04.09.2020
BU EYLÜL ÇOK YÜKLÜ
Emin Toprak
Eylül başka aylara göre biraz farklıdır. Bu ayın tarihsel geçmişi ve her yılki mevsimsel döngüsü içinde, savaş ve barış günlerinin acı ile sevinçleri pek çoktur.
Emekçiler kışa hazırlık için yoğun çalışmalarla; verimli-verimsiz-acılı-sevinçli geçen bir yılın hasadını toplayıp kışa hazırlık yaparlar. Onun için de “Eylül tedarik ayıdır” derler.
1 Eylül 1939 günü Almanya’nın faşist lideri Adolf Hitler’in emrindeki Nazi ordusunun Polonya’yı işgal etmesi, 2.Dünya Savaşının başlangıcı olmuştu. Bunu “bir fırsat” sayan faşistler, emperyalistler ve işbirlikçi güçleri mazlum dünya halklarının kaynaklarını ele geçirmek için her yeri kana bulayıp büyük acılar yaşatmıştı.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1981 yılında aldığı kararla, savaş ve çatışmaları önlenmek, barış sağlamak, bilinçli bir farkındalık sağlamak ister ve 1 Eylül’ü “Dünya Barış Günü” ilan eder. Ancak yirmi yıl sonra (7 Eylül 2001) aldığı başka bir karar ile: savaşın 21 Eylül 1945’de bittiği gerekçesiyle bu kez 21 Eylül’ü “Dünya Barış Günü” ilan etmiştir.
Bu nedenle her 21 Eylül günü, B.M. Merkezinde “Barış Çanı” çalınır. (Bu çanın bir de öyküsü var; Dünyanın her yerinden çocuklar, “bozuk paraları” bağış olarak toplarlar ve daha sonra bu paralar Japonya tarafından bir çana dönüştürülür…) Bu Çan’ın üzerinde: “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı bulunmaktadır.
Tabii ki çok yaşasın Barış!… Çünkü Barış insanlığı; hiçbir parasal yatırıma, hiçbir silaha ihtiyaç duymadan, sadece demokrasi, eşitlik, sevgi, saygı ve hoşgörü ile mutlu eder, yaşatır.
***
12 Eylül 1980 günü yapılan faşist darbe sonunda, ülkemizin demokrasisi büyük yaralar almış, insanlarımız büyük acılar yaşamıştı…
İşte tam da bu günlerde eğitimciler, veliler ve öğrenciler yani tüm toplumumuz, heyecanlı bir bekleyiş içinde. Çünkü Eylül’de en değerli varlıklarımız olan çocuklarımızın okulları açılacak.
İşte Eylül geldi!… Bu yıl Eylül’ün çok yükü var:
Covid 19 dünyaya meydan okuyup can almaya devam ediyor.
Sınırlarımızda çıkar savaşları var.
Gençlerimiz ve kıt kaynaklarımız savaşlara yem oluyor.
Tek bir “iyi” komşusu bile olmayan, kendisine aşık bir ülke olduk…
Liderler öfkeli bağırışlarla, “düşmanlara” meydan okuyor.
Kaynaklarımızın büyük dilimleri savaş ekonomisine akıtılmış, ekonomi dip yapmış.
İnsanlarımız, aç-işsiz-güvencesiz. Covid 19 yüzünden çaresiz, kısıtlı, tutuklu…
İşte bilinmezliklerle dolu Eylül geldi:
Acaba bu Covid 19 ikliminde okullar açılacak mı, açılmayacak mı? – Okulların açılması acaba büyük acılar yaşatacak mı?
İnsanlarımızın sağlık, iş, aş, gelecek gibi çok yükleri ne olacak?
Öyle görünüyor ki daha nice bilinmez, karanlık, kaotik günler ve geceler yaşayacağız. Eylülün mehtaplı geceleri ve sonrasında da …
Bu Eylül çok yüklü…
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk
Bizler, okullar açıldı/açılacak derken, bunca bilinmezlik içinde yaşarken. Bir gün Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, kürsüye çıktı ve demecini patlattı: “Eğitimde asıl yük öğretmenin maaşıyla ilgilidir. Milli Eğitim Bakanlığının bütçesine bakarsanız, yatırım bütçesinin çok çok küçük olduğunu görürsünüz. Neye göre; personel maaşına göre… “
Kime göre? Bakana göre…
TDK sözlüğüne baktığınızda “yük” sözcüğünün çokça anlamı olduğunu görürsünüz. Bence, Sn Bakanın kullandığı “yük” sözcüğüne TDK tanımları arasındaki en uygun olanı:
“YÜK: (isim, mecaz) Tedirginlik veren şey, engel.”
Bu sözleriyle bakan; eğitimin öznesi olan öğretmenlere verilen açlık sınırındaki maaşı, sistem için bir engel olarak görmektedir.
Biliyorsunuz, Ziya Selçuk, geçmişte özel bir okulun kurucu patronuydu. Her nedense patronlar, kendilerini çalışanların sahibi olarak görürler ve onların sayesinde para kazandıklarını ise hiç düşünmezler. Ziya Bey patronluk günlerini hatırlamış olacak ki, eğitim emekçilerini “yük” sayıyor. Oysa patronlar bu ayıp düşüncelerini, utandıkları, hem de korktukları için pek ulu orta dillendirmezler, sadece kendi benzerlerine dedikodu olarak fısıldarlar, ya da kendi kendine söylenirler. Ziya Selçuk buna uymadı, düşüncelerini hiç gizlemedi, ulu orta açıkladı.
Bu incitici sözlerin sahibi Bakan (hem de Eğitim Bakanı), ülkemizde olup bitenlere bu kadar yabancı, bu kadar duyarsız olabilir mi?
Eğer sayın bakan şöyle bir etrafına baksa, zar zor da olsa konuşan tek tük “muhalifi” azıcık dinlese; Devlet sermayesiyle kurulan ve kamu hizmeti yapan “yerli ve milli”, çokça verimli arazileri, değerli arsa ve binaları olan: Sümerbank, Etibank, Telekom, Şeker Fabrikaları, Çimento Fabrikaları, Et ve Balık Kurumu v.b. nice ekmek teknesi kuruluşu ve milyonlarca çalışanını, bu emekçilerin de bir zamanlar “yük” olarak görüldüğünü hatırlarsa… Politik tercihle atanan yöneticilerin, bu kurumları nasıl atıl bırakıp, zarar eder duruma getirdiklerini… Sonra da bu kurumlara ait bina, fabrika donanımları, arsa ve arazilerin nasıl değerlerinin çok çok altında, yani yok pahasına “adrese teslim özelleştirme” yöntemleriyle pusuda bekleyenlere dağıtıldığını…
Ayrıca “özel ihalelerle” ülke çıkarı ve eko sistem düşünmeden “Yap, işlet, devret” yöntemi ile belli şahıs ve şirketlere yaptırılan; yollar, tüneller, köprüler, hastaneler, okullar, HES’ler… Bu şirketler için içeriği gizli tutulan kapitülasyon benzeri ipotek sözleşmeleri hazırlanıp ülke hazinesi adına imza atıldığını, böylece torunlarımıza onlarca yıl sürecek “dolara endeksli borç” bırakıldığını… Sonrasında da bu hileli işlerin faili olanların meydan ve ekranlarda: “Biz devletin beş kuruşunu harcamadık” diye övünüp halktan alkış beklemelerini…
Evet eğer sayın bakan birazcık olup bitenlere baksa,azıcık da düşünse; halkımıza yük olanların yanında yer aldığını ve ülkeye kimlerin YÜK olduğunu:
Görecekti, duyacaktı ve belki de anlayacaktı.
***
Bu günlerde “Karadeniz’de 320 milyar metreküp DOĞALGAZ bulundu!…” diyorlar. Herkesi çok sevindiren bu güzel haberin gerçek olmasını diliyor ve emeği geçenleri kutluyorum.
ANCAK; bu kaynağın da diğer kaynaklarımız gibi başkalarına peşkeş çekileceği düşüncesi ile endişe içindeyim. Dilerim ki yanılmış olurum.
Sizce ben haksız mıyım?
1,761 total views