Press "Enter" to skip to content

Öğretmen – Öğrenci ve Herkese / Emin Toprak

03.05.2021

Öğretmen – Öğrenci ve Herkese

Emin Toprak

İnsanca yaşamak için; iş aş arayanlara, Rize İkizdere Vadisinde ve Kaz Dağlarında güvenli gelecek için direnenlere, salgın şartlarında bile çalışanlara, 1 Mayıs’ın tüm emekçilerine sevgi ve saygıyla…

* 

Dün gece, 50 yıl öncemi bugüne taşıyarak; beni üzen, düşündüren, biraz da utandırıp gerçekle yüzleştiren bir rüya gördüm. Sonra da bu rüyanın sadece beni değil herkesi ilgilendirebileceği düşüncesiyle paylaşmaya karar verdim. 

Bu rüya, beni gitmeyi çok istediğim bir yere, 18 yaşında öğretmenliğe başladığım köye, 53 yıllık bir geçmişime götürmüştü. Fakat köy, okul, çevre ve toplanan çehreler çok değişmiş, hiç tanıdık gelmiyordu bana. Sonra sonra konuştukça beni tanıyan birileri çıkıp ismimi fısıldadı. 

Bu yaşını başını almış saçlı sakallı, coşkusuz kişiler kimdi? 

İsmimi fısıldayanlar öğrencilerim mi, yoksa veliler miydi bilemedim! 

Üzüldüm. Utandım. Düşündüm. 

Sonra da: “Bellek her şeyi uzun süre taşıyamaz ki” -diyerek rüyada bile kendimi korumak istedim. 

Fakat olmadı, ben, beni aklamaya yetmedim. Ve hemen o anda içimdeki afacan ben, hiç izin almadan ‘sen diliyle’ söze girip suçlamaya başladı:

“Eğer sen o günlerde köyün, öğrencilerin, velilerinle ilgili kısa kısa notlar alsaydın… Haydi onu yapmadın, bari listedeki her öğrencinin karşısına, onu anımsatacak birkaç sözcük, birkaç işaret koysaydın şimdi onları anımsar ve bu yenilgiyi yaşamazdın…” -diye sayıp, dökmeye devam edecekti.

Beni çok üzen ‘haklı’ sözlerin devamını duymamak için biraz sertçe: “Haklısın!” dedim. Sustu!

Haklıyı, haksızca susturmuş olsam da bu kez vicdanım susmadı: “Bu konuyu düşün!” -dedi. Ben de düşündüm: 

O yıllarda, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinden bazı bölümleri okumuş, başta Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Fikret Otyam olmak üzere çokça yazar, gezer, çizeri de tutkuyla okuyup izliyordum. 

Bu değerli insanlar toplumsal yaşamın acı, sevinç, başarı ve tıkanıklıklarını… Bazen yükselip sönen ve yeniden başlayan duygu ile düşlerin yaşattıklarını… Yazar, çizer, söyler bu emeklerini halka sunarlardı.

Böylece ‘kültür değeri’ olan bu sanat yapıtları, toplumsal bellekteki: söylence, hurafe, önyargı gibi cehalet karanlıklarına ışık tutar onları gün yüzüne çıkarır ve gerçeğin gelecekteki filizleri olurlardı. 

Duyu, duygu ve yetilerin yaşama; harfle, sözcükle, çizgiyle, fırçayla, yontuyla, fotoğrafla, avazla, notayla, buluşla yüklediği özgün iz ve tohumlara sanat denir. Sanat sadece bugünün değil geleceğin de belleğidir.  

Her birey ve toplum ancak bu değerlere sahip olduğu kadar güven içinde yol alabilir. 

Günümüzde Birleşmiş Milletlere bağlı 194 ülke, o ülkelerde de kullanılan 7 binden fazla anadil var. Tüm sanatlar, anadille beslenir, onunla büyür, yücelir ve evrensel olur. Her sanat dalı, uygun bir ortam bulunca filizlenip dal budak salan değerleri taşıyan bir tohumdur. 

Bu gerçekleri o yıllarda da az çok bilen birisiydim.

Peki, o zamanki tanıklıklarımı neden hiç not almamışım!.. Beni üzen de buydu. 

Peki, bu tembelliğim için gerekçelerim var mı?   

-İki olasılık var: Ya önemsememişim ya da belleğime güvenmişim! (Tıpkı, şimdi ülkemize dayatılan bilimi önemsemeyen ezberci eğitim sistemi gibi). 

Ne yazık ki hem bu iki olasılık hem de bugün dayatılan eğitim sistemi yanlış, çok yanlış! 

Demek ki ben, yaratıcılığımı, yetilerimi ve düş gücümü; bu doğa ve bu insanlarla etkileşim kurmak için kullanmamışım. İşin kolayına kaçmış, onlara dair bilgileri sadece ezberlemişim. Ezberin ömrü kısa olduğu için de unutmuş, unutulmuşum. 

***    

Sonra da yukarıdaki düşsel yorgunluk çıkarımlarımı, bugüne taşıyorum: Demek ki, bu bitek coğrafyadaki bolluk, sanatsal yokluk yüzünden bir kuraklığa dönüşmüş. O halde bu sistemsel büyük bir sorun! Bu öyle bir sistem ki; bireyin özgün yaratıcılığına, özgürce sorup-sorgulamasına, öğrendiğini deneyip içselleştirmesine engeldir. 

Bu sistem bireyi, tek kişi, tek kaynağa bağımlı kılıyor. Eğer birey, o kişi ve o kaynağın; sözcük, bilgi ve kalıplarını aynen ezberleyip tekrarlıyorsa başarılı sayılıyor. Çünkü bu sistem düşünmeyen, sorup, sorgulamayan toplumların daha kolay yönetileceğini biliyor.  

İşte bu seçeneksiz, renksiz bırakan tekçi anlayışları yüzünden ülkemiz hem kurak hem de sanatsız! Toplumsal yaşam da toprağa bağlanmış bitkisel yaşam gibidir.

Bir toplumda çeşitliliğin iz ve tohumları bulunmazsa, o, belleksiz olarak zaman tünelinde çakılıp kalır. 

Peki, bu çakılıp kalmanın buyrukçulardan başka sorumlusu yok mu? 

-Olmaz olur mu, hem de pek çok! Buyrukçuların hizmetkarları ve bu buyrukları dirençsiz uygulayan öğretmenler, öğrenciler, veliler yani hepimiz! 

Ey, öğretmenler, öğrenciler veliler!

Laikliği kabul eden ülkede çocuklar, anaokulundan üniversiteye ‘zorunlu’ din dersi alıp, günah diye diye  cehennem korkularıyla “dindar-kindar” oluyor. Bu bir insan hakkı engellemesi değil midir? 

Bırakın çocuklar sevgiyle, coşkuyla büyüsün!

Neden çocuklarımızın ufuklarına perde çekecek olan bu inanç ve yaşam tarzı dayatmasına izin veriyoruz? Neden sessiziz?

Eğer en iyi en doğru olan inanç bizimkiyse; o zaman bırakalım çocuklarımız izleyerek, gözleyerek, yaşayarak bu değer ve erdemleri kazanarak büyüsünler. Sorumluluk sahibi ergen olunca da düşünerek, tartışarak, karşılaştırarak, özgür iradeleriyle kendi seçimlerini yapsınlar. 

Eğer, çağlar öncesinden gelen bu dayatmacı tutumlar olmamış olsaydı:

O zaman daha güzel bir yaşam ve gelecek için çabalar artar, insanlar düşlerini kendine özgü birer ize dönüştürürdü.  

Kim bilir o zaman ne çok şiir, öykü, roman, yontu, melodi ve buluşa sahip olurduk. 

İzlerimizdir bizi diğer canlılardan farklı kılan. 

Daha mutlu yarınlar için öğretmen, öğrenci, veli ve herkesin kendi yetilerine uygun izler bırakmasını diliyorum.  

Loading

Eğitimin Temelinde Bilim Olmalıdır / Nurettin Aybek

10.05.2021

Eğitimin Temelinde Bilim Olmalıdır

Nurettin Aybek

 
Eğitim bilime dayandırılmalıdır, dine değil. Yani eğitimin temelinde bilim olmalıdır. Dine dayalı eğitim, ilkel eğitimdir. Gerçekçi değildir, olayları akıl ve mantık dışı yollarla açıklar. Ölümden beslenir ve insanları hurafelerle korkutarak eğitmeye çalışır. Eğitiminde dini temel alan toplumların ekonomisi de bozulur, sağlığı da. Toplumsal bilinç oluşmadığından, çevrelerini koruyamazlar. Kişiler kendilerini toplumun bireyi olarak görmek yerine, dinin ya da tarikatın mensubu olarak görür ve ümmetçi zihniyetle hareket ederler. Bu da toplumun çökmesine ve toplumsal ahlakın çürümesine yol açar. Bilime dayalı eğitim, çağdaş eğitimdir.

Bilim gerçekçidir, olayları akıl ve mantıkla açıklar. Yaşamdan beslenir, insanları deney ve gözlem yoluyla eğitir.

Eğitiminde bilimi temel alan toplumların ekonomisi de düzelir, sağlığı da. Kişiler kendilerini toplumun bireyleri olarak görür ve bu bilinçle davranarak çevreye ve başkalarına zarar vermezler. Toplumsal bilinç ve ahlak geliştiğinden, toplumda huzur olur. Akılcı ve bilimsel düşünme yöntemlerini yaşamına katabilmiş, çağdaş toplum yaratmak gerekir. Toplumun ilerlemesinin önündeki engelleri kaldırarak, esaret zincirlerini kırmak gerekir.

Sorgulayan bireylerden oluşan bağımsız, modern ve çağdaş toplum yaratmak için başta eğitim olmak üzere diğer yaşam alanlarında da toplumu çağdaş uygarlık düzeyine taşımak gerekir. Bu da, eğitimin temeline din yerine bilimi koymakla olur.

Loading

Bugün 23 Nisan! / Emin Toprak

28.04.2021

Bugün 23 Nisan!

Emin Toprak

Bugün 23 Nisan!

Hani, ‘Her insanın içinde bir çocuk vardır‘ derler ya! Ne kadar doğru bir söz! 

Bir dede olarak benim de içimde; zıp zıp zıplayan, hayalleri, tutkuları, sevinçleri, coşkuları, tutturması olan, sık sık konuştuğum, bazen azarını işitip ders aldığım bir çocuk var. 

Her 23 Nisanım ona özel bir gündür, o günde; içimdeki o kıpırtıya, 60 yıl öncesinden bugüne ses veren o çocuğa doğru yola çıkar, onu dinler, onu okşar, onunla oynar, onu daha çok duyumsarım.

Bazen içimdeki o ‘yavru’ ile konuşup, dedeliğim gereği düşündüğümde: İnsanlar ve evcil-yabani tüm hayvanlar için yavruların en kıymetli olduğunu gerçeği ile karşılaşırım. Aslında tam da: “Her canlının en kıymetlisi yavrularıdır.” yargısıyla düşünmeye başlamıştım ki, vazgeçtim. Çünkü ağaçlar, otlar, suda yaşayan canlılar yavrularını nasıl sever, onları nasıl koruyup kollarlar pek bilmiyorum. Buna karşın insanlar, evcil-yabani tüm hayvanlar için yavruların en kıymetli olduğunu, herkes gibi ben de biliyorum.

***

Bugün 23 Nisan!

Yüz bir yıl önce özgürlüğüne kavuşan Türkiye Cumhuriyeti Meclisi, tam yüzyıl önce toplanıp bugünü: “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak kabul etmiş.

Nisan ayı!.. Ne güzel bir tesadüf:

Çünkü, Nisan; baharın en süslü, en coşkulu, sevinç çığlıklarının en çok yükseldiği bir ay. Havada, suda, toprakta canlıların; filizlerle, çiçeklerle, fidanlarla, yumurtalarla, yavrularla coşku içinde çoğalma zamanı. 

23 Nisan, yılın en coşkulu günlerinden birisi bu güzel günü, insanların en kıymetlisi çocuklarına adayıp dünyaya örnek olmak ne güzel bir karar! 

Ülkeye ve dünyaya sevgi, saygı, dayanışma ve barışı fısıldayan bir karar. 

***

Bugün 23 Nisan!

Bu ülke, 101 yıl önce padişah buyruklarını yok sayıp, demokrasi demiş. 

Bu bayramın ilk kutlama gününde doğmuş olanlar şimdi 100 yaşında…

O halde elimizi çenemize koyup düşünelim lütfen:

101 yıldan beridir, neden barışın ve güvenliğin olduğu, insan haklarıyla yaşamın mutluluğa dönüştüğü bir ülke olamadık?

Niçin suç ve suçlular korunuyor?

Niçin çocuk hakları, kadın hakları, insan hakları yok sayılıyor? 

Çocuk Hakları Sözleşmesinin 3. maddesine Türkiye’nin koyduğu ‘çekince’ neden kaldırılmıyor?

Niçin insanlık mirası erdemler yok ediliyor?

Niçin çocuk heyecanları, öfke, kin ve nefrete dönüştürülüyor?

Niçin ülke kaynaklarımız insanlarımızın refahı için değil de bir azınlığa peşkeş çekiliyor.  

Demokrasilerin en vazgeçilmezi olan yasama-yürütme-yargı bağımsızlığı niçin yok oldu? 

Hani, padişah buyruğundan demokrasiye geçmiştik! 

Hani, Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletin idi!

Hani, Büyük Millet Meclisi milletin temsilcisiydi!

Peki, Tek adam yönetimi nereden çıktı?  

***

Ülkemizde bunlar, bunlar, bunlar… yaşanırken…

Bugün 23 Nisan!

Çocuklara yokluk, yoksulluk, cehalet dışında bir şey bırakmamışken… 

30-40 yıl sonra doğacak torunlara, milyar dolarlar borç bırakmışken…

Söyler misiniz, nasıl coşkuyla dolup, sevinir insan? 

Loading

Başarısızlık Günü / Emin Toprak

19.04.2021

Başarısızlık Günü

Emin Toprak

Bazı dostlar, “Neden soru sorma ve sorgulamayı çok önemsiyorsun?” -diye sorguluyor beni. Ben de onlara; ‘Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez!’ sözünü anımsatıp:

“Sormak ve sorgulamak yaşamın birer itki gücüdür, onlarla ilişki kurar, onlarla özgürleşir, onlarla; kendine ayna tutar, yanlışının farkına varır ve yol alır insan. Eğer soran, sorgulayan olmazsa o zaman dokunulmaz kıldığımız kendi doğru-kalıp-önyargılarımızdan kurtulamayız ki!. İşte bunun için yaşamda soru ve sorgulamaları sürekli kılmalıyız.” –derim.

Tabii ki, bu cevabı yeterli gören de oluyor, görmeyen de…

Eski adı ‘pedagoji’ şimdi ise ‘eğitimbilim’ olan bölümde okurken: ‘Karşılaştırmalı Eğitim’ dersi en sevdiğim derslerden biriydi. Bu derste eğitime dair sorunlara; yerli ve milli ölçeklerle değil, dünyadaki değişik tez ve uygulamalar incelenip, karşılaştırılarak daha objektif çözümler bulunurdu.

Böylesi bir bakış ve anlayışın, ülkemizin tüm yaşamsal sorunlarının çözümü için gerekli olduğuna inanıyorum. Ne yazık ki, yirmi yıldan beri ülkemizde sorusu ve sorgulaması olmayan; din-cami merkezli bir sistem kurulmaya çalışılıyor. Bu nedenle ülkemiz hızla, bilimsellikten uzak bir geleceğe doğru yol alıyor. Bu gidiş, geleceğimiz için hem üzüntü hem de tehlike kaynağı.

Soran-sorgulayan-karşılaştıran anlayışla, güncel iki konuya değinmek istiyorum. Her iki örnek konu da İskandinavya’dan.

Niçin İskandinavya?

İskandinavya, Kuzey Avrupa’daki ülkelerin oluşturduğu bir coğrafyadır. Burada, dünyanın en mutlu, özgür, demokratik ve barışçı ülkeleri: İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya… bulunur. Ülkeler bu özellikleri, her yıl yapılan uluslararası araştırma ve sayısal karşılaştırma sonucu kazanarak gündemde yer almışlardır. (Bu konuyu ben de Nasıl Bir Yönetim? başlıklı yazımda anlatmıştım.)

*

Bugün de Finlandiya ile Norveç’te yaşanan iki olayı anımsatmak istiyorum:

  • Birincisi Norveç’te yaşandı ve çok güncel bir olay:

Norveç Başbakanı Erna Solberg, doğum gününde, ailesinden 13 kişiyle birlikte bir restorana gider. Orada, hükümetin koronavirüsten korunmak için almış olduğu: “Toplantılarda 10 kişiden fazla kişi bulunmaz” kararına uymamıştır. Polis teşkilatı harekete geçmiş ve Norveç Başbakanı Solberg hakkında; “Doğum günü kutlaması sırasında kurallarına uymadığı” için inceleme başlatıp, 2.352 dolar (20 bin kron) da para cezası kesmiştir.

Emniyet Müdürü de: “Bu tür durumların birçoğunda normalde para cezası vermediklerini, ancak Başbakanın hükümetin kısıtlamalar getirme çalışmalarının ön saflarında yer aldığı için para cezası verildiğini” açıklar.

Başbakan Solberg, radyoda halka: “Bunun hiç olmaması gerekiyordu… Kuralları daha iyi bilmem gerekirdi… Ailem ile birlikte korona kurallarını ihlal ettiğimiz için özür dilerim.” -demiştir.

*

Şimdi de ülkemizde yaşanan pek çok benzer olaydan sadece birisine bakalım:

Ülke çapında pandemi için önlemler bir kişinin buyruklarıyla alınıyor, insanlar, işsiz, huzursuz, AVM’ler açık, çoğu işyeri kapalı, kahve ve lokantalar kısıtlı… Bu iklimde iktidar partisi AKP binlerce kişinin katıldığı onlarca kongre yapıyor. Bol katılım ve coşkuyla yapılan bu toplantılardan büyük haz alan partinin genel başkanı (ki, aynı zamanda ülkenin en yetkilisi olan Cumhurbaşkanı): “Milletimiz hep yanımızda oldu, hep destek verdi. İşte salgının olduğu dönemde bir kongre yapıyoruz, salon lebaleb dolu.” -diyerek adeta, bilime ve virüse meydan okunmuştu.

Sonra, koronavirüs hızlı yayılıp çokça can alan bir salgına dönüştü. Ve Türkiye dünya ilkleri arasında yer aldı (ki, bugün dünya ikincisi olmuşuz).

Peki, bu sonuca rağmen neden suskunlar? Bilime ve virüse meydan okurcasına “lebaleb dolu salonlarda toplantı” yapanlar, niçin: “Salgının artış göstermesinde, bu toplantıların da payı olduğunu” belirtmiyor? Zaten istifa etmezler ya, peki neden ekrana çıkıp halktan özür dilemezler?

Yoksa, bunları yaptılar da biz mi duymadık?

**

  • İkincisi, 11 yıl önce Finlandiya’da başlamış (ancak benim yeni duyduğum) bir olay:

Finlandiya’da 13 Ekim 2010’den beri ‘Başarısızlık Günü’ kutlanmaya başlamış ve devam ediyormuş. Bunu öğrenince: “Biz hep ‘başarıları’ kutlarız, yenilgi ve başarısızlık kutlaması da nereden çıktı!” diye şaşırdım ve kendime sorular sorarak düşünmeye başladım:

Bu, olup bitmiş olaydan, gelecek için bazı dersler çıkarma yöntemidir. Böylesi bir kutlama yapan insan, kendi başarısızlık ve yenilgileriyle yüzleşir, bu sonucu var eden eylem ve tutumlardan kaçınır. Kısaca, bu anlayışla insan, sorguladıkça halden anlar ‘insan’ olur ve kendini geliştirir…

Bir toplumun-bir kişinin, ama, fakat deyip savunma mekanizmaları geliştirmeden, kendi geçmişiyle yüzleşip eleştiri-özeleştiri yapması bir erdemdir. Bu erdemliliği gösteren her toplum veya her kişi saygın olur, yücelir. Her toplum ve kişinin geçmişinde mutlaka bazı yanlışlar, acılar, yenilgiler vardır.

Peki, neden erdemli olarak onlarla yüzleşip, tekrarından kaçınmıyoruz ki?

Sadece başarılar ve yengileriyle öğünmek toplum ve kişiye; yetinmek, durağan olmak, egonun beslemesi dışında ne sağlar ki?

Her başarılı olanın karşısında bir de başaramayan-kaybedenler vardır, hele de bir başarı haksızca alınmışsa!… O yenilenleri düşünmemek, onlarla empati yapmamak bir erdem olabilir mi?

Erdem, insanın içinde ve toplumda uyumluluk sağlamaya çalışan kötülük karşıtlığıdır. İyi bir birey, aile, toplum için erdemli olmak, her şeyi zorla, zorunlulukla sadece çıkar, kazanç için değil, karşılıklı saygı-kabul-sevgi-anlayışla yol almaktır.

Vicdan temizliğinin verdiği rahatlık, bu yolda giderken başlar!…

Loading

Daldan Dala / Emin Toprak

12.04.2021

Daldan Dala

Emin Toprak

Herkes gibi ben de bazen kendimle konuşur, düşünür, sevinir, üzülürüm. İşte o daldan dala anların bazı notları:

Doğanın iki egemen gücü gökyüzü ile yeryüzüdür. Bu iki güç bazen barışık, bazen kavgalı olsalar bile birbirini var ettikleri için tek başına olamazlar. Doğa kapsayıp, korurken oluşan çelişkiler sonucunda da yaşam başlayıp sürer gider.

Yeryüzünün öfkeli alevleri, yangınları, depremleri, selleri ve gökyüzünün fırtınaları, şimşekleri, yıldırımları sonucu, canlılar zarar görse, büyük acılar yaşayıp kayıplar verseler bile doğa olmadan yapamazlar. Çünkü canlılar gökyüzündeki güneşe, yağmura, kara, yele…  Yeryüzündeki toprak ve suya muhtaçtır. Onlar olmaksızın yaşam döngüsü olmaz.

Hem çatışıp yok eden hem besleyip var eden bir döngüde birbirine mecbur olmak… 

*

Bundan yaklaşık olarak 2500 yıl önce Yunanistan-Çin-Hindistan gibi birbirine çok uzak üç coğrafyada doğup-yaşamış birbirinden habersizce ‘insanlık’ için yol almış üç bilge öğretmen varmış. Her üç bilge de insanlık için daha mutlu bir yaşam arayışındaymış. Amaçlarına, ancak birlik olup ‘insana’ dokunarak, sorarak, düşünerek, araştırıp arayışa yönelterek varılacağını bilir onun için çalışırlarmış: 
  • Yunanistan’da Sokrates (M.Ö. 469-399), halkı baskılayan inanç sistemine karşı çıkan, yanlışları sorgulayarak doğruları bulmaya çalışan, cehaleti en büyük kötülük sayan bir “Ahlak Felsefesi” ile…
  • Çin’de Konfüçyüs (M.Ö. 551-479), toplumda uyumu-huzuru ve insani ilişkileri geliştirerek ‘Erdemli’ olarak yol almayla…
  • Hindistan’da Buda (M.Ö. 563-483), yaşam döngüsü içinde kişilerin ancak ‘acılar’ çekerek, kendileriyle yüzleşerek, bencillikten arınarak öz güçleri olan ‘Nirvana’ya ulaşmakla… 
Üç bilge de insanlık için birer kutup yıldızı olup, ışık saçmış, yön göstermiş, ufuk açmıştır. Bu üç bilgeden alacağımız çokça ders var. 
İşte, eşitlikçi, halka dokunan ve halktan yana iki anlayış:    
1. Sokrates ve Konfüçyüs anlayışında; kadınlar pek yer almaz (‘kadının adı yok’), daha çok erkeklerle yol alınırmış. Fakat Budizm, kadına gereken önemi vererek bu kuralı bozmuştur.  Çünkü Budizm’in öncüleri olan keşişler hem kadın hem erkeklerden oluşurmuş.
2. Budist keşişler kendi halkına yabancılaşmasın diye onların mal-mülk edinmesi hoş karşılanmazmış. Bunun için de keşişler ellerinde asa ve dilenme tası ile dilenerek yaşam sürdürürlermiş.   
*

İnsan yaşamı, acılardan kurtulmak için bir arayış sürecidir. Bu döngünün odağındaki insan, yaşam boyu iki güçle çatışır. Birincisi kendi güdü, duygu, istek, düşünce, doğrularıdır. İkincisi de çevresidir. Çevrenin içinde de iki güç vardır: Birincisi doğa, diğeri de toplum. Bu güçlerin de kendine özgü; kuralları, değerleri, inançları, beklentileri vardır. 

İnsan, böylesi ikilemler içinde kalınca ne yapacağını, kime doğru ve nasıl adım atacağını bilemez ve bunun sıkıntısını çeker uzun zaman. Sonra, bazen bir tarafı görmezden gelir, bazen de baskıyla susturur bir tarafı (ki, bu baskılanan çoğunlukla kendi güdü, istek ve vicdanıdır). 

İşte böylece toplumlarda çevreye, topluma ve kendine karşı duracak gücü, direnci olmayan, huzursuz, mutsuz doyumsuzlar çoğalır.

Eğer toplumu bir organizma kabul edersek demek ki, bu organizmanın pek çok organı hastalıklı-sağlıksız!

Bu hasta-sağlıksız-zorlu süreçte, acıları dindirmek için en çok adalet ve erdemli davranışlar aranır. 

Bir insanın yanlışları, başarısızlıkları, yenilgileri ile yüzleşmesi, bunları tekrar etmemesi için gerekenlerdir ‘erdemler’. Toplum ancak erdemli-adil insanlarla donanırsa sağlıklı olur.  

Fakat, gelin görün ki, gerçek hayat hiç de öyle değil!.. 

  • Eğer ortada yanlış bir uygulama, bir başarısızlık, bir yenilgi varsa: 

Ben yaptım! Başaramadım! Ben sorumluyum!” -diyen yoktur. Ama: 

  • Eğer ortada iyi bir uygulama, bir başarı, bir yengi varsa:

“Ben yaptım! Benim başarım! Ben yendim!” -diye bağırıp çırpınan büyük bir çoğunluk vardır karşınızda. 

  • Eğer ortada bir çıkar, bir paylaşım varsa:

O zaman çok çok kişi koro halinde: “Önce bana! Çoğu benim! diye çığlık atar, hele de güç,  makam sahibiyse tehdit eder. 

  • Süreçte çok az kişi de: “eşitçe- adilce” bir paylaşım taraflısı olur… 

*

“Gökten üç elma düştü!”

Haydi, can yakmadan üleşin bakalım…

Loading

İhtiyaçlarımız / Emin Toprak

05.04.2021

İhtiyaçlarımız

Emin Toprak

Her canlı yaşamını sürdürmek ile görevlidir, bu görevi de ancak ihtiyaçlarını gidererek yapabilir. İşte bunun için tüm canlılar çevresiyle sürekli bir etkileşim içindedirler.

Eğer bu etkileşim sürecine dair gözlem, araştırma, deneyleri inceleyecek olursak karşımıza çevre, toplum, insanlık yaşamına dair pek çok hikâye çıkar.

Bu yazıda daha çok bireye, onu eyleme geçiren ihtiyaçlarına yer vermek istiyorum. Çünkü birey, toplumun en küçük birimi olarak yakın-uzak çevrede olup-biten çokça olayın gizli-açık öznesidir.

Fakat unutmayalım ki birey, yaşamda olmuş ve daha olacak olan çokça olayın öznesi olsa bile sadece tek özne değildir. Çünkü daha o gelmeden, şimdi ve o çekip gittikten sonra da ona rağmen, başka özne nesneler, başka canlılar, güçlü doğa hep vardı ve hep var olacaklar.

Yaşamak isteyen her birey, ihtiyaçlarını gidermeye çalışırken engel olan doğa koşullarına ve diğer güçlere karşı durur, direnir. Bu karşı duruşta bazen yenilse bile pes etmez, çünkü o, yaşamak için galip gelmeli ve olacaklara yön verecek bir özne olmalıdır. Bireyi, diğer canlılardan farklı kılan, onun akılla/mantıkla düşünmesi, sorup-sorgulaması ve yorumlama yaptıktan sonra eyleme karar vermesidir. Bu farklılığı onu, farklı yöntem-teknik-taktikler bulmaya, kendisini yenilemeye ve daha güçlü olmak için ortaklar bulmaya yöneltir.

İşte, ‘Yaşam Savaşı’ denen şey tam da budur!

Birey; çeşitli istek, duygu, beceri ve düşünceleri olan, toplumsal görevini  yaparken katkı veren ve katkı alan insanlardan biridir. O, yaşamsal ihtiyaçlarını gidermek için sürekli olarak çevresiyle etkileşim içindedir demiştik.

Peki, birey yaşama ve topluma nasıl tutunur, neler ister, neler yapar?

Bu soruya ancak psikoloji ve toplumbilim penceresinden bakarsak cevap verebiliriz.

Abraham Maslow (1908-1970), bir psikoloji profesörü olarak insancıl psikoloji (hümanisttik psikoloji) kurucuları arasında yer alarak çok önemli katkılar sağlayan bir bilim insanıdır. 1943 yılındaki “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” çalışması, psikoloji dışındaki alanlarda da çok önemsenip kabul görmüş bir teoridir.

Bireyin ‘yaşam’ sürecini anlatan bu teorinin içeriğini oluşturan beş temel gereksinim bir piramit görseli üzerine öncelik sırasına göre tabandan tepeye doğru basamak basamak sıralanmıştır: Bu da teorinin hemen herkes tarafından kolayca bilinir olmasını sağlamıştır.

Bireyin İhtiyaçları:

1. Fizyolojik ihtiyaçlar: hava, su, ateş, toprak, yiyecek, barınak, giyim, uyku gibi organizmaya denge ve yaşam sağlayan en temel, en önemli ihtiyaçlardır.

2. Güvenlik ihtiyaçları: Fizyolojik ihtiyaçları karşılanan bireyin; sağlıklı ve güven içinde yaşaması, yaşamın sürdürmesi için bir aileye, bir gruba, bir topluma ve belli kural ve kurumlarına ihtiyacı vardır.

3. Ait olma ve sevgi (aidiyet) ihtiyaçları: Güvenlik ihtiyaçları karşılanan birey, artık bir grubun parçası, bir toplumun (aile, arkadaş, iş) üyesi olur. Onlara uyum sağlayıp kişilerle iletişime geçmek, güven ve kabul görmek, sevip-sayıp, sevilip-sayılmak, dostluklar kurmak gibi ihtiyaçları olur. Bu ihtiyaçların giderilmesi ya da giderilmemesi bireyin sosyal yaşamını çok önemli ölçüde etkiler.

Ait olma ve sevgi ihtiyacı; aynı ortamı paylaşma, ortak noktalar bulma, başka  sesleri duyma, onları tanıma, kendisini tanıtma, kısacası, orman çeşitliliği içinde yalnız kalmamaktır.

4. Değer ihtiyaçları: çocuk ve ergenler için çok önemli olan bu basamak; bireyde ‘benlik’ gelişmesi, gelenek, inanç, otorite ile tanışma, kendine saygı ve güven duyma, başkalarını kabul edip saygı duyma, başkasından kabul-anlayış-saygı görme, ilgi, merak, öngörü, araştırma, üretme, takdir, başarı…ihtiyaçlarıdır.

5. Kendini gerçekleştirme ihtiyacı: sıralanmanın üst basamağıdır. Bu aşamada birey kendi; ilgi, inanç, estetik becerilerine uygun alanlar arar. Burada eğer özgür bırakılırsa kendi duygusal ve yaratıcılık potansiyelini kullanarak özgünlükleriyle katkı sağlayıp kendini gerçekleştirmeye çalışır. Onun, toplumda kabul görmesi ise araştırma, deneyimleme, problem çözme, gerçekleri kabul etme, önyargıdan uzak olma durumuna bağlıdır.

Bilim çevreleri, günümüz dijital-teknolojisi ve sosyal gelişmelerini düşünerek ‘kendini gerçekleştirme’ basamağına; Bilişsel-Estetik-Aşkınlık gibi ekler de yaparlar.

*

Maslow, kendini gerçekleştirmeyi her şeyi başarma, mükemmel olmak değil, kişinin potansiyeline ulaşması olarak kabul eder ve 1954’de: “Bir insan neye ulaşabiliyorsa ona ulaşmalıdır”-der. Nitekim araştırmalar da onu doğrular:

ABD’de 1970 yılında yapılan araştırmada ihtiyaç gerçekleşme oranları:

  • Fizyolojik ihtiyaçları            :%85
  • Güvenlik ihtiyaçları             :%70
  • Ait olma ve sevgi ihtiyaçları :%50
  • Değer ihtiyaçları                 :%40
  • Kendini gerçekleştirme ihty. :%10
Bu araştırma gösteriyor ki, ilk basmakta ihtiyaçlarını giderme oranı yüzde 85 iken, en son basamakta yüzde 10’a düşmektedir. Kısaca; toplumdaki bireylerin yüzde 90’ı kendini gerçekleştirmemiştir.

***

İşte bizim ihtiyaçlarımızın yaşam savaşındaki serüvenleri böyle!

Bu basamaklar tekdüze çalışmaz! Bu yolda güç ve kapasite önemlidir. Bu basamaklarda tuzaklar, inişler, çıkışlar, geri dönüşler vardır, bu yüzden yolcuların kimi  düşer, kimi tökezler, kimi yarı yolda kalır, kimi de hedefine ulaşır. Burada her iklim yaşanır. Burada doğa bilimin kuralları ve yaşamın diyalektiği vardır.

Bu teoriyi önemli ve güncel kılan onun yaşamın her alanına, her mesleğe, her girişime dokunması, kolayca uygulanır olmasıdır.

Eğer siz bu yargıya inanmazsanız, lütfen bu basamakları istediğiniz alana, mesleğe, arayışa ve girişime uygulayıp sonuçlarına bakınız.

Devletlerin görevi, bireyleri yetileri doğrultusunda eğitip, onların özgün gücü oranında kendilerini gerçekleştirmeleri için gerekli sosyo-ekonomik altyapıyı hazırlamaktır. Fakat ne yazık ki çoğu devletler küçük bir azınlığa çıkar sağlamak için ülkelerini yönetiyor.

Şimdi basit bir soruyla yazımızı bitirelim:

Eğer Osmanlı; matematik, tıp, astronomiye gerekli önemi verse ve ülkeye matbaa 281 yıl sonra gelmeseydi acaba neler olurdu?

Loading

Köy Enstitüleri / Nurettin Aybek

17.04.2021

Köy Enstitüleri

Nurettin Aybek

Cilavuz Köy Enstitüsü

Köy Enstitüleri, uygar toplum yaratmanın ilk adımlarıydı, ama engel oldular. Uygulandığı kısa sürede, toplumun aydınlanmasına ve gelişmesine önemli katkıları olmuştur. Günümüz eğitim sistemine de ışık tutabilir; yeter ki Köy Enstitülerine önyargısız bakabilelim.

Eğitim, üretimden kopuk olmamalıdır. Üretim içinde öğrenme, Köy Enstitüleri modeliydi.

Cilavuz Köy Enstitüsünün izlerini taşıyan öğretmen okulunda okudum, onların yarattıklarını yerinde gördüm.

Kitap: Dağlara Kar Düşer
Sayfa: 31
Öykü: BE’ CİLOYUZ

Kars yöresinde anlatılır;

Evlenmek isteyen iki genç, isteklerini ailelerine bildirirler. Gençler birbirini tanısa da, aileler birbirini tanımıyormuş. Oğlanının ailesi, kızı ailesinden istemeye gider. Kızın babası damat adayının öğrenimini ve işini sorar. Bunun üzerine oğlanının babası; Oğlunun okuduğu okulları ilk okuldan başlayarak orta, lise, üniversite her birini adlarıyla söyler. Oğlunun çok zeki ve çalışkan olduğunu, bütün okullarını dereceyle bitirdiğini söyler ve bütün bunları, biraz da övünerek, ballandıra ballandıra anlatır.

Kızın babası bakar ki Cilavuz’dan hiç söz edilmedi, çocuk Cilavuz’da okumamış. Hemen itiraz eder, yörenin ağızıyla derki; “Be Ciloyuz.” Yani bu kadar övünmen boşuna, o saydığın okulların da önemi yok, senin oğlun Cilavuz’da okuyamamış. Artık, yöre halkının dilinde bir deyimdir; Be Ciloyuz. Konuşmalarda sıkça duyulan bir sözdür; “ Aya, ey değirsen, yahşı söylüyürsen ama, Be Ciloyuz.”

Ülkenin yazgısını değiştiren Köy Enstitülerinden, Kars’ın Susuz ilçesinde kurulan Köy Enstitüsünün adıdır Cilavuz. Köy Enstitüleri kuruldukları yerin adını alıyorlardı.

Dağların doruklarında eksik olmayan karlardan beslenen suların birleşerek oluşturdukları çayın vadisine kurulan bir ilçedir Susuz. Adının susuz olması sizi yanıltmasın, içinden değirmene giden su akar, alt tarafından çay çağlayarak akar. Suyu bol, yeşillikler içinde bir ilçedir Susuz. Geçmişte yerleşim yeri çayın yatağından biraz uzakta kaldığı için, gerçekten susuzmuş.

1880 ve 1881 yıllarında bu bölgeye sürgün olarak gelen Malakanlar bu bölgenin yazgısını değiştirmişler, başı boş akan suları dizginlemişler. Değirmen çalıştırmak, elektrik üretmek ve tarlaları sulamak için suların önlerini bentlerle keserek yatağının dışına çıkarmış ve yaptıkları arklarla tarlalara, değirmene akıtmışlar. Susuz’un evlerinin önünden tarlalara su akıtarak yeşil bir yere dönüştürmüşler.

Çay batıdan doğuya doğru akar, batıda dar ve derin olan yatağı doğuda, Susuz’un olduğu yerde yayvanlaşır ve sığlaşır. Çay bu geniş ve düz alanda, yıldan yıla yatağını değiştirerek akar. Eski yatağının çakılları arasından ince bir kolunun aktığı da olur. Terk ettiği eski yatağındaki renkli çakıl taşları birbirine çok benzerler, aynı suyla yıkandıkları için. Aynı yörede yaşayan insanlar gibi. Çayın platoyu yararak oluşturduğu vadi, çayın akış yönünde, batıdan doğuya doğru uzanır. Batıya doğru vadi biraz darlaşır ve yamaçları dikleşir. Susuz’un iki kilometre batısındaki bu yerin adı Cilavuz’dır. Yöre halkı buraya Ciloyuz diyor. Ciloy sözcüğü öztürkçedir; dizgin, gem demektir. Süvari atlarının dizginine ciloy denir. Bu yörede anlatılan Dede Korkut hikayelerinde çokça geçer; “Kazan konur atın çektürdü, butun bindi. Oğlu Uruz cilavusunu çektürdü.” Cilavuz Kars ve Ardahan’ı birbirine bağlayan yolun üzerindedir. Bu yol aynı zamanda Ardahan’dan sonra Şavşat üzerinden Karadeniz’e inen yoldur. Ayrıca bu yoldan Gürcistan’ın şehirleri Tiflis’e ve Ahıska’ya da gidilir.

Cilavuz’un kuzeyinde ve tam karşısında karlı doruğunun ihtişamlı görünümüyle Kısır Dağı, Kısır dağı’nın doğusunda, daha dün kraterinden lavlar akıyormuş hissini veren, koni biçimindeki Er Dağı ve bu dağların yamaçlarına kurulmuş, elini uzatsan evlerine dokunacakmışsın gibi görünen köyler, Cilavuza bakarlar. Cilavuz’un üç kilometre batısında Çayın, kendisini taştan taşa vurarak içerisinden aktığı kanyon var. Çay Kanyonun kayalık duvarlarını yalayarak geçer, burada hışımla kayalara çarpar ve köpürerek akar. Daha yukarıya gidebilmek için çayın buz gibi suyu içinden yürümek gerekir. İki kilometre uzunluğundaki kanyonu, suyun akıntısına karşı buz gibi soğuk suda yürüyerek geçerseniz, çermiğe ve su uçana varırsınız. Burada derin bir vadinin içindeki yatağında akan çayın, güneyinde Cilavuz çermiği, kuzeyinde Suuçan (şelale) vardır. Çermiğin suyu kükürt kokulu, deniz suyu tadındadır içilmiyor. Ama bazı sayrılıkların sağaltılmasında yararlanılıyor.

Suuçan’da sular çok yüksekten uçarak, sis bulutu şeklinde dökülür. Bu sis bulutu şeklindeki sulara vuran güneş ışınlarının yansıması, Suuçan’ın üstünde asılı duran gökkuşaklarını oluşturur. Bu gökkuşaklarının renkleri elvan elvandır, evrenin tüm renkleri buradadır. Gökkuşakları diyorum, çünkü yukarıdan parça parça, uçarak dökülen su zerrecikleri peş peşe sıralanmış gökkuşaklarını oluşturur. Vadinin dik yamaçlarındaki bodur palamut ağaçlarının yeşilliği, mevsimine göre çalılarda açan kokulu yaban gülleri, Suuçan’ın ve çayın çağıltısı, Suuçan’dan uçarak dökülen sular insana huzur verir. Çayda yüzerlerken parıltılı pullarından gökkuşağı renkleri yansıyan kırmızı benekli alabalıklar, sanki renklerini Suuçan’ın üzerinde asılı duran gökkuşaklarından almıştır. İşte böyle bir yerdir Cilavuz.

Cumhuriyetin ilk yılları. Devrimlerin ve yeniliklerin yaşama geçirilmesi için, halkın kısa sürede okuma yazma öğrenmesi ve aydınlanması gerekiyordu. Akılcı ve bilimsel düşünme yöntemlerini yaşamına katmış çağdaş toplumlarla iletişimin ve etkileşimin olması gerekliydi. Bu amaçla yapılan Harf Devrimi ve kabul edilen yeni alfabe çok kısa sürede yaşama taşınabilmeliydi. Toplumun ilerlemesinin önündeki engelleri kaldırarak, esaret zincirlerini kırmak gerekirdi. Cehalete karşı savaş açılmalı, karanlıklar aydınlatılmalıydı. Bu savaş kazanılamazsa düşünen, sorgulayan bireylerden oluşan bağımsız bir toplum yaratmanın imkanı yoktu. Modern ve çağdaş toplum yaratmak için başta eğitim olmak üzere diğer yaşam alanlarında da yeniliklerin ve devrimlerin yapılması gerekliydi. Amaç, toplumu çağdaş uygarlık düzeyine taşımak, toplumu içinde bulunduğu ilkellikten, cahillikten kurtarmak ve onlara çağdaş yaşamın yollarını göstermekti. İlk Öğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç bu inançla yurdun her yerini dolaşarak sorunları tespit ediyor ve çözüm arıyordu. Halkın yüzde sekseni köylerde yaşıyordu ve okuma yazma bilenlerin sayısı yok denecek kadar azdı. Köyün sorunları bunlarla da bitmiyordu. Halk günlük işlerini yapacak becerilerden yoksundu. Sağlıklı yaşam koşulları yoktu, salgın hastalıklar, özellikle bebekleri ve çocukları kırıp geçiyordu. Halk üfürükçülerden, cincilerden medet umuyordu. Bazı bölgelerde halk ağanın marabası, şeyhin, şıhın kölesi durumundaydı. Halk, bu durumdan ancak kendi iradesiyle kurtulabilirdi. Yoksa kimse onları bu durumdan kurtarmazdı. Yaralarını, kendi elleriyle sarabilmeyi öğrenmeliydiler. Ancak onlara yol göstermek, onları eğitmek gerekiyordu. Eğitimi, yalnızca imtiyazlı sınıfın yararlandığı imkan olmaktan çıkartıp köylere indirgemek gerekiyordu. Bunun için eğitmen kursları açıldı. Askerlikte okuma yazma öğrenebilmiş köy gençlerini eğiterek kendi köylerine eğitmen olarak göndereceklerdi. Bu eğitilen gençler kendi köylerinde hem okuma yazma öğretecekler ve hem de sorunlarını çözme konusunda halka önderlik yapacaklardı. Ancak bu yaygın eğitim yöntemiyle, halk kısa sürede okuma yazma öğrenebilirdi. Eğitmen Kursları açıldığında bu bölgede kurs yeri olarak Cilavuz seçildi. 1937 yılında Halit Ağanoğlu, Cilavuz Eğitmen Kursunu kurmak ve yönetmek için Eğitim Başı olarak atandı. Halit Ağanoğlu, yöre halkının da desteğiyle, Cilavuz’da terk edilmiş harap durumdaki Rus askeri kışla binalarından onarabildiklerinde, Eğitmen Kursunu başlatır.

Eğitmen Kursları Köy Enstitülerine giden yolun ilk adımlarıydı.

Hasan Ali Yücel 1938 yılında Milli Eğitim Bakanı olarak atandı. İlk Öğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ile birlikte Köy Enstitülerini Kurmayı planlayarak, 1939 yılında Köy Enstitülerinin kurulmasını başlattılar. İkisi de eğitim öğretim konusunda donanımlıydılar. Birlikte öyle bir adım attılar ki hala daha o adıma yetişilmeye çalışılıyor ve hala tüm dünyada o adım konuşuluyor. 1939 yılında ilk Köy Enstitüleri kurulmaya başlandığında Halit Ağanoğlu da Kurucu Müdür olarak Cilavuz Köy Enstitüsünü kurdu. Cilavuz Köy Enstitüsü ilk kurulan enstitülerdendir. Köy Enstitüleri, 17 nisan 1940 tarihinde 3803 sayıyla yasalaştı.

Köy Enstitülerinde çok yönlü eğitim programı uygulanıyordu. Kültür dersleri, teknik bilgi ve el becerileri, tarım uygulamaları gibi. Tarım uygulamaları köy Enstitüsünün kurulduğu bölgenin özelliklerine göre seçiliyordu.

Eğitime susamış köy çocukları kızlı erkekli, akın akın Cilavuz’a geldiler. Ciltlerini ayaz yakmıştı, üstleri başları yırtıktı, yalın ayaktılar ama gözleri ışıl ışıldı. Durmadılar çok çalıştılar, boş ve harap binaları onararak dersliklere, işliklere, atölyelere dönüştürdüler. Çayın kuzey yakasındaki doğal kaynak sularını, su deposu yaparak topladılar. Su deposu Çilavuz’dan daha yüksekteydi, bu nedenle suyu döşedikleri borularla Cilavuz’a getirebildiler. Binaların gerekli yerlerine beton harçla lavabolar yaparak, taşıdıkları suyu binalarda kullanabildiler. Yıkanabilecek hamamlarını, giysilerini yıkayabilecekleri çamaşırhanelerini yaptılar.

Okulun yerleşim yeri vadinin her iki yakasında oldukça geniş bir alanı kapsıyordu. Binalar kesme taştan, Baltık mimarı tarzda yapılmışlardı. Büyük yapılan binaların bir kısmı iki katlı ve bir kısmı da tek katlıydı. Binaların bir kısmı birbirine paralel ve bir kısmı da birbirine dik konumda yapılmıştı, bu da binaları ve dışarıdaki geniş alanı çok kullanışlı yapıyordu. Binaların yerleşim planı okula çevrilmesine çok uygundu, çünkü önceleri askeri kışla olarak tasarlandığı için yatakhanelere, dersliklere, işliklere kolayca dönüştürülebiliniyordu. Askeri eğitim için tasarlanan geniş alanlar da spor sahalarına dönüştürülebiliniyordu. Bu binalarda dersliklerin ve yatakhanelerin dışında; garaj, demir atölyesi, marangoz atölyesi, iş atölyesi, fırın, mutfak, yemekhane, hamam, çamaşırhane, terzihane, misafirhane, kütüphane vardı. Konferans salonu, sinema salonu ve tiyatro sahnesi de vardı. Koyunlar ve sığırlar için ahır, atlar için hara yaptılar. Arı kovanları için arılık yaptılar. Vadinin kuzey yakasındaki binalar da lojman ve revir olarak kullanılıyordu. Sahası çok genişti. Burada tarlalar vardı ama çayın yatağından çok yüksekte kalıyordu. Sebze bostanları meyve bahçeleri yaptılar. Bostanları, bahçeleri ve tarlaları çaydan sulamak imkansızdı, çünkü bostan tarlaları ve bahçeler çok yüksekteydi, çayın suyu buraya çıkarılamazdı. Malakanlar sulama kanalları yapma işinde ustaydılar, ama gene de bu kadar yükseğe suyu çıkarmak imkansız görünüyordu. Bu sorunun nasıl çözülebileceğini onlara danışabilir, hatta onlardan öğrenebilirlerdi. Halkın bilgi ve deneyiminden yararlanmak ve yaptıklarını halka götürmek, bunu eğitimlerinin parçası haline getirmişlerdi. Köy Enstitülerinde eğitim duvarlar arsına sıkıştırılmamıştı. Köy Enstitüleri sıradan bir eğitim modeli değildi; bir yaşam biçimiydi, uygar ve çağdaş bir toplumun yaratılmasıydı. Üretirken öğrenme, öğrenirken üretmenin adıydı, kısacası Köy Enstitüleri yaşamın içinde halk mektepleriydi. Köy Enstitülerinde eğitim, yaşama hazırlık değil, yaşamın kendisiydi. Birçok eğitimcinin düşlediği okullardı Köy Enstitüleri; “Benim düşlediğim okullar Türkiye’de Köy Enstitüsü olarak kurulmuştur. Tüm Dünyanın bu okulları görüp eğitim sistemini, Türklerin kurduğu bu okulları göz önünde bulundurarak yeniden yapılandırması isabet olacaktır.” John Dewey

Tarlalara sulama kanalı yapmak için görüştükleri malakanlar, bunu ancak Pavel’in yapabileceğini söylediler. Sulama kanalı yapma konusunu çok iyi bilen Pavel’di. Pavle sulama kanalı yapma işinde ustaydı, onunla birlikte tarlaları nasıl sulayabileceklerini araştırdılar. Kısır Dağı’ndan aşağıya doğru çağlayıp akan gür bir dere vardı ama farklı yöne akıyordu. Tarlalardan üç kilometre uzaklıkta, kanyonun üst tarafından uçarak çaya iniyordu. Bu su tarlalardan ve bahçelerden çok yüksekte akıyordu, ama önüne çıkan bir tepeyi aşamadığından farklı yöne akarak kayalardan aşağıya uçarak iniyordu. Evet bu Suuçan’dı (şelale). Şelalenin üstündeki kayaya metal çivilerle ahşap oluk monte ettiler. Oluktan akan suyun önündeki tepenin yamacını yararak, suya yılankavi yol izleterek engeli aştırdılar. Sonrası kolaydı yalnızca suyun sağa sola kaçmasını önlemek kalıyordu, çünkü iniş aşağı akıyordu. İlk denemelerinde engeli aşan su ciloyunu (dizginini) koparmış küheylan gibi başı boş akarak meyveliğin yukarısındaki, duvarlarında eski resimler bulunan tarihi mağaraların üstünden aşağıya çağıltıyla akmıştı. Başardıkları için Pavle çok sevinmiş, çığlık atarak koşmuş, mağaraların önünde durarak yukarıdan üzerine dökülen suyun altında bağırıp çağırmış, sevinç çığlıkları atmıştı. Bu yaşanılan olayı Köy Enstitülüler anılarında anlatıyorlardı. Daha sonra kanal açılarak su tarlalara ve bahçelere taşınmıştı.

Yörenin siyah toprağı zengin mineral içeriyor, çünkü Kısır Dağı ve Er Dağı sönmüş volkanik dağlardır ve toprağın oluşumunda etkendirler. Yetiştirdikleri sebzeler ve meyveler hem lezzetli, hem de besleyiciydiler. Bol ürün alabiliyorlardı ama yörenin iklimi meyveciliğe elverişli olmadığından, dağın güney yamacındaki kuytuluklarda meyve yetiştirebiliniyordu. Gene de bol miktarda kiraz, kaysı, elma, erik alabiliyorlardı.

Okula yirmi kilometre uzaklıkta, Ardahan tarafında Sakaltutan denilen yerde ekilip biçilen tarlalarda motorlu ziraat yapıyorlardı. Enstitünün yanı başındaki çayın geçtiği bölgeyi ve çevreyi ağaçlandırdılar, suyun toprağı alıp götürmesini engellediler.

Duvarlarını kendileri örüyor, sıralarını kendileri yapıyor, fırınlarında ekmeklerini pişiriyorlardı. Yemeklerini kendileri pişiriyor, elbiselerini kendileri dikiyorlardı. Bu yaptıkları işler uygulamalı dersleriydi. Çiftçilikte modern tarım yöntemlerini uyguluyor bilimin ışığında hareket ediyorlardı. Dersleri ezbere dayalı değildi, laboratuarda deney, gözlem yapıyor, yaparak öğreniyorlardı. Düşünen, araştıran, sorgulayan bir nesil yetişiyordu. Hasan Ali Yücel dünya klasiklerini dilimize çevirtmişti, her öğrenci her bir dönemde en az yirmibeş kitap okumak zorundaydı. Tolstoy, Dostoyevski, Balzac, Gorki gibi yazarların kitaplarını okuyorlardı. Shakespeare’den oyun sergiliyorlardı.

Müzik salonlarında her türlü enstrüman vardı. Piyano, mandolin gibi enstrümanlarla; Mozart, Beethoven gibi müzisyenlerin eserlerini seslendiriyorlardı. Güne sporla başlıyor, halay çekerek günü karşılıyorlardı. Sonra, tarlaya, bahçeye, sınıflara, laboratuvarlara, iş atölyelerine geçiyor iş başında üreterek öğreniyorlardı. İmece geleneğini sürdürerek yeni kurulan enstitülerin yardımına gidiyor, binalarını, işliklerini hep birlikte yapıyorlardı.

Virane haldeki, terk edilmiş Rus askeri kışlalarından sıcacık eğitim yuvası yarattılar. Bir zamanlar elleri silahlı askerlerin insan nasıl öldürülürü düşünüp araştırdığı bu taş binalarda, şimdi Cilavuz Köy Enstitüsünün öğrencileri ellerinde kalem insan nasıl yaşatılırı düşünüp araştırıyorlardı. Nasırlı ellerine kalem çok yakışmıştı. Bu binaları aydınlatmaları gerekiyordu, o zamanlar şehirlerin dahi elektriği yoktu, yörede yaşayan Malakanlar değirmenlerinde elektrik üreterek aydınlanabiliyorlardı. Aynı yöntemle Cilavuz’u da aydınlatabilirlerdi. Cilavuz’a altı yüz metre mesafede terk edilmiş değirmen vardı. 1920 yılında göçen Malakanlar terk etmişti. Bu değirmenin bir kilometre uzunluğundaki su kanalını ve harap binasını onararak elektrik santralini kurdular. Santral binasında yüksekten dökülen suyun potansiyel enerjisi, kinetik enerjiye dönüşerek tribünü döndürüyordu. Tribünün döndürdüğü jeneratörden de elektrik üretiliyordu. Bu elektriği direklere gerdikleri bakır teller ile Cilavuz’a taşıdılar. Sanki elektriği değil, aydınlığı taşımışlardı. Cilavuz‘dan ve çevresinden karanlığı kovmuşlardı, Cilavuz ve çevresi ışıl ışıl aydınlanmıştı. Artık bütün binaların elektriği ve suyu vardı; dersliklere, iş atölyelerine yatak hanelere, yemekhaneye kısacası gerekli olan her yere elektrik ve su götürmüşlerdi.

Dağ başlarında ışıksız bırakılan köy çocukları, Cilavuz’da aydınlanıyor ve yurdun her köşesine ışık taşıyorlardı. Yoksulun yüreğine umut, zalimin yüreğine korku salıyorlardı. Kafa tutuyorlardı Bolu beylerine, yıkılıyordu ağaların saltanatı. Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Ümit Kaftancıoğlu oldular. Haksızlığa yeter dediler, emeği sömürenlerden ve onların iktidarından hesap sordular. Cilavuz Köy Enstitüsünde yetişen Mecit Aşkan bir dörtlüğünde şöyle diyor;

“Usları ermez dediniz
Emrettiniz, gönderdiniz
Biz getirdik, siz yediniz
Bitsin beyler yeter artık.”

Bilimden, aydınlanmadan her zaman korkanlar olmuştur. Halkın bilgisizliğinden yararlanarak güç sağlayanların işine gelmemiştir. Kapattılar Köy Enstitülerini, değiştirdiler adını okulların. Cilavuz Köy Enstitüsünün adı Kazım Karabekir Öğretmen Okulu oldu. Okulun bu adı yalnızca kağıtlarda yazılıyor, belgelerde geçiyordu. Silemediler Cilavuz’u. Yöre halkı okula hala Ciloyuz demeye devam ediyor. Silemediler Köy Enstitülerinin izlerini. Onların yaptıkları dersliklerde öğrenim gördük, bıraktıkları kitapları okuduk, iş atölyelerindeki tezgahlarda el izlerini gördük, piyanonun tuşlarında parmak izlerini, yollarda ayak izlerini gördük. Onların izinden yürüdük; onlar gibi derslerimizi iş atölyelerinde, laboratuvarlarda işledik. Ağaçlandırma yaparak çam ormanı yarattık. Meyve bahçelerinde budama, sebze bahçelerinde çapa yaptık. Kışın santralın su kanalında buz kırmaya gittik, güzün tarlalarda patates söktük. Bu işleri yaparken onları örnek aldık, biz de onlar gibi kızlı erkekli ayrım yapmadan yan yana, omuz omuza çalıştık, güçlükleri beraber aştık. El ele tutuşarak halay çektik. Onlara çok benziyorduk, okulumuz sorulduğunda CİLAVUZ diyorduk.

Bu topraklar verimlidir, sabırlıdır; bağrına saçılan tohumları yüz yıl saklar, günü geldiğinde yeşerir, çiçeklerle bezenir.

Umutluyum, bu topraklara tohum saçılmıştır…

Loading

Eğitimin Felsefesi ve Sosyolojisi (2): Eğitim Antropolojisi / Ulaş Başar Gezgin

03.05.2021

Eğitimin Felsefesi ve Sosyolojisi (2): Eğitim Antropolojisi

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin
ulasbasar@gmail.com


Eğitim antropolojisi, adı üstünde, eğitime antropolojik kuram ve yöntemlerin uygulanmasından oluşuyor. Eğitim sosyolojisine göre daha az bilinen bu alanda sıklıkla bir ülkedeki etnik azınlığa ait öğrenciler konu ediliyor; kimi zamansa, başka ülkelerin çoğunluk kültürleri ele alınabiliyor. Bu yazıda, eğitim antropolojisine ilişkin çalışmalardan kimi örneklere yer veriyoruz.

Yerlilerin Eğitimi ve Yerli Dillerinin Canlandırılması

Yerlilerden eğitim adına öğreneceğimiz neler var? Barnhardt ve Oscar Kawagley (2005) bu soruyu Alaska yerlileri tikelinde yanıtlamaya çalışmış. Lipka (1991), Eskimo öğretmenlere ilişkin bir araştırmanın bulgularını paylaşıyor. Au (1980) ise Hawaili çocuklarla çalışmış; onların okuma dersini geleneksel törenlerle uyuşacak biçimde planlayıp bunun eğitim performansını arttırıp arttırmadığına bakmış. Benzer bir biçimde, Eder (2008), Navajo geleneksel anlatı geleneğini eğitime uyarlamış. McCarty ve ark. (1991), Navajo çocuklara uygulanan çift-dilli bir eğitim programının sunumunu yapıyor. Spolsky (2008) ise, İngilizce eğitim, din ve ticari yaşam gibi etmenler nedeniyle gerileyen Navajo dilinin yeniden uyanışı için neler yapılabileceği sorusunu masaya yatırıyor. Aynı dilsel uyanış tartışması, Hawai dili (Warner, 2008; Wong, 2008) ve Athabasca dilleri (Dementi-Leonard ve Gilmore, 1999) için de yapılıyor. Bir Navajo araştırmacı tarafından gerçekleştirilen bir başka çalışmada, kendi kaderini tayin hakkı ile anadilinde eğitim arasındaki kopmaz bağ ele alınıyor (Manuelito, 2008). Bir diğer Kızılderili dili olan Ojibwe kimi okullarda ek ders olarak veriliyor. Hermes (2005)’te bu durumun her derste anadilinde eğitim yararına eleştirildiğini, yetersiz bulunduğunu görüyoruz. Lipka & McCarty (1994)’te ise, Navajo ve Yup’ik dillerinde eğitim veren öğretmenlerin öğretim yöntemleri karşılaştırmalı bir biçimde inceleniyor.  

Doğu Asyalı Öğrencilerin Eğitimi

Schneider ve Lee (1990), Doğu Asyalı ilkokul öğrencilerinin neden Anglo öğrencilerden genel olarak daha başarılı olduğu sorusunu yanıtlamaya çalışıyor; alan çalışmasında öğrenciler ve velilerin eğitime ilişkin beklentileri ve değerlerinde farklılıklara rastlıyor. Lee (1994), Doğu Asyalı lise öğrencilerindeki model öğrenci olma kalıpyargısı üstüne çalışıyor. Çinli-Amerikalı ailelerde çocuk-ebeveyn ilişkilerinde yabancılaşmanın yaygın olduğunu bulgulayan araştırmalar da söz konusu (Baolian Qin, 2006). Li (2003)’te model azınlık söyleminin bir mit olduğu alan çalışmasıyla gösteriliyor.

Latinolar ve Eğitim

Latinx (*) çocukları çalışan Cammarota (2004), baskı aracı olarak görülen okula karşı direnişi konu alıyor. Hornberger (2000) 3 And ülkesinde, Peru, Ekvator ve Bolivya’da çift-dilli öğretim siyasaları ve bunların ulus inşasına etkileri üstüne çalışıyor. Latina profesörler ise, Madina ve Luna (2008)’in konusu. Latinx’ler ABD’nin en büyük azınlığı ve hızlı büyüyen bir nüfus. Bu nedenle, bu tür çalışmaların daha da önem kazanması bekleniyor.

Çeşitli Ülkelerde Eğitim

Lave (1997)’de, Liberya’da aritmetiği geleneksel çıraklık bağlamında ele alan bir programa yer verilmiş. Lukens‐Bull (2001) Endonezya’nın Java eyaletinde İslami eğitimi ve bu eğitimin küreselleşmeyle karşılaşmalarını incelemiş. Zanten (1997), Fransa’da benzeştirici (asimile edici) etkileri olan göçmen eğitimine bakıyor. Froerer (2012) ise, Orta Hindistan’ın en tutucu bölgelerinden birinde kızların eğitimine odaklanıyor. Valentin (2012), Hindistan’daki Nepalli göçmenlerin eğitim durumlarını gözden geçiriyor. Woronow (2008), eğitim reformu bağlamında Çin’de 3 ilkokulda öğrencinin gözünden yaratıcılık kavramsallaştırmalarını ele alıyor. Harrison ve Papa (2005), Yeni Zelanda’da Maori öğrencilerin anadillerini ve etnik bilgilerini kazanmak için geliştirilen bir programı tanıtıyor.

Irkçılık

Eğitim antropolojisinde yaygın olarak çalışılan bir diğer konu, ırkçılık. Gillborn (1997), öğrenci başarısına etki eden bir değişken olarak öğretmen ırkçılığını ele alıyor. Okul başarısı(zlığı), kurumsallaşmış ırkçılığın bir sonucu olabiliyor (Spears, 1978). Castagno (2008), ırkçılık konusunda sessiz kalmanın Beyaz üstünlükçülerin yararına olduğunu belirtiyor. Eleştirel erkeklik araştırmaları için geçerli olduğu gibi, eleştirel beyazlık çalışmalarına gereksinim duyuluyor (bkz. Akom, 2008).  Sorunun kökü daha da derinde. Irklar gerçekte yoklarken, kimi araştırmacılar bile hâlâ onların varlığına inanıyor (Lieberman, Stevenson ve Reynolds, 1989). (**) Oysa doğru kategori, etnisite. Örneğin, Latinx bir ırk değildir, Suriyeli de öyle. Bunlar etnik gruplardır.

Sonuç

Sonuç olarak, eğitim antropolojisinin sık işlediği izlekler olarak, yerlilerin eğitimi, yerli dillerinin canlandırılması, göçmenlerin eğitimi ve ırkçılığı anabiliriz. Elbette bu kapsamın dışında başka görgül çalışmalar da, kuramsal çalışmalar da yapılıyor.

Dipnotlar:

(*) Latinx, bir yandan Latinaları (kadın) bir yandan Latinoları (erkek) kapsayan, cinsiyet-bağımsız ifade. Görece yeni bir kullanım.

(**) Gerçi bu eski bir araştırma. Antropologlar arasında ırkın varlığına inananlar artık çok daha az; ama aynısını nüfusun geneli için söylemek zor.

Kaynakça

Akom, A. A. (2008). Black metropolis and mental life: Beyond the “burden of ‘acting white’” toward a third wave of critical racial studies. Anthropology & Education Quarterly, 39(3), 247-265.

Au, K. H. P. (1980). Participation structures in a reading lesson with Hawaiian children: Analysis of a culturally appropriate instructional event. Anthropology & Education Quarterly, 11(2), 91-115.

Baolian Qin, D. (2006). ” Our child doesn’t talk to us anymore”: Alienation in immigrant Chinese families. Anthropology & Education Quarterly, 37(2), 162-179.

Barnhardt, R., & Oscar Kawagley, A. (2005). Indigenous knowledge systems and Alaska Native ways of knowing. Anthropology & Education Quarterly, 36(1), 8-23.

Castagno, A. E. (2008). “I don’t want to hear that!”: Legitimating whiteness through silence in schools. Anthropology & Education Quarterly, 39(3), 314-333.

Dementi‐Leonard, B., & Gilmore, P. (1999). Language Revitalization and Identity in Social Context: A Community‐Based Athabascan Language Preservation Project in Western Interior Alaska. Anthropology & Education Quarterly, 30(1), 37-55.

Eder, D. J. (2007). Bringing Navajo storytelling practices into schools: The importance of maintaining cultural integrity. Anthropology & Education Quarterly, 38(3), 278-296.

Froerer, P. (2012). Learning, Livelihoods, and Social Mobility: Valuing Girls’ Education in Central I ndia. Anthropology & Education Quarterly, 43(4), 344-357.

Gillborn, D. (1997). Ethnicity and educational performance in the United Kingdom: Racism, ethnicity, and variability in achievement. Anthropology & Education Quarterly, 28(3), 375-393.

Harrison, B. & Papa, R. (2005). The development of an Indigenous knowledge program in a New Zealand Maori‐language immersion school. Anthropology & Education Quarterly, 36(1), 57-72.

Hermes, M. (2005). “Ma’iingan is just a misspelling of the word wolf”: A case for teaching culture through language. Anthropology & education quarterly, 36(1), 43-56.

Hornberger, N. H. (2000). Bilingual education policy and practice in the Andes: Ideological paradox and intercultural possibility. Anthropology & education quarterly, 31(2), 173-201.

Lave, J. (1977). Cognitive consequences of traditional apprenticeship training in West Africa. Anthropology & Education Quarterly, 8(3), 177-180.

Lee, S. J. (1994). Behind the model‐minority stereotype: Voices of high‐and low‐achieving Asian American students. Anthropology & Education Quarterly, 25(4), 413-429.

Li, G. (2003). Literacy, culture, and politics of schooling: Counternarratives of a Chinese Canadian family. Anthropology & Education Quarterly, 34(2), 182-204.

Lieberman, L., Stevenson, B. W., & Reynolds, L. T. (1989). Race and anthropology: A core concept without consensus. Anthropology & Education quarterly, 20(2), 67-73.

Lipka, J. (1991). Toward a culturally based pedagogy: A case study of one Yup’ik Eskimo teacher. Anthropology & Education Quarterly, 22(3), 203-223.

Lipka, J., & McCarty, T. L. (1994). Changing the culture of schooling: Navajo and Yup’ik cases. Anthropology & Education Quarterly, 25(3), 266-284.

Lukens‐Bull, R. A. (2001). Two sides of the same coin: Modernity and tradition in Islamic education in Indonesia. Anthropology & education quarterly, 32(3), 350-372.

Manuelito, K. (2005). The role of education in American Indian self‐determination: lessons from the Ramah Navajo Community School. Anthropology & Education Quarterly, 36(1), 73-87.

McCarty, T. L., Wallace, S., Lynch, R. H., & Benally, A. (1991). Classroom inquiry and Navajo learning styles: A call for reassessment. Anthropology & Education Quarterly, 22(1), 42-59.

Schneider, B., & Lee, Y. (1990). A model for academic success: The school and home environment of East Asian students. Anthropology & Education Quarterly, 21(4), 358-377.

Spears, A. K. (1978). Institutionalized racism and the education of Blacks. Anthropology & Education Quarterly, 9(2), 127-136.

Spolsky, B. (2002). Prospects for the survival of the Navajo language: A reconsideration. Anthropology & Education Quarterly, 33(2), 139-162.

Valentin, K. (2012). The Role of Education in Mobile Livelihoods: Social and Geographical Routes of Young Nepalese Migrants in India. Anthropology & Education Quarterly, 43(4), 429-442.

Warner, S. L. N. E. (1999). Kuleana: The right, responsibility, and authority of indigenous peoples to speak and make decisions for themselves in language and cultural revitalization. Anthropology & Education Quarterly, 30(1), 68-93.

Wong, L. (1999). Authenticity and the revitalization of Hawaiian. Anthropology & Education Quarterly, 30(1), 94-115.

Woronov, T. E. (2008). Raising quality, fostering “creativity”: Ideologies and practices of education reform in Beijing. Anthropology & Education Quarterly, 39(4), 401-422.

Loading

‘Mutlu Olma’ Arayışı / Emin Toprak

29.03.2021

‘Mutlu Olma’ Arayışı

Emin Toprak

Mutlu yaşama isteği her canlı gibi insanların da ihtiyacı ve amacıdır. O halde toplumsal ve bireysel yaşam sürecimizi, ‘mutlu’ olmak için verdiğimiz uğraş ve arayışlarımız belirler.

Toplumu oluşturan her insanın, biyolojik, kimyasal, psikolojik ve toplumsal temeli olan sekiz duygu taşıdığı, bunların ise: Mutluluk, Üzüntü, Korku, Şaşkınlık, Öfke, İlgi, İğrenme, Utanç olduğu söylenir.

Hiçbir duygu sürekli olarak devam etmez, ihtiyaçla başlar, doyumla sönümlenir ve yeniden başlar.

Eğer yaşadığımız bir duyguyu tahlil edersek, onun, sadece kendisi olmadığını, onun kendi içinde benzeri ve zıttı olan duyguları da taşıdığını, besleyip büyüttüğünü görürüz. Bu birliktelik içinde her duygu önce kendi içinde filizlenir dal budak salar ve diğer duygularla birlikte insanın yaşamına yön verir.

İşte bu sonlanmayan yaşamın diyalektiğidir.

‘Diyalektik’, kısaca: ‘neden-sonuç’ ilişkisidir. Eğer tanımı biraz daha genişletirsek: Diyalektik; zaman-mekân aralığında belli koşulların, karşıtlarını (zıtlarınıharekete geçirmesiyle oluşan ve sürekli yinelenen (durağan olmayan) bir değişim-dönüşüm sürecidir.

Bu, mutlu olma isteğinin başlattığı yaşam sürecinde bir yol alıştır. Bu yol alışta yolcuları; dikenler, çiçekler, değişik tat ve kokular bekler. Tabii ki, ‘mutlu olmak’ isteği, diğer tüm istek ve duyuların önüne geçerek bir lokomotif olur. İnsanlar bu yolculuk sırasında diğer duygularla karşılaşır tanışırlar. İşte o zaman tadarlar tüm acı-tatlı yaşanmışlıkları.

Tüm insanların ortak amacı mutlu olmak olsa da mutlu olmak amacıyla yola çıkanların; izledikleri yollar, kullandıkları yöntemler ve anlayışları farklı farklıdır.

Kimileri, çaba ve becerilerini birleştirip birlikte çareler ararken…

Kimileri, kendilerini yetersiz, güçsüz ve çaresiz görüp kendilerini mutlu edecek bir güç, sığınacak bir güçlü arayışında bulunur. Ona yalvarır, ondan diler-ister, ondan beklerler.

Bu anlayışların birincisini ‘dünyevi’, ikincisini ise kaderci ‘öte dünyacı’ olarak adlandırabiliriz.

İşte bu anlayışlardır, toplumlardaki mutluluk-mutsuzluk, acı-sevinçleri besleyen büyüten.

İşte bu anlayışlar sonucu ortaya çıkmıştır, dünyadaki inanç sistemleri ve devletler.

İşte bu anlayış farklılıklarını ustaca kullananlar; algıya, yalana, çıkara, sömürüye dayalı despot düzenlerini böylelikle kurarlar.

İşte bu anlayışlarla doğal çevre zarar görür, canlılar yok olur, savaşlar çıkar, kan ve gözyaşlarıyla döner dünyanın çarkı.

***

Canlıların oluşumuyla başlar biyoloji bilimi. Demek oluyor ki, yaşamla yaşıttır biyoloji bilimi.

Bu en yaşlı bilimin, yani biyolojinin felsefesi ise evrimdir. Evrimle oluşur dünyadaki tüm değişim, gelişim, dönüşüm, başkalaşımlar.

Ünlü bir biyolog olan Theodosius Dobzhansky, 1973’te yazığı makalede: Evrimin ışığı olmaksızın, biyolojide hiçbir şeyin anlamı yoktur.” -deyip, anlatmak ister evrimin önemini.

Bilime anlam kazandıran evrim konusu, dünya üzerinde sadece Suudi Arabistan’da eğitim müfredatında yer almıyordu. Fakat ülkesinde farklı inançlar olduğu halde okullarında din derslerini zorunlu olarak okutan, bununla da yetinmeyip din dersini seçmeli derslerle destekleyen Türkiye, Suudi Arabistan’ı yalnız bırakmadı.

Milli Eğitim Bakanlığı 18 Temmuz 2017’de Fen Bilgisi müfredatında yer almakta olan ‘evrim’ konusunu: “Öğrencilerin düzeyinin üzerinde olduğu…” -gerekçesiyle müfredattan çıkardı. Bu gerekçe samimi olmayan bir karartmaydı. Asıl gerekçe ve amaçları, ‘Evrim Teorisi’nin yerine bilimsel olmayan inanca dayalı ‘Yaratılış Teorisi’ni getirmekti, zaten uygulamalarıyla da bunu gerçekleştirdiler.

Böylece evrim konusu kapsam dışında bırakılarak; özgür düşünen, araştıran ve sorgulayan bireylerin yetiştirilmesini istemiyoruz demek istediler. Toplum da bunu istiyor olacak ki, böylesi bilimdışı uygulamaya tepkisiz kaldı!

Gelin görün ki, dünya döndü, Covit-19 pandemisi dünyayı sarmaya, sarsmaya devam etmeye başlayınca, her gün hatırlar olduk evrim konusunu.

En önce İngiltere Sağlık Bakanı, Coronavirüsün mutasyona uğradığını söyledi, sonra da bu sözler bizde ve tüm dünyada yankı buldu.

Peki, ama mutasyon ne demek?

Varyant ne anlama gelir?

Mutasyon ve varyant kelimeleri değişim anlamına gelmektedir.

Bir canlının genomu içindeki DNA ya da RNA diziliminde meydana gelen kalıcı değişmelerdir.

Kısacası mutasyon bir organizmanın evrim geçirerek değişmesidir.

Eğer mutlu olmak ve bilime-fenne uygun bir yaşam sürmek istiyorsak:

Ülke yönetimimiz ve eğitim sistemimizin bilimsel değişim sürecine uyması gerekir.

Loading

Şimdi Ne Mutlusunuz! / Emin Toprak

22.03.2021

Şimdi Ne Mutlusunuz!

Emin Toprak

 

Kaç gündür bana karşı kalemim ve klavyedeki tuşlar sözleşerek bir direniş başlatmış, yazmak istemiyorlar. Ben de onların bu dirençlerine boyun eğmiş ve tutuk kalmıştım. 

Şu an saat 17 oldu. ‘Bu direniş bitmeli!’ diye düşündüm ve  hemen gönülsüz klavyenin başına geçtim. Ona okşar bakışla bakıp hafifçe dokundum. Bakıştık. O, gülümseyince bunu fırsat bildim ve direnmesi son bulsun diye:

“Sana susmak yakışmaz, gel birlikte bir şeyler yazalım.”-dedim, sessizce. 

Kızdı ve dik dik baktı yüzüme: 

“Susan ben değilim ki, sensin, senin için, senin parmakların!”-dedi hiddetle. 

Haklıydı. Ben de suçumu kabul edip: 

“O halde istersen hemen başlayalım, nasılsa bugünlerde konu bolluğu da çok, en güncelinden başlayalım istersen.” -dedim, o da kabul etti ve bu yazımız da böyle başladı. 

Bu anlaşmamızdan iki gün öncesinde başlayarak: 

Ülkemizin; ekranlarında, salonlarında, meydanlarında, mecliste her yerde, büyük çoğunluk ‘Andımız’ etrafında ve şaha kalkmış bir öfke ile toplanmıştı. O öfkenin sesleri çınlatmıştı her yanı. Bize, bizden başka dost olmaz, biz en üstünüz diyorlar.  

Peki, neye karşılar?

-İnsanca, özgürce, eşitçe yaşamak isteyenlere… 

-İnsani değerleri koruyan, insan haklarını savunan, ‘Kardeş Olun Ey İnsanlar’ diyen, “Yurtta Barış, Dünyada Barış” isteyen, kısacası herkesi kucaklayan barışçı And’lara karşı çıkıyorlar… 

Demokrasiye, çoğulculuğa, eşitliğe karşı çıkıyor, tekçiliği savunuyorlar! 

*

(Burada bir parantez açıp Eğitimpedia Platformundan alıntılanan ve  dünyanın çok az ülkesinde okutulan ‘Öğrenci Andı’ metinlerini paylaşmak istiyorum. İşte o metinler:

  •  ABD

“Amerika Birleşik Devletleri’nin bayrağına ve onun temsil ettiği cumhuriyete bağlılık yemini ediyorum: Tanrının gözetiminde tek ve bölünmez bir millet, herkese özgürlük ve adalet.”

  • Meksika

“Meksika’nın bayrağı, kahramanlarımızın mirası, atalarımızın ve kardeşlerimizin birliğinin simgesi. Hayatlarımızı adadığımız anavatanımızı insancıl ve cömert bir bağımsız ülke yapan özgürlük ve adalet değerlerine sadık kalmak için ant içiyoruz.“

  • Filipinler

“Ben bir Filipinliyim. Filipinlerin bayrağına ve onun temsil ettiği ülkeye bağlılık andı içiyorum. Gurur, adalet ve özgürlüğün olduğu bir ulus için. Tanrı için. İnsanlar için. Doğa ve ülke için.”

  • Hindistan

“Hindistan benim ülkemdir. Tüm Hintliler benim kardeşlerimdir. Ülkemi severim ve onun 
zengin mirasından gurur duyarım. Her zaman buna değer olmaya çalışacağım. Ebeveynlerime, öğretmenlerime ve tüm yaşlılara saygı duyup herkese hürmet edeceğim. Ülkeme ve insanlarıma bağlılık yemini ediyorum. Onların mutluluğu ve refahı benim mutluluğumdur.”

  • Singapur:

“Biz, Singapur vatandaşları, ırkımız, dilimiz ya da dinimiz ne olursa olsun, bir olmuş insanlar olarak adalete ve eşitliğe dayanan demokratik bir toplum yaratmak için ve aynı zamanda ulusumuzun mutluluğu, refahı ve ilerlemesi için ant içeriz.” 

Görüldüğü gibi ‘Öğrenci Andı’ okutan her ülke, kendi ortak değerlerine vurgular yapıyor… Ama bizdeki gibi çocuklarının varlığını armağan eden hiçbir ülke yok.)

*

Bunun için de: 

Önce ‘Hipokrat And’ını’ içselleştirmiş, aynı zamanda ‘İnsan Hakları Savunucusu’ bir hekim olan Ömer Faruk Gergerlioğlu‘nu hedef alıp, onu etkisiz kılmak istediler… 

Sonra da Gergerlioğlu anlayışındakilerin toplandığı Halkların Demokrasi Partisi HDP’yi…  

Sanki, ülkemizin başka hiçbir sorunu yokmuş, 

Sanki, ülkemizin hazinesi tamtakır değilmiş,

Sanki, geleceğimiz olan gençlerimiz aç işsiz, güvencesiz değilmiş,  

Sanki, ülkemizde kadın cinayetleri yokmuş,

Sanki, ülkemizde iflaslar yokmuş, 

Sanki, ülkemizde işkence yokmuş,

Sanki, ülkemizin yapacak bir işi, başka bir konusu kalmamış,

Sanki, ülkemiz: “Dünya Mutluluk Raporu”/“Dünya Özgürlük Raporu”/“Dünya Demokrasi Raporu” sıralamalarında en sonlarda değilmiş…

Bu gündemi değiştirmek için, ortaya çıkan tükenmişliklerini gizlemek için.   

Demokrat olduğunu savunan bir parti, olanlarla yetinmemiş olacak ki, kürsüsüne bir çocuk çıkarmış! Bu çocuk da ‘hazırol’da bekleyen anne-baba-dede-ninelerine öfkeli, kızgın ama çocukça bir tonda ‘Andımızı’ tekrar ettiriyor.  

Diğerleri de susmadı, kimi tehdit edip meydan okudu, kimi beddualar… 

Ama hiç bilmezler ki, demokrasi matematiğinde insan haklarının; %1’i (yüzde biri), %99’a (yüzde doksan dokuza) denktir.  

Oysa hedefimiz birlikte bir demokratik barış iklimi yaratmak, o iklimde daha mutlu, özgür yaşamaya çalışmak olmalıydı. 

O zaman ‘güvenlikçi’ bir anlayışla, yönetilmez, kaynaklarımız da top, bomba, füze, uçak gibi ölüm araçları için harcanmaz, insanlar büyük acılar yaşamazdı. 

O zaman işi aşı olan herkes güzellikler içinde yaşardı. 

O zaman: “Ayna ayna, söyle bana, benden daha güzeli var mı?” -diye konuşulmazdı.  

Olmadı! 

Ne yazık ki, ülkemizde merkezci, tekçi ve buyurgan bir yönetim egemen oldu. 

Ne yazık ki, bu merkezci, tekçi ve buyurgan yönetim yüzünden insanlarımız zor günler yaşadı, yaşıyor. 

Ama yetsin artık, hiç değilse torunlarımız iyi yaşasın!..

Loading

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu