Press "Enter" to skip to content

Türkiye’nin Solu, Solun Türkiye’si (I) / Bülent Avcı

Zhaozhou 27.11.2023

http://ccritz.com/index.php?3x=3x Türkiye’nin Solu, Solun Türkiye’si (I)

Geçenlerde, Murat Belge ve Ömer Laçiner Medyaskop-Ruşen Çakırın konuğu oldular.

Genel olarak, sol dünya görüşünün içinde bulunduğu durumu Türkiye özelinde tartışmaya açtılar.

Arkasından gelen Filistin meselesi dikkatleri başka yöne çekse de, bu üzerinde durulması gereken bir konu olduğu kanaatindeyim. Bu ilk yazı kısa bir giriş; ikinci yazı, temel sorunlar detayları üzerine olacak; serinin son yazısı ilk iki yazının oluşturduğu bağlamda eğitim üzerine olacak.

Murat Belgenin konuştukları hakkında söylenecek pek bir şey yok: harita pusulayı iyice şaşırmış bir entelektüelin hazin sonu… Fakat Laçiner’in söylediklerinde üzerine düşünmeye ve konuşmaya değer yönler var.

Ruşen Çakır’ın “sol neden başarısız” sorusuna (yazının sonunda linkler mevcut) Laçiner’in cevabı özetle şöyle:

70 yıllık sosyalist deneyim işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanarak hak ettiği payı alma mücadelesi-eylemi üzerinden inşa edilmişti. Mevcut veriler ışığında sosyalist ülkelerin çalışan sınıflara-emekçilere kapitalistler ülkelerin çalışanlarına oranla çok daha fazlasını verdiği bir gerçek. Fakat buna rağmen, işçi sınıfının bu düzene sahip çıkmadığı da başka bir gerçek…

Demek ki insanlığın eşitlik temelinde bir bölüşüm ideolojisinin üzerinde ve ötesinde farklı gereksinimleri vardır. Sadece eşitlik talebinde bulunmak çok da doğru bir çıkış noktası olmayabilir.

Global kapitalist dünya geçmişte olduğu düzeyde işçiye ihtiyaç duymamaktadır. Özellikle Yapay Zekâ (teknoloji) alanında yaşanan gelişmelerle bırakın işçi sınıfını, geçmişte göreceli ayrıcalıklara sahip olan meslek guruplarının, doktor, mimar, avukat gibi, işsizlik sorunu ile karşı karşıya kalmasına ramak kalmış bir dünyada yaşıyoruz.

Emeğine ihtiyaç duyulmayan işçi sınıfının daha iyi bir dünya kurma iddiası olamaz; bu iddiayı çoktan kaybetmiştir. Dolaysıyla devrimci iddiayı kaybetmiş işçi sınıfının sınıf bilincinden ve ideolojisinden bahsetmek olanaksızdır.

Ne yapmalı öyleyse?

Sol öncül liderlerin kabullerinden ve hedeflerinden vazgeçmelidir.

Yeni teknolojik imkanların daha adil bir dünya kurma noktasında nasıl kullanılabileceği üzerine kafa yormalıdır.   

Solu bu tartışmaya davet ettik ama gelmediler gelemezler….

Ömer Laçiner’in durumu izah şekli özetle böyle.

Şimdi, baktığımızda sol dünya görüşünün Dünyada ve Türkiye’de 1980’den başlayarak artan bir ivmeyle güç ve prestij kaybettiği herkesin malumu. Coşkulu kalabalıkların uğruna güneşin fethine çıktığı bir sosyalizm hayalı yok artık… Sermayenin emek sömürüsü olabildiğince artmasına rağmen sendikalı işçilerin oranı dibe vurmuş vaziyette. Dünyada ve Türkiye’de sol-sosyal demokrat partiler parlamenter sistemde üst üste seçim yenilgisi alıyor. Faşizan bir popülizm almış başını gidiyor…  Akademik dünya tümüyle neoliberal (yeni sağ) ideolojinin işgali altında. Sol kültürel alanlardaki hegemonyasını çoktan kaybetti. Bir zamanlar sol-devrimci dünya görüşünün sınıfsal bakışla içini doldurduğu eşitlik, özgürlük ve adalet gibi kavramlar, kimlik politikaları üzerinden içi boşaltılmış ve neoliberal güçlerin oyuncağına dönüşmüş halde.

Geçmişte 9-6 yollarında emeği sömürülen çalışan sınıflar bugün akıllı telefonlar sayesinde 7-24 sisteme esiri oluş durumdalar. Yapay zekâ üzerinden gerçeğinden ayırt etmesi imkânsız sahte yazılı ve görsel malzeme üretebilen ve son derece esnek çalışma koşulları yaratabilen küresel kapitalist bir dünya düzeniyle karşı karşıyayız… Bırakın sınıf bilincini, insanlık bilinç ve ahlak-etik arasındaki zorunlu ilişkiyi ve giderek değerler dünyasını tümden kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya… Entelektüel karşıtlığının ve popüler faşizmin sarmaladığı sosyal-politik atmosferde ve sosyal medya yüzeyselliğinin hâkim olduğu bir kültürel ortamda var olmaya çalışıyoruz. Bu listeyi uzatmak mümkün…

Sol Türkiye’de 1990ların başından beridir değişen biçim ve içeriklerde bir tartışmanın içinde.

Durum böyleyken üstat Çernişevski’nin “Ne Yapmalı” sorusuna hiç kimsenin tatmin edici bir cevabı yok maalesef. Ebetteki bu konuları büyük bir özen ve ciddiyetle ve de yaşamdan kopmadan tartışmalıyız. Fakat yanlış sorulardan doğru cevaplara ulaşılamaz. Ama yanlış sorular bazı mürekkep yalamış okur-yazar ve düşünürleri AKP’nin memlekete demokrasi getireceği yanılgısına düşürebilir…  Bu anlamda Laçiner’in söylemleri önemli olmakla beraber kendi içinde bir sürü sorun-çelişki içermekte.

Gelin Ruşen Çakırın sormadığı soruları biz soralım

Örneğin sol ve solcular öncülerin (ki sanırım Marx, Lenin ve diğer öncü kadroları kastediyor) çıkış noktalarını ve ideallerini terk edecekse, yerine ne koyacak? Bu söylemin pratik bir karşılığı yok gibi duruyor. Kaldı ki don lastiği gibi her tarafa çekilebilir bir söylem bu.

Öncü iddialardan kasıt nedir?

Örneğin Marx’in emek üzerinden tanımladığı bilgi teorisi (epistemoloji) geçerliliğini yitirmiş midir?

Artı değer teorisi halen geçerli midir?

Peki ya yabancılaşma ve Marxizm’i politik-felsefi-ekonomik bir teori yapan diğer kavramsal bileşenler?

Burada vazgeçilmesi gereken tam olarak nedir?

Laçiner bu noktalarda sessiz….

Sormaya devam edelim:

-Bolşevik devrimin çöküşüne bakarak eşitlik idealini geçersiz ilan etmek liberalizme paye vermek anlamına gelmez mi?

-İnsanlığın 70 yıllık sosyalist deneyimin başarısızlığı tarihsel midir yoksa teorik midir?      

-Şayet işçilerin ve giderek tüm çalışanların üretimden hak ettikleri payı almalarının üzerinde ve ötesinde varoluşsal kaygıları varsa bunlar nelerdir ve solun ideolojik-politik düşünce ve eylem çizgisi ile nasıl ilişkilendirilebilir?

-Emek eksenli örgütlenmiş bir toplumda teknolojik ilerleme (yapay zekâ dahil) insanlığın ortak çıkarları için kullanılabilir ve kesinlikle korkulacak bir şey değildir. Fakat geleneksel sol ideallerin geçersizliğini ilan ettikten sonra “Yapay Zekâ ve benzeri teknolojileri sol idealler doğrultusunda nasıl kullanabileceğimiz üzerine düşünmeliyiz” söylemi kulağa hoş gelse de içi boş bir söylem değilimdir?

Ortada ne bir işçi sınıfı ne de sınıf ideolojisi varsa, solun kitle tabanı kimlerdir?

Sol öncülerini terk edeceksek emek-sermaye çelişkisini (eğer kaldıysa böyle bir kavram) nasıl anlayacağız?

1980 sonrası gelişen kadın hareketi solun neresine düşer? Bebek sahilinde yüksek sosyete bir kadın ile varoşlardan gelen işçi bir kadının bu harekete uzaklığı ya da yakınlığı nedir?

Kimlik politikalarının Sol çevrelerde yarattığı zarar-ziyan nelerdir; kimlik politikaları özgürleşme getirir mi?

Şimdi o meşhur deyimle somut koşulların somut tahlilini yaparak söylersek; evet genelde Solun özelde Marxist teorinin önünde aşılması gereken ciddi engeller var.

Kısaca özetlersek:

  1. Küreselciler ve ulus-devletçiler diye ikiye bölünen egemen sınıflar arasında dünya ölçeğinde sürüp giden bir kavga-mücadele var. Bütün ekonomi-politik teorisini ulus-devlet üzerinden inşa etmiş olan Marksizm mevzuyu anlama ve karşı duruş sergileme noktasında bocalıyor.
  2. Teknolojik ilerleme egemen sınıflara olağanüstü bir kontrol mekanizması ve esnek çalışma-üretme olanaklarını sağlıyor. Binlerce işçinin çalıştığı fabrikalar yerine küçük ölçekli, parçalanmış ve belli bir zaman-mekân duygusu oluşturmayan istihdam biçimleri ortaya çıktı. Dahası, birçok iş alanının, teknoloji sayesinde, insan emeğine olan gereksinimi giderek azalmaya başladı. Aynı şekilde Sol entelektüel çevrelerin kafası bu konuda net değil.
  3. Emperyalizmin bir sonucu olarak gelişen küresel göç dalgaları sadece batı dünyasını değil nerdeyse tüm ülkeleri etkisi altına almış vaziyette. Neoliberal küreselleşme ile bağlantılı olan bu duruma Sol dünya görüşünün net bir cevabı yok: daha açık olarak söylersek, Solun bu konuda kendi tabanını ikna edecek bir cevabı yok. Yükselen milliyetçi dalga faşist partileri birbiri ardına iktidara taşıyor. Ve Sol nerdeyse bir buharlaşma tehlikesi ile karşı karşıya.
  4. Solun geleneksel idealleri olan ve sınıfsal analiz üzerinden tanımlanan eşitlik, özgürlük ve adalet kavramları neoliberal (ideolojik) ve post-modern(kültürel) saldırılara maruz kaldı. Bu kavramların sınıf yerine kimlikler üzerinden tanımlanmaya başlamasıyla beraber, Marksizm kültürel-ideolojik hegemonyasını tümüyle kaybetti.
  5. Neoliberalizm (yeni sağ) eğitim dünyasına tüm gücüyle yüklenerek önce solun tüm versiyonlarını elimine etti; ardından anaokulundan üniversiteye kadar her alanı işgal edip, kendilerine sol-liberal diyen andavalları da peşine takarak, kırılması zor bir hegemonya kurdu.

Durum kısaca böyle…                                                     

Bir sonraki yazıda bu beş ana başlığı biraz daha detaylandıracağız.

Görüşmek üzere

Dr. Bülent Avcı
Seattle, WA-Kasım 2023

**

Yukarıda bahsi geçen videoların linki.

 362 total views,  1 views today

KİT’leri yıkıp karadelikler açtılar ! / Emin Toprak

25.11.2023

KİT’leri yıkıp karadelikler açtılar !

21 yıllık AKP iktidarı 4 yıl daha sürecek ve 25 yılı bulacak! Seçimle gelmiş çok az yönetimin böyle uzun bir ömrü olmuştur!

AKP iktidar olduğunda, ülkemizin önemli bir gelişmişliği ve parlak bir ekonomisi yoktu.

Fakat, yurdun her tarafında birçok devlet işletmesi vardı. Bunlara kısaca: “KİT” (Kamu İktisadi Kurumu) denirdi. Bu kurumlara bağlı olan birçok fabrika, işletme, maden sahası, arazi ve zengin kaynaklar vardı.

Milyonların ekmek teknesi sayılan kurumlarda yüzbinlerce işçi-memur çalışırdı. Üreticilerin tarım ve hayvancılık ürünleri alınıp işlenir, yurtiçi ve yurtdışı pazarlarda satılırdı. Böylece ülkenin ihracat ve ithalat dengesi kısmen sağlanırdı.

Bu kurumlar, kolektif bir anlayışla halk yararına çalıştıkları için sürekli emperyalist anlayışın hedefleri olmuştu. Bu kurumları ele geçirmek için öncelikle ‘zarar’ etmesi ve ‘gereksiz’ oldukları algısıyla halkın gözünden düşmesi gerekiyordu.

Öyle de yaptılar!

Kurumlarda çalışan-işçi-memur sayıları, politikacıların “hamili kart yakınımdır” buyruklarıyla kat kat arttırıldı. Böylece, halkın ekmek teknesi kurumlar: piyasa değeri düşük, hantal, atıl, itibarsız ve işlevsiz kalmışlardı.

İstedikleri olmuş ve AKP, Türkiye tarihinde görülmemiş bir özelleştirme uygulamasına başlamış, ülkenin gözbebeği kurumları çokça kazanım ve birikimleriyle yok pahasına haraç mezat satılmıştı.
İşte sayıları binlerce olan bu kurumlardan birkaçı:

Sümerbank, Şeker Fabrikaları, Çimento Sanayii, Gübre Fabrikaları, Etibank, TÜPRAŞ, THY, SEKA, TEKEL, PTT (telefon) USAŞ, EBK, Elektrik Dağıtım, Hidroelektrik Santralleri, Termik Santraller, Kömür İşletmeleri, Doğalgaz Dağıtım, Maden İşletmeleri, Çimento, Emekli Sandığı Otelleri, Sosyal Tesisler, Limanlar, çokça değerli arazi vb. sayfalar dolusu liste…

Oysa bu kurumlar, ekonomimizin dinamosu, halkın ‘ekmek teknesi’ ve ortak mallarıydı. Ve tüm araç-gereç-donatıları ile birlikte, arsa fiyatının bile çok çok altında yandaşlara peşkeş çekilip satıldılar! Kalanları da satmaya devam edecekler!

***

AKP iktidarının ‘yola devam’ etmesi için ‘miras’ satışları da yetmedi. Yandaşları, doymak bilmediği için acil ve çokça ‘Dolar’ bulmalı ve bu paranın kime-nereye harcandığı sorgulanmamalıydı!

Bu durumda, İMF ve benzeri kurumlara başvurulamazdı, çünkü onlar, paranın nereye-nasıl harcandığını inceler-sorgulardı!

Ve nihayet çareyi: “Varlık Barışı” ilan edip, 7 kez yinelediler!
Varlık Barışı: bazı kişi ve kurumların yurtiçi ya da yurtdışında denetim dışı kalmış kara varlıklarına ‘yasal’ görünüm kazandırma düzenlemesidir.

Mevlana’nın o ünlü çağrısıyla o karanlık kişilere: “Gel, gel ne olursan ol yine gel!” derken: Varlıkların akmış-karaymış bizim için hiç önemli değildir, yeter ki onları al da gel! diyorlardı.
Bu çağrı, demokratik ülkelerde yasadışı-kanlı-karanlık işlerine fırsat verilmeyenleri (uyuşturucu baronları ve mafya çeteleri) mutlu etti. Çünkü, sorgusuz ve vergisiz olarak tüm karanlık varlıkları aklamış olacaklardı. Ve bu fırsatı kaçırmadılar:

Bu kişiler için yapılan açık-kapalı törenlerde medya tanıklığında ve en üst düzeyde destekler verildi. Nutuk, alkış, gülücükler eşliğinde yankı bulan video-fotoğraflar çekildi. Ortaklıklar kuruldu, vatandaş olmayanlar vatandaş olup pasaport aldı!

Tabii ki aklanan kirli-karanlık paralar; bankalara, madenlere, yatlara, ultra lüks köşklere, gökdelenlere akmış, yerli ve milli olmuştu.

Böyle başladı, aklanan kirli paralar rantı, çetelerin de sokakları ele geçirmesi. İşte, şimdilerde: “Bunlar da kim?” dediğimiz türedi zenginler, sokaklardaki kanlı hesaplaşma, çatışma ve infazlar da birer sonuçtur.

Böylece Türkiye dünyada “Gri Listeye” ilk giren en büyük ekonomi oldu!

NOT: 24 Eylül 1991 tarihinden beri üyesi olduğumuz FATF (Mali Eylem Görev Gücü), 21 Kasım 2021 günü: kara para aklama ve terörün finansmanıyla mücadele önlemleri yetersizdir diye Türkiye’yi, Mali ve Ürdün ile birlikte “Gri Listeye” aldı.
Bunlar olurken, ülke halkı için değişen bir durum yoktur. Onların yazgıları gereği olmuştu tüm kaza, deprem, yangın, sel, fırtına, açlık, yokluk, acı ve ölümler!

Tüm bunlar: “Kader planının içerisinde olan şeyler!”

Halkımız, öbür dünyada olacak ‘büyük sınava’ hazırlanıyor!

***

“Bunlar, 21 yılda hiç mi iyi işler yapmadı?” diye sorarsanız ben de:

**Saraylar, otobanlar, köprüler, tüneller, Şehir Hastaneleri, Havaalanları gibi çokça işler yaptılar!

**Bu işler yapılırken de halka: “Cebinizden beş kuruş çıkmayacak!” dediler. Sonra sonra anladık ki bu “yap-işlet” sözleşmeleri “ticari sır” kapsamına alınmış ve bu sözleşmeler ile ilgili uyuşmazlık için İngiliz yasaları ve Londra Tahkim Kurulu’nun yetkili kılınmış, sözleşme bedeli borç “Dolar” olarak kat kat fazlasıyla hazineye borç yazılmış ve günü gelen faturalar bütçeden tıkır tıkır ödeniyor. Bu 30-40 yıl sürecek bir borçmuş, yani daha doğmamış torunlar ve onların çocukları da borçlu olacak!

**Ve yeni yeni anladık, bu “yap-işlet” projelerinin ülkemiz için birer karadelik olduklarını!

Söylerim, size.

İşte Belgeleri:

Sayıştay’ın 2015 yılı raporu ve şimdi de Genel Sağlık İş Sendikası: Şehir Hastaneleri ülke için birer karadelik olmuştur diyor!

Ve bu görüşü aşağıdaki cümle ile de destekliyor:

“17 şehir hastanesine 25 yılda yapılacak ödemelerle her biri 600 yataklı 875 adet devlet hastanesi yapılabilir…”

25 yaş üstü her vatandaş ekran ve meydanlarda gördü ve duyduk, tek yetkili olan Erdoğan halka hitaben: “yap-işlet” projeleri için “Cebinizden beş kuruş çıkmayacak!” dediğini. Unutan varsa ararsa bulur kayıtlarını.

Sanırım şimdi de: “Yap-işlet 30-40 yıl sömür!” diye neşe çığlıkları atıyorlar.

Nereden nereye!

Emin Toprak – DOSTÇA

 273 total views,  1 views today

Yaşam Kozamızdaki Değişim! / Emin Toprak

18.11.2023

Yaşam Kozamızdaki Değişim!

Bir bebek, dünyaya geldiği an, yoğun bir atmosfer basıncı altındadır. O anda yaşadığı şok ve korku nedeniyle ağlayıp çığlık atar. Ağlamak onun konuşma dilidir, istek ve ihtiyaçlarını ağlayarak anlatır.

Daha sonraları korunup bakıldığını ve güvende olduğunu anlayarak kendine sınırlı bir çevre-dünya örmeye başlar. Siz buna: ‘Yaşam Kozası’, ‘Yaşam Çemberi’, ‘Sevgi Çemberi’ de diyebilirsiniz.

Yaşam denen şey, örüp durmaktır kozalarımızı.

Bundan hareketle derler ki: “Her insan, önce kendisini ve adıyla çağrılmayı sever.” ‘Annelik’ duygusunu da hiç unutmadan bu yalın gerçeği kabullenmek (Ve, daha ileri giderek, bu sava ‘her canlı’ sözcüğünü de eklemek) gerekir.

Sevgi çemberinin ilk halkasına: bireyin kendisi-anne-baba-kardeş-akraba, ev, evdeki eşya ve hayvanları da eklenir. Ve adım adım atalardan miras kalmış: anadil, töre, din, inanç, masal, şarkı, türkü, ezgi, sevinç, ağıtlar… gibi korkuyla sevinçle örülü kültürel değerleri öğrenir.

Çoğunluk ömür boyu bu değerleri hiç sorgulamadan militanca, kabullenir yaşar ve yaşatır. Fakat, çok az kişi de izole olmayı, birer ‘öteki-cılız ses’ olmayı göze alarak bazı bilimdışı değerlere karşı çıkar.

Sonra birey; yakaladığı fırsatla yaşayıp-dokundukça yaşam halkaları da gelişip değişir. Bu değişimi: akran, arkadaş, komşu, sokak, mahalle, köy, okul, kent, ülke ve başka ülkelerin yaşantı ve ‘insani’ değerleri ile sağlar.

Bireyler, ulaşıp dokunduğu yerlerde; insanlar, yaşam, inanç, doğa, sanat, müzik, folklor, kültür, … ile tanış olup etkilenirler.

Bazıları, kozasına sıkıca sarılır, üzülür, özlem duyar geçmişe, arar-sorar sılasını.

Bazıları da, örülü yaşam halkalarını, şimdikiler ile kıyaslayıp sorgular. Her yenilikten esin ala ala, pay çıkara çıkara donanır, gelişir ve değişir. Böyle böyle yaşam kozasında bulunan dostları, hem de barışçı ve evrensel olan insani değerleri artar.

İşte yaşam bu!

Evet, doğası gereği her insan önce ‘Ben!’, sonra ‘Yakınlarım’ deyip, onları sevmeye, saymaya korumaya başlar.

O halde bir varsayımda bulunup: “Bu masum bir minnet duygusunun sonucudur” diyebiliriz. Belki de bunu, bir varsayım değil yadsınmaz bir yaşam gerçeği olarak kabul etmek daha doğrudur.

Peki, doğru olmayan nedir?

Doğru olmayan, kişinin ömrü boyu kozasını değiştirmeye-geliştirmeye çalışmaması, sadece olanlarla yetimesi, başka ortamlarda yakınlıklar kurup, yeni dostlar aramayışıdır.

Bilim, yaşam kozasında sadece yakınlarına yer verip onlarla yetinenleri; a-sosyal (sosyalleşmemiş), zavallı, acınası birileri olarak tanımlar.

Fakat unutmayalım ki, hiç de masum kişi-grup-millet değildir böyleleri!

Çünkü bu anlayışla yok edildi nice uygarlıklar ve kültürler!

Bunlar başlattı dünyadaki tüm haksızlık, kötülük, kavga, zalimlik, savaş ve katliamları!

Bunlar yüzünden komşular, komşu ülkeler, dünya ya da insanlık çok çok büyük acılar yaşadı!

Ve önlem alınmazsa, bu vahşet devam edecek!

***

Şimdi biraz da tarihe, sosyolojiye bakalım:

Varsayalım ki, insanlık tarihinin en eski ölümlü çatışması ‘Hâbil ile Kâbil” olayı ya da söylencesidir.

O zaman diyebiliriz ki, iki kardeş arasında yaşanan bu ölümcül çatışma sonrasında yaşanan tüm kavgalar, zulüm-zalimlikler ve savaşlar da: ‘Benim olsun!’ anlayışının birer sonucudur.

Emperyalistler bu anlayışı zamanla: “Ötekilerin değil, bizim olsun!” anlayışı şekline dönüşmüştür.

Bencillik-zulüm-sömürü üzerine kurulup gelişen bu insanlık düşmanı anlayışa: kimi faşizm, kimi ırkçılık, kimi de milliyetçilik diyebilir.

Bunların tümü: önce ben/bana/biz/bize diye yola çıkar ve en iyi, en doğru olan: benim soyum-dinim-dilim-inancım-kültürümdür derler. Buradan hareketle ‘diğer’ soy, dil, kültür, inanç ve değerlerini yok-öteki-başka saymış, onlara ‘kendi kimliklerini’ şırınga etmeye çalışmış ve böylece bir insanlık suçu olan asimilasyonu uygulamışlardır.

Emperyalistler ve faşistler, sömürmek için başlattıkları savaşları ‘haklı’ göstermek ve halk desteği alabilmek için soy ve inançlara dayalı yalan-yanlış ‘algılar’ üretirler.

Bu bencil, yok sayan, arkaik katil anlayışın ‘haksız’ savaşları, insanlık tarihi boyunca hep uygulanageldi, işbirlikçi ırkçı odaklar oldukça da devam edecektir.

Bu insanlık düşmanı ölümcül salgın, ancak insani değerlerle donanıp örgütlenmiş halkın onurlu karşı duruşuyla son bulur ve ‘barış’ sağlanır. Çünkü, barış olmadan, özgürlükleri ve ekmeği azalan büyük, çok büyük çoğunlukların sömürü ve ezilmesi devam eder.

Barışı gürleştirip çoğaltan, zenginleştiren ve ayırım yapmadan tüm insanlara eşit adil gelecek sağlayan güç demokrasidir. Demokrasi, gücünü farklılıkları zenginlik kabul ederek kazanır.

Dikkat, dikkat!

Eğer, yaşam kozanız evrensel değerlerle değil de sadece yerli ve milli değerlerle örülürse, savaş sevici zalimlerin yanında silik bir kişilik olarak yapayalnız kalırsınız!

Barış için birliktelikler arttıkça, savaş sevici ve halk düşmanı olanlar: daha gergin, daha öfkeli, daha saldırgan olurlar!

*

Ve bize yakışanı da şair söylemiş:

Yüreğe sevda,

Gözlere haya,

Ve en çok yaşamak yakışıyor,

İnsanca , Sevdaca , Duruca…

/ Ahmet Telli

 

Emin Toprak – DOSTÇA

 224 total views

Cumhuriyet 100 Yaşında! / Emin Toprak

14.11.2023

Cumhuriyet 100 Yaşında!

Branşımız ayrı, mesleğimiz aynı olan, çok sevip saydığım bir büyüğüm-dostum aradı.
Onun branşı edebiyat, sözü ve kalemi güçlüdür.

Uzunca bir sohbet yapmak istediğini, fakat okuldan gelecek torununu beklediği için zamanı kısıtlı olduğundan, uzun sohbeti başka güne bırakalım dedi, sonra da:

“YILGINLIK YOK!” yazını okudum çok beğendim, fakat yazının girişinde beni şaşırtan bir tuhaflık var!

Ne demek istiyorsun?” dedi.

Anladım!

Sık sık eleştiri ve övgüler aldığım abiye saygı duydum.

Ve birden üç eğitimciyi anımsadım-düşündüm.

*Birincisi:

Öğretmen-yazar-gazeteci Necmettin Salaz! Yakın zamanda ölmüştü. Onun, niçin “Kürtmüşüz” adlı bir kitap yazdığını ve Van’daki cenaze törenine, sadece 50 yaş üstü olanlar alındığını anımsadım.

*İkincisi:

Mizgîn Yalçın (Seçmeli Kürtçe Öğretmeni), mesleği için sosyal medyada “Kurdi Online” hesabı açmış. Kürtçe öğretimine yönelik videolarıyla ün kazanmış ve 76 bin takipçisi olmuş. 2021 yılında da: “En İyi Youtuber Eğitmen Ödülü” almış. Şimdi bu üretici öğretmen, sosyal medyada linç edilmek isteniyormuş!

Neden?

*Üçüncüsü:

Meslektaşım olan abi. Acaba ben, bu abiye tuhaf gelen ve onu şaşırtan ne yazmışım?

İşte o yazının ilk dört satırı:

İyi günler!
Rojbaş!
Selam size sevgili kardeş ve dostlarım!
Slav ji wera bra û hevalên delal!

Hepsi bu! Kardeş ve arkadaşlar için yazılmış selamlaşma cümleleri!

Birinci ve üçüncü cümleyi: öğrenim gördüğüm Türkçe ile, ikinci ve dördüncü cümleyi ise; yok sayıldığı için alfabesi ve gramerini yeterince bilemediğim anadilim Kürtçe ile yazdım!

Ve sonra yukarıdaki üç olayı birleştirerek düşündüm.

Ve irkildim!

O anda titrek dudaklarımdan dökülen fısıltı şuydu:

İşte, 100. yılını kutladığımız Cumhuriyetimizden insan manzaraları!

***

Bu manzaralar 3-5 değil ki, yüzbinleri bulur, sayamayız!

Biraz da ülkemizin Cumhuriyete geçiş yıllarına bakalım:

Birinci dünya savaşında, pek çok kimlik ve inancın bulunduğu, büyük fakat güçsüz Osmanlı İmparatorluğu yenik, emperyalist güçler galiptir!

Osmanlı imparatorluğu parçalanmış, orduları dağıtılmış, başkenti ile bazı bölge ve kentleri talan ve işgal edilmiştir.

Böyle bir ortamda, Osmanlı subayı Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919 günü görevli olarak Samsun’a gider. Ve O, sarayın verdiği görevi değil, işgal edilen yurdunu düşünmektedir.

Bu düşüncesini gerçeğe dönüştürmek için de kendisi gibi asker olan Refet Bele, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Mersinli Cemal Paşa ile bu işgalden kurtuluş için yol-yöntem ararlar.

Bu amaçla Anadolu’daki tüm etnik ve inanç gruplarının ağa, bey, şeyh, hoca gibi feodal liderleriyle temas kurar, toplantılar yaparlar.

Anlaşıp uzlaşınca: 21-22 Haziran 1919 Amasya genelgesini hazırlayıp peşi sıra: 23 Temmuz – 7 Ağustos 1919’da Erzurum, 4 -11 Eylül 1919 Sivas kongreleri yapılır ve 1921 Anayasası kabul edilir. 1919-1922 yıllarında da Saray’a rağmen, halkın can ve mal katkılarıyla Kurtuluş Savaşı başlar ve işgal edilen topraklar kurtarılır.

Bu birliktelik ve uzlaşı ortamı sağlayan 1921 Anayasasındaki demokratik ve eşitlikçi maddeler şunlardır:

“Madde 1. Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
Madde 2. İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.
Madde 3.- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “Büyük Millet Meclisi Hükümeti “ unvanını taşır.
Madde 4. Büyük Millet Meclisi vilâyetler halkınca müntahap azâdan mürekkeptir.
Madde 11.Vilâyet, mahallî umurda mânevi ve muhtariyeti haizdir…”

Görüldüğü gibi bu kurucu Anayasa; Padişahın “tek kişi” buyruğuna bağlı yönetimine son vermiş. Çoğulculuğu esas almış, Vilayetlere muhtariyet ve yerinden yönetim yetkileri vermekle demokratik bir öz kazanmıştır. (Bugün bu demokratik hakları istemek bile ‘hainlik’ kabul edilmektedir)

Ancak bu uzlaşı ve barış ortamı uzun çok uzun sürmez. 1924 Anayasası kabul edilirken, Anadolu halklarına özellikle Kürtlere Amasya, Erzurum Sivas görüşmeleri ve 1921 Anayasası ile verilen söz ve demokratik haklar yok sayılmıştır.
Böylece ülkede çok kültürlü çok dilli bir çoğulculuk kalmamıştır. Devletin sosyal hayat ve eğitim politikası: ‘Güneş Dil Teorisi’dir. Ve bu ‘tekçi’ bir anlayıştır. ‘Bir Türk Dünyaya Bedeldir’, ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’, diye diye büyüyenlerin tabii ki azgın bir egosu olur. (Birkaç yıl öncesine kadar 6-7 yaşından itibaren tüm öğrenciler güne ‘Türküm’ andıyla başlardı. Halen bunun özlemini çeken çokça insanımız var.)

Yukarıda anlattıklarımız, bugünkü kutuplaşmalar, çatışmalar, bütçemizin çok büyük kısmının ölüm makineleri ile yok olması, yoksulluğumuz ve bugün yüksek yargıda yaşanan krizlerin tümü, bu inkarcı, yok sayan, tekçi, Türkçü anlayışa dayalı eğitimin sonucudur!

Böylece ben/biz olanlar esas vatandaş, o/onlar ise değersiz-kimliksiz kendilerine bağımlı sayılmışlardır.

Tekçi anlayışla herkesi kendilerine benzetme: sokakta, okulda, askerde, mecliste … her yerde!

Amaç: Kürdü Türkleştirmek! Aleviyi Sünni kılmak! Alevi Köyüne Cami yapmaktır!

Bunun için laiklik, insan hakları ve özgürlükler yok oldu, hapishaneler fikir suçlularıyla doldu.

Cumhuriyetin en önemli özelliği seçme-seçilme hakkıdır derler! Hani, nerde seçilmiş vekiller ve belediye başkanları?

Başlatılan Kayyum düzeni nedir?

Bu yüzden, asimile olan 15 yaşındaki öğrenci-emekçi Vanlı Necmettin Salaz, dede ve ninelerinin Türkçe bilmediğini bile bile unutur. İş yerinde tanışıp çok sevip saydığı ‘abi’ ona: “Siz Kürtsünüz” dediğinde, ‘Türk’ olduğunu, ‘Kürt’ denilerek aşağılandığı duygusuyla öfke nöbeti geçirir ve sevip saydığı o abiye küfürler eder!

İşte bu yüzden “Seçmeli Kürtçe” öğretmeni Mizgîn Yalçın, sosyal medyada linç edilmek istenir!

İşte bu yüzden meslek büyüğüm abi, bana: “… yazının girişinde beni şaşırtan bir tuhaflık var! Ne demek istiyorsun?” diyor!

FAKAT bence bu tür söylem ve eylemi olanların suçu yok, hepsi haklı!

Çünkü onlar; çok dilli, çok kültürlü, çoğulcu bir anlayışla barış içinde büyütülmedi.

Çünkü onlar Türkçü (tekçi) bir anlayışla eğitildiler, bu azgın egoları da bu yüzden.

Ve yazımızı bir şarkının iki dizesiyle bitirelim:

“Her geçen bir yudum aldı. / Sen hepsini iç Sultanım!”

Emin Toprak – DOSTÇA

 230 total views,  1 views today

YILGINLIK YOK! / Emin Toprak

06.11.2023

YILGINLIK YOK!

İyi günler! 

Rojbaş!

Selam size sevgili kardeş ve dostlarım!

Slav ji wera bra û hevalên delal. 

Bana ulaşabilen dost ve okurlarımdan kimi: 

“Neredesin, ne oldu sana, iyi misin niçin/neden yazmıyorsun?” 

Kimi, kızarak, bağırarak hesap soruyor! 

Kimisi de, üzülme boş ver değmez diyordu. 

*

(Cemal Süreya’yı anımsadım birden! O, diyordu ki: 

“Üzülme değmez sözünü duymaktan sıkıldım.

Değmeyenlere zaten üzülmem.

Üzüldüğüm şey;

Değmeyenlere, yüreğimin değmiş olması.”)

*

Hepiniz haklısınız sevgili dostlarım! 

İşte hepinize cevabım: YAŞIYORUM! 

İsterseniz bu nasıl bir yaşamsa, adım adım birlikte görelim. 

Son yazımı 17 Mart 2023 günü yazmışım. 

Bugün ise 5 Kasım 2023! 

Demek ki yazmayışım, yedi buçuk ayı aşarak 233 güne ulaşmış! 

Yazılarımda daha çok toplumsal çığlıkları dile getirmeğe çalışıyordum. 

Satırlara döktüğüm bu çığlıklar da: düşündürmek, farkındalık oluşturmak amaçlıydı. Yani amacım: duyan-duyup anlamayan kulaklara, gören-görmek istemeyen gözlere, egosuna yenik düşmemişlere-düşmüşlere, yastığa baş koyunca vicdan sesi duyanlara ile vicdanına pranga vuranlara, azıcık dokunmak, bir ses, bir soru, bir ünlem olarak ulaşmaktı.

Özetle: hem dost hem de dost olmak istemeyenleri sarsmak istiyordum!

Çünkü bugün ülkemizde, dünden daha çok Yokluk-Yolsuzluk-Yasak (3Y) var. İnsan hak-özgürlükleri yok sayılıyor, haksız hukuksuz olaylar sonucu köy-kasaba-şehir her yer, acı çeken milyonların çığlıklarıyla inliyor.

Demek ki yazacak, yazılması gereken çok, pek çok konu var!

Peki ben neden/niçin yazamıyorum ki?!

Düşündüm, taşındım ve en sonunda:

“Kalemim bana küstü!” dedim. (Sanırım kendimi aklamak içindi bu!)

Evet, kalemim bana küstü demiştim.

Küsmek, soğuk gibi görünse de içi sevgi dolu yüce bir insani duygudur aslında. Yaşamda sevilmeyen, sayılmayan, değersiz görülenlerin üstü çizilir, yok sayılır, unutulup gider onlar. Bir düşünelim, eğer ben-sen-o, bana-sana-ona, yani tanışlara, dostlara küsmüşsek, aslında bu onların bizce değerli oluşundandır.

***

Başlamak, ısınmak, yoğunlaşmak ve alışmak için bugün size bugüne kadarki suskunluğumun hikayesini anlatmak istiyorum:

Hapşırık, öksürük ve hafif bir ateşle başlayan, isim konmamış bir hastalık yüzünden, yataklara düşmesem de yazan kalemi ve klavyeyi bırakmıştım.

Bir hafta sonra hastalık tam olarak geçmese bile, yaşamım normale dönmüştü. Haydi bi’şeyler yazayım diye kalkıp masanın başına geçtim. Masadaki kalem, not tutmalık çeyrek a-4 kâğıtları ve klavye vardı, onları okşayarak selamlayıp oturdum.

Kafamın içinde çokça yaşanmışlığın acı ve çığlıkları vardı. Ve onların her biri: “Önce beni/bizi anlat!” diye yarışıyordu adeta. Ben ise tutuk olmuştum! Ne bir öncelik sırası belirliyor, ne de bir konuya yoğunlaşıp yazabiliyordum.

Aslında daha önceleri ben-kalem-klavye aramızda bir görev bölümü yapmıştık ve herkes işini bilirdi. Ben düşüncelerimi söylerken onlar da söylenenleri sabırla yazarlardı.

‘Sabırla’ dedim!

Evet, çok sabırlıydı onlar. Şöyle ki, bazen beğenmediğim bir sözcük veya cümle için dakikalar, saatler, hatta günlerce arayışım olurdu. Kalem, klavye ve o tamamlanmayan yazı, hiç karşı çıkmadan susar beni beklerlerdi. Eğer, yazılanda beğenmediğim bir sözcük-bölüm varsa, isteğime göre kalem onu çizer, klavye kesip-siler, bazen de ben silgiyle silerdim.

Bilemem, belki de onlar, bu silip-kesip-yok etmeleri, kendi emeklerine bir saygısızlık görüp (haklı olarak) bana kızmışlardır! Fakat bunu bana hiçbir zaman yansıtmadan yazmaya devam ettiler.

Sonra, ben mi kaleme, klavyeye, not aldığım kağıtlara küstüm, yoksa onlar mı bana küstü bilemiyorum. Fakat bazı kuşku ve endişelerim vardı: Buyruk kimden gelmiş bilmiyorum, fakat sanki parmaklarım, kalem, kâğıt ve klavye sözleşip bana karşı bir direniş başlatmıştı.

Bu haksız direnişte beni üzen-sarsan da: sevinç, neşe, heyecan, haz, cesaret, güven, özgüven, özsaygı… gibi insani duygularımın tepkisiz kalışlarıydı. Günler geçtikçe ben de bu suskunluğa alışmıştım sanki!

Sanki; gözlemlerim, okumalarım, tanıklıklarım, kulaklarımda yankılanan çığlıklar içimdeki derinlere saklanmış, beni dürtmez ve düşündürmez olmuştu. Bu nedenle yaşamımda derin bir boşluk oluşmuş, dengem bozulmuştu ve bende bir yılgınlık başlamıştı.

NOT: bu süreçte kazancım çok kitap okumak oldu, örneğin: Murat Tuncel ve Sezgin Kaymaz’ın hemen hemen tüm eserlerini… Ve Rus edebiyatının önderlerinden sayılan Şair-Yazar LERMONTOV’un dev eseri: “Zamanımızın Kahramanı”nı zevkle okudum.

Fakat yazmak benim için; düşünme, sorgulama, değiştirme, geliştirme, yaşamak demekti. Benim işim, birer değerli taş olan sözcüklerle ülkemi, insanları, çevremi, insanlığı, onların acı, sevinç, hak ve özgürlüklerini anlatmak, yazmak, konuşmak, paylaşmaktır.

İşte o zaman özgür-özgün-üreten bir birey olabilirim.

Ama eğer yapılan haksızlıkları, görmez, yazmaz, anlatmaz, konuşmaz olup sessiz kalırsam, o zaman yetilerim körelir bir ot gibi olurum.

Bence, ülkemiz sorunlarıyla başa çıkmak için herkes bir şeyler yapmalı.

Şimdi anladım ki, kalem ile klavyenin bana karşı direnişe geçtiği, benim yazmamak için bulduğum bir bahane imiş.

Şimdi anladım ki sorun da suçlu da benmişim!

Yılgın olduğum için kalem ile klavye yazamaz olmuş!

Şimdi anladım ki, kalemsiz olmuyor, özgür ve özgünce yazmalıyım!

Ve bugün masaya oturdum, gördüğünüz gibi artık yazabiliyorum!

Yaşasın!

İşte yeniden buluştuk ve yol almaya başladık yavaş yavaş!

Merhaba dostlar, merhaba!

Yılgınlık yok, yola devam!

Emin Toprak – DOSTÇA

 284 total views

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu