Press "Enter" to skip to content

MEKTEP-MEDRESE   Dr. Bülent Avcı

04.11.2024

Eğitimciden YouTuber Olur mu?

Daha önce birkaç yazımda da değindiğim gibi, eleştirel pedagojide bir dönemin sonuna gelindi. Ancak yeni dönemin nasıl başlayacağı ve nereye yöneleceği belirsiz. 1960’larda şekillenmeye başlayan eleştirel pedagoji, Ezilenlerin Pedagojisi kitabının İngilizceye çevrilmesiyle birlikte, egemen sınıfların kayıtsız kalamadığı küresel bir popülarite kazandı. Eleştirel pedagoji (EP) üniversite kürsülerinde kendisine yer buldu; özellikle Batı dünyasında bu alanda çalışan akademisyenler ve eğitimciler ortaya çıktı. Egemen sınıflar, EP’nin yükselişinin önüne geçemediler ama süreç boyunca karşı-ideolojik saldırılarını aralıksız sürdürdüler. Post-modernizm tartışmaları bu saldırıların tavan yaptığı aşamaydı…

Kovid-19 salgın dönemi ise bu sürece en son noktayı koydu; eğitim başta olmak üzere birçok alanda dijitalleşme, analog hayatların önüne geçti. Ulus-devletlerle küresel güçler arasındaki güç mücadelesinde küreselciler ilk defa bu ölçekte günlük yaşama merkezi olarak müdahale etme şansı buldular. İnsanlar diğer insanlarla akıllı telefonların (ve benzeri aletlerin) aracılığı olmadan ilişki kuramaz hale geldi…

Elinde bir cep telefonu olan, mafya babalarından tutun da aşçılara, doktorlardan diyetisyenlere kadar herkes YouTuber oldu; eleştirel eğitimciler hariç (Ayhan Ural hoca gibi bu alanda var olmaya çabalayanları dışarıda bırakarak söylüyorum). Neyi ve kimi ararsan var bu alemde. Büyük bölümü gereksiz ıvır zıvır şeylerle dolu olan YouTube (ve genel olarak sosyal medya), az sayıda da olsa kaliteli, suya sabuna dokunan içeriklere de sahip.

Peki ya bizler, eleştirel eğitimciler; eğitimin anti-demokratik, baskıcı yönlerini ortaya koymaya ve buna karşı teorik-pratik yaklaşımlar geliştirmeye çalışan öğretmenler, öğrenciler, akademisyenler, yazarlar ve eğitimciler?

Bizim söyleyecek bir sözümüz kalmadı mı?

Yazıp çizdiklerimizin geniş halk yığınlarının yaşam dünyasında bir yeri olmadığını mı düşünüyoruz?

Ortalığı yırtacak denli çığlıklar atsak bile, sesimizin boşlukta öylece kaybolacağını mı düşünüyoruz? Zaman zaman benzer düşünümler ve duygularla baş başa kalıyoruz.

Kendi adıma, halen söyleyecek sözümüzün var olduğunu ve elimizden geldiğince sosyal medyada var olmak için çaba harcamamız gerektiğini düşünenlerdenim. Elbette bizim çektiğimiz videolar, göbeğini sallayan adamın videoları gibi milyonlara ulaşamayacaktır. Ama bir kişinin bile hayatında olumlu bir değişime vesile olabilecekse, böylesi bir çabanın içine girmeye değer.

Eleştirel pedagojide tarihsel bir dönem kapandı. Yeni dönem, dijitalleşmenin eğitim dünyasına yönelik baskıcı ve özgürleştirici potansiyelleri üzerine yapılacak yazılı ve sözlü çalışmalarla şekillenecektir. Şu veya bu şekilde, eğitim dünyasına yön veren küresel egemen güçler STEM başlığı üzerinden kamu eğitiminin önceliklerini yeniden düzenleme çabası içinde.

Düne kadar bu işler dergiyle, kitapla ve makalelerle oluyordu ama bugün artık sosyal medya gerçeği var ve bizler, eleştirel pedagoji eğitimcileri, zamanın ruhuna ayak uydurmak zorundayız. Nokta atışı yapan, 10-15 dakika aralığında, özgürleştirici eğitimin teorik ve pratik olarak zamanın sözünü söyleyecek sıradan ama sahici videolardan bahsediyorum.

Nasıl yapmalı?

      Nereden başlamalı?

            Ne dersiniz, becerebilir miyiz?

 

Dr. Bülent Avcı

Kasım 2024, Seattle

Loading

EĞİTİMİN FELSEFESİ VE SOSYOLOJİSİ          Prof.Dr.Ulaş Başar Gezgin

22.10.2024

Olumlu ve Olumsuz Yönleriyle Bilişim Teknolojileri Kullanımı

 

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin
ulasbasar@gmail.com

Bilişim teknolojilerini, ne tümüyle olumlu ne tümüyle olumsuz kullanımla ilişkilendiriyoruz. Bilişim teknolojileri yaygınlaştıkça, ‘teknoloji bağımlılığı’ gibi kavramlar geçersizleşiyor. Ya da öyle mi? Örneğin, sigaranın yaygınlaşması, onun bağımlılık olduğu gerçeğini ortadan kaldırmadı. Öte yandan, teknoloji bağımlılığı sigara gibi, herkesi değil belli kesimleri kapsar bir nitelik kazandı. Diğer bir deyişle, teknolojiye bağımlı olduğunu söyleyebileceğimiz aşırı kullanımcı kişiler var ve hepimizde bağımlı olma potansiyeli var. Peki olumlu kullanımla olumsuz kullanımı nasıl ayırabiliriz?

Sosyal medya özelinde konuşacaksak, hepimiz sosyal medyayı eğlence amaçlı olarak ya da zaman geçirmek için kullanabiliriz ve kullanıyoruz. Haberleri, güncel olayları ve ilgi alanlarımızı takip ediyoruz. Bilgi almak ve birşeyler öğrenmek için kullanım yaygın. Kimilerimiz siyasal tartışmalara girer, kimimiz girmez. Kimimiz düşüncelerini paylaşır, kimimiz paylaşmaz. Kimimiz için, sosyal medya, bir toplumsal duyarlılık arttırma ve bilgilenme aracıdır. Kimimiz için, sosyal medya, belli başlı bir kendini ifade etme yolu anlamına gelir. Başkalarının paylaşımlarına bakar, onların düşünceleri hakkında bilgi sahibi oluruz. Kimilerimiz, ünlü kişilerini sosyal medyadan takip etmeyi severken, kimilerimiz de ünlü olma ve daha çok takipçi kazanma düşüyle sosyal medyayı kullanır. Kimimiz sosyal medyadan yeni insanlar tanır ve sosyal medyasını genişletir. Kimilerimizse, çevrimiçi alışverişe kendini kaptırmıştır. Elbette iş ve eğitsel amaçlı kullanımlar da söz konusudur (Ökten, 2023). Buraya kadar her şey olağan… Fakat bir de, ‘sorunlu teknoloji kullanımı’ dediğimiz bir durum var. Bir de buna bakalım…

Aramızdan çok azı şu özellikleri gösterir: Sosyal medyada gezinmeyi gerçek yaşamda arkadaş edinmeye yeğler. Sosyal medya kullanımı nedeniyle sağlık sorunları yaşar. Sosyal medya kullanımı, yapmak istediklerini yapmalarını engeller. Yakınları, “çok fazla sosyal medya kullanıyorsun” diye uyarır ama bunun bir etkisi olmaz. Sosyal medya kullanımı nedeniyle, aile sorumlulukları yerine getirilemez olur. Arkadaşlar ve aile ihmal edilir. Eğitim ya da iş yaşamı olumsuz etkilenir. Yeme düzeni bozulur vb (Yavuz, 2020).

Aynı durumlar, cep telefonu kullanımı için de uyarlanabilir. Örneğin, cep telefonlarının aşırı kullanımında şunlar görülür: Cep telefonu sık sık düşünülür; her fırsatta kullanılır; geceleri uykular kaçar; iş ve eğitsel çalışmalar dışındaki tüm boş zamanlarda kullanılır; cep telefonsuz kalınca huzursuzluk duyulur; kötü bir ruh halinde cep telefonuna yönelinir; planlanılandan uzun kullanılır; yakınlar, “telefonu çok fazla kullanıyorsun” der ama bunun bir etkisi olmaz; sağlık sorunları olsa bile cep telefonu yine de kullanılır; internet paketi ve uygulamalara çok para harcanır; aile ve arkadaşlar ihmal edilir vb. (Özen ve Topcu, 2017).

Hepimiz teknoloji bağımlısı değil, çünkü teknoloji olumlu amaçlarla kullanıyoruz. Olumsuz kullanımlarda yine de, yukarıda görüldüğü gibi, teknoloji bağımlılığından söz edebiliyoruz. Öte yandan, bu bağımlılık türü, madde bağımlılığı formülasyonuyla tümüyle uyuşmuyor. Bir kere, aynı hazzı almak için daha fazla kullanım söz konusu değil. Ayrıca bırakma süreci de, o kadar sancılı olmayabiliyor. Yukarıdaki olumsuz kullanım biçimleri, bir rahatsızlığa işaret ediyor; ancak bu, psikolojik yardım profesyonellerinin temel kaynağı olan Tanı ve İstatistik El Kitabı’na girmiş değil. Üzerinde anlaşılmış olan bir tedavi de bulunmuyor (Şahin ve Günüç, 2020).

Sonuç olarak, teknolojinin olumsuz kullanımlarına dikkat etmeli; olumlu kullanımlarına devam etmeliyiz. Bu sınırı aştığımızda uzman desteği almalı, tedavi geciktirmemeliyiz.

 

Kaynakça

Ökten, M. S. (2023). Sosyal Medya Kullanım Amaçları Ölçeği: Üniversite Öğrencileri Üzerinde Bir Validasyon Çalışması. Mavi Atlas, 11(2), 238-254.

Özen, S., ve Topcu, M. (2017). Tıp fakültesi öğrencilerinde akıllı telefon bağımlılığı ile depresyon, obsesyon-kompulsiyon, dürtüsellik, aleksitimi arasındaki ilişki. Bağımlılık Dergisi, 18(1), 16-24.

Şahin, C. ve Günüç, S. (ed.) (2020). Teknoloji Bağımlılıkları. Ankara: Nobel.

Yavuz, S. (2020). İlahiyat Fakültesi Öğrencileri Örnekleminde Problemli Sosyal Medya Kullanım Ölçeği Geliştirme: Geçerlik-Güvenirlik Çalışması. Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (44), 109-124.

Loading

A day of a public educator in a poor school / Edward Allen

26.12.2024

A day of a public educator in a poor school

You wake up on a Monday morning, already thinking about the challenges the day might bring. Arriving at school before the students, you prepare the materials for the day and unlock the door to your classroom…

As the kids shuffle in, their moods are as varied as the weather—some still groggy, while others are bursting with energy. The bell rings, signaling it’s time to begin the lesson. But teaching in an overcrowded classroom in poor districts comes with its own set of hurdles. The noise never quite settles, and the students are far from ready to engage. Some show no interest in learning, while others don’t even bring the basics: no paper, pencils, or notebooks. You need to provide these materials daily that will help them to develop a sense of responsibility?

You raise your voice to cut through side conversations, trying to redirect attention. But when you scan the room, you notice only a handful of students have opened their notebooks or seem even slightly engaged. The rest are distracted or indifferent.

Adding to the chaos, students continue trickling in late—30 or 40 minutes into the period. Each new arrival disrupts the fragile rhythm of teaching and learning. Many students are off task, glued to their smartphones or engaging in disruptive behavior. To them, school feels like just another meaningless chore…

The restroom becomes a haven for students seeking to escape class. They disappear for 30 or 40 minutes at a time, gathering there to smoke, chat, and hang out. For some, the restroom is a far more appealing space than the classroom.

As you prepare to transition to another activity in class, chaos breaks out. Two students begin yelling or throwing things at each other, immediately diverting attentions, and creating an environment that’s anything but conducive to learning… some students leave the class without permission some still come in without any pass or excuse…

You call the office for help, and if you’re lucky, a member of the admin team shows up to remove the disruptive students. But you know how this story ends—within 10 minutes, those same students are back in class, facing no real consequences for their actions. Filing a disciplinary report would only inflate the school’s discipline data, something administrators are keen to avoid. But you often here them saying “we are a community with a shared motivation and goal” … Really? I am Not sure… it is hard to believe that we are a community.

Between classes, you face another challenge—finding a restroom. Teachers are human, too, but with only five minutes between periods, it’s a race. The staff restroom is far from your classroom and often occupied. If you attempt to use the student restroom, it’s either locked, out of order, or filled with students smoking and socializing.

During your prep time, walking to printing room, you see groups of students wondering around… they just wonder around with a golden pass; no rules apply them… sometimes you see deans of students, or a member of the admin team begs kids to go to their class which makes you questions where you are and what you are doing here!

This routine repeat period after period, and finally, the day comes to an end. But there’s little relief. You may have a staff meeting, professional development, or a collaboration session after school where teachers’ voices are suppressed and a set of irrelevant narratives, information’s, agendas are top-down imposed.

When you finally head to the parking lot, the weight of the day’s stress feels suffocating. Your energy is drained, and your spirit feels depleted. Another day has ended, but you know tomorrow will bring the same challenges… Some images of YouTube videos you watched recently cross your mind; public school teachers who recently quitted their job say that teaching in poor schools is no more than “a glorified baby seating job… everything else is just a deception and decoration” … Could they be right?

Having worked in schools across three major states in the U.S., I’ve come to realize that if you want to understand a society—its values, struggles, and priorities—there’s no better place to look than its public schools.

To be continued…

Edward Allen
Public Educator / California, 2024

Loading

Bir yerde yoksulluk varsa… / Emin Toprak

23.12.2024

Bir yerde yoksulluk varsa…

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’in enflasyon verilerini hangi kıstaslara göre belirlediğini sakladığı gibi, asgari ücretle çalışanların sayısını da ‘sır’ gibi saklıyor. Fakat çeşitli araştırmalar; ülke çapında asgari ücret ve civarı ücretle çalışanların yüzde 50’si, özel sektör ise bu oranın yüzde 70,4 olduğunu gösteriyor.

Sevgili okurlarım;

Her yılın Aralık ayında gelecek yılın bütçesi hazırlandığı için bu ay gelince asgari ücretli halk hayal kurar umutlanır. Bu yüzden bugünkü yazıma; emeğinin karşılığını alamayanlara ve onların beklentilerine ayırmak istedim. Sonra vazgeçip bütçeleri çokça tartışılan eğitim ve diyanet sistemine dair yazmak istedim. Sonra yine vazgeçtim. (lütfen bu kararsızlığımı hoşgörünüz).

Şimdi göreceğiniz gibi satırlarım beni Aralık ayının karanlık arşivlerine götürdü.

***

Günümüz ile önceki yıllara ait toplumsal arşivimiz; yüzleşmekten korkarak, unutmak, yok saymak ve yok etmek isteğiyle sürekli halının altın süpürülmüş pek çok acı, yokluk, utanç, hukuksuzlukla dolu. 2024 birkaç gün sonra çekip gidecek. Onun da ahlarla dolu bir bagajı var ve onu 2025’e miras bırakacak.

Arşive girmişken farklı yılların Aralık aylarında yaşanıp karanlıkta kalmış sadece birkaç olayı sizlere de anımsatmak istedim:

“MARAŞ KATLİAMI”: (19-26 Aralık 1978) Yedi gün-gece süren olaylarda; faşistler evlerini işaretlediği Alevilerden 111 kişiyi vahşice öldürmüş, 559 ev ile 290 işyerini de yakIP, yıkıp, tahrip etmişlerdi.

*

“CEZAEVLERİ KATLİAMI”: 19 Aralık 2000 günü cezaevlerini F tipine çevirmek uğruna; 30’u tutuklu, 2’si asker 32 kişi öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştı.

*

“ROBOSKİ KATLİAMI” 28 Aralık 2011 THK’ne ait F-16 savaş uçakları aldıkları emirle: Irak’ın kuzeyinden mazot ve kaçak gıda getiren 17’si çocuk 34 kişiyi ve yük taşıyan katırları bombalarla katletti.

*

“PARALARI SIFIRLA”: 17/25 Aralık 2013 günlerinde baba-oğul ve çokça devlet büyüğü ile hayırsever tedarikçileri arasında hemen herkesin dinlediği çok samimi muhabbet kayıtları ortaya çıkmıştı. Ancak, bu kayıtlar; yasal yollardan değil de “Fetö Kumpası” soncu toplanmış kabul edilmiş. Muhabbet edenler mağdur ve “sıfırlanan paralar” da “helal” sayılmıştı. Yani bu kayıtlar için de ‘gereği’ yapılmamıştı.

*

“TRUMP”: Yeniden ABD Başkanı seçildi. Esad rejiminin dirençsiz olarak yıkılınca 18 Aralık 2024 günü: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı için: “Çok akıllı bir adam ve çok güçlü… Suriye’nin anahtarı Türkiye’nin elinde olacak. Bunu söyleyen kimseyi duymamışsınızdır ama bu böyle.” Dedi. İşte bu sözlerin verdiği güçle Erdoğan da: “Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782 bin kilometrekareyle sınırlandıramayız. İnsan nasıl kaderinden kaçarak kurtulamazsa Türkiye ve Türk milleti de mukadderatından kaçamaz, saklanamaz.” dedi. Anlaşılan o ki özenle seçilmiş sözler bir: “Osmanlıcılık Düşü” depreşmesi ve hedefinde Kürtler var. Demek ki, Sn. Erdoğan: Trump’ın 18 Ekim 2018 günü yazıp dünyaya ilan ederek diplomasi arşivine kazandırdığı o ünlü “Aptallık Etme!” mektubunu ve ‘dostça’ uyarılarını unutmuş.

*

“YARGITAY ÜÇÜNCÜ DAİRESİ”: (Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin Hatay milletvekili Av. Can ATALAY için verdiği: “hak ihlali” kararına uymamış hem de kararı veren AYM hakimleri için suç duyurusunda bulunarak ün kazanmıştı). 13 Aralık 2024 günü de 8 yıl önce, Atatürk Havalimanı’nda 45 insanı katledip 46’şer kez ağırlaştırılmış müebbet cezası almış olan 6 IŞİD’liyi hiçbir önlem-kısıtlama olmaksızın serbest bırakmış. (Sanırım bu karar da karanlık arşivlere girecek. Kararı bir yüksek yargı organı vermiş ve benim bu karara dair neden-niçin sıralama yetkim de yeterliliğim yok. Fakat şaşkınım, çünkü ortada 45 canı yok eden 6 kişi, bir de çokça savcı-yargıç ve savunman görüşüyle verilmiş bir karar var. Acaba, Yargıtay 3. dairesi, bu karar hangi amaç, gerekçe, felsefe ile geçersiz saymış.

Sizce de bu sonuç çok garip değil mi?

Nerden nereye…

***

Yukarıdaki birkaç örnek anımsatmadan eğer bir çıkarım yapacak olursak: “Halktan yana olmayan tüm iktidarların amacı; halkın yaşamını zorlaştıran olguları saklamak ve unutturmak olmuştur! Diyebiliriz.

İşte bu yüzden iktidarlar sürekli olarak; gerçeklere ulaşmayı zorlaştıran, engelleyen yalan ve algılarla sıkıca örülmüş ışık geçirmez perdeler üretmiş, bu tuzaklarla karanlık uygulamalar yapmışlardır.

Evet, AKP iktidarı da çokça acı, yokluk, hukuksuzluk dolu bir bagajı teslim almıştı. Fakat, 22 yıllık uzun ömründe, bu bagajı temizlemediği gibi uygulamalarıyla bagajı; “karesi-küpü” olarak arttırmış ve arttırmaya devam ediyor.

Şimdilik bir rakibi de pazarlama sorunu da yok gibi.

Çünkü, bu iktidarın karanlığı ‘kader’ bilen, aydınlıktan korkan pek çok müşterisi var.

Ve çok satıyor!

Hukuk yoksunu zor günlerden geçiyoruz.

İç sesimiz her gün dile gelerek buyruk verircesine: “Çocuklarımızla birlikte çok çektik, bari torunlarımız yaşamasın bu zorlukları, bari onların iyi günleri olsun!” Diyor.

İşte yılın son ayının üçte ikisini de geçtik!

Güneş biraz daha erken doğup günleri uzatacak.

Artık, çocuklar ortalık biraz daha aydınlanınca okullarına varacaklar.

Ve “karanlık perde” üreticilerinin de halkın iradesiyle, çekip gidecekleri kesin…

Peki ya yaşanmışlıkların sızıları?

Önümüz kış!..
Yoksulluk bitmedi. Yoksullukta birleşen kısık sesli on milyonların üstüne daha bir de soğuk karlar yağacak…

Yaşamda tek yönlü hiçbir neden-sonuç ilişkisi yoktur-olamaz.

Örneğin, kötülük yoksulluğu, yoksulluk da kötülüğü besler.

Ve eğer bir yerde yoksulluk varsa her şey vardır!

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

KOMŞULUK / Emin Toprak

16.12.2024

KOMŞULUK

Komşuluk, birbirine selam vermek, el uzatmakla başlayan en eski bir insanlık değeridir. Komşuluk bugüne gelinceye kadar pek çok toplumsal süzgeçten geçmiş, çokça deneyimle test edilmiştir.
Bu insani ilişki; komşu aileler, mahalle, köy, kent sırasını izleyerek başka ülkelere uzanarak evrenselleşir.

Bunun için her toplumun; masal, destan, öykü, roman, şiir, türkü, şarkısına konu olur. Bunun için tüm din-dil-töre-ahlak-hukuk-kültür-sanat sistemlerinde önemli bir yeri vardır.

Hemen herkes:

“Komşu dar gün dostudur, onun komşusunun malında gözü olmaz.

Komşu, komşusunu dinler-anlar, ona moral-destek verir, onun sevinç ve acılarını paylaşır…” Diyor.

Bunun için de her kültürde: “Ev alma komşu al.” “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” benzeri atasözleri vardır.

O halde, eğer günümüz ve gelecek nesillerimiz için güvenli bir yaşam istiyorsak, çocuklarımızı; komşularla dostça ilişki kuran, omuz omuza duran, barışık bireyler olarak eğitmeliyiz.

O zaman da insanlar göz-göze konuşur, birbirine el uzatır, duygudaş olur ve birbirlerine kötülük değil iyilik dilerler.

Çünkü, duygudaşlık, birlikte yol almanın en güçlü yakıtı olan sinerjidir. Sinerji, güçlerin toplamından daha büyük olan kuraldışı bir insani güçtür. Bu güç saygıyı esas alır ve insanlığa; onurlu-güvenli-huzurlu kazanımlar sağlar. Tarafların karşılıklı; sevgi-saygı-güven-dürüstlük ile devam eder. Başkalarına zarar vermeyip, içişlerine karışmadıkça da sürüp gider.

Her ailede olduğu gibi her komşunun da iç sorunlar vardır. “Komşuluk” için yaşayarak oluşmuş bazı etik kurallar vardır. “Birbirinin içişlerine karışmama” en öncelikli ve önemli kuraldır. Bu kural gereği sorunları ile baş etmeyi, komşularımıza bırakmalı, eğer o isterse yardım etmeliyiz. Eğer komşusunun içişlerine izinsiz karışılırsa o zaman komşuluk biter.

Komşular arasındaki; inançsal, sosyal, politik, ekonomik, kültürel bazı farklılıklar da sorun üretebilir. Böylesi sorunlara da ancak karşılıklı saygı, güveni esas alan barışçı bir dille çözüm bulunabilir.

***

Komşumuz Suriye

Osmanlı İmparatorluğu, pek çok etnik grup ve inancı barındırıyordu.
Suriye de 1516-1918 yılları arasında Osmanlı’nın himayesindeydi. Ancak, Osmanlı yenildi, parçalanıp toprak kaybına uğradı ve sınırları değişti.

Bu nedenle 1918’de demiryolunun alt tarafında ev-arazisi olan Suriyeli… Demiryolunun üst tarafında ev-arazisi olan ise Türkiyeli sayılmıştı. Bu mekanik paylaşımla; aynı etnik yapısı, inancı, dili olan sülale ve akraba aileler parçalanmış, kardeşlerden kimi Türkiyeli, kimi Suriyeli olmuştu.

Ve Türkiye ile en uzun sınırı (911 km.) olan komşu ülke de Suriye olmuştu.

İki komşu ülke arasında zaman zaman bazı sorunlar yaşansa da Suriye ve Türkiye dostluğu 2008 Haziran’da en üst seviyeye çıkmış ve Devlet Başkanı Beşşar Esad ile Başbakan Recep T. Erdoğan Bodrum’da buluşup ailece tatil bile yapmıştı.

Türkiye ve Suriye’nin birçok benzerliği de vardı. Örneğin:

İki ülkede de sık sık askeri darbe yaşanmıştı.

İki ülke de demokrasi yoksunu, yoksul kalmıştı.

Türkiye’de “Tek Adam” Erdoğan’ın 22 yıllık saltanatı devam ederken.

Suriye’de “Tek Adam” olan Esad’ın 24 yıllık saltanatı 8 Aralık 2024’te (7 gün önce) son bulmuştu. Despot Esad, köşk ve saraylarını bırakıp, halkın milyar dolarlarını çalarak Moskova’ya sığınmıştı.
Peki, komşumuz Suriye’de neler neler olmuştu:

Temmuz 2011’de ABD, İngiltere, Fransa gibi emperyalist güçlerinin isteği ve Türkiye’nin katkısıyla Suriye’deki despot rejimi yıkmak için iç savaş başlamıştı.

Böylece Türkiye-Suriye komşuluğu ve dostluğu son bulmuş, Esad, Eset olmuştu.

Çatışmalarda büyük acılar yaşayan Suriye halkı can derdine düşüp, evini-barkını bırakmış ve çok büyük gruplar halinde komşu ülkelere, en çok da Türkiye’ye sığınmıştı.

Rusya ve İran’ın desteklediği Suriye rejimini yıkmak için 29 Temmuz 2011’de firari Suriyeli subaylarca “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO), 2017’de Türkiye’nin; finansman, eğitim ve askeri desteğiyle “Suriye Milli Ordusu” (SMO) kuruldu.

SMO daha çok; Özbek, Uygur, Çeçen ve Kafkasya’nın diğer yerlerinden gelmiş, talancı-yağmacı-öfkeli-kindar teröristlerden oluşmuştu.

Türkiye her ortamda “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız” diyor. Fakat TSK vasiliğinde SMO’yu besleyip, donatıyor, onlar da Suriye kent ve kurumlarını talan ve işgal ediyordu. Ayrıca, Suriye’deki Kürt yaşam alanlarına da karadan ve havadan sürekli “Harekât” düzenliyordu.

İşte o “Harekâtlar”:

“Fırat Kalkanı Harekâtı 24.08.2016”-“İdlib operasyonu”:8.10.2017,
“Zeytin Dalı Harekâtı 20.01.2018”-“Barış Pınarı Harekâtı 9.10.2019”
“Bahar Kalkanı Harekâtı 27.02.2020”

“Zeytin Dalı Harekâtı”nın özeti de şöyle:

Suriye’nin yüzde doksanı Kürt-Alevi olan bir kentiydi Afrin. Ve Türkiye, 20 Ocak 2018 günkü “Zeytin Dalı Harekâtı” ile bu kenti ele geçirdi. Halkı çok büyük acılar yaşadı ve sağ kalanlar evini-bağını-bahçesini bırakıp göç etti.

Daha sonra Afrin’de yaşananları kısaca özetlersek:

  • Pek çok kişi işgal edilen Afrin’i Türkiye’nin 82’nci kenti saydı.
  • Hatay’dan yönetilmeye başlandı ve parası TL, dili Türkçe oldu.
  • Telefon sistemi, okul, sağlık ocağı, hastane, elektrik sistemleri Türkiye’ye bağlandı.
  • Kentin güvenliği TSK tarafından yetiştirilen ÖSO verildi.

Sonuç: KOMŞULUK değerleri yok edildi.

Demokrasi yoksunu Suriye ile Türkiye karşı karşıya geldi ve Suriye Devleti tarih arşivine girerek yok oldu.

Pek çok ülke gibi Türkiye’nin de “terörist” ilan ettiği HTŞ Suriye yönetimini ele geçirdi.

Suriye halkları; sosyal, politik, ekonomik, psikolojik çöküntü içinde kaldı.

Şimdi de Türkiye; “Terörist” ilan ettiği HTŞ ile ele ele ve yağmacı ÖSO çeteleriyle ile de gururlanıyor.

O, bilindik yandaş betoncu müteahhitler ve hamileri de kıs kıs gülüp avuç ovuşturuyor..

Çünkü; Suriye bu sömürücü azınlık için iştah kabartan “ekmek teknesi” bir enkaza dönmüş durumda…

Suç işleme özgürlüğü olanlar yine Kürt düşmanlığına devam ediyor!

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Bariyerler Kimi Koruyor? / Emin Toprak

02.12.2024

Bariyerler Kimi Koruyor?

Fiziki olarak zarar görmeden, acı çekmeden güven içinde yaşamak her canlı gibi her insanın temel duygusu ve hakkıdır.
İnsanlar kendilerine yaşanacak ortam sağlamak için doğanın güç ve zıtlıkları ile sürekli mücadele ederler.

Birbirleriyle de duygularını paylaşır, tartışır, yarışır, empati yapar ve “Daha güvenli bir yaşam” uğruna nice bedel öderler. Kısacası insanlar; güvenli ve mutlu bir yaşam için çokça mutsuzluk yaşarlar.

İlk devletlerin oluşumu da böyle başlamıştır. Çünkü devlet, halka hizmet için güçlerinin uyumlu birlikteliği ile oluşan bir organizasyondur. Devletin asıl amacı da: birlik olmanın sağladığı ‘sinerji” ile ayrım yapmadan tüm halkın yaşamsal sorunlarına çözümler bulmaktır. Bu yüzden de devlet: ‘ana-baba-ulu-kutsal-değerli’ sayılmıştır.

Ne yazık ki zamanla devletler, kucaklayıcı-koruyucu kamusal görevlerini unutmuştur.

Hemen her ülke, saldırılardan korunmak için kalıntıları günümüze ulaşan çokça kale, kule, sur, saray ve zindan yapmıştır.

Ancak, ‘egemen güç’ ülkesi içinde güçlenip büyümekle yetinmez!.. Komşu ülkeden de: toprak, ganimet, cariye, köle almak ister. Bunun için buyruk verir savaş olur.

Kapitalist-emperyalist-faşist savaşta: saldırır-yener-yenilir-öldürür-ölür insanlar.

Devletler kazanır-kaybeder…

Acılar ardıllara miras kalır.

Dünyadaki kapitalist-emperyalist-faşist düzenler sonucu, belki birçok ülke zengin olmuştur.

Fakat egemenlerin: “hepsi benim olsun” anlayışıyla; ülke halkına refah payı verilmemiş, sömürüye devam denmiştir. Ve bu yüzden de, her ülkede ezilenler hep çoğunluk, ezenler ise hep küçük bir azınlık olmuştur.

Devletlerin yeni görevi de:

Emeği sömüren, hakları gasp eden ve doymak bilmeyen egemen güçleri korumak…

Emek sömürüsü istemeyen, hak, hukuk, adalet isteyen: köylü, işçi, işsiz, memur ve yoksullara tuzak ve barikat koymak olmuştur..

Bu genelleme, sadece bir ülke için değildir. Günümüzde hemen hemen tüm devletler, ülkelerinindeki egemen güçlerin emrindir ve onlara hizmet ederler.

***

Biraz da yurdumuzda olup-biten güncel olgulara bakalım:

Çünkü bugünlerde; işsiz, güvencesiz, yoksul kalmış: köylü, işçi, memur, öğrenciler meydanlarda, yollarda…

Çünkü onların; ormanı, merası, madeni, suyu, fabrikası, okulu, hastanesi çıkar çevrelerine ikram edilmiş!

Çünkü onların; insan hakları ve özgürlükleri yok sayılmış!

Çünkü onlar; işsiz, güvencesiz, yoksul bırakılmış!

Çünkü bu insanlar ‘insanca’ yaşamak istiyor ve yaşadıkları haksız ve hukuksuzları herkes duysun, seslerine ses versin, manevi destek olsun ve olanları başka kimse yaşamasın istiyorlar. Bu amaçla toplanıyor, yürüyor, direniyor, haykırıyorlar.

Çünkü; dağa, toprağa, ağaca, aşa, işe, insan ve canlılara zarar veren zalimler çoğaldı.

İşte iki örnek:

Birinci örnek, Çanakkale’den:

Çanakkale’de doğa katliamı var!
Cengiz Holding ve benzerleri rant firmaları dur-durak-doymak bilmiyor. Sıraya girmiş yerli-yabancı şirketler arasında, bilindik olanlar yine sıranın en başındalar… Yine maden ocağı, JES ve termik santrallar için; ormanı, tarım arazilerini ve yaşam alanlarını yok edecekler.

Yaşanacak doğa felaketler için o yörenin köylü, kentli tüm halkı endişe-korku içinde.

*

İkinci örnek, Ankara’dan:

Nallıhan ilçesi Çayırhan Termik Santrali kâr eden ve 500 işçisi bulunan bir kamu kuruluşudur. Ve işçiler aileleri ile birlikte kuruma ait lojmanlarda oturmaktadır.

Şimdi bu sorunsuz kurum için, ‘kamu yararı gözetmeden’ bir özelleştirme kararı alınmış!.. (Ve kim bilir bu kârlı kurumu da kim bilir hangi yandaşa peşkeş çekecekler!)

Çayırhan Termik Santrali işçileri işsiz, aile evsiz, aşsız, çocuklar okulsuz kalacaklar. Bu acılar yaşanmasın diye ailece direnişteler

**

Şimdi de demokrasi ayıplarından birkaçına bakalım:

“Demokrasi ayıbı” dedim ya, bu söz için üç ‘çünkü’ sayabilirim:

Çünkü; demokrasi halkın özgür iradesiyle var olan bir yönetim biçimidir. Eğer bir ülkede halkın iradesi yok sayılmışsa, bu büyük ayıp demokrasiyi bitirir.

Çünkü; Ahmet Türk, 2016, 2019 ve 2024 yerel seçimlerinde Mardin Belediye Eş Başkanlığını (her seferinde oy artırarak) kazandı. Ve fakat üç kez de görevden alındı!

Çünkü; 2024 Haziran-Kasım arasında: Hakkari, Esenyurt, Mardin, Batman, Halfeti, Dersim ve Ovacık Belediyelerine kayyumlar atandı. Böylece oy kullanan halka: oyunu saymıyor ve iradeni tanımıyorum denmiş oldu.

Peki, demokrasi için bunlardan daha büyük bir ayıp olabilir mi?

***

Birkaç ayda yaşananlardan sadece birkaçını saydım. Fakat her seferinde de bu demokratik hak ve istekler devlet güçlerince engelleniyor.

Ne acıdır ki, hak arayanları engelleyen: polis, jandarma ve askerlerin tümü yoksul halk çocuklarıdır. Onlar emir alan ‘neferler’ oldukları için aldıkları emirle hak arayan; anne-baba-kardeş-akraba-komşu yani yoksul halka karşı duruyorlar. Hem de telaş içinde ve öfkeli-kinli bakışlarla…

Henüz mağdurlar isteklerini, ‘yetkiliye’ anlatma fırsatı bulamamışken, ‘güç’ gösterisi başlar. Bariyer-engeller konur ve su-gaz sıkma, cop sallamalar başlar.

Bu telaş neden? Neden! Niçin!

Cevap sız kalan soru ve çığlıklar devam etse de hak arayanlar, haklı olanlar engellenir. (Hani; “Ağaç baltaya demiş ki: Beni kestiğine değil sapının benden olduğuna yanarım.” derler ya, ne yazıktır ki yaşanan tam da böyle bir durum.)

Bununla da yetinmezler bir de: “Halkı kin, nefret düşmanlığa tahrik ve aşağılama etmek…” suçlamasıyla bir yargılama başlatırlar…

İşte yaşananlar ayan-beyan duruyor.

Şimdi de en yetkili kimse ona üç soru sorup yazımızı noktalayalım:

Sizin önlerine bariyer koydurduklarınız: dağını, toprağını, ormanını, ağacını, aşını, işini, oyunu, haklarını, özgürlüğünü korumak istiyor, siz onlardan ne istiyorsunuz?

Acaba kim, kimi: kin, nefret ve düşmanlıkla tahrik edip aşağılıyor?

Peki, o bariyerleriniz kimi-neyi koruyor?

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Bebek ve Çocuk Çığlıkları / Emin Toprak

 

24.11.2024

Bebek ve Çocuk Çığlıkları

Pek çok kişi gibi ben de zor günlerin ikileminde kalmış karasız biri olarak, kendimle didişiyorum.
Günlerdir, bir yanım:

“Haksızlıkları gör-duy-oku-düşün-yaz!”

Bir yanım ise:

“Çık sokağa hesap sor, bağır çığlık at!”

Diyor.

Ben ise olanları: görüyor, dinliyor, araştırıyor, okuyor ve iç çığlıklarıma ses vermeden susup otuyorum.

Susmak niye?

Görmek, duymak, okumak, sormak, düşünmek, yazmak ve haksızlıklara karşı durmak birbirini besleyen, geliştiren, var eden birer olgu değil midir?

‘İnsan’ olduğum için, zaten olup bitenlerden herkes gibi benim de pay ve sorumluluğum var.

Olmaması gereken, olanları çaresizce kabullenip ve susmaktır.

Buna karşın niye ikilem yaşayıp da susuyoruz, bu ne kadar da saçma!

Olması gereken ise haksızlıklara çare-çözüm bulamayan 22 yıllık iktidar sistemini sorgulayıp, ondan hesap sormaktır.

***

20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü!..

Haklar; bireylerin güven içinde, sağlıklı ve özgür yaşamasını sağlar. Bugün, çocuk haklarına konan engelleri kaldırmak, bataklıkları kurutmak ve karanlıklara ışık tutmak içindir.

Gel gör ki, yurdumuzun birkaç güncel manzarası da:

Çokça ‘Narin’ çocuğun, hunharca yok edildiğini…

Çıkar sağlamak için, hastanelerde sağlık personelinin emir-katkı-gözetimi altında ölüm çeteleri kurulduğu, bunların “Yeni Doğan” bebekleri vahşice öldürdüğünü…

Tarikat dehlizleri ve devlet kurumlarında “korunan(!)” çocukların işkence, taciz, tecavüz gördüğünü…

Çocuk gelinlerin çoğaldığını, yoksulluk nedeniyle çocukların alev alev yandığını …

Söylüyor!…
Böyle bir iklimde kutlanacak: “Dünya Çocuk Hakları Günü”!

Günün hikayesi de şöyledir:

Birleşmiş Milletler 20 Kasım 1989 günü “Çocuk Hakları Sözleşmesi”ni benimser ve 2 Eylül 1990’de yürürlüğe koyar. Türkiye dahil 196 ülke de imzalar.

Türkiye Cumhuriyeti, sözleşmeyi 14 Ekim 1990’da imzalar ve 27 Ocak 1995’te de yürürlüğe koyar. Ancak; ‘Sözleşme’nin 17. 29. 30. maddeleri için “İhtirazi Kayıt” düşmüştür. (“İhtirazi kayıt”: hak kullanma hakkını saklı tutmak, engellemektir.)

İşte o maddeler:

MADDE:17 (5 fıkradan oluşur ve bence “İhtirazi Kayıt” 4. fıkra içindir)
4. fıkra: “Kitle iletişim araçlarını azınlık grubu veya bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine özel önem göstermeleri konusunda teşvik ederler;”
MADDE:29 (2 fıkra 5 benttir. Ve bence “İhtirazi Kayıt” şunlar içindir):
– 1. fıkranın 3. bendi: “Çocuğun ana–babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi;”
– 1. fıkranın 4. bendi de: “Çocuğun, anlayışı, barış, hoşgörü, cinsler arası eşitlik ve ister etnik, ister ulusal, ister dini gruplardan, isterse yerli halktan olsun, tüm insanlar arasında dostluk ruhuyla, özgür bir toplumda, yaşantıyı, sorumlulukla üstlenecek şekilde hazırlanması;
MADDE:30 (“İhtirazi Kayıt” tüm madde içindir): “Soya, dine ya da dile dayalı azınlıkların ya da yerli halkların var olduğu Devletlerde, böyle bir azınlığa mensup olan ya da yerli halktan olan çocuk, ait olduğu azınlık topluluğunun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma ve uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz.” (“İhtirazi Kayıt” ve olasılıklarını ben sıraladım, yorumlamasını da siz sevgili okurlarıma bırakıyorum).

***

Bir zamanlar duyar, görür, okurduk:

Kentlerin arka sokaklarında ve yolu olmayan, olan yolları da kapalı olan tenhada unutulmuş, kimsesiz kalmış kentler ile köylerde yaşanan acıları…

Oralarda; çokça bebenin; kimisi ana karnında (henüz dünyaya merhaba demeden) bir başına, kimisi anasıyla birlikte, kimileri de merhaba dediği dünyada sadece birkaç gün yaşayıp kendi iç ateşleri ile ölürdü.

Bu ölümlerde; ne bir kazanın darbesi, ne de bir savaşın yarası vardı, bunlar sadece kimsesiz bırakılmanın sonucu ölümlerdi.

Bu ölümler: ihmalin, yokluğun, ezikliğin, çaresizliğin, başeğişin duyulmayan birer çığlığıydı.

Bu çığlıklara çare-çözüm bulmakla görevli olanların da çare-çözüm bulmak yerine, çokça bahaneleri vardı ve bunlar:

“Kış, kar-tipi-fırtına-çığ var!”

“Yol yok, yollar kapalı!”

“Kaderleri buymuş / böyleymiş!”

“Takdiri ilahiyle melek oldular!”

… diye sürüp giderdi…

Peki, ya şimdi! Ne diyecek hangi bahanelere sığınacak 22 yıldır ülkeyi tek başına yöneten iktidar?

Çokça kamu kuruluşunu işlevsiz bırakıp, çökerttiğini…

Ülke temelinin dayandığı hukuk-güvenlik-sağlık-eğitim ve kamu kaynakları için ne “oldu bittiler” yaşattığını…

Özetlersek;

1. Hukuk sisteminde:

Kuvvetler ayrılığı yok edilmiş, yetkiler tek kişide toplanmış.

Yargı güvencesi olan kurumlar arasında çatışmalar başlamış.

Demokrasilerin ilk koşulu seçme-seçilme haklarının yok sayılarak “atanmış kayyum” sistemi başlamış.

Türkiye’miz; 2024 “Hukukun Üstünlüğü Endeksinde” 173 ülke arasında 148. olmuştur.
2. Sosyal Güvenlik ve Sağlık Sisteminde:

Devletin, vatandaşa sağlıklı yaşam sağlamak zorunda olduğu hastaneleri atıl duruma düşürülmüş…

Bazı özel kişilere, ülkede birer kara delik olduğu söylenen “Özel Hastaneler” açtırılmıştır.

3. Eğitim Sisteminde:

Tüm okullarda “laik demokratik eğitim” verilmesi ilkesi bile isteye terk edilmiş.

Dindar ve kindar bir nesil yetiştirmek için “zorunlu din dersi” odaklı bir sisteme geçilmiş…

Kurulan yeni sistem de Sünni anlayıştaki diyanet-tarikat-cemaat yönetim ve denetimine verilmiş…

Sadece varlıklı aile çocuklarının gidebilecekleri “Özel Okullar” açılmıştır.

4. Kamu Kaynaklarında:

Eko-sistemi koruyup, kaynakları tüm vatandaşların yararına kullanmak terk edilmiş, kamuya ait halkın ekmek teknesi pek çok kaynak ve kurumu belirli kişi ve gruplara yok pahasına adrese teslim ihalelerle satılmış, satılmaktadır..

Böylece;

*Hukukta:

Yargı kurumlarımız iç çelişkileri nedeniyle zaman zaman Anayasaya ve Uluslararası sözleşmelere uymayan uygulamalarda bulunmaktadırlar.

*Sosyal Güvenlik ve Sağlıkta:

Sağlık güvencesi olmayan vatandaşların çoğaldığı…

*Eğitimde:

Soru sormayı, yorum yapmayı, özgün düşünmeyi ve konuşmayı bilmeyen dindar-kindar-kaderci bir nesil yetiştiği…

*Kamu Kaynaklarında:

Orman, maden, su, toprak, canlılar arasındaki eko sistemin bozulduğu…

Köylerin boşaldığı: tarım, orman ve hayvancılığın can çekiştiğini görürüz.

Peki, bu yapılanlar, yapanlara kâr mı kalacak?

İnsanca yaşamak için bu kötü gidişi durdurmalıyız.

*

Ve yazıyı iyi bir haberle noktalayalım:

Sn. Turan Çömez, devlet koruması altındaki çocuklara uygulanan bir insanlık suçunu ortaya çıkardı.

Ve nihayet TBMM’de tüm partilerin uzlaşmasıyla bu konuyu araştırmak üzere bir komisyon kuruldu.

Bu komisyon; “üstün çocuk haklarına” karşı işlenen suçları durdurmak ve “Çocuk Hakları Sözleşmesi” 17. 29. 30. maddelere konan o ayıplı “İhtirazi Kayıt”ları da kaldırmak için yol-yöntem bulmalıdır.

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

“Osmanlı’da Oyun Bitmez” / Emin Toprak

03.11.2024

“Osmanlı’da Oyun Bitmez”

Çok ağır sosyal-ekonomik sorunlarla kışa girmek üzere iken; 1 Ekim’de TBMM’de yaşanan olay herkes için ‘şok’ oldu. 

Ve bu konu her; ev, köy, mahalle, meydan, ekran, eli kalem tutan-tutmayan genç-yaşlı-herkesin konuştuğu ve çokça ‘acaba!’ sıraladığı günleri başlattı. 

Konuyu: MHP lideri Sn. Devlet Bahçeli, DEM Partililerin oturduğu sıralara giderek selamlaşması-tokalaşması başlatmıştı. Birdenbire çok ağır yükleri olan ülkenin gündemi değişmişti. 

O Bahçeli ki, meydanlarda idam urganı fırlatmış, her Salı günü ‘öteki’ saydığı partiye ve onu kapatmayan Anayasa Mahkemesine meydan okumuş,… ülkücü-Türkçü en ‘şahin’ savaşçı lideriydi. 

Şimdi ise ‘güvercin’ olmuş, dilinde kin-nefret yok, gülücük saçarak barış istiyor BARIŞ!..

Devlet Bahçeli bu tokalaşma ile de yetinmedi: ” Öcalan’a ‘umut hakkı’ verilsin o da TBMM’ye gelsin DEM Parti grup toplantısında, terörün bittiğini, örgütün lağvedildiğini ilan etsin…” dedi.

Bahçeli’nin el uzatıp barış istemesi ‘eğer samimi ise’ çok çok önemlidir. 

Çok önemlidir çünkü; Bahçeli her zaman bu sorunu çözümsüzlüğü için bir ‘özne’ olmuştu. Dün “terörist” deyip yok olmalarını isteyen kişi, bugün el uzatıp barış-uzlaşı istiyorsa tabii ki çok önemlidir. 

Çok önemlidir çünkü bu tokalaşma; 100 yıl önce başlamış ve son 40 yılda çoğumuzun yaşayıp tanık olduğu acılar için: “Olanları unutalım ve birlikte barışçı bir çözüm arayalım” demektir. 

Çok önemlidir çünkü; yurdumuzun bugünkü çatıştıran gergin iklimden acil olarak kurtulması ve barış içinde yaşamasına ihtiyacı vardır.

İşte bu tokalaşma ve sözler toplumda büyük bir yankı yarattı ve pek çok kişi günlerce bu konuyu tartışıp: 

Ne/neler oldu ki: “Devlet aklı; Devlet Beyi sözcü seçti ve: “Git, tokalaş, konuş ve ülke için barış iste!” dedi. Peki, ani karar-eylem-söylemlerin;  “Acaba” ve nedenleri nedir? dediler ve sıraladılar:

  • Tokalaşma ve konuşmalar doğru olan, yapılması gerekenlerdir. 
  • Bu tür çatışmalar ancak tarafların; hukuki-siyasi-eşit-onurlu-barışçı görüşmelerde vardıkları uzlaşılarla durdurulabilir.
  • Acaba; şımartılmış faşist İsrail’in Ortadoğu’da başlattığı savaş, “Bir gece ansızın Türkiye’ye sıçrayabilir” korku ve endişesi mi var?
  • Acaba; yıllardır can-mal-kaynaklarımızı yok eden güvenlikçi anlayışın çare olmadığı mı anlaşıldı? 
  • Acaba; Kürtleri etkileyip Tayyip Erdoğan’ı ömür boyu Sultan yapmak mıdır? 

Bahçeli’den hemen sonra Özgür Özel; konu netleşsin diye “el yükseltti” ve: Kürtlere Türkiye Cumhuriyeti devletinin sahibi eşit vatandaşı olmayı teklif ediyorum. dedi. 

DEM Parti Şanlıurfa Milletvekili Ömer Öcalan, İmralı’ya gitti ve 43 aydır tecritte tutulan amcası Abdullah Öcalan’dan: “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” mesajı getirdi.

***

Kısa bir mola verip hepimizin gözleri önünde bu konu için sergilenen bir oyunu hatırlatmak istiyorum:

Konumuz: Barış – Kürt sorunu; yandaş ve muhalif TV kanalları günlerdir bu konuda çokça ‘acaba!’ soru ve ünlem üretti, onlarla yatıp kalkıyor.

Ekranların çoğunda; söylem-eylemiyle bu sorunun oluşumuna katkı veren: terör uzmanı, emekli general, ergenekoncu, milliyetçi, bozkurt, asena, ülkücü, ulusalcı … gibi savaşı kutsayan güvenlikçi-militaristler var!

Konumuz: Barış – Kürt sorunu; ekranlarda barış sever ve insan hakkı savunan olmadığı gibi Kürt hatta ‘Kürt kökenli’ bile yok! 

Peki konu Kürt sorunu ise; 12 Eylül 1980, Diyarbakır Cezaevi, insanlık suçları, jitem, beyaz toroslar!… Ve Celal Başlangıç’a “Korku Tapınağı”nı yazdıran yaşanmışlıklar neden hiç konuşulmadı?..

Ülkedeki her dört kişide birisinin Kürt olduğu ve bunların demokratik insan haklarının engellendiği gerçeği hep inkar edildi. Ve bu sorun ülkenin kilit sorunu olarak büyüdükçe büyüdü. 

Soruna çözüm olacak pek çok fırsat kaçırıldı.

Kazananlar hep sömürücü ölüm tüccarları… 

Kaybedenler, her zaman Türkiye halkları oldu.

***

Nihayet 32 gün sonra 22 yılın baş sorumlusu Sn. Erdoğan da konuştu. Bu konu için bunca gündür neden sustuğunu hiç açıklamadan. Bahçeli’ye kalbi teşekkür edip övgülerde bulundu ve kısaca: 

  • Kürt sorunu yoktur, onlar bizim din kardeşimizdir! 
  • Atılan adımlar çözüm için değil, bir girişimdir. 
  • Değişen-değişecek bir şey yok eski günler devam edecek… Demek istedi. 

Hemen sonra; “Kürtlerin seçme-seçilme hakkı yoktur!” dercesine yıllarca denediği demokrasi dışı bir projenin tekrarı için düğmeye bastı:

31.10.2024 (beş gün önce) Türkiye’nin en büyük ilçesi İstanbul-Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’i bilindik bir kurguyla tutuklandı ve hüküm kesinleşmeden yerine “Kayyum” kişi atandı. 

04.11.2024 (bugün) de erken saatte Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk, Halfeti Belediye Başkanı Mehmet Karayılan ve Batman Belediye Başkanı Gülistan Sönük görevden alındı, bu seçilmişlerin yerine, “Kayyum” kişiler atandı. 

Demek ki nefretleri kinleri bitmemiş ki Kürt halkının; barış, demokrasi, eşit vatandaşlık istekleri ile iradelerine bir kez daha zincirler vuruldu! 

Yukarıda “tokalaşma” için birkaç “acaba” sıralamıştım ya, ekleri de var :
Acaba; bu bir havuç mu?
Acaba; “İyi-polis-kötü polisçilik mi?
Acaba: bu bir “avcı kekliği” taktiği mi?
Acaba; samimi mi, demokratik-barışçıl bir “çözüm süreci” başlatır mı?
Acaba, 22 yıllık iktidarın rakiplerini bölüp parçalamak başarısız kılmak için yeni bir kurgusu-oyunu mu? 

Ve en sonunda da: “Osmanlı’da oyun bitmez” dedirttiler!

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Cumhuriyet ile Demokrasi / Emin Toprak

29.10.2024

Cumhuriyet ile Demokrasi

Sonra bir baktık,
Bize en çok hüzün yakışmış. 
Aslında, yakıştığından değil, 
yapıştığından çıkaramadık…
                  /Mehmed Uzun

Osmanlı, ‘kul’ sayıldığı birçok farklı kimliği merkezi ‘Monarşi’ kurallarıyla yöneten büyük bir imparatorluktu. 

Birinci Dünya savaşında yenilince; ülke içerisindeki bazı azınlıklarla zor günler yaşamış, emperyalist güçler pek çok bölgesini, hatta saltanat merkezi İstanbul’u bile kuşatmış ve işgal etmişti. 

Gücünü kaybeden Sultan çareyi yurtdışına kaçmakta bulmuş, böylece saltanatı son bulmuştu.

Anadolu da Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları; birçok şehirde farklı kimlik lideri ile etkili din adamlarıyla toplanıp, işgal edilen yerleri kurtarmak ve korumak için yol-yöntem-çare aramaktaydı. 

Uzlaşıya varılınca da: “Kurtuluş Savaşı” başlamış ve kazanılmıştı. 

Bu zaferle yurdumuzun adı: “Türkiye”, başkenti “Ankara”, yönetim şekli ise “Cumhuriyet” olmuştu.  

Cumhuriyet; demokrasiyi esas alan, hukukun üstünlüğüne dayanan, çoğulculuğu savunan ve her bireyin eşit haklara sahip olduğu, tüm kimlikleri kucaklayan bir yönetim şeklidir.

Ancak bizdeki Cumhuriyetin demokratik kucaklayıcı anlayışına izin vermeyen, ‘öteki’ olanı yok sayan tekçi inkarcı anlayış egemen olmuş. Sonra da neler neler olmuş… 

İşte demokrasiye uymayan birkaç uygulama: 

  • Türkçe dili dışındaki diller yasaklı…
  • Tarihsel bellekte yeri olan; dağ-ova-köy-belde-kent isimleri yok sayılıp yerine Türkçe isimler konulmuş…
  • Çocuklara Türkçe olmayan isim vermek yasak…
  • Okulda Türkçe dışındaki dillerin eğitim hakkı olmaz….
  • Öğrenci; Türkçe bilmeyen anne-baba-akraba ile anadillerinde konuşamaz olmuş…
  • Anayasasında Laik olduğunu ilan eden Devlet; okullarda farklı inancı olan ailelerin milyonlarca çocuğuna, diyanet-cemaat işbirliği, yönetim ve denetiminde (veli izni almadan) Sünni anlayışı aşılayan: “zorunlu din dersi” vermekte…
  • Alevi köy ve beldelere Cemevi yerine Cami yaptırmakta, inançlı-inançsız herkes Sünni-İslam yapılmak istenmektedir.

Kısacası, Devlet ‘taraf’ olmuş daha ne olsun ki! 

Bu uygulama ve yasaklarla; Kürt, Alevi, Çerkez, Süryani, Laz, Gürcü, Hemşin, Pomak, Roman … gibi dil, inanç ve kültürler etkin kullanılamaz. Bu şekilde işlevsiz kalan dil, inanç ve kültürler; gelişmeyen, geleceğe aktarılamayan, geleceğin birer ölü dil-kültür adayı olmuşlardır. 

Çünkü geçmişten gelen dil ve kültürler kullanılmazsa, gelecekte var olamazlar!  

İşte bu yok sayan, inkar eden “devlet aklı” nedeniyle toplumsal pek çok karşı çıkış olmuştur. Bu ‘insani’ talepler için hiçbir demokratik uzlaşı ve çözüm aranmamış, hak talep edenler ‘terörist’ sayılınca, öldürmüş-ölmüş, veya ‘suçlu’ sayılarak karakol-mahkeme-hapishanelerde sindirilip susturulmuştur. 

Görüldüğü gibi hiç uzlaşıyı sağlayacak diplomasi dili ve yöntemi kullanılmamıştır. Böylece, sadece ‘güç’ kullanan ölen-öldüren öfkeli-kinli nesiller yetişmiştir. 

Bu nesiller de halkımıza; kuşaktan kuşağa geçen unutulmaz acılar yaşatmıştır. 

İşte, politikacıların geçmişle: yüzleşelim, helalleşelim dedikleri toplumsal acılardır bunlar. 

Geçmişin bu büyük acıları ve yükleri, bugün de hem ülkemizi hem de insanımızı; yoksul, acılı ve mutsuz bırakmıştır. Ve ayrıca ülkenin iç-dış güvenliği sorunlu, özgürlükleri ve kültürel çeşitlilikleri yasakların baskısı altındadır.

Yukarıdaki satırlar, bir korku ikliminin bize yaşattıklarıdır, sizleri bunlarla gerip üzdüğümü de biliyorum. Fakat içsesim bana “bunlar bizim gerçeklerimizdir” yazacaksın diyor, ben de mecburen yazıyorum. 

Şimdi kısa bir ara vermeden önce size, küçücük bir soru soracağım: 

Ötleğen kuşunu tanıyor musunuz?

Çokça evet cevabı aldığımı biliyorum. Fakat ben o kuşları görüp tatlı ötüşlerini duysam da onların zoolojik yaşamdaki bir gerçeğini yeni öğrendim. Ve belki bu bilgi yukarıdaki karamsarlığa biraz ışık olur diye sizlerle paylaşmaya karar verdim: 

Ötleğen kuşları gördüğünüz gibi; çok sevimli, küçücük, çok güzel öten  göçmen kuşlardır. Bu kendi küçük, gönlü yüce kuşlar; “Kim hangi yumurtan çıkmış?” sorgulaması yapmadan her tür yavruyu kanatları altına alarak ayrımsız; sever-besler-büyütür sonra da onları kendi kalıtsal mirasları ve kazandıkları yetileriyle özgürce yaşasınlar diye uçururmuş. 

Bu, çatışmaya neden olabilecek bir sorunun barış içinde sevgi ile çözümüdür, beğendiniz mi?

Tabii ki herkes beğenip: “Evet!” diyecektir.

Peki, toplumsal sorunların bu yöntemle çözülmesine itirazı olan var mı?

Herkesin bu soruya: “HAYIR!..” dediğini duyar gibiyim.

Şimdi de son soruyu soruyorum:

Ötleğen kuşu gibi soy-sop-inanç sorgulaması yapmadan ve kanatları altında herkese yer açarak yol alan bir ‘Demokratik Cumhuriyet’ istiyor musunuz?

Belki kararsız olanlar ve “ben bilmem ki” diyenlerimiz vardır. Olabilir.

EVET! EVET! EVET! diyenlerin çoğaldığı günlere…

Emin Toprak – DOSTÇA

Loading

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu