın, özneleşmenin bir sonucudur. Rousseau “İtiraflar”ını veya Montaigne “Denemeler”ini yazdıklarında, modernizmin en önemli kavramlarından biri olan özdüşünümün (self-reflection) erken örneklerini vermişlerdi: Kendine bakarak özünü tanımak ve gerekirse eleştirmek. Aydınlanma geleneği, bu birey tipinin geleneksel-özcü belirleyicilere (gelenek, töreler, din, feodal kurumlar vb.) başkaldırmasının ürünüdür. Coğrafi keşiflere çıkan, farklı kültürleri tanıyan, misyonerlik yapan, köle ticaretini gerçekleştiren, bilimleri geliştiren, geleneksel otoriteleri eleştiren, modern kurumları inşa eden birey tipi, hataları ve sevaplarıyla, kapitalizm dediğimiz sömürücü sistemin aynı zamanda estetik anlamda ruhunu da oluşturdu. Bu ruh kendini, Habermas’ın belirttiği burjuva kamusal alanda demokrasinin sivil olarak inşasını mümkün kılan muhalif hareket ve figürlerinin ortaya çıkmasını sağladı. Salonlarda, kafelerde, nutuklarda bu birey tipinin yoğun tartışma, polemik ve açıklamalara girişmesi, hem eleştiri kültürünün oluşmasına hem de gelişmesine imkan verdi. Eleştiri, demokratik mücadelenin hem sahası hem de aracı oldu. Eğer bir ülkede demokratik kamusal alanlar (sokaklardan parlamentoya değin) yoksa, orada eleştiri kültürü gelişemez. İnsan, bireysel özne olarak varlığı ve kimliğinin ancak kamusal alanda farkına varır; ötekinin (muhalif, yabancı vb.) varlığını kabul etmek, bizim kendimizi tanımamızı sağlar.

***

Eleştiri, aslında metodik düşünmenin sonucudur. Yöntemsel düşünemeyen, kervan yolda düzülür misali, bir işi planlamadan-programlamadan yapan biridir; yöntem bize, şeylerin varlığı ve düzeni hakkında nesnel bilgi sağlamanın temelini verir. Yani eleştiri, bir yöntem işidir. Yöntem, varılacak hedefe hangi yoldan, ne tür araçların kullanmasıyla ve süre-şartların hesaplanmasıyla gidileceğini öğretir. Yöntemli eleştiri ve analiz, bilimin varlık nedenidir. Kötü sonuçlar, yöntemsizliğin veya yanlış yöntemin seçilmesiyle ortaya çıkar. Örneğin bozuk yolda yürürken ayağınız takılıp düştünüz. Yöntemsel düşünen biri, bozuk yol ile çarpık düzen arasında ince, ayrıntılı ve pratik ilişkiler kurar. Sıradan düşünen biri için, düşmesinin pek çok gerekçesi (bozuk yolu fark etmemiştir, hava karanlıktır, yağan yağmur görüş alanını kapatmıştır vb.) olabilir ancak bunlar, daha ziyade arızidir. Eleştirisini yöntemsel yapan biri, tikel (bozuk yol) ile tümel (çarpık düzen) arasındaki bağlantıyı analitik düşünmesi sayesinde yapar. Zaten analitik (kabaca sistemik düşünmeye dayalı analiz) düşünen biri için eleştiri, kullandığı yöntemlerin ana yatağını oluşturur. Eleştirel kişi bu anlamda yenilikçi, yaratıcı, dönüştürücü, giderek devrimcidir.

***

Dolayısıyla eleştirinin üçüncü önemli bileşeni, politikadır. Batı düşünce geleneklerinde politika, din, felsefe ve ekonomiye çoğu zaman yönelim veren temel kurum oldu. Politika, çeşitli çıkarlarla ilgili bir konudur. Ülke yönetimi gibi boyutları çok sonra gelir. Politika, bu anlamda çıkarların yönetilmesidir. Sağlıklı eleştiri, dönüştürücü politikanın gücünü arkasına alır. Marx, 11. tezinde filozofların şimdiye kadar eleştirmekle yetindiklerini ancak artık aslolanın değiştirmek olduğunu söyledi. Marx’ın bir birey olarak yaşamı, eleştirinin şaha kalktığı bir deneyimler setini andırır. O yüzden çoğu kitabının üst veya alt başlığında Marx, eleştiri kavramını kullandı. Aslında Marx’ın eleştirdiği filozoflar da (örneğin Feurbach veya Hegel) o konumlarına bir önceki düşünsel/felsefi gelenekleri eleştirerek gelmişlerdi. Marx, eleştirinin hiç bitmeyecek bir bireysel tutum olduğunu göstermiş oldu bize. Temel derdi, kapitalizmin insanlık dışı bir sistem olarak nasıl yıkılabileceğiydi. Bu yüzden “devrimci eleştiri”yi üretti. Fakat özünde eleştiri, estetik, yöntemsel ve politik bir kategori olarak Marx gibi devrimcilerde bile burjuva niteliği ağır basan bir kavramsal gerçeklik olarak da rol oynadı (elbette Marx, eleştirmekle yetinmedi, pratikte bir devrimci gibi yaşadı). O yüzden Marx’ın eleştirisi, burjuva kültürünün kendi şahsında çeşitli araçlarla (eğitim, gazete yazıları, salon toplantıları, nutuklar, örgütlenme vb.) sosyalist amaçlar için üretilmesi ve sürdürülmesinden başka bir şey değildir zira Marx, burjuvazinin son tahlilde eski, geleneksel ve durağan şeyler karşısında devrimci veya ilerici olduğunu açıkça ifade etmişti.

***

Bütün bu bilgileri, eğitim konusuna nasıl bağlayabiliriz? Türkiye eğitim sistemi, onca kapitalizm, sanayileşme, kentleşme ve bireyciliğe karşın tutarlı bir (aydınlanmış) “burjuva birey” yetiştirilmesini sağlayamadı. Öğrencilerimiz, görünürdeki bireyciliklerine karşın hâlâ ağırlıkla cemaatçidir. Çünkü eğitim sistemimiz, Aydınlanma’yı üreten burjuva birey tipini yetiştirecek bir düşünsel geleneği okullara taşıyamadı veya uyarlayamadı. Devletten müdürüne, öğretmeninden veliye değin eğitimle ilgili kesimler, öğrencinin özdüşünümüne meydan verecek yöntemsel, estetik ve politik şartları sağlayamadı. Misal: Okullarda onca yıl alınan derslere rağmen öğrencilerimizin bir yabancı dili layıkıyla öğrenememelerinde yöntemsel düşünememenin önemli etkisi vardır. Dil, bir yapıdır ancak onu var eden, az-çok mantıksal kalıba sokulmuş  gramatik yapısı ile gündelik hayat içinde üretilen kişisel/toplumsal yaşantıların çakışmasıdır. Biz, bu gramatik yapı ile gündelik yaşantı arasında transfer işini bir türlü yapamıyoruz zira bu, teorik ve pratik birlikte düşünmenin bir sonucu olarak gerçekleşmiyor (İngilizce grameri öğreniyoruz ancak o gramere uygun konuşamıyoruz). Örneğin okul ödevini yapan bir öğrenci, okulda ders ödevini yapma etiğini kazansa da, bunu gündelik yaşamındaki pratik ödevlerini yapmak şeklinde bir transfer yapamıyor çünkü biz, teori ile pratik arasındaki diyalektik ilişkiyi, bir senteze yol açan doğurgan/üretken değil, karşıt/uzlaşmaz (antagonist) bir ilişki olarak ele alıyoruz. Doğrular ve yanlışları ayrı kategoriler halinde değerlendiriyoruz; oysa bunlar, birbiriyle ilişkilerinin bir sonucudur. Eleştiri, ancak diyalektik olursa, hedefini vurmuş olur; kaldı ki eleştiri, değişimi bireyin zihninde başlatır. O yüzden Batılı burjuva bireyin donanımlı, hatta politeknik biçimde yetişmesinde eğitim, bir numaralı sorumlu kurumdur. Peki, eğer eğitim sistemimiz eleştirel beyinler yetiştiremiyorsa, neden böyle oluyor? Neden eleştirelden ziyade uyumcu bireyler yetiştiriyoruz?

***

Bizde kamusal eğitim sisteminin formüle edilmesinde, vatanını-milletini seven bireyler yetiştirmek diye başlayan mevzuata zemin oluşturan “resmi misyon” anlayışının çok önemli bir payı vardır. Bu hâlâ çok güçlü bir cemaatçi insan tipini üretiyor (AKP bu yüzden hep kazandı). Aydınlanma öncelikle sivil bir hareketti; öncü burjuva birey (filozof, entelektüel, sanatçı, bilim insanı, tüccar vb.) bu sivil hareketi kamusal alanda yoğun bir sistem eleştirisine girişerek kurdu. Kutsal, dokunulmaz ve değerli görülen ne kadar kurum, kişi ve düşünce varsa, eleştiri topuna tutuldu. İşte o eleştiri anlayışı giderek bir kültür oluşturdu veya haline geldi ve eğitim gibi kurumların temelini oluşturdu. Bugün 18 yaşına giren Batılı bir genç, rahatlıkla evinden/ana-babasından ayrılıp kendisine bir ev ve yaşantı kurabiliyor; bizde ise çocuğumuzu çoğu zaman bakkala göndermekten bile çekiniriz; hatta onun okul ödevlerini yaparız, odasını toplarız, sınav tarihlerini hatırlatırız vb. Batılı eğitim sistemlerinde öğrenciye, “bu senin sorunun, bunu sadece ve ancak sen çözersin/çözeceksin” anlayışı erkenden verilir ve bu konuda inanılmaz da katı davranılır. Öğrenci, birey olmayı bu şekilde öğrenir. Öğretmeni öğrencisini acımasızca eleştirir; öğrenci, böylece eleştirinin nesnesi olmaktan öznesi olmaya doğru adım adım ilerler. Çünkü eleştirilmek, öğretir. Bu öğrenci tipi kolayca ezber yapamaz çünkü önce anlayıp beynine yerleştirmesi gerekir; öğrendiğini pratiğe aktararak öğrenmesini güçlendirir ve çok fazla tekrar yapar. Onlarda tekrarlar giderek yaratıcılığa yol açarken bizde bilinen yol ve yöntemlerin ezberlenmesine neden olur. Onlarda bilginin yaratıcı kullanımı (nitelik), bizde ise yoğun bilgi yüklemesi (nicelik) vardır. Onlarda eleştiri, tutarlı ve sürekli bir politikayken bizde kaçınılması gereken bir suçlama biçimidir.

***

Eleştiri, çoğu zaman özeleştiri ile güçlenir. Bunun için bireyin kendi üzerine düşünmesi (özdüşünüm) gerekir ancak bu yöntemsel değilse, giderek eleştiri bireyi güçten düşürür. Öğrencilerimiz genelde bu özeleştiriyi dengeli biçimde yapmaktan uzaklar çünkü onlara örneğin sınavlardaki başarısızlıklarının öncelikle ve çoğu zaman kendi sorumsuzluklarının sonucu olduğu öğretilir. Bu bir parça doğrudur ancak bu sorumsuzluk, öncelikle bir neden değil, sonuçtur. Sorumluluk kazanmak, bireysel disiplin işidir ve yoğun öğrenmeye dayanır. Teorik derslerle kazandırılamaz. Köy Enstitüleri’nde bu sorumluluk bilinci, öğrencilere çok ciddi görevler verilerek kazandırılmıştı. Günümüz okullarında okuyan öğrencilerin ders ve ödevlerini yapmak dışında başka bir görevleri yoktur. Onu bile yapmak için ailesinden yardım almak zorundadır. Öyle olunca, sorumluluk bilinci alamamış öğrenci, yetişkinlik yaşamında yine başkalarına (ülke olarak hep birlikte birbirimizin sırtına basmak suretiyle) yaslanarak ayakta durmaya çalışır. Eleştirel düşünce ile sorumluluk bilinci arasında güçlü bir ilişki vardır. Yöntemsel, estetik ve politik biçimlerde eleştirebilen kişi, bir şeylerin yanlış gitmesinden kaynaklı sorumluluk bilincinin harekete geçirdiği kişidir. Bunu okullarda ahlak, din gibi normatif derslerde hiçbir şekilde öğretemiyoruz. Çünkü ülke yararı için konulan bir kuralın (yasa, yönetmelik, tüzük vb.) evrensel bir iyi ile çakışması için kendi kimliğimizle/kişiliğimizle çatışmaması gerekiyor; çatışırsa, evrensel iyi için çalışan ya da öyle olduğu varsayılan kuralın gereğini (diyelim ormanların korunması kuralını) değil, kimliğimizin/kişiliğimizin tikel değerini tercih ediyoruz (otel inşa etmek veya tarım yapmak için ormanlarımızı yakabiliyoruz).   

***

Sonuç olarak, çok eleştiren bir halkız ancak eleştirel düşünen bir ülke değiliz. Eleştirilerimizi, çoğu zaman muhalif, düşman, vatan haini diye uzayıp giden listeye girenlere arızi durumlarda kinimizi, kızgınlığımızı vb. yansıtmak için yapıyoruz. Karşımızdakiyle uzlaşıp olumlu bir sonuç almaktan ziyade onu mat veya yok etmekle daha çok ilgiliyiz. Televizyonlardaki tartışma programlarına bir bakın; bir konuda üretken bir sonuca varabilmek için tarafların, asgari müştereklerde birleşmesini sağlayabilecek bir ortak düşünsel disiplini geliştirmede son derece fukara oldukları görülecektir. Eleştirinin gelişme yaratabilmesi, yöntemli ve sistemli düşünmeyi gerektirir. Bu da bilinç dönüşümüne bağlıdır. Bilinçlerini cemaat önderlerinin tek beyniyle ikame edenler için kendisine dair kendisinin düşünmesi gerekmez. Öğrencilerimiz için de öyle; eleştirel pedagoji, öğretmenin de öğrenciden öğrenmesi gerektiğini söyler ancak bizde güçlü “bilen öğretmen” kategorisi üzerinden öyle bir kültür yaratıldı ki, öğretmenin bilmemesi, öğrenci nezdinde ayıplamaktan resmi düzeyde soruşturma konusu olmaya değin gidebiliyor. Bu alışkanlıktan kurtulmamız lazım. Onun için önce, alışkanlıklarımızın yerine, eleştirel düşünmeyi öğrenmeye yarayacak yol ve yöntemler üzerine düşünmemiz gerekiyor. 

Loading

Devlet Okullarının Sonu / Bülent Avcı

01.09.2019

Devlet Okullarının Sonu

Bülent Avcı

Son dönemde Türkiye’deki kötü gidişe ilişkin tartışma başlıklarında eğitim meselesi ön sıralarda yer alıyor. Birçok alanda olduğu gibi eğitim alanında yaşanan gerileme farklı gerekçelendirmelerle de olsa nerdeyse herkesin kabul ettiği bir konu.  Konu üzerinde yürütülen tartışmalar, Türkiye’nin fazlasıyla kendi içine kapanmış olmasından dolayı, maalesef içerikten yoksun bir yüzeyselliğin ötesine geçememekte; küresel ekonomi-politikten kopuk olarak gelişen tartışmalar günübirlik polemiklerin içine hapsolmakta.

Neoliberal ideoloji 1980’den itibaren nerdeyse tüm dünyayı şekillendirdi ve halen şekillendirmeye devam ediyor. Girişimcilik ve piyasa değerleri üzerine inşa edilen bu dünya görüşü, makro-sosyoekonomik ve politik dengelerden tutunda günlük hayatımızın en ince ayrıntılarına dek sirayet etmiş vaziyette. Neoliberal ideolojinin hegemonya kurduğu alanların en önemlilerinden biri de eğitim.

Peki nedir olup biten eğitim dünyasında?

Şunu en başta belirtmek gerekir ki, parasız-zorunlu kamu eğitiminin ortaya çıkışı ve şekillenmesi sermayenin ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda olmuştur. Endüstrileşme sürecinde, zorunlu kamu eğitimi üretim sürecine kalifiye iş gücü ve ulus-devletlere makbul vatandaş yetiştirme işlevi gördü. Bununla beraber, farklı toplumsal güçlerin katkısı ve müdahalesi ile kamu eğimine kısmen de olsa demokratik bir misyonda kazandırıldı.

Fakat küresel dünyanın efendileri yaygın kamu eğitimine endüstrileşme dönemin de olduğu kadar ihtiyaç duymuyor artık. Devlet okulları kapitalist dünyanın içindeki misyonunu tamamlamış görünüyor. Günümüz dünyasında üretimi sürdürmek için yığınların emeğine duyulan ihtiyaç büyük oranda azalmış vaziyette: Bir çok üretim ve servis alanı insan emeğine ihtiyaç duyulmadan yapılabilmekte. Dolayısı ile küresel dünyanın efendileri (sermaye) emeğine ihtiyaç duyulmayan geniş kitlelere kaliteli eğitim götürmeyi gerekli bulmuyor artık. Sermayenin ulusal sınırları çoktan aştığı günümüz dünyasında geleneksel anlamda ulus-devlet tarzında bir vatandaş topluluğuna da ihtiyaç duymuyor. Bu durum eğitime aktarılan paranın miktarını kısarken, öte yandan mevcut eğitim bütçesinin bir şekilde özel şirketlere aktarılmasının kanallarını (outsource) yaratıyor.

Özellikle 1980’den itibaren Amerika’da Reagan ve İngiltere’de Thatcher ile başlayan neo-liberal (yeni-sağ) politikalar bu perspektiften hareketle devlet okullarını ve eğitimini tekrardan şekillendirmeye başladı ve süreç halen devam etmektedir. Örneğin Amerika’da eğitimdeki neoliberal politikaların sonucunda, vatandaşın ödediği vergilerden oluşan eğitim bütçesinden, büyük yayın evlerine ve eğitim danışmanlığı firmalarına aktarılan para  devasa boyutlarda. Yine Amerika’da okulların aldığı ödenek öğrencilerin standart-testlerden aldığı notlara göre belirlenmekte. Dolayısıyla, bundan en olumsuz etkilenen yoksul bölgelerdeki okullar olmakta; yoksul mahallerde bir çok okul kapanırken bir çoğu da charter school dedikleri (finansmanını devletin yaptığı ama özel şirketlerin yönettiği kar amaçlı) kurumlara peşkeş çekilmekte. Dahası, Amerikan ordusu yoksul mahallerdeki liselerde merkezler açarak öğrencileri burs verme vaadiyle asker olmaya özendirmekte ve okulları askerlik şubesi gibi kullanmakta.

Amerika ve İngiltere de şekillenen neoliberal politikalar ve uygulamalar (Türkiye’nin de dahil olduğu) diğer ülkelere empoze edilmekte. Başka bir deyişle Türkiye’de eğitimdeki neoliberal dönüşüm AKP’den çok öncesine, Özallı yıllara uzanan bir geçmişi var.

Eğitimde piyasacı mantığın şekillendirdiği küresel düzeydeki bu dönüşüm devlet okullarının sayısını azaltıp (yada ihtiyaç olduğu halde yeni okullar inşa etmeyip) eğitimin kalitesini düşürse de, fiilen yok edecek anlamına gelmiyor. Devlet okullarının öğrencilerin çok yönlü gelişimine ortam ve olanak sağlayan, ve kar amacı güdülmeyen kurumlar olmaktan çıkartılıp, bütünü ile piyasanın-işverenin ihtiyaçlarına uygun şekilde yeniden inşa edilmesi söz konusu: Okulun ticarethane, öğretmenin satıcı-pazarlamacı, öğrencinin-velinin müşteri olduğu ve bilginin kişisel-özel mülkiyet  olmanın ötesinde bir anlam ifade etmediği absürt bir dünya bu. Eğitimi kamu yararı olan sosyal bir yatırım ve bir insan hakkı olmaktan çıkartıp tamamıyla bireysel bir değere-yatırıma indirgeyen bir dünya. Bu piyasacı mantığa göre, eğitim pazardaki herhangi bir mal yada eşya gibi alınıp satılabilen bir şeydir artık.

Türkiye’de eğitim dünyasında olup bitenler neoliberal küreselleşmeden bağımsız olarak anlaşılamaz. Eğitimle ilgili en yaygın iki kaygı okulların laik eğitimden uzaklaşıp dinci bir müfredata yönelmesi (imam-hatipleşme) ve öğrencilerin uluslararası testlerde matematik ve fen dallarındaki karşılaştırmalı başarısızlığı olarak karşımıza çıkıyor. Peki devlet okullarının imam-hatipleştirilmesi ile başarılmak istenen nedir? Muktedirler bu dönüşümü yerli ve küresel sermayeye rağmen mi yoksa onların doğrudan destek ve onayı ile mi gerçekleştiriyor?

Küresel sermayenin AKP’ye verdiği desteğin en temel nedeni din sosuna bulanmış bir sadaka-bağış söylemiyle geniş kitleleri neoliberal politikaların yıkıcı sonuçlarına kayıtsız kalacak bir kıvama getirmesindeki başarısıdır. Eğitime yapılan dinci makyaj, neoliberal politikaların eğitimde yarattığı hasarları kamufle etme çabasıdır. İmam-hatipleşmiş liseler belirli partilere potansiyel seçmen ve geniş kitle tabanı yetiştiren kurumlardır; matematik ve fizik gibi konuları öğret(e)memeleri gayet normaldir çünkü böyle bir niyet yok. Başka bir deyişle İmam-hatipleşme en son tahlilde sınıfsal bir hamledir: Küresel dünyanın elitlerinin devlet okullarını niteliksiz hale getirerek, demokratik misyonunu tasfiye etme girişiminin bir parçasıdır. Nasıl ki Amerika’da yoksul mahallerdeki eğitim kalitesinin son derece düşük olduğu liseler yoksul gençleri askere alma ofisi olarak kullanılıyorsa, Türkiye’de de imam-hatipleşmiş okullarda dinci nesil yetiştiriyoruz martavalı ile eleştirel-bilinci ve vicdanı donmuş kuşaklar yetiştiriliyor.

Peki AKP’yi iktidardan uzaklaştırsak ve liselerdeki dinci müfredatı kaldırsak durum düzelir mi ?

Eğitimdeki gerilememin esas kaynağı neoliberal politikalardır ve Türkiye’de mecliste gurubu olan bütün partiler neoliberal ideolojik-politik çizgi ile son derce uyumludur. Türkiye’de (ve Dünya’da) eğitimdeki gerilemeye karşı duruş ancak ve ancak neoliberal ideoloji ile yapılacak radikal bir hesaplaşma ile yapılabilir. Ve bu hesaplaşmaya, biz nasıl bir ülke, nasıl bir toplum ve dolayısı ile nasıl bir insan istiyoruz sorusuna vereceğimiz cevapla başlanabilir.

Bir an için, piyasa mantığını bir tarafa bırakıp, öğrencilerin insani, sosyal, psikolojik ve kültürel ihtiyaçlarını temel alarak düşünürsek, okulları öğrencilerin potansiyellerini keşfederek kendilerini var etmelerini sağlayan; çok yönlü ve sağlıklı (bireysel ve kolektif  anlamda) gelişmelerine olanak tanıyan, eleştirel ve vicdani düşünme-hareket etme yetilerini geliştiren yerler olarak düşleyebiliriz.

Bu noktadan hareketle, okullar hayata (yada iş dünyasına) hazırlanılan yerler değil bizzat hayatın yaşandığı yerler olmalıdır. Patronlara kullanışlı ve uysal eleman yetiştiren kurumlar değil. Elbette ki hepimizin bir işi var ve yaşamak için çalışmak zorundayız; okulların da öğrencilere belli oranlarda mesleki bilgi ve yetenek kazandırmaya çalışması anlaşılabilir bir şey. Fakat eğitim kurumlarının işlevi sadece bu amaca indirgenemez.

Eğer biz, müşteri-tüketici olmanın ötesinde hiç bir sosyal-medeni yeterliliği olmayan, demokratik değerlerden yoksun, toplumsal duyarlılığı zayıf (yada hiç olmayan), değişimden-değiştirmeden ziyade adapte olmaya yatkın, eleştirel bilinç ve vicdandan yoksun, otoriteye ve güce tapan, özne karakteri gelişmemiş bireylerden oluşan bir toplumda-ülkede ve dünyada yaşamak istiyorsak mesele yok. İmam-hatip yada düz lise hiç fark etmez, mevcut sistem bunu garanti ediyor zaten; hem dünya’da hem de Türkiye’de.

Ama, yok, hayır diyorsak; bu basit ama çok önemli soruya, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde, cevap aramaya başlamak durumundayız. Alternatif-Eğitim ağı üzerinden bir araya gelerek oluşturulan web-sayfamız bu başlangıcın somut bir ifadesidir. Haydi kolay gelsin…

Loading

Özgürleştiren Eğitim / Kemal İnal

01.09.2019

 

 

 

Özgürleştiren Eğitim

Kemal İnal

Demokratik eğitim dünyasına merhaba…

Herkesin eğitime dair olumlu bir görüşü vardır. Çünkü eğitim bizi “adam” eder, “meslek sahibi” yapar, “kültürlü” kılar. Okul okumak, hemen her toplumda değerlidir. Okulda eğitim alır ve “incelir”iz. Şöyle veya böyle medenileşirken daha rafine bilgi sahibi oluruz, olaylara bakış açımız değişir, elde ettiğimiz çeşitli becerilerle kendimizi değerli hissederiz. O yüzden atalarımız “bana bir harf öğretenin bin yıl kulu olurum” demiş. Belki de sorun da bu noktada başlamış: Eğitim bizi yurttaş, demokratik bir insan yapacağına “kul” yapabiliyor.

Bizi eğitenlere niye kul oluyoruz ki?!

“Okumuş cahil” terimini hepimiz biliriz. Hani bir de, “o kadar cehalet ancak eğitimle mümkün” diye bir laf var… Yani okumanın, eğitim almanın, meslek sahibi yapsa da “adam” olma veya “kültürlü kılma”ya gücü yetmeyebilir. Her halükarda, “eğitim şart” diyoruz çünkü modern toplumlarda eğitim almak, sanki hava gibi bir şey. Onsuz olmuyor…

Sorun, belki de aldığımız eğitimin türünde, biçiminde, içeriğinde… Torna tezgâhı misali “Türk eğitim sistemi”nin içinden “incelmiş” olarak çıkamıyoruz. Ağaç, girdiği torna tezgahından kütük olarak da çıkabiliyor, sükseli bir mobilya olarak da… Misal, İmam-Hatipler, medrese gibi çalışan İlahiyat Fakülteleri vb. Bu tür okullardan çıkanlar, 17 yıldır Türkiye’yi yönetiyorlar. Bu zamanda eğitim nitelikçe dibe vurdu. Her gelen eğitim bakanı, bir öncekinin yaptığı işleri silip yeniden başladı. AKP, eğitimde reform yapmaktan yorulmadı ama biz reforme olmaktan bıktık! Nasıl reform ise, düzelteceğine daha da bozdu. İlk ve orta öğretimde 17 milyon öğrenci, bir milyon da öğretmen var. Yüksek öğretimi de katarsak, yaklaşık 25 milyon insan örgün eğitim sistemi içinde. Bu da ülke nüfusunun neredeyse üçte biri. Yani bu alanda büyük bir insan potansiyeli var, çok da para harcanıyor ama sonuç alınamıyor. Peki, nerede hata yapıyoruz.

Bu köşede sizlerle bu hataların nerelerde yapıldığını paylaşıp çözümler önereceğim. Alternatif eğitim, ülkemizde giderek gelişen bir alan. İster kamu isterse özel sektörde çalışsın, öğretmenler alternatif müfredat, öğretim yöntemi, alıştırma tekniği, farklı ölçme-değerlendirme modeli vb. peşinde habire. Modern kalıplar içinde bile bir dolu geleneksel düşünce ve uygulama artık miadını doldurdu. Çoğu eğitimci, alternatif şeyler arıyor. Bu uğurda son yıllarda Türkiye’de pek çok alternatif okul kuruldu, proje geliştirildi, yöntem denendi, uygulamalar gerçekleştirildi.

Fakat alternatif eğitim alanında da büyük bir kafa karışıklığı var veya anlaşmazlık. Herkes kendi yaptığını alternatif eğitim olarak adlandırırken, bir diğer çalışmayı anaakım içinde damgalayıp eleştirebiliyor. Bu köşede ben, “gerçek alternatif”lerin neler olduğunu saptamaya çalışacağım. Bu uğurda tarihten bol bol örnek verip değişik ülkelerdeki zengin uygulamalardan bahsedeceğim.

30 yıldır eğitim alanında eleştirel çalışmalar yapıyorum. Bu beni çok zenginleştirdi ama buradaki yazılarıma vereceğiniz cevap, getireceğiniz eleştiri ve yapacağınız öneriler benim için çok değerli olacaktır. Her yazım eleştiriye açık olacaktır. O yüzden lütfen bana yazın ve böylece etkileşimsel bir mecra oluşturalım. Sizden öğrenmeye açığım. Eğitim nihayetinde “diyalojik” bir süreç, monolog değil. Eğitim aslında öğrenen-öğreten arasında konumu sık sık değişen veya değişmesi gereken bir “ilişki”dir. Bu köşede bir kürsü, öğretmen ve dikte olmayacak. Beraber düşünüp beraber yazacağız, tartışıp yeni yollar bulmaya çalışacağız.

Yolumuz açık olsun.

Kemal İnal

(inalkemal@gmail.com)

Loading

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu