Press "Enter" to skip to content

Savaş savaşmayana güzeldir ! / Emin Toprak

22.01.2024

Savaş savaşmayana güzeldir !

Kültürler halkların; dil, yazı, yaşam, inanç, eğitim, bilim, sanat, yönetim vb. alanlardaki ortaklaşmış ürünleridir.
Bu ürünler toplumsal yaşamı daha yaşanır kılmak için akıl-mantık ve yetilerle üretilir. Bunları: edebiyat, folklor, müzik, resim, zanaat, spor, inanç… olarak da sıralayabiliriz.

Kültürler, belli sınırlar içinde kalmak istemez sınırları aşarak evrensel bir kimlik kazanmak isterler.

Şimdilerde dünyada çokça taraftarı olan bir spor kültürü var. Bir parantez açıp biraz da bu kültürün etkisindeki taraftarlarının söz ve eylemlerine bakalım:

“Biz buraya ölmeye ölmeye, … gömmeye geldik!

“Biz yenildik fakat sonraki buluşmada karşılığını vereceğiz!

Belki birkaç gol yedik ama sonra daha çok gol atarız/daha çok sayı kazanırız!” …

İşte bu tür slogan ve davranışlar uzar da gider.

Beğenmediğimiz bu coşku, öfke, kin, küfür, şiddet dolusu söylemler ve eylemler “taraftar” kültürüdür.

Kendi takımını/tarafını övüp coşturan, karşı tarafı tehdit ve tahrik eden fanatik söylemlerle dolu bir kültür.

Tehdit ve tahrik edici bu fanatik söylemler bir bozulmuşluğun sonucudur. Belki anlıktır, belki sporcu ile taraftara psikolojik destek amaçlıdır. Ve belki de bu tahrikler daha iyi bir skor da kazandırabilir!

Fakat bu anlayış insani değerlerden uzaktır!

Çünkü bu anlayış; nesnel yenilgi ve başarısızlığı kabul etmez, daha çok emekle başarmanın yollarını aramaz, karşı tarafa sadece şiddet, çatışma ve kötülük ister.

Oysa, tüm sosyal etkinlikler gibi sporun da bazı etik ve yazılı kuralları vardır.

Bu kurallara uyan, olasılıkları akıllıca değerlendiren, araç ve organlarını iyi kullananlar övgü alır ve başarı kazanırlar.

Evrensel boyutta kabul görmek ise: duygudaşlık, akıl, sevgi-saygı ve barışçı bakış ister. Böylece mahalle takım ve fanatik taraftarlık aşılmış, beğeni, alkış alarak evrensellik kazanmış olurlar.

İnsanlığın fanatik takım ve taraftarlara değil barışçı duygudaşlara ihtiyacı vardır.

Zaten tüm sosyal etkinliklerin nihai amaç ve hedefi evrensel olmak değil miydi?

***

Bu genel girişten sonra şimdi de ülkemize yıllardır egemen olmuş anlayışın ürettiği ‘yerli ve milli’ bir kültüre gelmek istiyorum.

Ülkemizin on yıllardır çözüm bulunamayan bir ‘Kürt Sorunu’ vardır.

Peki, ne istiyor Kürtler:

Anadili ile konuşmak, eğitim almak ve kültürünü yaşatmak.

Yani ortak vatanda eşit vatandaş olarak barış içinde yaşamak…

Peki, bunlar her insanın doğumuyla kazandığı insan hakları değil mi?

Peki, niçin Kürtlerin bu hakları vardır ve kullansınlar demiyorlar?

Niçin?

Cevapsız bırakılan bu “Niçin?” yüzleşilmek istenmeyen yasaklı bir korku oldu.

Ve bu ‘insani sorun’, ülkemizde barışçı bir çözüm bulamayınca, komşu ülkelere taştı.

Komşu ülkelerde de çözüm, diplomasi yerine güvenlikçi-çatışmacı politikalara bırakıldı.

Ancak yıllar geçti bu politika hem içeride hem de dışarıda başarısız oldu, fakat can-mal kaybı ile acılar artarak devam etti.

Tabii ki bu bir başarısızlıktır!..

Kabulü ve savunulması da çok zor, çok üzücü bir durumdur bu. Hele de bu başarısızlık, yirmi yılı aşmış bir iktidara aitse. Ve bu iktidar da daha uzun yıllar iktidarda kalmak istiyorsa…

İktidarın ikbâli yani geleceği çok önemli ve devam etmelidir. Bu amaca ulaşmak için ‘öteki’ ve ‘düşman’ olanların yok, kültürlerini inkar eden taraftarlar ve onlara özel ‘milli kültür’ oluşturmak gerekliydi ve bunu da başardılar.

Biz, fanatik anlayışı olana: bencil, öfkeli, kinci, ayrımcı, şiddeti, kavgayı sever, duygudaş olmaz demiştik.

Ama bu kültür çok daha bencil, yok edip öldürüyor!

Dostluk, kardeşlik, eşitlik, özgürlük, barış isteyenleri bile suçlu ve terörist sayıyor.

Ekran ve meydanda ‘cinayetlere’ güzelleme yapıp:

“Geçmişimizde siyasi cinayetlere şahit olduk ama mertçeydi.”

“Biz ölmeye ölmeye, … gömmeye geldik!”

“Bizim … şehidimiz var fakat onlardan da misliyle yok ettik/edeceğiz…”

Diyenleri de oldu!..
“Mertçe cinayet olur mu?!

Oysa her ölüm bir acıdır!

Acıların kimliği olmaz!

Acıları insanlık ortaklaşa yaşar.

Ve hiç bir acı yarıştırılmaz!

Ama akşam sabah ekran ekran gezip acıları yarıştırıyorlar.

İşte bu ‘öteki’ olanı düşman sayan anlayışla, en az 40 bin genç ölmüş ya da öldürülmüş. Ülkenin kaynakları ölümlere kurşun, mallara yangın olmuş. Can yakan acılar ile yoksulluk her gün artarak devam ediyor.

Bunlar olup biterken de “Kürt Sorunu Yoktur!’ diyebiliyorlar!

Peki, ya bu yaşananlar nedir/nedendir?

Bugünlerde, bu düşmanlık kültürünü oluşturan iktidara destek verenler de çoğaldı. Ki onlar bu iktidara karşı olduklarını sürekli haykıranlardı. Vatan millet sakaryacı bu teskereci ‘yerli ve milli’ muhalifler, gizli ortaklığı bitirip saflarda yer aldılar.

İnsanın, doğanın, her tür canlıya yaşam hakkı tanımayan bu düşmanca gidişi ancak hak ve özgürlüklerini isteyen halkın iradesi dur diyebilir.

Halkımız ‘Edi bese!’ (Artık Yeter!) diyerek, tüm karanlıklara ışık tutmalı. Uyumlu, demokratik, adil çözüm sağlayan barış ile çatıştıran güvenlikçi anlayışlara son vermeli. Ve bu kanlı çatışmalara harcanan kaynaklar da halkın huzuru için kullanılmalı.

Ben, çatışma-savaş-şiddet-sömürü karşıtı bir barış severim. Herkese ve kimliğe özgür, eşit ‘insanca’ iyilik dolu bir yaşam isterim. Hem yaşarken hem de rüyalarımda: zalime ve zulme karşı durur, bazen Kürtçe bazen de Türkçe bir çığlık olurum.

*

Lev Tolstoy, ‘İnsan Neyle Yaşar?’ adlı eserinde: “Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın.”

*

Ahmed Arif: “Nerede bir can ölse, oralı olur yüreğim; Olmalı zaten, olmazsa insan olmaz yüreğim.”

*

Düşman sayan kültürün yok ettiği, barışsever Hrant Dink diyor ki:

“Ben üç dil biliyorum. Ermenice, Kürtçe ve Türkçe.
Benim içimde bu üç dil hiç kavga etmiyorlar,
Barış içinde yaşıyorlar!”

*

Ve kime ait olduğunu öğrenmediğim bir sözle yazımı bitireyim:

“Yağmur ıslanmayana, Aşk yaşamayana, Savaş savaşmayana güzel.”

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Bir ‘Aralık’ daha geçip gitti! / Emin Toprak

15.01.2024

Bir ‘Aralık’ daha geçip gitti!

Aralık, yılın tüm acı ve sevinçlerinin toplandığı yorgun bir aydır.
Bu ayda, ülkedeki herkese-keseye dokunan gelecek yıl bütçesi hazırlanır. Bütçeler, toplumsal yaşamın güvenli-özgür-huzurlu olmasını sağlamak ve imkanları adilce paylaşmak içindir.

Mecliste yapılan bütçe görüşmelerinde geçmiş yıllarla yüzleşme, gelecek için umut, ihtiyaç, dilekleri dile getirilir ve yeni bir yıla kapı aralanır.

Ekranların bu ayda bolca izleyici bulması da bundandır. Fırsat buldukça bu izleyicilerden biri de ben olurum.

Politikacılar, dört yılda bir yapılan seçimlerdeki gibi bütçe görüşmelerinde de kürsüde olurlar. İktidar yanlısı vekiller iktidarı savunmak için bolca hamaset yapar, muhalif olanlar ise hesap sorarlar.

Her iki taraf da bu fırsatta: “23 Nisan heyecanı” içinde “seçmene selam” konuşmasını yapmış olurlar.

Çünkü, ülkemizde; ‘çoğulculuk’, ‘çokseslilik’ ‘demokrasi’ yok olmuştur.

Yasama-yürütme-yargı güçleri ‘Tek Kişi’ iktidarında birleşince de güç zehirlenmesi ülke çapında korku iklimi yaratmıştır. Bunun etkisiyle de parlamento ile yargı etkisiz-yetkisiz-işlevsiz-suskun kalmıştır.

Ancak, bütçe görüşmelerinde, suskun bırakılan muhalif parti ile vekillere yasa gereği ‘mecburen’ söz hakkı verilir. Böylece nefessiz bırakılan parti ve vekiller de bir nefes almış olurlar.

Onlar da bu fırsatta kısıtlanan hak ve yetkilerini hatırlatıp hesap sorarlar.

Hangi hakkı kimin, nasıl kısıtladığını söylemeden önce yasalara göre ana kurumların görev ve yetkilerini hatırlamak gerekir.

*

ÖN AÇIKLAMA:

Toplumsal yaşam, üç ana güç olan yasama-yürütme-yargı işbirliği içinde düzenlenir ve sürdürülür. Ve ‘Kuvvetler Ayrılığı’ denen ilkeye göre, bu üç ana gücün hiçbiri diğerinin emrinde değildir.

Beğensek de beğenmesek de uymak zorunda olduğumuz bir anayasamız var. Bu görev alanların, esas aldığı, üzerine namus ve şeref sözü vererek yemin ettiği bir anayasadır ve: “Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” der.

Sonra da üç ana gücün görev-yetkilerini sıralar:

  1. “YASAMA yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”
  2. “YÜRÜTME yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.”
  3. “YARGI yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır.
    Özetlersek: toplumsal yaşam kuvvetler arası bir denge-denetim ile sağlanır. Bunun için gerekli yasaları yasam’a hazırlar, yürütme uygular, yargı ise hukuku esas alan kararlarıyla yasama ve yürütmeyi denetler.

**
GÜNCEL DURUM:

Duvarına iri puntolarla: “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” yazılı ve yasama yetkisi verilen TBMM’de yasa gereği 650 Milletvekili bulunur.

TBMM, 2023 yılı boyunca:

-*295 maddeyi görüşmüş.

-*37 teklifi yasalaştırmıştır.

Bugünkü anayasa yürütme yetkisini tek başına Cumhurbaşkanına vermiştir. Ve Cumhurbaşkanı aynı zamanda bir partinin de genel başkanıdır. 2023 yılında “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adına yapılan çalışmaların birkaçı ise:

-*227 maddeden oluşan 41 ‘Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’,

-*1499 madde olan 577 ‘Cumhurbaşkanlığı Kararı’ çıkarmıştır.

-*Anayasa, ‘ulusal ve uluslararası yargı kararlarına uymayı zorunlulu kılar. Ancak, bu kararların bazısına uyarak, bazısına da uymayarak ‘keyfi’ davranışlar gösterilmiştir.

-*Yargı çalışanlarının maaş-atama-yükselme gibi tüm özlük hakları bir ‘koz’ ya da tehdit aracı olarak kullanmıştır. Bu korku ile tehditler etkili olunca da önemli sayıda yargı çalışanı iktidarın isteği doğrultusunda etik ve hukuk dışı kararlara imza atmıştır.

-*YSK’nın aldığı bazı hukuk dışı-garip kararları yüzünden yaşananları henüz unutmadık. Bugünlerde ise yargıda çıkara dayalı girift karanlık iş ve ilişkiler çoğaldı.

-*AYM ve Yargıtay arasında başlayan kavga büyüdü, daha da büyüyecek.

Yukarıdaki birkaç sayı ve başlık bile bize toplumsal yaşamımız için gerekli olan kuvvetler arası denge-denetimin nasıl bozulduğunu apaçık göstermektedir.

Demek ki, yok sayılan, susturulan, sindirilen işlevsiz bırakılan vekiller de çok zor durumdadır. Onlar da kendilerini ezik-mahcup bırakan durum ve duygulardan arınmak istemektedir. O halde onların aralık ayını bir fırsata çevirme istekleri doğaldır.

Az sayıda vekil de ülkemizin; demokrasi, hukuk, insan hakları, eğitim, ekonomi, bilim, sanat alanında dünyadaki ki yerini anlattı. Böylece ülkemizin başarı, kazanç ve kayıp karnesini görmüş/duymuş olduk.

Bugünkü yokluk, yoksulluk, hukuksuzluklardan kurtulmamız için sosyal, ekonomik, kültürel ve yönetsel alanlarda pek çok değişime ihtiyacımız var. Ve öncelikle tüm sorunlarla yüzleşmemiz gerekir. Bunun için de olup bitenlere eleştirel bakan, farklılıkları önemseyen, farklı düşünen ve çözüm arayanlara çok çok ihtiyacımız var.

***

İşte bir ‘Aralık’ daha halkımıza büyük bir bagaj bırakıp, çekip gitti!

Bu bagajda; halktan görev/yetki almış ‘seçilmişlerin’ hem gasp edilmiş hakları hem ahları hem de iş başına oturtulan ‘kayyumların’ yolsuzlukları var!

Bu bagajda; demokrasi, hak, özgürlük yoksunu kalanlar ile aç ve acılı olanların çığlıkları var!

Ve bu bagajın tüm hukuksuzluk-zalimlik öznesi failleri: ya dokunulmaz ya yalanlarla aklanmış ya da ‘zaman aşımı’ ile gizlenmiş olup ‘cezasızlık’ ödülü almıştır!

Acı, kötülük ve çürümüşlük taşımakta olan bu bagaj, işte bunun için çok kötü kokular saçıyor!…

Yerel seçimlere çok az kaldı. Devletin tüm güçlerini elinde bulunduran iktidar da bu seçimi kazanmak için halkı kutuplaştırmak ve çatıştırmak istiyor.

Kim bilir bu senaryo için hangi algılar yayacak!

**

Ben bu satırları yazarken, 1970’lerde duyduğum, okuduğum ve unutmadığım bir sosyoloji terimini anımsadım o terim:
“Anomi!”

Bu terimi kullanan ilk bilim insanı da Fransız Sosyolog Emile Durkheim olmuştur.

Anomi: toplumsal kural ve etik değerlerin geçerliliğini yitirmesi, birey ile toplum arasında çatışma yaşanmasıdır. Anomi, tek sözcükle: ‘kaos’ veya ‘kuralsızlık’ olarak da tanımlanabilir.

Anomi olan yerde; kurallar bozulur, baskı, şiddet kullanımı artar, haksız kazanç edinenler ve bunlara özenenler çoğalır. Toplumsal farkındalık ile kişilerin toplumla barışıklığı azalır. Böylece örtük kalan tüm öfke-kin-şiddet duyguları ortaya çıkar, suç ve suçlular çoğalır.

Kaos başlar!…

Emin Toprak – DOSTÇA

 

Yazarın Diğer Yazıları

KİT’leri yıkıp karadelikler açtılar !  https://www.criticaleducationnetwork.net/kitleri-yikip-karadelikler-actilar/
Yaşam Kozamızdaki Değişim! https://www.criticaleducationnetwork.net/yasam-kozamizdaki-degisim/
Cumhuriyet 100 Yaşında! https://www.criticaleducationnetwork.net/cumhuriyet-100-yasinda/
YILGINLIK YOK! https://www.criticaleducationnetwork.net/yilginlik-yok/
Etik ile Önyargılar https://www.criticaleducationnetwork.net/etik-ile-onyargilar/

Kadın Tanrılardan Bugüne https://www.criticaleducationnetwork.net/kadin-tanrilardan-bugune/
Yönetemiyor! https://www.criticaleducationnetwork.net/yonetemiyor/

İnsanlıkta Buluşmak https://www.criticaleducationnetwork.net/insanlikta-bulusmak/ 
Depremle Yaşamak https://www.criticaleducationnetwork.net/depremle-yasamak/
İnkâr edenle uzlaşılmaz! https://www.criticaleducationnetwork.net/inkar-edenle-uzlasilmaz/

‘Aman ha konuşma!’ SUS(MA)! https://www.criticaleducationnetwork.net/aman-ha-konusma-susma/

‘At Sinekleri’ https://www.criticaleducationnetwork.net/at-sinekleri/

Karanlık İş ve İlişkiler https://www.criticaleducationnetwork.net/karanlik-is-ve-iliskiler/

Yorgun ve Karanlık Aralık ! https://www.criticaleducationnetwork.net/yorgun-ve-karanlik-aralik/

 

 

 

 

 

Loading

KİT’leri yıkıp karadelikler açtılar ! / Emin Toprak

25.11.2023

KİT’leri yıkıp karadelikler açtılar !

21 yıllık AKP iktidarı 4 yıl daha sürecek ve 25 yılı bulacak! Seçimle gelmiş çok az yönetimin böyle uzun bir ömrü olmuştur!

AKP iktidar olduğunda, ülkemizin önemli bir gelişmişliği ve parlak bir ekonomisi yoktu.

Fakat, yurdun her tarafında birçok devlet işletmesi vardı. Bunlara kısaca: “KİT” (Kamu İktisadi Kurumu) denirdi. Bu kurumlara bağlı olan birçok fabrika, işletme, maden sahası, arazi ve zengin kaynaklar vardı.

Milyonların ekmek teknesi sayılan kurumlarda yüzbinlerce işçi-memur çalışırdı. Üreticilerin tarım ve hayvancılık ürünleri alınıp işlenir, yurtiçi ve yurtdışı pazarlarda satılırdı. Böylece ülkenin ihracat ve ithalat dengesi kısmen sağlanırdı.

Bu kurumlar, kolektif bir anlayışla halk yararına çalıştıkları için sürekli emperyalist anlayışın hedefleri olmuştu. Bu kurumları ele geçirmek için öncelikle ‘zarar’ etmesi ve ‘gereksiz’ oldukları algısıyla halkın gözünden düşmesi gerekiyordu.

Öyle de yaptılar!

Kurumlarda çalışan-işçi-memur sayıları, politikacıların “hamili kart yakınımdır” buyruklarıyla kat kat arttırıldı. Böylece, halkın ekmek teknesi kurumlar: piyasa değeri düşük, hantal, atıl, itibarsız ve işlevsiz kalmışlardı.

İstedikleri olmuş ve AKP, Türkiye tarihinde görülmemiş bir özelleştirme uygulamasına başlamış, ülkenin gözbebeği kurumları çokça kazanım ve birikimleriyle yok pahasına haraç mezat satılmıştı.
İşte sayıları binlerce olan bu kurumlardan birkaçı:

Sümerbank, Şeker Fabrikaları, Çimento Sanayii, Gübre Fabrikaları, Etibank, TÜPRAŞ, THY, SEKA, TEKEL, PTT (telefon) USAŞ, EBK, Elektrik Dağıtım, Hidroelektrik Santralleri, Termik Santraller, Kömür İşletmeleri, Doğalgaz Dağıtım, Maden İşletmeleri, Çimento, Emekli Sandığı Otelleri, Sosyal Tesisler, Limanlar, çokça değerli arazi vb. sayfalar dolusu liste…

Oysa bu kurumlar, ekonomimizin dinamosu, halkın ‘ekmek teknesi’ ve ortak mallarıydı. Ve tüm araç-gereç-donatıları ile birlikte, arsa fiyatının bile çok çok altında yandaşlara peşkeş çekilip satıldılar! Kalanları da satmaya devam edecekler!

***

AKP iktidarının ‘yola devam’ etmesi için ‘miras’ satışları da yetmedi. Yandaşları, doymak bilmediği için acil ve çokça ‘Dolar’ bulmalı ve bu paranın kime-nereye harcandığı sorgulanmamalıydı!

Bu durumda, İMF ve benzeri kurumlara başvurulamazdı, çünkü onlar, paranın nereye-nasıl harcandığını inceler-sorgulardı!

Ve nihayet çareyi: “Varlık Barışı” ilan edip, 7 kez yinelediler!
Varlık Barışı: bazı kişi ve kurumların yurtiçi ya da yurtdışında denetim dışı kalmış kara varlıklarına ‘yasal’ görünüm kazandırma düzenlemesidir.

Mevlana’nın o ünlü çağrısıyla o karanlık kişilere: “Gel, gel ne olursan ol yine gel!” derken: Varlıkların akmış-karaymış bizim için hiç önemli değildir, yeter ki onları al da gel! diyorlardı.
Bu çağrı, demokratik ülkelerde yasadışı-kanlı-karanlık işlerine fırsat verilmeyenleri (uyuşturucu baronları ve mafya çeteleri) mutlu etti. Çünkü, sorgusuz ve vergisiz olarak tüm karanlık varlıkları aklamış olacaklardı. Ve bu fırsatı kaçırmadılar:

Bu kişiler için yapılan açık-kapalı törenlerde medya tanıklığında ve en üst düzeyde destekler verildi. Nutuk, alkış, gülücükler eşliğinde yankı bulan video-fotoğraflar çekildi. Ortaklıklar kuruldu, vatandaş olmayanlar vatandaş olup pasaport aldı!

Tabii ki aklanan kirli-karanlık paralar; bankalara, madenlere, yatlara, ultra lüks köşklere, gökdelenlere akmış, yerli ve milli olmuştu.

Böyle başladı, aklanan kirli paralar rantı, çetelerin de sokakları ele geçirmesi. İşte, şimdilerde: “Bunlar da kim?” dediğimiz türedi zenginler, sokaklardaki kanlı hesaplaşma, çatışma ve infazlar da birer sonuçtur.

Böylece Türkiye dünyada “Gri Listeye” ilk giren en büyük ekonomi oldu!

NOT: 24 Eylül 1991 tarihinden beri üyesi olduğumuz FATF (Mali Eylem Görev Gücü), 21 Kasım 2021 günü: kara para aklama ve terörün finansmanıyla mücadele önlemleri yetersizdir diye Türkiye’yi, Mali ve Ürdün ile birlikte “Gri Listeye” aldı.
Bunlar olurken, ülke halkı için değişen bir durum yoktur. Onların yazgıları gereği olmuştu tüm kaza, deprem, yangın, sel, fırtına, açlık, yokluk, acı ve ölümler!

Tüm bunlar: “Kader planının içerisinde olan şeyler!”

Halkımız, öbür dünyada olacak ‘büyük sınava’ hazırlanıyor!

***

“Bunlar, 21 yılda hiç mi iyi işler yapmadı?” diye sorarsanız ben de:

**Saraylar, otobanlar, köprüler, tüneller, Şehir Hastaneleri, Havaalanları gibi çokça işler yaptılar!

**Bu işler yapılırken de halka: “Cebinizden beş kuruş çıkmayacak!” dediler. Sonra sonra anladık ki bu “yap-işlet” sözleşmeleri “ticari sır” kapsamına alınmış ve bu sözleşmeler ile ilgili uyuşmazlık için İngiliz yasaları ve Londra Tahkim Kurulu’nun yetkili kılınmış, sözleşme bedeli borç “Dolar” olarak kat kat fazlasıyla hazineye borç yazılmış ve günü gelen faturalar bütçeden tıkır tıkır ödeniyor. Bu 30-40 yıl sürecek bir borçmuş, yani daha doğmamış torunlar ve onların çocukları da borçlu olacak!

**Ve yeni yeni anladık, bu “yap-işlet” projelerinin ülkemiz için birer karadelik olduklarını!

Söylerim, size.

İşte Belgeleri:

Sayıştay’ın 2015 yılı raporu ve şimdi de Genel Sağlık İş Sendikası: Şehir Hastaneleri ülke için birer karadelik olmuştur diyor!

Ve bu görüşü aşağıdaki cümle ile de destekliyor:

“17 şehir hastanesine 25 yılda yapılacak ödemelerle her biri 600 yataklı 875 adet devlet hastanesi yapılabilir…”

25 yaş üstü her vatandaş ekran ve meydanlarda gördü ve duyduk, tek yetkili olan Erdoğan halka hitaben: “yap-işlet” projeleri için “Cebinizden beş kuruş çıkmayacak!” dediğini. Unutan varsa ararsa bulur kayıtlarını.

Sanırım şimdi de: “Yap-işlet 30-40 yıl sömür!” diye neşe çığlıkları atıyorlar.

Nereden nereye!

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Pilav, Plan ve Deprem / Bülent Avcı

01.03.2023

Pilav, Plan ve Deprem

Memleket çok zor ve acılı günlerden geçiyor. Ne desek boş…  Ateş düştüğü yeri yakıyor maalesef. Enkaz altında hayatını kaybeden ya da sakat kalan onca insan… kış ortası evsiz barksız ortada kalan milyonlar… ne yana baksak öfke ve acı ve de çaresizlik…  

Enkazdaki insanlara yardım edemeyen ama camilerden Selâ okutabilen bir iktidar; yardım eli uzatan sivil inisiyatifleri tehdit eden özgüvenini yitirmiş bir iktidar… kem-küm etmenin ötesine geçemeyen bir muhalefet… ve TV’lerde, sosyal medyada yazılanlar söylenenler ve görülenler…  

Öne çıkan dört şey üzerine birkaç cümle etmek isterim izninizle:

  • Suçlu bulundu; müteahhitler
  • Deprem öldürmez bina öldürür
  • Kader-kısmet değil bilimdir asıl olan
  • Bu deprem iktidarı götürür

Evet bir öldüren var ama bu bina değil kapitalizmin bizzat kendisidir. İnşaat Türkiye’nin son elli yılında sermayenin siyasi iktidarlarla iş birliği halinde faaliyet gösterdiği en temel kâr-kazanç elde etme alanlarından biridir. Müteahhitler bu tezgâhın en masum unsurlarıdır.

Niye mi?

Bir fikrin, eylemin, davranışın, üretimin-ürünün, ya da eşyanın doğruluğu, önemi ve değeri ne kadar para kazandıracağı (kârlı olup olmaması) ile ölçüldüğü küresel bir kapitalist düzende ve dünyada yaşıyoruz; insan sağlığı ve mutluluğunu ve de kamu yararını hiçe sayan bir düzen bu.

Örneğin, küresel ilaç endüstrisi hastalıkları iyileştirmeye değil durumu idare etmeye odaklıdır. Çünkü hastaların iyileşmesi kazanç getirmez; kârlı değildir.

Kanseri önlemeye dönük araştırmalar için harcanan para hastalığı idare etmek için harcanan paranın sadece dörtte biri; hastalığı önlemeye dönük yatırım hiç de kârlı değil de o yüzden.

Aşırı işlenmiş-paket gıdalar sağlığa zararlı ama hız kesmeden üretmeye-tüketmeye devam; taze gıdaya göre kat be kat kârlı da o yüzden. Genetiği değiştirilmiş gıdalar insan ve doğa için öngörülemeyen korkunç felaketeler yol açabilir; ama kârlı olduktan sonra gerisini kim takar.

Basit bir örnek üzerinden hareketle, diyelim sokakta yürüyorsunuz ve hemen yanı başınızda bir kişinin ayağının kayıp yere düştüğünü gördünüz. Siz, biz, onlar, yanı sıradan ama sahici insanlar hemen elimizi uzatıp yere düşen insanı ayağa kaldırmaya çalışırız. Ama global kapitalizm (sermaye) yapmaz bunu; ilk önce o yerde yatan kişiye yardım etmenin kârlı olup olmadığına bakar. Eğer bu eylem karlı değilse-ki yerdeki bir insanı kaldırmanın ne kazancı olabilir, kapitalizm “bırak ölsün gitsin” der… Bu kadar basit mi yani? Evet bu kadar basit! Kızılay’ın çadır satması da böyle bir şeydir; bağışlarla edinilen mal ve hizmetlerin parayla satılması son derece kârlı bir ticarettir. Bizim takunyalı ve badem bıyıklı neoliberal imamlar riyakarlıkta orta çağ papazlarına tur bindirmiş besbelli.

Bizim müteahhitlerin durumu tamda her şeyin kârlı olma durumuna göre ölçüldüğü bu paradigmanın bir parçası. Türkiye’de ortalama apartman inşaatları büyük firmalar tarafından yapılmaz; bunlar genelde Anadolu kökenli, çoğu ilkokul mezunu ya da orta sondan terk iş adamları. Türkiye’de evler, daireler, apartmanlar bir yaşamsal ve mimari felsefeden esinlenerek inşa edilmez; yaşamak için değil barınmak için yapılırlar. Bir apartman yapılacaksa verili koşullarda ona ayrılacak (ya da ayrılabilecek) bütçe bellidir…  Efendim şu kadar para verip gider bir inşaat mühendisinin ve mimarın diplomasını kiralarsın; bilemedin bu kadarını da bürokratik formaliteleri halletmek için vereceğin rüşvetlere ayırırsın ve geriye kalanda müteahhitlerin kârıdır; haliyle kendi kâr marjını artırmak için demirden mi çalsam çimentodan mı diye düşünür…

Dediğim gibi kârlı olma durumunun belirleyici norm olduğu bir toplumda-dünyada o müteahhit yapmazsa öteki beriki yapacaktır. Sorun herkesi suçun bir parçası yapmış olan sistemin ta kendisidir. Ev yapıp alıp satmak kâr amaçlı yapılan bir iş olduğu sürece Türkiye’de depreme dayanıklı mekanlar yapılamaz.  

17 Ağustos 1999 depremi sonrasında yazılıp çizilenlere bakın; bugünkülerle nerdeyse birebir aynı şeyler. 24 sene sonra aynı yerdeyiz çünkü maddi koşullar değişmemiş. O zaman muhalefet olanlar (şimdinin saraylıları) devlet enkaz altında kaldı manşetleriyle çıkıyordu meydanlara; bu sefer enkazın altında kalan onlar, ama enkaz-menkaz onları pek ilgilendirmiyor; Makyavel’e rahmet okutacak cinsten bir ilkesizlikle ve Abdülhamit taktikleri ile iktidarlarını sürdürmenin yollarını arıyorlar. Stadyumları ve kampüsleri kapatma girişimi sıradan faşizmin kötülükte sınır tanımadığını bir kez daha gösterdi bize.  

17 Ağustos 1999 depreminin yerle yeksan ettiği yerleşim alanları inşa edilirken 1960-70’li yıllarda bu ülkenin devrimci-demokrat ve yurt severleri bu sürecin ciddi bir planlama ile yapılması gerektiğini ve söz konusu bölgenin deprem riski taşıdığını her platformda dile getirdiler.  Dönemim muktediri ve necip Türk milletinin sevgili babası Süleyman Demirel

“Milletin plana değil pilava ihtiyacı var”

diyerek plan diyen, ‘entel-dantel’ solcuların bir güzel ağzının payını verdi. Bugün Erdoğan’ı eleştirenler aslında son 70 yılda bir sağcı iktidardan ötekine aynı şarkının farklı aranjmanlarla terennüm edildiğini gözden kaçırmakta. Gölcük depreminden etkilenen bölgede yaşayanlar plan diyenleri taşla sopayla kovalayıp pilav vaat eden babalarının ardından gitmeyi tercih etmişlerdi. Bugün, Hatay hariç, depremden etkilenen bölgeler mevcut siyasi iktidarın geçen 20 yılda yoğun olarak oy aldığı yerler; necip Türk milleti Demirel’de beğendiğini Özal’da temize çekti… ve Özal’da beğendiğini de Erdoğan’da bir kez daha temize çekti.

Bu yönüyle deprem bölgesinde iktidar karşıtı bir siyasi-toplumsal hava oluşacağını düşünenler fena halde yanılmaktalar; mevcut iktidar 300 madencinin öldüğü bölgeden kaza sonrası yapılan seçimden ezici bir üstünlükle çıktı. Bakmayın siz olayın sıcaklığı ile uzatılan mikrofonlara yapılan kızgın konuşmalara.  Yanılıyor olmayı çok istemekle beraber, o kalabalıklar hiç şüpheniz olmasın yine pilav diyenlerin arkasında kuyruğa gireceklerdir.     

Öte yandan, en geniş laik-sol çevrelerce deprem bağlamında sıklıkla dillendirilen hurafeye karşı bilim söylemi de aynı ölçüde ezbere söylenmiş gibi duruyor. Orta çağda kiliseye karşı mücadele verilirken kullanılan retoriğe benzer bir söylemle bilim güzellemesi yapmak; ve şark kurnazlığı ile depremin yıkıcı sonuçlarının oluşturabileceği sosyal basıncı azaltmak için kullanılan kader söylemine en hakiki mürşit bilimdir sloganı ile karşılık vermek pek ikna edici gelmiyor kulağa. Eski fikirler yeni gerçekliği anlamada maalesef yetersiz kalıyor…

Herkesin çok güvendiği ama çok az insanın gerçekten ne olduğunu bildiği bilim, günümüz dünyasında insanlığın ortak hizmetinde olan bir olgumumdur?

Acı ama gerçek: sınıflı (küresel) dünyada-toplumda bilim çoktandır egemen sınıfların propaganda aracına dönüşmüş vaziyette. Yandaş ekonomist-iktisatçıların söylemlerine bakın; orta çağda iktidarın açıklarını kapatmak ve onları sureti haktan göstermek için vaazlar veren kilise papazları gibi; her biri günümüz dünyasında Kocatepe camiinde müezzin olabilecek kalibrede. Emin olun AKP bir on sene daha iktidarda kalsın, yandaş deprem-uzmanları peydahlanacaktır.

Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil.  

Küresel gıda firmalarının maaşa bağladığı bilim insanlarından geçilmiyor ortalık. Küresel ilaç ve medikal firmaların masa altından finanse ettiği sözde araştırma projelerini yöneten bilim insanlarına bir bakın. Küresel sermayenin desteklediği sözde sivil think-tank denilen kurumlarında çalışan aklını yüreğini sermayeye kiraya vermiş sürü ile bilim insanlarına ne demeli peki…

Günümüz dünyasında bilimsel buluşlar banyodan “suyun kaldırma kuvvetini buldum” diyerek don-paça çıkan insanlarca yapılmıyor maalesef; araştırma-geliştirme kurumlarında yüksek bütçelerle sermayenin çıkarına hizmet edecek şekilde ve sermayenin finansörlüğüyle yapılıyor… Öyleyse bilim kisvesi altında önümüze konulan her şeyi kabul etmeden önce dikkatlice düşünmek zorundayız…

Küresel efendilerin ideoloji ve propaganda aygıtına dönmüş bilim dünyasının insanlığa bir faydası olamaz ve en az dinci-yobaz hurafeler kadar zararlıdırlar.   

Ez cümle insanları öldüren şey ne müteahhitler ne de binalardır; dünyanın her yerinde sermayenin dizginlenemeyen kâr hırsıdır insanları öldüren; sağlıktan barınmaya, gıdadan iş yaşamına insan ve kamu yararı hiçe sayılarak, maliyetleri azaltıp kârlılığı artırma felsefesi ve onun pratik yansımalarıdır insanları öldüren. Türkiye’de beton sektörü sermayenin bel kemiğidir ve kapitalist paradigmadan bağımsız değildir.

İnsanı ve doğayı her şeyden önemli tutacak toplumsal-siyasal bir devrim olmadığı sürece pilav ve plan arasında daha çok gider geliriz ve Kızılay’ın öyle şeyler sattığına şahit oluruz ki çadır falan çok masum kalır.

Dr. Bülent Avcı 

Seattle / Mart-2023 

Loading

Yaşam Kozamızdaki Değişim! / Emin Toprak

18.11.2023

Yaşam Kozamızdaki Değişim!

Bir bebek, dünyaya geldiği an, yoğun bir atmosfer basıncı altındadır. O anda yaşadığı şok ve korku nedeniyle ağlayıp çığlık atar. Ağlamak onun konuşma dilidir, istek ve ihtiyaçlarını ağlayarak anlatır.

Daha sonraları korunup bakıldığını ve güvende olduğunu anlayarak kendine sınırlı bir çevre-dünya örmeye başlar. Siz buna: ‘Yaşam Kozası’, ‘Yaşam Çemberi’, ‘Sevgi Çemberi’ de diyebilirsiniz.

Yaşam denen şey, örüp durmaktır kozalarımızı.

Bundan hareketle derler ki: “Her insan, önce kendisini ve adıyla çağrılmayı sever.” ‘Annelik’ duygusunu da hiç unutmadan bu yalın gerçeği kabullenmek (Ve, daha ileri giderek, bu sava ‘her canlı’ sözcüğünü de eklemek) gerekir.

Sevgi çemberinin ilk halkasına: bireyin kendisi-anne-baba-kardeş-akraba, ev, evdeki eşya ve hayvanları da eklenir. Ve adım adım atalardan miras kalmış: anadil, töre, din, inanç, masal, şarkı, türkü, ezgi, sevinç, ağıtlar… gibi korkuyla sevinçle örülü kültürel değerleri öğrenir.

Çoğunluk ömür boyu bu değerleri hiç sorgulamadan militanca, kabullenir yaşar ve yaşatır. Fakat, çok az kişi de izole olmayı, birer ‘öteki-cılız ses’ olmayı göze alarak bazı bilimdışı değerlere karşı çıkar.

Sonra birey; yakaladığı fırsatla yaşayıp-dokundukça yaşam halkaları da gelişip değişir. Bu değişimi: akran, arkadaş, komşu, sokak, mahalle, köy, okul, kent, ülke ve başka ülkelerin yaşantı ve ‘insani’ değerleri ile sağlar.

Bireyler, ulaşıp dokunduğu yerlerde; insanlar, yaşam, inanç, doğa, sanat, müzik, folklor, kültür, … ile tanış olup etkilenirler.

Bazıları, kozasına sıkıca sarılır, üzülür, özlem duyar geçmişe, arar-sorar sılasını.

Bazıları da, örülü yaşam halkalarını, şimdikiler ile kıyaslayıp sorgular. Her yenilikten esin ala ala, pay çıkara çıkara donanır, gelişir ve değişir. Böyle böyle yaşam kozasında bulunan dostları, hem de barışçı ve evrensel olan insani değerleri artar.

İşte yaşam bu!

Evet, doğası gereği her insan önce ‘Ben!’, sonra ‘Yakınlarım’ deyip, onları sevmeye, saymaya korumaya başlar.

O halde bir varsayımda bulunup: “Bu masum bir minnet duygusunun sonucudur” diyebiliriz. Belki de bunu, bir varsayım değil yadsınmaz bir yaşam gerçeği olarak kabul etmek daha doğrudur.

Peki, doğru olmayan nedir?

Doğru olmayan, kişinin ömrü boyu kozasını değiştirmeye-geliştirmeye çalışmaması, sadece olanlarla yetimesi, başka ortamlarda yakınlıklar kurup, yeni dostlar aramayışıdır.

Bilim, yaşam kozasında sadece yakınlarına yer verip onlarla yetinenleri; a-sosyal (sosyalleşmemiş), zavallı, acınası birileri olarak tanımlar.

Fakat unutmayalım ki, hiç de masum kişi-grup-millet değildir böyleleri!

Çünkü bu anlayışla yok edildi nice uygarlıklar ve kültürler!

Bunlar başlattı dünyadaki tüm haksızlık, kötülük, kavga, zalimlik, savaş ve katliamları!

Bunlar yüzünden komşular, komşu ülkeler, dünya ya da insanlık çok çok büyük acılar yaşadı!

Ve önlem alınmazsa, bu vahşet devam edecek!

***

Şimdi biraz da tarihe, sosyolojiye bakalım:

Varsayalım ki, insanlık tarihinin en eski ölümlü çatışması ‘Hâbil ile Kâbil” olayı ya da söylencesidir.

O zaman diyebiliriz ki, iki kardeş arasında yaşanan bu ölümcül çatışma sonrasında yaşanan tüm kavgalar, zulüm-zalimlikler ve savaşlar da: ‘Benim olsun!’ anlayışının birer sonucudur.

Emperyalistler bu anlayışı zamanla: “Ötekilerin değil, bizim olsun!” anlayışı şekline dönüşmüştür.

Bencillik-zulüm-sömürü üzerine kurulup gelişen bu insanlık düşmanı anlayışa: kimi faşizm, kimi ırkçılık, kimi de milliyetçilik diyebilir.

Bunların tümü: önce ben/bana/biz/bize diye yola çıkar ve en iyi, en doğru olan: benim soyum-dinim-dilim-inancım-kültürümdür derler. Buradan hareketle ‘diğer’ soy, dil, kültür, inanç ve değerlerini yok-öteki-başka saymış, onlara ‘kendi kimliklerini’ şırınga etmeye çalışmış ve böylece bir insanlık suçu olan asimilasyonu uygulamışlardır.

Emperyalistler ve faşistler, sömürmek için başlattıkları savaşları ‘haklı’ göstermek ve halk desteği alabilmek için soy ve inançlara dayalı yalan-yanlış ‘algılar’ üretirler.

Bu bencil, yok sayan, arkaik katil anlayışın ‘haksız’ savaşları, insanlık tarihi boyunca hep uygulanageldi, işbirlikçi ırkçı odaklar oldukça da devam edecektir.

Bu insanlık düşmanı ölümcül salgın, ancak insani değerlerle donanıp örgütlenmiş halkın onurlu karşı duruşuyla son bulur ve ‘barış’ sağlanır. Çünkü, barış olmadan, özgürlükleri ve ekmeği azalan büyük, çok büyük çoğunlukların sömürü ve ezilmesi devam eder.

Barışı gürleştirip çoğaltan, zenginleştiren ve ayırım yapmadan tüm insanlara eşit adil gelecek sağlayan güç demokrasidir. Demokrasi, gücünü farklılıkları zenginlik kabul ederek kazanır.

Dikkat, dikkat!

Eğer, yaşam kozanız evrensel değerlerle değil de sadece yerli ve milli değerlerle örülürse, savaş sevici zalimlerin yanında silik bir kişilik olarak yapayalnız kalırsınız!

Barış için birliktelikler arttıkça, savaş sevici ve halk düşmanı olanlar: daha gergin, daha öfkeli, daha saldırgan olurlar!

*

Ve bize yakışanı da şair söylemiş:

Yüreğe sevda,

Gözlere haya,

Ve en çok yaşamak yakışıyor,

İnsanca , Sevdaca , Duruca…

/ Ahmet Telli

 

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Cumhuriyet 100 Yaşında! / Emin Toprak

14.11.2023

Cumhuriyet 100 Yaşında!

Branşımız ayrı, mesleğimiz aynı olan, çok sevip saydığım bir büyüğüm-dostum aradı.
Onun branşı edebiyat, sözü ve kalemi güçlüdür.

Uzunca bir sohbet yapmak istediğini, fakat okuldan gelecek torununu beklediği için zamanı kısıtlı olduğundan, uzun sohbeti başka güne bırakalım dedi, sonra da:

“YILGINLIK YOK!” yazını okudum çok beğendim, fakat yazının girişinde beni şaşırtan bir tuhaflık var!

Ne demek istiyorsun?” dedi.

Anladım!

Sık sık eleştiri ve övgüler aldığım abiye saygı duydum.

Ve birden üç eğitimciyi anımsadım-düşündüm.

*Birincisi:

Öğretmen-yazar-gazeteci Necmettin Salaz! Yakın zamanda ölmüştü. Onun, niçin “Kürtmüşüz” adlı bir kitap yazdığını ve Van’daki cenaze törenine, sadece 50 yaş üstü olanlar alındığını anımsadım.

*İkincisi:

Mizgîn Yalçın (Seçmeli Kürtçe Öğretmeni), mesleği için sosyal medyada “Kurdi Online” hesabı açmış. Kürtçe öğretimine yönelik videolarıyla ün kazanmış ve 76 bin takipçisi olmuş. 2021 yılında da: “En İyi Youtuber Eğitmen Ödülü” almış. Şimdi bu üretici öğretmen, sosyal medyada linç edilmek isteniyormuş!

Neden?

*Üçüncüsü:

Meslektaşım olan abi. Acaba ben, bu abiye tuhaf gelen ve onu şaşırtan ne yazmışım?

İşte o yazının ilk dört satırı:

İyi günler!
Rojbaş!
Selam size sevgili kardeş ve dostlarım!
Slav ji wera bra û hevalên delal!

Hepsi bu! Kardeş ve arkadaşlar için yazılmış selamlaşma cümleleri!

Birinci ve üçüncü cümleyi: öğrenim gördüğüm Türkçe ile, ikinci ve dördüncü cümleyi ise; yok sayıldığı için alfabesi ve gramerini yeterince bilemediğim anadilim Kürtçe ile yazdım!

Ve sonra yukarıdaki üç olayı birleştirerek düşündüm.

Ve irkildim!

O anda titrek dudaklarımdan dökülen fısıltı şuydu:

İşte, 100. yılını kutladığımız Cumhuriyetimizden insan manzaraları!

***

Bu manzaralar 3-5 değil ki, yüzbinleri bulur, sayamayız!

Biraz da ülkemizin Cumhuriyete geçiş yıllarına bakalım:

Birinci dünya savaşında, pek çok kimlik ve inancın bulunduğu, büyük fakat güçsüz Osmanlı İmparatorluğu yenik, emperyalist güçler galiptir!

Osmanlı imparatorluğu parçalanmış, orduları dağıtılmış, başkenti ile bazı bölge ve kentleri talan ve işgal edilmiştir.

Böyle bir ortamda, Osmanlı subayı Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919 günü görevli olarak Samsun’a gider. Ve O, sarayın verdiği görevi değil, işgal edilen yurdunu düşünmektedir.

Bu düşüncesini gerçeğe dönüştürmek için de kendisi gibi asker olan Refet Bele, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Mersinli Cemal Paşa ile bu işgalden kurtuluş için yol-yöntem ararlar.

Bu amaçla Anadolu’daki tüm etnik ve inanç gruplarının ağa, bey, şeyh, hoca gibi feodal liderleriyle temas kurar, toplantılar yaparlar.

Anlaşıp uzlaşınca: 21-22 Haziran 1919 Amasya genelgesini hazırlayıp peşi sıra: 23 Temmuz – 7 Ağustos 1919’da Erzurum, 4 -11 Eylül 1919 Sivas kongreleri yapılır ve 1921 Anayasası kabul edilir. 1919-1922 yıllarında da Saray’a rağmen, halkın can ve mal katkılarıyla Kurtuluş Savaşı başlar ve işgal edilen topraklar kurtarılır.

Bu birliktelik ve uzlaşı ortamı sağlayan 1921 Anayasasındaki demokratik ve eşitlikçi maddeler şunlardır:

“Madde 1. Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
Madde 2. İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.
Madde 3.- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “Büyük Millet Meclisi Hükümeti “ unvanını taşır.
Madde 4. Büyük Millet Meclisi vilâyetler halkınca müntahap azâdan mürekkeptir.
Madde 11.Vilâyet, mahallî umurda mânevi ve muhtariyeti haizdir…”

Görüldüğü gibi bu kurucu Anayasa; Padişahın “tek kişi” buyruğuna bağlı yönetimine son vermiş. Çoğulculuğu esas almış, Vilayetlere muhtariyet ve yerinden yönetim yetkileri vermekle demokratik bir öz kazanmıştır. (Bugün bu demokratik hakları istemek bile ‘hainlik’ kabul edilmektedir)

Ancak bu uzlaşı ve barış ortamı uzun çok uzun sürmez. 1924 Anayasası kabul edilirken, Anadolu halklarına özellikle Kürtlere Amasya, Erzurum Sivas görüşmeleri ve 1921 Anayasası ile verilen söz ve demokratik haklar yok sayılmıştır.
Böylece ülkede çok kültürlü çok dilli bir çoğulculuk kalmamıştır. Devletin sosyal hayat ve eğitim politikası: ‘Güneş Dil Teorisi’dir. Ve bu ‘tekçi’ bir anlayıştır. ‘Bir Türk Dünyaya Bedeldir’, ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’, diye diye büyüyenlerin tabii ki azgın bir egosu olur. (Birkaç yıl öncesine kadar 6-7 yaşından itibaren tüm öğrenciler güne ‘Türküm’ andıyla başlardı. Halen bunun özlemini çeken çokça insanımız var.)

Yukarıda anlattıklarımız, bugünkü kutuplaşmalar, çatışmalar, bütçemizin çok büyük kısmının ölüm makineleri ile yok olması, yoksulluğumuz ve bugün yüksek yargıda yaşanan krizlerin tümü, bu inkarcı, yok sayan, tekçi, Türkçü anlayışa dayalı eğitimin sonucudur!

Böylece ben/biz olanlar esas vatandaş, o/onlar ise değersiz-kimliksiz kendilerine bağımlı sayılmışlardır.

Tekçi anlayışla herkesi kendilerine benzetme: sokakta, okulda, askerde, mecliste … her yerde!

Amaç: Kürdü Türkleştirmek! Aleviyi Sünni kılmak! Alevi Köyüne Cami yapmaktır!

Bunun için laiklik, insan hakları ve özgürlükler yok oldu, hapishaneler fikir suçlularıyla doldu.

Cumhuriyetin en önemli özelliği seçme-seçilme hakkıdır derler! Hani, nerde seçilmiş vekiller ve belediye başkanları?

Başlatılan Kayyum düzeni nedir?

Bu yüzden, asimile olan 15 yaşındaki öğrenci-emekçi Vanlı Necmettin Salaz, dede ve ninelerinin Türkçe bilmediğini bile bile unutur. İş yerinde tanışıp çok sevip saydığı ‘abi’ ona: “Siz Kürtsünüz” dediğinde, ‘Türk’ olduğunu, ‘Kürt’ denilerek aşağılandığı duygusuyla öfke nöbeti geçirir ve sevip saydığı o abiye küfürler eder!

İşte bu yüzden “Seçmeli Kürtçe” öğretmeni Mizgîn Yalçın, sosyal medyada linç edilmek istenir!

İşte bu yüzden meslek büyüğüm abi, bana: “… yazının girişinde beni şaşırtan bir tuhaflık var! Ne demek istiyorsun?” diyor!

FAKAT bence bu tür söylem ve eylemi olanların suçu yok, hepsi haklı!

Çünkü onlar; çok dilli, çok kültürlü, çoğulcu bir anlayışla barış içinde büyütülmedi.

Çünkü onlar Türkçü (tekçi) bir anlayışla eğitildiler, bu azgın egoları da bu yüzden.

Ve yazımızı bir şarkının iki dizesiyle bitirelim:

“Her geçen bir yudum aldı. / Sen hepsini iç Sultanım!”

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

YILGINLIK YOK! / Emin Toprak

06.11.2023

YILGINLIK YOK!

İyi günler! 

Rojbaş!

Selam size sevgili kardeş ve dostlarım!

Slav ji wera bra û hevalên delal. 

Bana ulaşabilen dost ve okurlarımdan kimi: 

“Neredesin, ne oldu sana, iyi misin niçin/neden yazmıyorsun?” 

Kimi, kızarak, bağırarak hesap soruyor! 

Kimisi de, üzülme boş ver değmez diyordu. 

*

(Cemal Süreya’yı anımsadım birden! O, diyordu ki: 

“Üzülme değmez sözünü duymaktan sıkıldım.

Değmeyenlere zaten üzülmem.

Üzüldüğüm şey;

Değmeyenlere, yüreğimin değmiş olması.”)

*

Hepiniz haklısınız sevgili dostlarım! 

İşte hepinize cevabım: YAŞIYORUM! 

İsterseniz bu nasıl bir yaşamsa, adım adım birlikte görelim. 

Son yazımı 17 Mart 2023 günü yazmışım. 

Bugün ise 5 Kasım 2023! 

Demek ki yazmayışım, yedi buçuk ayı aşarak 233 güne ulaşmış! 

Yazılarımda daha çok toplumsal çığlıkları dile getirmeğe çalışıyordum. 

Satırlara döktüğüm bu çığlıklar da: düşündürmek, farkındalık oluşturmak amaçlıydı. Yani amacım: duyan-duyup anlamayan kulaklara, gören-görmek istemeyen gözlere, egosuna yenik düşmemişlere-düşmüşlere, yastığa baş koyunca vicdan sesi duyanlara ile vicdanına pranga vuranlara, azıcık dokunmak, bir ses, bir soru, bir ünlem olarak ulaşmaktı.

Özetle: hem dost hem de dost olmak istemeyenleri sarsmak istiyordum!

Çünkü bugün ülkemizde, dünden daha çok Yokluk-Yolsuzluk-Yasak (3Y) var. İnsan hak-özgürlükleri yok sayılıyor, haksız hukuksuz olaylar sonucu köy-kasaba-şehir her yer, acı çeken milyonların çığlıklarıyla inliyor.

Demek ki yazacak, yazılması gereken çok, pek çok konu var!

Peki ben neden/niçin yazamıyorum ki?!

Düşündüm, taşındım ve en sonunda:

“Kalemim bana küstü!” dedim. (Sanırım kendimi aklamak içindi bu!)

Evet, kalemim bana küstü demiştim.

Küsmek, soğuk gibi görünse de içi sevgi dolu yüce bir insani duygudur aslında. Yaşamda sevilmeyen, sayılmayan, değersiz görülenlerin üstü çizilir, yok sayılır, unutulup gider onlar. Bir düşünelim, eğer ben-sen-o, bana-sana-ona, yani tanışlara, dostlara küsmüşsek, aslında bu onların bizce değerli oluşundandır.

***

Başlamak, ısınmak, yoğunlaşmak ve alışmak için bugün size bugüne kadarki suskunluğumun hikayesini anlatmak istiyorum:

Hapşırık, öksürük ve hafif bir ateşle başlayan, isim konmamış bir hastalık yüzünden, yataklara düşmesem de yazan kalemi ve klavyeyi bırakmıştım.

Bir hafta sonra hastalık tam olarak geçmese bile, yaşamım normale dönmüştü. Haydi bi’şeyler yazayım diye kalkıp masanın başına geçtim. Masadaki kalem, not tutmalık çeyrek a-4 kâğıtları ve klavye vardı, onları okşayarak selamlayıp oturdum.

Kafamın içinde çokça yaşanmışlığın acı ve çığlıkları vardı. Ve onların her biri: “Önce beni/bizi anlat!” diye yarışıyordu adeta. Ben ise tutuk olmuştum! Ne bir öncelik sırası belirliyor, ne de bir konuya yoğunlaşıp yazabiliyordum.

Aslında daha önceleri ben-kalem-klavye aramızda bir görev bölümü yapmıştık ve herkes işini bilirdi. Ben düşüncelerimi söylerken onlar da söylenenleri sabırla yazarlardı.

‘Sabırla’ dedim!

Evet, çok sabırlıydı onlar. Şöyle ki, bazen beğenmediğim bir sözcük veya cümle için dakikalar, saatler, hatta günlerce arayışım olurdu. Kalem, klavye ve o tamamlanmayan yazı, hiç karşı çıkmadan susar beni beklerlerdi. Eğer, yazılanda beğenmediğim bir sözcük-bölüm varsa, isteğime göre kalem onu çizer, klavye kesip-siler, bazen de ben silgiyle silerdim.

Bilemem, belki de onlar, bu silip-kesip-yok etmeleri, kendi emeklerine bir saygısızlık görüp (haklı olarak) bana kızmışlardır! Fakat bunu bana hiçbir zaman yansıtmadan yazmaya devam ettiler.

Sonra, ben mi kaleme, klavyeye, not aldığım kağıtlara küstüm, yoksa onlar mı bana küstü bilemiyorum. Fakat bazı kuşku ve endişelerim vardı: Buyruk kimden gelmiş bilmiyorum, fakat sanki parmaklarım, kalem, kâğıt ve klavye sözleşip bana karşı bir direniş başlatmıştı.

Bu haksız direnişte beni üzen-sarsan da: sevinç, neşe, heyecan, haz, cesaret, güven, özgüven, özsaygı… gibi insani duygularımın tepkisiz kalışlarıydı. Günler geçtikçe ben de bu suskunluğa alışmıştım sanki!

Sanki; gözlemlerim, okumalarım, tanıklıklarım, kulaklarımda yankılanan çığlıklar içimdeki derinlere saklanmış, beni dürtmez ve düşündürmez olmuştu. Bu nedenle yaşamımda derin bir boşluk oluşmuş, dengem bozulmuştu ve bende bir yılgınlık başlamıştı.

NOT: bu süreçte kazancım çok kitap okumak oldu, örneğin: Murat Tuncel ve Sezgin Kaymaz’ın hemen hemen tüm eserlerini… Ve Rus edebiyatının önderlerinden sayılan Şair-Yazar LERMONTOV’un dev eseri: “Zamanımızın Kahramanı”nı zevkle okudum.

Fakat yazmak benim için; düşünme, sorgulama, değiştirme, geliştirme, yaşamak demekti. Benim işim, birer değerli taş olan sözcüklerle ülkemi, insanları, çevremi, insanlığı, onların acı, sevinç, hak ve özgürlüklerini anlatmak, yazmak, konuşmak, paylaşmaktır.

İşte o zaman özgür-özgün-üreten bir birey olabilirim.

Ama eğer yapılan haksızlıkları, görmez, yazmaz, anlatmaz, konuşmaz olup sessiz kalırsam, o zaman yetilerim körelir bir ot gibi olurum.

Bence, ülkemiz sorunlarıyla başa çıkmak için herkes bir şeyler yapmalı.

Şimdi anladım ki, kalem ile klavyenin bana karşı direnişe geçtiği, benim yazmamak için bulduğum bir bahane imiş.

Şimdi anladım ki sorun da suçlu da benmişim!

Yılgın olduğum için kalem ile klavye yazamaz olmuş!

Şimdi anladım ki, kalemsiz olmuyor, özgür ve özgünce yazmalıyım!

Ve bugün masaya oturdum, gördüğünüz gibi artık yazabiliyorum!

Yaşasın!

İşte yeniden buluştuk ve yol almaya başladık yavaş yavaş!

Merhaba dostlar, merhaba!

Yılgınlık yok, yola devam!

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Etik ile Önyargılar / Emin Toprak

19.03.2023

Etik ile Önyargılar

Bugün bazı bilimsel ve insani kavramların ağırlıklı olduğu bir yazı yazmak istiyorum. Dilerim ki bu amacıma ulaşırım.

‘Etnoloji’; insanların yeryüzüne dağılışını ve etnik gruplara ayrılmasını inceleyen bilim dalıdır. Toplumları oluşturan milletlerin; biyolojik-fiziksel, ırk kökeni, tarihsel türeyiş, dağılış, töre, dil, kültür durumlarını inceler, araştırır ve karşılaştırır.

2015 yılında etnoloji kaynaklarında; dünyada 208 ülke, 7,472 dil-lehçe olduğu bilgisini paylaşılmıştır.

Bu ansiklopedik bilgiyi sunduktan sonra, biraz da dünyadaki çok dilli, çok kültürlü ortak yaşamı, kolaylaştıran ya da zorlaştıran bazı kavram, anlayış ve uygulamalara bakalım.

Etik; dünyadaki ortak değerler sisteminin adıdır.

Etik; din ve otoriteden etkilenmeyen, inanç, ırk, cinsiyet ayrımı yapmayan, sevinçleri ve acıları ortak kılan, herkesçe ‘doğru’ sayılan duygusal anlayış ve eylemler bütünlüğüdür.

Etik anlayış; 6-7 Şubat Depreminin hemen sonrasında, dünyanın her yerinden ülkemize gelerek, depremzedelere el uzatmaktır.

Etik değerler; itiraz edilmeden evrensel düzeyde kabul görür ve ayrım yapmaksızın herkesi kucaklar.

Etik değerlerin amacı; dünyadaki çok dilli, çok kültürlü insan çeşitliliği için barışçı, daha yaşanır, daha kolay, daha insani bir yaşam kurmaktır…

Ancak dünyada, etik değerleri önemsemeyen, sadece belli bir grubun çıkarını önceleyen, önyargılarıyla toplumsal ve bireysel davranışlarda bulunanlar da vardır.

Bunlar; insanlığı düşünmeyen; ‘bize-bana yetsin yeter’ diyen; ırkçı, bencil anlayışı olan kişi, grup ve yönetimlerdir. Bu anlayışla yola çıkanlar, taraftar kazanmak, sorunsuz olarak hedefe ulaşmak için de ‘algı’ ve ‘önyargılar’ üretir, bunlarla da insanları düşmanlaştırıp çatışırlar.

Bu düşmanlık ve çatışmaları, dünyanın uzak yerlerine gitmeden, coğrafyamızı paylaştığımız ülkelerde de sık sık görürüz. İran-Irak-Suriye yani bildiğimiz, hem yönetim hem de demokrasi anlayışlarını pek beğenmediğimiz komşu ülkeler. İşte bu ülkelerde yaşayan Kürtlerden biraz söz edeceğim. Sonra bu bilgileri, yoğun bir Kürt nüfusun yaşadığı Türkiye’mizin gerçekleriyle de karşılaştırmak istiyorum.

Birincisi:

Etnolojik ve sosyolojik bilgilere göre: Dünyanın en eski halklarından olan Kürtlerin toprakları çıkar savaşları sonunda dört parça olarak: İran, Irak, Suriye, Türkiye arasında paylaşılmıştır. Ve bu topraklarda 70 milyon Kürt yaşamaktadır. Kürtler bulundukları her dört ülkede de yıllarca baskı görmüş, haksız-hukuksuz uygulama ve çatışmalar sonunda da çok sayıda can ve mal kaybı vermişlerdir.

İkincisi:

  • İran’da Farslar, Irak ve Suriye’de ise Araplar çoğunluk nüfustur. Her üç ülkede de; Kürt nüfus çokluğu ikinci sırada ve ayrıca başka dili, inancı olan pek çok halk yaşamaktadır.
  • Üç ülkede de Kürtlerin oturdukları topraklar: Kürdistan, oturulan köy-kent adları de Kürtçedir.
  • İran-Irak-Suriye’de Kürtler anadillerinde konuşurlar ve Okullarda Kürt alfabesiyle öğretim yapılmaktadır.
  • İran’da 1974 yılında açılmış Kürdistan Üniversitesi, Irak’ta: 1968 yılında açılmış Selahattin Üniversitesi, Suriye’de: 2016 yılında açılmış Rojava Üniversitesi bulunmaktadır.
    Üçüncüsü:

Türkiye’de çoğunluk nüfus Türk, ikinci sırada ise 20 milyonu aşan Kürtler almaktadır. Fakat, Türkiye’de egemen olan ‘tekçi’ anlayışı, 20 milyon Kürt vatandaşın okullaşma-anadilde eğitim-öğretim haklarını engellenmektedir.

  • Şöyle ki:
    Kürtçe eğitim-öğretim görmek, konuşmak, şarkı türkü söylemek yasaktır.
  • Mecliste bir vekilin Kürtçe dilinde söylediği bir kaç cümle kayıtlara: ‘bilinmeyen bir dilde yapılan konuşma’ olarak geçmektedir.
  • Resmi dairelerde Kürtçe konuşmak yasaktır.
  • Çocuklarına Kürtçe isim verme yasaklanmış, yüzyıllardan beri Kürtçe olan köy, mahalle, kasaba, şehir, dağ, tepe, ova ve nehir adları yasaklanmış, yerine Türkçe isimler verilmiştir.
  • Türkiye’de Kürt, Kürdistan Amed yoktur!. Onlar, Orta Asya’dan gelen Türk’tür dediler!
  • Bu tür uygulamalara itiraz eden ya da hak isteyenlere: hain, bölücü, terörist diyerek en ağır cezalar verdiler ve vermekteler.
  • Türkiye’de herkes Türk’tür ve herkes Türkçe konuşacaktır!
  • Kürtleri çağrıştırıyor diye trafik ışıklarını, gökkuşağı renklerini, alfabenin Q-W-X harflerini bile yasakladılar!

SONUÇ:

Yazının giriş bölümünde dünyada: 208 ülke, 7,472 dil-lehçe olduğu belirtilmişti. Bu ülkelerin pek çoğunda birden fazla resmi dil vardır ve her çocuk-genç anaokulundan başlayarak üniversiteye kadar anadilinde eğitim almaktadır. Ayrıca çocuk ve gençlerin de çok dilli bir eğitim almasına özen gösterilmektedir.

Çünkü çağdaş eğitim anlayışı, her kültürü kendi özgünlüğü içinde saygın görmekte ve çok dilli, çok kültürlü olmayı da bir zenginlik saymaktadır.

Unutulmaması gereken bir gerçek de; farklı kültürlere verilen önem o ülkede iç barışı sağlar, karşılıklı sevgi, saygı, dayanışma ile birlik ve beraberliği geliştirir.

Zaten demokrasilerde en önemli ölçü: o ülke yaşayanlarının eşit vatandaşlık hak ve özgürlüklerine sahip olmasıdır. Ve Türkiye Kürt vatandaşlarına bu hakları vermiyor. Oysa, anadil kültürün şah damarıdır, eğer bu damar tıkanıp işlemez olursa o kültür de yok olur.

Türkiye, eğer yüz yıl önce başlattığı, şimdi de sürdürüldüğü Kürt dili ve kültürü karşıtı politikasını terk etmezse, gelecekte bu kültür yok olacaktır!

Eğer Türkiye bir demokrasi ülkesi ise; Kürtlerin vatandaşlık hak ve özgürlüklerini tanımalı, uyguladığı tüm baskı ve engellere de hemen son vermelidir.

Ey kendisini demokrat, sosyal demokrat, hümanist, sosyalist sayan sevgili dostlarım, şimdi de sözüm size:

Lütfen yıllardan beridir damarlarımıza şırınga edilen algılar ve bu algıların yeşerttiği önyargılara karşı çıkınız. Ve insanlarımızın çok dilli, çok kültürlü olmasını da bir zenginlik sayınız. Evrensel etik değerlerin yaygınlaşmasını sağlayınız.

Hep birlikte ve sevgiyle, saygıyla, dostlukla kalalım.

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Kadın Tanrılardan Bugüne / Emin Toprak

12.03.2023

Kadın Tanrılardan Bugüne

8 Mart 1857’de ABD’nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları isteğiyle greve başlamıştır. Polis saldırıya geçerek grevci işçileri fabrikaya kilitler. Ve işçilerin kilitlendiği fabrikada çıkan yangın sonucu çoğu kadın 129 emekçi can verir.

Bu insanlık suçu katliam, sadece kadınlara karşı değil, kadın-erkek ayrımı yapmadan tüm emekçilere karşı işlenmiştir. Bu nedenle de emekçiler bu kara günü dünyanın her yerinde toplantı ve gösterilerle yıllarca protesto edilmişlerdir. Birleşmiş Milletler de ancak 1977’deki bir kararıyla: 8 Mart’ı “Dünya Kadınlar Günü” ilan etmiştir.

Madem ki kadınlar günü, biz de biraz kadınları değersiz gören, ‘hiç’ sayan, öldüren, sömüren ve acılar içinde çaresiz bırakan erkek egemen anlayıştan söz edelim.

Erkek egemenliği sadece bir ya da birkaç ülkede değil tüm dünyamızda var!

Bu demek ki, dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar, yok sayılmış!

Ancak bilinmesi gereken önemli bir sorun daha var, bu da: kadın nüfusun büyük çoğunluğu eşitsizlik ve haksızlıkları ‘benim kaderim’ diye kabullenmiş olmasıdır. Bu durum da sorunun çözümünü engellemektedir.

O halde kadını ‘hiç’ sayan ‘erkek egemen’ anlayış ile ‘ben varım’ diyemeyen ‘kaderci kabullenmiş’, sadece kadınlara değil tüm insanlığa zarar vermektedir.

Dedim ve kendime sordum:

“Peki bu iki sorunun tarihsel temelinde neler var?”

Konuyu araştırdıkça pek çok kaynak olduğunu görünce, ben de daldan dala atlayışla aşağıdaki özeti hazırladım:

Meğer, bugünkü erkek egemen düzene baş eğen kadınların büyükanneleri; Ana soyunun hâkim olduğu ‘anaerkil’ toplumlar kurmuşlar. Burada kadınlar: doğuran, besleyen, verimlilik sağlayan ve hayatın kaynağı olduklarından toplumun öznesi saymışlar.

Ve ‘Ana Tanrıça’ olan: Kybele, Artemis, Demeter, Astarte, Isis, Afrodit, Venüs…’e tapmışlar.

Ancak kazılarda bulunan tarihöncesi objelere de erkek egemen anlayışın sansür uyguladığı görülmektedir. Bu nedenle kitaplarda, Kadın tanrılara en çok bir-iki satır ayrılır, ya da onların sözü bile edilmez. Bulunan objelerdeki kadın gücü ve yiğitliğine dair bilgiler de ‘eril’ (erkek) niteliklere bezenerek; bir savaşçı, avcı, yiğit asker ya da keskin nişancı olarak tanıtırlar.

İşte bu sansürlenmiş belgelerden aşağıdaki bilgileri derleyebildim:

Hammurabi kanunlarında, mülkiyet ve miras hakkı olan kadın. kocası onu ihmal ettiğinde baba evine dönebilir. Tekeşlilik esastır, ancak kısırlık halinde ikinci eş alabilir.
Hitit yasalarında kral ve kraliçe eşittir, kadınların çokça hak ve işlevleri vardır. Kadeş Antlaşması’nda Hitit kralının yanında kraliçenin de mührü bulunmaktadır.

Eski Yunan’da kadınların hiçbir politik hak ve yetkisi yoktur. Miras erkek çocuğundur. Tek kadınla evlilik temel ilkelerdendir. Evli kadının sadakatsizliği büyük suçtur. Dinî ayinlere kadınlar erkeklerden ayrı otururlardı. Kadın için en yüksek ve onur verici iş rahibe olmaktı.

Eski Roma’da kadınlar rahibe olmaktan başka hiçbir görev ve hak tanınmamıştır, Kadın evlenerek baba hâkimiyetinden koca hâkimiyetine geçiyordu. Kız çocuk, aile dinini devam ettiremez diye pek makbul sayılmıyordu.

Eski Hintliler’de kadının hiç değeri yoktur. Kadın kısır olur veya hep kız doğurursa kocası onu bırakabilir. Manu Kanunnâmesi’ne göre: kadının görevi çocuk doğurup yetiştirmek ve ev işlerine bakmaktır. Kadın bir erkeğe bağlıdır, kendi başına karar alamaz, evlenmeden önce babasının, evlendikten sonra kocasının, dul kalınca da oğlunun sözünden çıkamaz onlara itaat eder.

Eski Türkler’de ataerkil aile tipi hâkim ise de Hakan Bilge Hatunla birlikte devleti yönetmektedir.

Budistler’de kadınların erkeklerden daha aşağı olduklarından bazı makamlara gelemez, öğretmen ve ruhanî rehber olabilirler.

Konfüçyanizm genelde ataerkil bir dindir, bu sebeple kadın ikinci sıradadır ve kutsal metinler kadınlara olumsuz yaklaşırdı.

Yahudilik-Hristiyanlık-İslam kısmen bildiğimiz, inandığımız, okuduğumuz dinlerlerdir. Özet olarak diyebiliriz ki, bu dinlerde kadın-erkek eşitliği yoktur, her zaman öncelikli olan erkektir. Kadının hakları ancak, kocası, babası veya oğlunun uygun gördüğü kadardır. Ve kadın; doğuran, çocuk besleyen, büyüten, iş yapan bir cinsellik ve süs nesnesi kabul edilir.

***

Görüldüğü gibi anaerkil topluluklarda kadın kutsal, saygın ve önceliklidir. Ataerkil topluluklarda kadın kutsallığını, saygınlığını ve gücünü kaybetmeye başlar, bazen erkelerle eşit hakları olsa bile genelde erkeğe bağlı ikinci konumdadır, bazen de hiçbir hakkı ve değeri olmaz.

Bilim insanları, yöneticiler, tüm sosyal toplum örgütleri acil olarak kadın-erkek eşitliksizliğinin nedenlerini araştırmalı ve bu dengesizliği giderecek çözümler bulmalıdır.

Bazı alışkanlıklar kolayca son bulmaz ya! Haydi diyelim ki erkek egemen anlayış son buldu!

Bu da tek başına bu toplumsal sorunu çözemez!

Eğer ‘bu benim kaderimmiş’ diyen kadınlar, bu anlayışlarını bırakıp ‘hakkımı isterim’ diyen birer özne, birer paydaş olup çözüm için katkıda bulunmazsa çabalar yine sonuçsuz kalır.

Demek ki, susup eşitsizliği kabullenilmiş olanların da ‘hakları’ konusunda farkındalık kazanmaları ve istekli olmaları gerekir.

Bunlar haklarını alınca da: “Demek ki benim bu haksızlıkları kabullenmem akla, mantığa ve insani değerlere uygun değilmiş.” -diyerek mutlu olacaklar.

Ataerkil bir anlayışla yönetilen dünyamızda bir avuç azınlığın çıkarları esas alınır. Bunun için tüm emperyalist işbirlikçi zalimler el ele vererek dünya halkları ve onların değerlerine savaş açarlar. Öldürür, yakar, yıkar, sömürür acılar yaşatırlar.

Ömür boyu eşitlik, özgürlük, barış istedim ben. Eğer birisi benden anaerkil ile ataerkil anlayışlar arasında bir seçim yapmamı isterse, eşitlikçiliği savunmam! ‘Yüzde elli artı bir’ oyla anaerkil anlayışın kazanmasını isterim.

Çünkü ben bilirim ki kadın yönetirse, savaş olmaz barış olur ve kadın eli dokununca doğa dal verir yeşerir, bolluk, sevgi, neşe, huzur, mutluluk, olur.

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Murat Belge’nin Hayatı ve Eserleri / Bülent Avcı

30.11.2022

Murat Belge’nin Hayatı ve Eserleri 


Bülent Avcı

Murat Belge eskiden sadece sol çevrelerde bilinirdi, ama bugün sağcılar ve futbolcular arasında da epey bir popülerliği var. Kendisi İngiliz filolojisi eğitimi görmüş; iletişim yayınların kurucularından. Halen yayınlanan ve uzun yıllar editörlüğünü yaptığı Birikim dergisinin kurucusu. Yabancı dillerden yaptığı çevirilerle (Joyce, Faulkner, Dickens…), Türkçeye kazandırdığı kitaplarla da biliniyor. Uzun yıllar Bilgi Üniversitesinde karşılaştırmalı edebiyat dersleri verdi. Belge baba tarafından sağcı anne tarafından solcu bir ailenin tek çocuğu: O meşhur Yaban romanının yazarı, Yakup Kadri, Belge’nin dayısı olur. Babası Burhan Asaf Belge Adnan Menderes’in önemli danışmanlarından biriydi…

Şunu en başından belirtmeliyim ki bu yazının amacı ne Murat Belge’ye saygısızlık yapmak ne de kendisine övgüler düzmektir. Amaç Murat Belge üzerinden Türkiye’nin son kırk yılına bakıp soldaki düşünsel savrulmaları biraz daha iyi anlamaya çalışmaktır.

Bilindiği üzere Belge 12 Mart öncesi Dev-Genç hareketine-özellikle Mahir Çayan önderliğindeki THKP-C geleneğine sempati besliyordu. 12 Eylül öncesinde ise yine Çayan geleneğinden gelen, Türkiye’nin o dönemde en kitlesel ve en etkili hareketi olan, Dev-Yol çevresine yakın olduğu bilinir. Yani 1980 öncesi Belge sol içerisinde saygın bir yeri olan, söyledikleri-yazdıkları geniş çevrelerce dikkate alınan birisiydi…

1980-1990 arası Neoliberal rüzgarlar ve Özal’ın çikita muzları sadece sırdan insanları değil okumuş-yazmış birçok insanın da düşün ve inanç dünyasını altüst etmişti. Bu ‘düşünen’ insanlardan biri de Murat Belgey’di. Kendini halen sosyalist olarak tanımladığı halde, 1950 sonrası Şerif Mardin ve müritlerinin türettiği yeni-sağ söylemlerle konuşmaya başladığı zamanlardı…

Askeri Vesayete karşı demokrasiyi, merkezi oluşumlara karşı çevreyi, Cumhuriyet elitlerine karşı milleti savunur gibi duran bu ve benzeri karşıtlıklar üzerinden sağ söylemlere hafif bir sol makyaj yaparak meşruiyet kazandırıyordu üstat….

Yaşı müsait olanlar hatırlar, sağcı bir yayın müdürünün yönettiği solcu bir gazete vardı 1990’larda, Radikal gazetesi. Belge haftada iki kere köşe yazısı yazıyordu Radikal’de. Yazdıkları yazılardan, açıktan deklare etmese bile, Marksizm ile arasına mesafe koyduğu ve Neoliberalizm ile flört halinde olduğu belliydi. Böylesi bir savrulmayı anlamakta, solcu bir üniversite öğrencisi olarak, gerçekten zorlanıyordum. Bir anekdottan bahsetmeden geçemeyelim burada. Atilla İlhan bir röportajında

‘Biri Murat Belge’nin 30 sene önce yazdıklarını okusa ve uykuya dalsa…30 sene sonra uyansa    ve bugün yazdıklarını okusa gözlerine inanamaz’

Diyerek sol entelektüel çevrelerdeki savrulmaya gönderme yapmıştı.

O hafta yıllık iznini kullanmakta olan Belge’den bir ses gelmiyor bununla ilgili. Ama daha ilginç bir şey oluyor: o dönem Sabah’tan Radika’le transfer olan, CHP’nin Bebek temsilcisi, Hasan Bülent Kahraman Belge’nin imdadına yetişiyor: Kahraman’a göre Belge’nin solculuktan başlayıp sağcılığa yelken açan otuz yıllık yolculuğu son derece normaldi… Yıllık izninden dönen Belge özgür düşüncesinin kendisini götüreceği yerlerden hiç korkmadığını belirtiği yazısında Hasan Bülent Kahraman’a bir selam çakıp yoluna devam etmişti…

1990’lı yıllar; devlet üniversitelerine paralı gece bölümleri eklenmiş ve arkasından gündüz bölümleri de paralı hale getirilmeye çalışılıyordu. Özellikle büyük şehirlerde Üniversite öğrencileri sokaklara çıkıyor gözaltı, dayak, işkence ve hapis ihtimallerini göze alıp ve parasız eğitim talep ediyordu(k). Üniversite harçları dönemin popüler konusuydu. Televizyonlardaki tartışma programlarından gazetelere birçok mecrada öğrencilerin parasız eğitim talebi konuşuluyordu.

Murat hoca bu konudan da geride kalmayıp bir yazı döşenmişti Radikal’deki köşesinde.

Belge yazısında özetle, üniversite öğrencilerinin hemen hepsinin dershane süreçlerinden geçtiğini ve bu dershanelerin paralı olduğunu; dershane parası ödeyebilenlerin üniversite harç ücretlerini de pekâlâ ödeyebileceklerini ve mırın kırın yapmalarına gerek olmadığını söylüyordu…Üstat hızını alamayıp yoksul öğrenciler için, Amerika örneğini göstererek, bir burs sistemi kurulup sorunun gürültüsüz patırtısız çözülebileceğini de ekliyordu yazısına. Belli ki Amerikan burs sisteminin nasıl bir bataklığa dönüştüğünden haberi yoktu sayın Belge’nin.

Bu söylem o dönem sağcıların kullandığı bir numaralı argümandı. Ve Murat Belge hem solcu pozu veriyor hem de sıkılmadan neoliberallerin ağzıyla konuşabiliyordu. Ya da çoktan liberal olmuştu da kendi ağzıyla konuşuyordu. Burada öğrencilerin onca para verip dershanelere gitmesinde bir sorun görmüyor ve ‘dershaneye para veren üniversiteye de harç öder ne var bunda’ diyebiliyordu… adil olmayan fiili bir durumu referans gösterip diğer bir adaletsizliğe dayanak yapmıştı bir zamanların ‘sosyalist’ Murat Belge’si. Yazısını okuduktan sonraki şaşkınlığımı ve hayal kırıklığımı hiç unutmam…

Bunlar daha giriş taksimiydi; Belgenin faça kayma durumları 2007 de Taraf gazetesine köşe yazmaya başlamasıyla tavan yaptı: spor ayakkabı giydiği için kendisini ‘genç sivil’ zanneden kullanılışlı aptal Yıldıray Oğur ve minibüs muavini yardımcısı Rasim Ozan Kütahyalı gibi tiplerle yan yana olmaktan geri durmadı üstat. Yayın tarzı 1980 öncesi Aydınlık Gazetesi’ni andıran Taraf gazetesi Türkiye’de askeri vesayeti bitireceğiz sloganlarıyla şahlanıyordu…

Murat Belge Taraf gazetesinin Gülen’cilerin inisiyatifi ile oluştuğunu bilmeyecek kazar cahil değildi elbette. Türkiye’ye özgü geleneksel cami-kışla geriliminde hikmetleri kendinden menkul liberaller, Amerika’nın ılımlı İslam politikaları paralelinde, camiye oynuyorlardı epey bir zamandır. Belge’de bu eğilimi takip ederek Taraf gazetesindeki köşesinde AKP’ye övgüler düzmekle meşguldü. Belge’ye göre solcular-sosyalistler çuvallamışlardı; özgürlük ve demokrasi AKP’yle gelecekti memlekete. Arşivlerden belgenin yazılarına bakarsanız, üstadın ‘yürü be koçum kim tutar seni’ kıvamında olduğunu görürsünüz.

Sonrasında 2010 Anayasa Referandumuna, eskiden yakın arkadaş olduğu birçok devrimci sosyalistin uyarılarına rağmen, ‘yetmez ama evet’ cephesinde katılan Belge façaların en büyüğünü kaymıştır. Referandum sonrası kullanım süresi dolan Murat Belge ve onun liberal biraderleri kapı önüne konulmuşlardır. Kendisine bu konuda bir açıklama yapıp yapmayacağının sorulduğu bir TV programında Belge’nin söyledikleri insanı hüzünlendiren cinstendi ‘biz demokrasiyi New York’tan gelen insanlarla yapacak değiliz’… AKP’yi ve siyasi ortağı Gülen çevresini devrimci bilmişti üstat…

Geçenlerde bu konuda yazdığı yazı ise ilkinin daha bir akla zarar versiyonu: Belge Türkiye’nin bugün ki kötü durumunun 2010 referansı ile ilgisi olmadığını; aksine içinde bulunduğumuz kötü koşulların 2017 sonrası gelişmelerden kaynaklı olduğunu söylüyor…

Belge hızını alamamış olsa gerek Ergenekon davaları döneminde sosyalist hareketlerin önderlerinden bir kısmını Ergenekon üyesi ilan etti… Polisin sıktığı biber gazıyla hayatını kaybeden Metin hocaya Ergenekoncu diyebilecek kadar koordinatlarını kaybetmişti Belge.

Gülenciler ve AKP arasındaki çatışmanın yoğunlaştığı dönemlerde ve 2015 darbesi sonrası ortalıktan yok oldu bir süre. KHK’larla üniversitelerde 1980 sonrası yapılan akademisyen kıyımına benzer bir operasyon yapıldı. Binlerce eğitimcinin hayatı cehenneme döndü.

İşten atılan akademisyenlerin bir kısmı batı ülkelerinde iş bulabilmek için risk altındaki akademisyenler programına başvurdu. Çok azı bu imkanlardan faydalanabildi… bunları niye anlatıyorsun dediğinizi duyar gibiyim… Biz sonradan öğreniyoruz ki Murat Belge’de bu programa başvurmuş ve o çok değerli İngiliz dostlarını araya koyup 2018’den beri bu program kapsamında Oxford Üniversitesi’nde çalışıyormuş. Murat Belge gibi birçok solcunun desteğiyle ideolojik hegemonyasını kuran AKP’nin mağdur ettiği onca akdemiysen varken, Belge kendisini mağdur hissetmiş olmalı ki bu imkândan faydalanıyor olmaktan utanç duymamış. Yani her durumda Murat Belge kendisini haklı çıkartabilmiş.

Elbette ki insan değişir, hepimiz değişiyoruz. Düşüncelerimiz, duygularımız, bedenimiz, çevremiz vesaire durmadan değişiyor. Murat Belge ya da herhangi bir başkası düşüncelerinde radikal değişimler yaşayabilir.  Burada sorun Belge’nin halen solculuk oynaması; çıkıp açık olarak dese ki ‘ben artık solcu falan değilim’ eyvallah der geçeriz. Bu riski almıyor Belge; böylesi bir deklarasyonda epeyce müşteri kaybedeceğini çok iyi biliyor.

Daha geçenlerde yazdığı bir yazıda mealen şöyle diyor üstat: memleket giderek Kemalist ve dinci-muhafazakar kamplara bölünüyor ve kendisi her ne kadar Kemalist olmasa da bu ayrışmada Kemalist kampta yer alacakmış… İroni dedikleri böyle bir şey herhalde… Üstat AKP’nin gidici olduğunu anladı dümeni nereye kıracağını hesaplıyor…

Türkiye’de düzene soldan muhalif köklü bir devrimci-parti ve örgütlenme geleneği olmadığı için organik aydın diye tanımlanan şekliyle entelektüeller yetişmiyor-ya da çok az yetişiyor. Murat Belge sadece bir örnek ve belki de en masum olanı… azımsanmayacak sayıda insanın düşünce dünyasını etkilemiş; iletişim yayınları gibi prestijli bir yayınevini kurmuş; onca kitap yazmış; çeviriler yapmış; ve üniversitede dersler veren bir profesör; 12 Mart 12 Eylül görmüş ve 1960’lardan beri siyasetle ilgili… Ama gel gör ki bunların hiçbiri organik aydın olmaya yetmiyor… Sen git lise mezunu bir imamın liderliğindeki cemaatin kontrolündeki bir gazetede  askeri vesayete karşı mücadele ediyorum diye köşe yazıları yaz… Olmadı, üniversite diploması tartışmalı bir siyasetçinin dolduruşuna gelip yetmez ama evet diye bağırıp din soslu neoliberalizmin (yeni-sağ) hegemonya kurmasına katkıda bulun… Sonrada bu hegemonya sonucu oluşan baskıcı otoriter düzenden şikayet et ve kendini risk altındaki akademisyen diye pazarla ve kapağı Oxford’a at…

Ne diyelim… Murat Belge’nin hayatı ve eserleri.

Bülent Avcı 

Seattle, Kasım 2022 

Loading

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu