Press "Enter" to skip to content

Kapatılan Köy Okulları ve Kredi Kartları / Bülent Avcı

Brzeg 27.12.2020

 

 

 

Jaisingpur Kapatılan Köy Okulları ve Kredi Kartları

Bülent Avcı

4+4 sistemini bahane ederek Türkiye’de birçok köy okulunun kapısına kilit vuruldu. Yüzbinlerce öğrenci minibüslerle kasaba ve kentlerdeki okullara taşınıp durmakta. Her konuda olduğu gibi bu konuda da kamuoyuna açık demokratik bir tartışma yapılmadan efendilerin isteği ve emri yukarıdan aşağıya empoze edildi. Köylerde yaşayan ailelerin ve öğrencilerin mağduriyeti kimin umurunda?

(Rakamlar Birgün gazetesinden alınmıştır)

Yukarıdaki tablolun gösterdiği gibi, kapanan okul sayısı ciddi bir rakam teşkil etmekte. Bir köy ilkokulundan mezun olmuş bir eğitimci olarak bu konuya biraz kişisel ve duygusal yaklaşacağım izin verirseniz…

Doğma büyüme Karadenizliyim ben. Aşağıda resmini gördüğünüz, taşımalı eğitim uygulamasının ardından, harabeye dönmüş Yavuz İlkokulunda okudum ben. Karadeniz sahil şeridinde, Ordudan Sarp sınır kapısına kadar olan bölgede binlercesine rastlayabileceğiniz harabeye dönmüş okul binalarından sadece bir tanesi.

Yavuz ilkokulu-Rize, Pazar, Hasköy

Oysa köy okulları kırsal kesimlerde kültürel canlığa ortam hazırlayan yerlerdi. Öğretmenler atama yoluyla yerleştirildiği için köy ortamına dışarıdan kendi kültürlerini getirmekteydiler. Bu anlamda sadece öğrencileri değil tüm köy halkını eğitmekteydiler. Gökçeada öğretmen okulundan mezun olmuş yeni evli bir çift atanmıştı bizim ilkokula 1979 yılında: Hanife hoca bizim okula, kocası Mehmet hoca yakın bir köy (Dağdibi Köyü) okuluna atanmıştı. Yavuz İlkokulunun Lojmanında yaşıyorlardı. Hanife hoca, derslerden arda kalan vakitlerinde, köyün kadınlarına ve genç kızlarına okuma yazma öğretiyor ve kitap okuma günleri yapıyordu. Mehmet hocada kahvehane ve ev sohbetleriyle dargınları barıştırıyor ve demokratik değerleri, yardımlaşma-dayanışma kültürünü geliştirmek için çaba harcıyordu…

Taşımalı sistemden sonra aileler bir süre daha köyde yaşamayı sürdürdü fakat karda, kışta, yağmurda köyden kasabaya minibüslerle in-çık… Baş edilecek gibi değildi. Ahırdaki ineklerini ve kümesteki tavuklarını satıp evlerine kilit vurarak herkes bir şekilde kasabalara taşındı.  Bir zamanlar yaşam ve kültür dolu Karadeniz köyleri bugün artık sezonluk yayla evlerine dönmüş vaziyette. Yaz aylarında çay ve fındık sezonu için canlanan köyler kış aylarında ürkütücü bir ıssızlığa teslim oluyor.

Bu durum ilk bakışta kendiliğinden (spontane) bir toplumsal akış gibi görünse de, biraz altını eşeleyince  kazın ayağının hiç de öyle olmadığını anlıyorsunuz.

4+4 martavalı ile insanlara yutturulmaya çalışılan taşımalı sistemin esas amacı, görece olarak kapitalist tüketim kültürünün dışında yaşayan köy sakinlerini bu tüketim çarkının içine dahil edip herkese kredi kartı dağıtmaktı ve başarılıda oldu. Bir anda şehre kapağı atan insanlar tüm ihtiyaçlarını sayıları her geçen gün artan süper marketlerden karşılamaya başladı: Yoğurdu, ekmeği, meyveyi sebzeyi…

Oysa Karadeniz köylerinde kendine yeten ve bugünlerde meşhur olan deyimle süründürülebilir bir gıda-yaşam döngüsü vardı. Üzüm ve hurmadan pekmez yapılır, hamsinin kışlık salamurası bidonlara doldurulurdu. Dere kenarlarında kurulan değirmenlerde kışın kurutulan mısırdan ekmek  unu yapılırdı. Sebze ve meyveler kışın buzdolabı vazifesi gören serender de kurutulur ve kış boyu yenirdi. Her evin bahçesinde mutlaka lahana bulunur ve onun yemekleri yapılırdı. Herkesin ahırında en az bir ineği, kümesinde tavukları bulunurdu… et, süt, peynir, yoğurt, ekmek bakkaldan maketten alınan değil bizzat evde yapılan şeylerdi. Toprağa ekilecek tohumlar bir önceki seneden güneşte kurutulup saklanırdı; parayla alınmazdı. Çok uzak bir geçmişten değil 5-10 sene öncesinden bahsediyorum… Ortalama bir hanenin mağazadan para verip almak zorunda olduğu şeyler son derece sınırlıydı. Banka ile, kredi kartı ile işi olan insan sayısı çok azdı.

2010-2020 arası il bazında Karadeniz sahil şeridinde kredi kartı başvuru rakamlarına baktığınızda taşımalı sistemle tasfiye edilen köy okullarının küresel sermayenin ve onun yerli işbirlikçilerinin çok ince çalışılmış bir tezgahı olduğunu anlıyorsunuz.  Köy ilkokullarının kapatılması kesinlikle bir zorunluluk değil politik bir tercihtir. Bu okullar pekala açık tutulabilir ve 4+4 ün ilk dört yılını karşılayabilirlerdi…

Köy okullarının durumuna ileriki yazılarımda daha derinlemesine değineceğim.

2021 yılının hepimiz için seçeneklerin daha çok ve mecburiyetlerin daha az olması dileğiyle…

Bülent Avcı
Seattle, Aralık 2020

 1,319 total views,  1 views today

Eğitim Ne İşimize Yarar? / Kemal İnal

27.12.2020

 

 

 

Eğitim Ne İşimize Yarar?

Kemal İnal

Hemen herkes, eğitime olumlu bakar. Çünkü eğitilerek pek çok iyi şey kazanırız: yeni bilgiler, çağın ruhuna uygun beceriler, bir meslek için gereken formasyon, sosyalleşme, yeni bir çevre, okuyup öğrenmenin hazzı vb. O yüzden Sümerler’den bu yana eğitime bakışımız olumlu. Tabii eğitim derken aklımıza ilk gelen şey, okula gitmek. Çünkü okul, diploma gibi belgelerle eğitimli olduğumuzu onaylar. Bir de zorunludur, çocuk/öğrenci için çok keyifli sosyal bir ortamdır vb. Tabii okul dışı eğitim ortamlarını da önemseriz. Şu bir gerçek: Okulun avlusu giderek genişlerken yani, Durkheim’ın toplumun minyatürü olarak gördüğü okullar/derslikler bir anlayış olarak yaygınlaşırken (örneğin “ev okulu/homeschooling” veya “çevrimiçi öğretim” vb.) biz de, büyük ölçüde piyasaların da taleplerine uygun olarak, daha fazla ve sürekli bilgilenmeyi önemseriz. Piyasanın “yaşam boyu öğrenme” olarak lanse ettiği şey. Çünkü aldığımız her türlü eğitimin bir işimize yarayacağına ikna ediliriz uzmanlar tarafından. Ne var ki, akademisyenlik yıllarım boyunca hep, kimi öğrencilerden “bu bilgiler ileride ne işimize yarayacak” sorgulamasını işitip durdum. Bu pragmatik bakış açısı aslında haklı. Bir işe yaramayan bilgiler neden öğretilir ki? Matematikte öğrendiğiniz denklem çözümleri ileride hangi işimize yarayacak? O halde, bir bilgiyi neden ve hatta nasıl öğrendiğimiz önemli bir konu.

Neden sorusu işlevsellikle yüklüdür. Her öğrendiğimiz şeyin pratikteki karşılığını arar dururuz. Bu aslında rasyonel bir bakış açısı. Ancak felsefe dersinde metafizik tartışması yapmanın pratik hayatta bir getirisi olamaz. İlk bakışta olamaz gibi görünür; ne var ki, daha derin düşününce, bir getirisinin olduğu ortaya çıkar: Düşünmeyi ve uslamlamayı öğrenirsiniz, böylece zihniniz gelişir ve çıkarımlarda bulunmayı, en azından tartışma yapmayı öğrenirsiniz. Çoktandır öğrencilerin derli-toplu düşünemediğinden, düzgün yazamadığında, olaylar arasında mantıksal bağlantılar kuramadığından yakınır dururuz. Neden? Eğitim genelde insan zihnini terbiye ederek geliştirir. Donanım kazanır, formasyon ediniriz; karakterimiz şekillenir, bir kişiliğimiz oluşur. Aslında bütün bunlar eğitimdeki her türlü bilgilendirmenin bir sonucudur. Örneğin matematikte denklem çözerek, gerçek yaşamdaki sorunlarımızı çözme alışkanlığı ediniriz. Okul bahçesinde sırayla dersliklere girmek, ileride herhangi bir şey için bize kuyruğa girmeyi, sıramızı beklemeyi, başkasının hakkına tecavüz etmemeyi öğretir. Aynı şekilde, derslikte söz isterken parmak kaldırmak da bize sabırlı olma ve izin alma alışkanlığı kazandırır. Tüm bunlar, eğitimin “gizli müfredat” (hidden curriculum) konusudur aslında. Matematik problemi (denklem) çözmek, açık müfredatın konusudur ancak o denklem çözümüyle edindiğimiz sorun çözme inancı, kapasitesi ve eğilimimiz de bir gizli (gizlice beklenen) müfredat hedefidir.

O halde eğitim, bizim aslında her işimize yarar. Ama biz, aldığımız eğitimin nerede, ne kadar işimize yaradığını bilemeyebiliriz. Eğitim pratik/tikel olduğu kadar birikimsel sonuçlar da yaratır. İşte Batı bu şekilde ileri bir uygarlık kurabildi.

 2,895 total views

Yaratıcı Eğitim / Mete Akoğuz

09.10.2020

 

 

 

 

 

YARATICI EĞİTİM

Mete Akoğuz

Ülkemiz eğitim sistemi yetiştirdiği insanları eğip bükmeye çalışırken, diğer ülkeler eğmeden, bükmeden dik duran insanlar yetiştirmeye çalışıyorlar. Klasik eğitim bilimleri teorilerimiz hep söyleneni yapan insan tipini geliştirmeye çalışırken, gelişmiş ülkeler bir şeyler söyleyecek insanın alt yapısını oluşturacak eğitimlerle çocuk yetiştiriyorlar. Öğretmen okullarında, konuları ezberleyip not alıp geçmekten başka bir şey düşünmeden mezun olan öğretmen adayı, mesleğe başladığı yıldan itibaren emekli olana kadar aynı şeyleri tekrar ederek durumu idare etmekte, yenilikleri takip etmemekte ısrar etmektedir. Kendisini aydın olarak tanımlayan öğretmenlerde bile maalesef bu gerçekle karşılaşmaktayız. Kendisini geliştirmeyi öğrenememiş bir öğretmenin, öğrencisinde yeni bir şeyler geliştirmesine olanak yoktur.

Ülkenin ihtiyacı olan yaratıcı insanları yetiştirecek öğretmenlerin, kendilerini yaratıcı birey olarak yetiştirmesi gerekir. Oysa öğretmen yetiştiren kurumlarda verilen eğitim tek düze, bir birini tekrar eden, yaratıcılıktan uzak, öğretmen adayının eğilip, itaat etmesinden başka bir şey istemeyen bir eğitimdir.

Günümüzde özellikle ilkokul öğretmenlerinin içinde, 30 yıldır aynı dersi aynı şekilde anlatan öğretmenler çoğunluktadır. Özellikle gelişen iletişim olanaklarıyla çağı yakından takip eden öğrenciyi, eğitimin ilk yıllarında eğip bükmeye çalışmanın modası artık geçmiştir. Öğrencisine özgürce konuşma olanağı yaratarak, onların yaratıcı yönlerini ortaya çıkaran öğretmenler hemen ön plana çıkmakta, veliler tarafından tercih edilen öğretmen olarak göze batmaktadır. Bu öğretmenler çağı yakından takip etmekte, öğrencisiyle çağa uygun ortak dili kullanmakta, öğrencinin kendisini rahatça ifade etmesine fırsat tanımaktadır. Bu öğretmenler kendini geliştirmek için alternatif yollar aramaktan geri durmayıp, devamlı araştırarak kendini geliştirmektedir. Bu çabasının sonucunda da aranan öğretmen olarak çok kısa sürede sivrilmektedir.

İçinde bulunduğumuz ve eğitimlerin evlere taşındığı şu günlerde, özellikle kendini teknolojik alanda geliştirmiş öğretmenlerin ortaya koyduğu tempo ile uzaktan eğitimin gerektirdiği bilgiden yoksun öğretmenlerin farkı çok net olarak ortaya çıkmıştır. Öğrencilerinin her ortamda yeteneklerini ortaya koyması için çaba harcayan öğretmenler, öğrencileriyle uzaktan kurdukları iletişimlerle onların gelişimlerine önemli katkılar sağlamışlardır. Her şeyi Bakanlıktan gelen talimatlara göre düzenleyen ve kendi çabasıyla bir adım ileri gitmekten uzak öğretmenler, ders işlemekten bile korkarken, öğrencilerinde yaratıcı yetenekler geliştirmeye çalışan öğretmenler eğlenceli etkinliklere imza atmıştır.

Eğitimin ve öğrencilerin özgürleşmesi, en temel ülke sorunudur. Öncelikle öğretmen yetiştiren kurumlarda özgür bir eğitimin kapıları açılmalıdır. Kendisi özgür ortamda yetişen öğretmen, öğrencisine de özgür ortamlarda yaratıcı yeteneklerini ortaya koyma şansı verecektir. Öğretmen yetiştiren kurumların yaratıcılık lafından bile rahatsız olduğu bir ortamda, öğretmen adayından farklıyı hayal etmesini beklemek anlamsızdır. Öncelikle yaparak yaşayarak, nasıl bir eğitim vereceği konusunda eğitim almamış öğretmen adayının, öğrencisine de yapma ve yaşama olanağı yaratması imkânsızdır. Eğitim yöneticilerinin beylik konuşmalarında ‘yaparak yaşayarak, yaratıcı bireyler yetiştirin’ talimatını nasıl yerine getireceğinden habersiz öğretmenlerle eğitim sistemi yürütülmektedir. Oysa öğrencisinin yeteneklerini geliştirecek, özgürce kendisini ifade etmesine olanak yaratan, hayal kurmalarına zemin hazırlayan yaratıcı öğretmenlere ihtiyacımız var. Bunun temelleri öğretmen yetiştiren kurumlarda atılmalı ki, oradan yetişen öğretmen adayları da öğrencilerinde bu becerileri geliştirmek için çaba gösterebilsin.

Her öğrenci farklı yetenek ve becerilere sahiptir ve her birinin öğrenme stili farklıdır. Öğretmen öğrencisinde gördüğü yeteneğin daha üst boyuta taşınmasına katkı sağlayacak kişidir. Öncelikle öğrencinin hangi yönlerde gelişebileceğini belirleyen öğretmen, onun daha ileri gitmesinin yollarını açacaktır. Birçok öğretmen kendi bilgi ve becerisindeki eksikliği göstermemek için körü körüne disipline başvurmakta, öğrenciye söz hakkı vermeyerek kendini ortaya koymasını engellemektedir. Olması gereken; öğrencinin bilgiye ulaşması için her tür olanağı yaratıp, özgürce uçan bireyler yetiştirecek öğretmenlerle yola devam etmektir.

 1,616 total views,  1 views today

Üniversitenin Misyonu Üzerine / Ulaş Başar Gezgin

15.10.2020

 

 

 

 

Üniversitenin Misyonu Üzerine

Ulaş Başar Gezgin

Her şeyin başı eğitim mi? Eğitim her şeyi çözer mi? İşin aslı, bozuk düzende işlemeyen diğer çarklar, eğitimin her şeyi çözmesine engel. Diğer bir deyişle, eğitim, diğer toplumsal kurumlardan bağımsız değil; medya, hukuk, aile gibi kurumlar sos verdiğinde eğitimin elinden bir şey gelmiyor. Tersi de elbette geçerli, bozuk bir eğitim sistemi, diğer kurumları da işlemez hale getiriyor.

Önsözle Kitabın Tutarsızlığı

José Ortega y Gasset’in (1883-1955) ‘Üniversitenin Misyonu’ adlı kitabı (1966/1997, İstanbul, Birleşik Yayıncılık) işte böyle yanıltıcı bir iyimserlikle açılıyor. Fakat ilk satırlar onun değil, önsöz yazarının… Buna göre, “genel eğitim problemini çözebildiğimiz takdirde, bir üçüncü dünya savaşını gündemimizden tereddüt etmeksizin çıkarabiliriz” (p.7). Keşke bu kadar kolay olsaydı. Yazarın bu satırları ekonomi politik etkenlerin başat olduğu 2. Paylaşım Savaşı sonrasında kaleme alıyor olması da ayrı bir ironi örneği… Şöyle devam ediyor Önsöz: “Meselenin cehaletten ziyade bencillik olduğunu öne sürerek karşı çıkabilirsiniz. Bu itiraza yanıtımız; bu tür sığ ve sosyal açıdan zararlı maksatlar ancak cehaletin ikinci dereceden etkileridir” (p.9).

Önsöz yazarı, kitabın temel savlarını ıskalamış görünüyor, çünkü Ortega bu “her şeyin başı eğitim” sözüne karşı: “Yani, milletler büyüklerdir, çünkü okulları temel, orta veya yüksek kalitelidir. Bu geçen yüzyılın sofu idealizminin tortusudur. Okula hiçbir zaman sahip olmadığı ve olamayacağı bir güç atfeder” (p.68).

Eğitim ve Diğer Kurumlar

Ortega, taklitçiliğe de karşıdır. İngiliz modelini uygulamak, memleketine çok bir şey katmayacaktır; çünkü eğitim diğer toplumsal kurumlardan bağımsız değildir. Yoksa, bir öğenin taklidiyle, “altı kaval üstü şeşhane” durumlar yaşanacaktır. Şöyle devam eder yazar: “Fakat, aynı şey bu milletin dini, devlet adamlığı, ekonomisi ve başka binlerce şeyi için de geçerlidir. Bir milletin yüceliği birçok unsurun bileşimidir. Şayet bir halk siyasi yönden kötü bir konumdaysa, en kusursuz okullardan dahi bir şey ummak beyhudedir. Böyle bir durumda okullar ülkenin arta kalanınca yabancı ve onlardan ayrı yaşayan çok küçük bir grup için vardır.” (s.68) 

Eğitimle Bilim

Daha sonra yazar, İngiliz ve Alman eğitim sistemindeki sorunlara dikkat çeker. Hiç bir sistem sorunsuz değildir. İlerleyen sayfalarda, yurtdışından dönüp eğitim konusunu iyice anlamadan bin bir çeşit reform önerenlere veryansın eder (s.108). Yine de, yer yer kalıp yargılara yer verdiği (bkz. s.120) ve Avrupa-merkezcilik (s.127-128) yaptığı görülür. Almanya’da en ileri bilim insanlarıyla tanıştığını söyler ama içlerinde bir tane bile iyi öğretmen yoktur (s.123). Eğitimle bilim farklı alanlardır.

Uzmanlaşma

Ortega’ya göre, çağdaş üniversitenin iki temel misyonu vardır: Mesleki eğitim (mimar, mühendis, doktor vb. yetiştirmek) ve araştırma. Bir diğer az bilinen ve ihmal edilen misyonu ise, Ortaçağ üniversitelerinden devralmıştır: Genel kültür sağlamak, ‘kültürlü’ insanlar yetiştirmek… Bu konuda, üniversiteler başarılı sayılamaz. Yazarın ‘Kitlelerin İsyanı’ kitabında da belirttiği gibi, uzmanlaşma, beraberinde dar konularda yoğun bilgiyle genel konularda derin cehaleti birlikte getirmiştir. Nietzsche bu tür uzmanlar için ‘ters sakatlar’ ifadesini kullanacaktır – ki bu, örneğin, işitme engellilerin tersine yalnızca koca bir kulaktan oluşan kişileri imler. Uzmanlık bilgisi, yalnızca ve yalnızca duymalarını sağlar.

Eğitim = Kültür

Ortega, tam bir kültür savunucusudur. Onda kültürle eğitim eşitlenir. Eğitimsiz insan bir tür ‘kültürsüz’ insandır. Sıradan insanı eleştirir ve üniversitelere kitleleri değiştirme rolü biçer. Üniversiteyi misyon bağlamında şöyle tanımlar: “Üniversite en kesin anlamda, sıradan insana kültürlü bir şahsiyet ve mesleğinin ideal bir üyesi olmayı öğreten kurum demektir” (s.125). Öte yandan, herkes bilim insanı olmak zorunda değildir, ancak üniversiteye yolu düşmüş olan herkes kültürlü olarak mezun olmalıdır.   

Günümüzde Ortega

Bugün Ortega’nın düşüncelerinden ne kadar uzağız? Popüler figürlerle nitelenen kitle kültürü, sıradanlığını sürdürürken, üniversiteler neo-liberal cila ile gün geçtikçe daha çok olmak üzere kitle kültürüne maruz kalıyor. Üniversitelerde ve etkinliklerde çalan müzikler, okullara çağrılan ‘sanatçılar’ vb. bu durumun göstergeleri olarak okunabilir. Üniversiteyle toplum bütünleşirken, toplumun vasat değerleri üniversitelerde baskın bir nitelik kazanıyor. Böylece, Ortega’nın hayalinin tersine, lisenin devamı olmaktan öte bir anlam taşımayan bir yüksek öğretim anlayışı iyice yerleşikleşiyor. Toplumdan kasıt ise artık piyasalar…

 1,324 total views,  1 views today

Emin Toprak / Çılgın Projeler

21.12.2020

Çılgın Projeler

Emin Toprak

Bir yılı daha bitirmek üzereyiz, bu yıl, ülkemiz insanlarının yüklerine bir de dünyayı saran salgının yük ve acıları eklendi. Salgına karşı bütün dünyanın el ele verip karşı durması, belki de bu yılın tarihe: Covit-19 Yılı olarak geçmesine neden olacak.
 
Martin Luther King: “Uçamıyorsan, koş; koşamıyorsan, yürü. Eğer yürüyemiyorsan, sürün; ama hareket etmeye devam et. Geleceğe ilerlemeyi sürdür.” der. 
 
Bu bilge halk önderi; yüklerimizi, güç ve becerimizi kullanarak, çaresizlik yaşamadan, pes etmeden, direnerek, dayanarak, ama hep ileriye doğru atılım yaparak taşımamızı böylece yaşama tutunmamızı istiyor.
Her dünya insanı gibi bizlerin de pek çok yükü vardır. Bu yüklerin kişiye özel olanları dışında kalanlar ise ülke yönetiminin çözemediği ve ayrıca eklediği sorunlardan oluşur.
Demek ki, bazı yönetimler ülkenin var olan sorunlarını çözemedikleri gibi yeni yeni sorunlar, yeni yükler yükler insanlara…
Nasıl mı?
İşte bizde yaşananların bir özeti:
 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tutkusu olan: çılgın projeler, yurdumuzun dört bir yanını sardı. İşte o çılgın projelerden birkaçı:

  • Sümerbank, Etibank, Telekom, Şeker Fabrikaları gibi dev KİT’lerin kelepir fiyatlarla satılması,
  • Ankara’da oda sayısı bilinmez olan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Van Gölü kıyısında Ahlat Saray’ı, Muğla-Okluk 300 odalı Cumhurbaşkanlığı Sarayı.
  • Tüneller, köprüler, paralı oto yolları.
  • Şehir Hastaneleri.
  • HES’ler.
  • Alışveriş merkezleri, gökdelenler.
  • Tümü son model, tümü yabancı, tümü zırhlı makam araçları.
  • Makam uçakları filosu.
  • Barış ve huzur için değil savaş ekonomisine uyarlanmış bütçe.
  • Yasama-yürütme-yargı kuvvetler ayrılığının tek kişide toplanması.
  • Yargının savunma ayağı olan Barolar parçalanması.
  • Üniversite ve bilim insanlarının iktidar güzellemesi yapmak dışında konuşamaz olması.
  • Sivil toplum örgütlerinin sindirilip susturulması…

İşte bunlar ve daha nice karadelik oluştu ülkemizde.

Bunların kimi kullananlara itibar, kimi müttehitlere ve uluslararası şirketlere çıkar sağladı. Fakat doğanın ekosistemi zarar gördü, doğal felaketler arttı, ülke kaynakları birer bire yok oldu. Sonuç olarak; yoksul halk ve onların daha doğmamış torunları on yıllarca süreyle dolar kuru üzerinden borçlandırıldı bu projelerle.

Ayrıca bu kara deliklere karşı çıkılmasın diye insanlarımız düşman kamplara bölünüp ülkede iç huzur bozuldu.

Fakat bu yapılanlarla yetinmek istemiyorlar, çünkü daha belli çevrelere çıkar sağlamak için verilmiş çokça sözleri ve ‘Kanal İstanbul’ gibi daha nice çılgın projeleri var.

Antik çağdan beri toplumsal yaşama enerji veren Adalet’i ve onun: suç ve suçluyu yargı belirler ilkesini yok saydılar. Yargı yerine kendileri karar verip insanları; suçlu, katil, terörist ilan eder oldular.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’in Selahattin Demirtaş hakkında verdiği hak ihlali kararı için sıralanıp “yok hükmünde” demeçleri vermeğe başladılar.

İki hafta önce adalette ve ekonomide reform yapacaklarını söylemişlerdi ya! Hemen kendilerine özgü çılgınca bir ‘reform’ torba yasası hazırlayıp işlevi parmak kaldırıp kabul etmek olan meclise gönderdiler. Bakın içinde neler var:

  • Cumhurbaşkanına mal varlığını dondurma yetkisi,
  • İçişleri Bakanına derneklere kayyum atama yetisi.

Ama bugünkü dip yapmış ekonomi için, pik yapmış, coşmuş gidiyor diyenler nedense, asgari ücret almakta olan milyonlara, insanca yaşayacak bir ücret vermemek için tir tir titriyorlar.

18 yıldan beri süren bu çılgın projeler sadece doğadaki ekosistemi ve ülke ekonomisini bozmakla kalmadı. Ülkemizin toplumsal iklimini de bozdu.

Asıl korkunç olan da bu… Çünkü yönetimlerin ülke için oluşturduğu iklim belirler yaşamın tüm kolaylık-zorluk, başarı-başarısızlık, sevinç ve üzüntüleri…

*** 

Korku İklimi 

Her insan güven içinde ve daha iyi bir yaşam için karşılaştığı sorunları yok etmek ister. Bunun için önce kendisiyle içten içe konuşur, tartışır, çatışır, sonra da ailesiyle ve çevresiyle…

Bir ülkeyi yönetenlerin işi, kişilere oranla daha zordur, çünkü o ülkenin; çözüm bekleyen çokça sorunu ve birçok beklentisi olan insanları vardır.

Bazı yönetimler halkı için özgürce barış içinde yaşanacak bir iklim oluşturur. Bazı yönetimler ise bunu beceremez, ülkenin halkını; bunlar benden yana, bunlar da bana karşı” diye böler, parçalar. Devlet aygıtını hizmet için değil korku salmak, sindirerek, susturmak için kullanırlar.

İşte bizim ülke yönetimimiz bu yolu seçti. Böylece ülkemizde bir korku iklimi oluştu. Ve bu korku iklimi yüzünden, özgürlükleri olmayan, suskun, kaderci bir toplum olduk.

Her iklim kendine has bitkiler yetiştirdiği gibi, bir de toplumsal kültür oluşturur. Korku ikliminde insanlar sinmiş-suskun, daha bencil, daha hırçın olurlar. Bu insan türü; en iyinin kendisi, ailesi, soyu olduğunu düşünürken, başkalarını değersiz, zavallı, gavur veya düşman olarak görürler.

Bu iklimde özgürlükler bir tarafa özgüdür, her kim “bizden yana” ise olanlar dokunulmaz ve sorgulanmaz, başkaları ise önemsiz ve değersizdir görüşü egemendir. 

Her akşam TV ekranlarında kurulan masalarda tarafgir rektörler, öğretim üyeleri bu korku iklimini yaratanlara güzelleme yapar, iklimi benimseten algı oluşturur, kutuplaşmalara neden olacak ırkçı, faşist sözler söylerler. Hem de orada olmayan, savunmasız bırakılanlara… Ayrıca köhnemiş bir çağa, bir döneme, bir anlayışa övgüler yapıp; bir gruba, bir kuruma, bir kişiye küfür ve hakaret edilir. Bununla da yetinmeyip karşı oldukları insanlara yargısız infazda bulunur, onları terörist, hain, düşman olarak yaftalarlar.

Kuşkusuz ki her kişi kendisini, soyunu, grubunu önemser ve korur, ancak bu onun; kendisini, soyunu, grubunu kutsayan bir sapkınlığa götürmemeli.

Eğer, birlikte yaşamı kolaylaştırmak istiyorsak, duygu ve anlayışımıza bazı “insani” değerler ekleyip onu toplumsallaşmamız gerekir. Böylece ülkede  başka insan ve kültürlerin olduğunu görür, onlarla karşılıklı saygı içinde ilişkiler kurar barış içinde yaşamayı öğreniriz.

Ve işte o zaman daha yaşanır olur; yuvamız, kentimiz, ülkemiz, dünyamız.

Sevgi ve saygıyla nice sağlık, huzur,  barış dolu yıllara…

(Aralık ayı da henüz hesabı sorulmamış pek çok acı ve kara sayfalarla dolu:

19 Aralık 2000 hapishanelerde tutuklu 28 genci yok eden Hayata Dönüş Katliamı,

28 Aralık 2011 F-16 savaş uçaklarıyla  Roboski’de çoğu çocuk yaşta 34 gencin katli…

Kim emir verdi? Kim yaptı? Niçin?

Katillere lanet… Gençlere sevgi ve saygıyla…)

 1,426 total views

Bir Burhan Altıntop Yazısı: Eğitim ve Sınıf Atlama / Bülent Avcı

02.11.2020

 

 


Bir Burhan Altıntop Yazısı: Eğitim ve Sınıf Atlama

Bülent Avcı

Klasik liberalizmin¹ adalet ve eşitlik anlayışında eğitim önemli bir yer tutar. Bu bakış açısına göre, herkese eşit imkanların sağlandığı ortamda, herkesin erişimine açık kamu eğitimi vasıtasıyla yoksul vatandaşların çocukları, eğitim-diploma edinerek, anne babalarından daha iyi bir yaşam standardına erişebilirler… Bu söylemleri içselleştirmiş bilmem kaç kuşak Anadolu’dan gelip büyük şehir üniversitelerinde okuyup diploma aldıktan sonra sınıf atlama-kent sosyetesine dahil olma hayalleri ile tüketti en güzel yıllarını… Doktor yada mühendis olmak insanın daha rahat karnını doyurabilmesini sağlar belki, ama sınıf atlamak biraz başka bir şey… Ne dersiniz?

2004 yılından başlayarak, yayında olduğu dönemde geniş toplum kesimlerinin ilgisini  çeken Avrupa Yakası dizisinde Burhan Altıntop Karakteri bu söylemin vücut bulmuş hali. Orta üst sınıftan gelen çalışanların olduğu bir moda dergisinde ‘üst düzey yönetici’ olduğunu gururla tekrarlayan Altıntop, kendisinin sürekli aşağılanıp dışlanmasına bir anlam veremez…

ben de Üniversite mezunuyum…

            ben de Nişantaşı çocuğuyum…

                        beni de alın yanınıza’

Her şeye rağmen rol yapmadan doğrudan ilişki kurabildiği iki karakter Gaffur ve Şesu (yanı Burhanın sınıf kardeşleri); ve Burhan ikisini de her fırsatta aşağılamaktan, hor görmekten geri durmuyor; onları aşağıladığı ölçüde üst sınıfa dahil olabileceği düşüncesiyle ikide bir ‘bir köylüye yüz vermeyeceksin birde çocuğa’ deyip durmakta. Aslında dizide Burhan Altıntop üzerinden aslında dalga geçilen şey sınıf atlama yanılgısının kedisidir. İtalyan düşünür Gramsci’nin dediği gibi ‘insan tarihin ürünüdür’… İnsan tüm geçmişinden bağımsız, kopuk bir düğmeyi diker gibi yeni bir hayata başlayamaz; öyle kıytırık bir diploma aldı diye Tokat’ın taşlı yollarından gelen bir köylüyü Nişantaşı sosyetesine almazlar… Bir üst sınıfa dahil olma umudu ile mevcut statüsünü kaybetme korkusu arasında gidip gelen zavallı bir tipin resmidir Altıntop. Bir Boğaziçi mezunun kaleminden çıkan senaryo aslında Türkiye burjuva sınıfının–eğer varsa böyle bir sınıf, toplumu algılama biçimi hakkında net fikirler sunar. Ve aynı şekilde, eğitim yoluyla toplamsal eşitlik ve adaletin sağlanabileceğini iddia eden  (neo)liberalizmin koca bir palavra olduğunu bir kez daha teyit eder.

Okan Bayülgen bir keresinde Radikal gazetesinde ‘bir üniversite diploması alıyor ve birkaç kitap okuyup ve benle aşık atabileceğini düşünüyor’ diye tarif etiği kişilik (ler) aslında Burhan Altıntop familyasından gelmekte. Benzer şekilde, Perihan Mağden kendisiyle kavgalı olduğu diğer bir gazeteciye, Ayşe Arman, White-Trash² diye hitap etmeyi uygun görmesi, kendilerini memleket aristokrasisi olarak görenlerin diğerlerini nasıl tasnif ettiğine ilişkin çarpıcı örnekler. Görüntüde farklı politik çevrelerdenmiş gibi davransalar da , özünde aynı sınıf karakteri gösteren söylemler bunlar.

Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Epey bir süredir yaşadığım Amerika’nın Seattle şehri Microsoft’un merkez kampüsünün olduğu yer (Redmond); dünyanın her yerinden, ve Türkiye’den, mühendisler çalışmakta burada. Aldıkları maaş itibarı ile üst sınıflara (upper-class) dahil olmaya ve beyaz Amerikalılar gibi yaşamaya çalışan arkadaşların durumu aslında Burhan Altıntoptan pek de farklı değil. Her ne kadar  pahalı bisiklet elbisesi ve aletlerini alıp hafta sonları, Seattle civarında beyaz Amerikalı edasıyla, turlara çıksalar da, üzerindeki gıcır takım elbiseyi taşıyamayan köylü görüntüsü vermenin ötesine geçememekteler. Sıradan bir Türkiyeli gibi (dolayısı ile ikinci sınıf Amerikalı) görünme korkusuyla Beyaz Amerikalılar gibi olma özlemi arasında gidip gelen “yüksek” maaşlı arkadaşlar bunlar³.

Öz itibarı ile dediğim şu. Eğitim yoluyla sınıf atlamak sağcı-liberal bir palavradır. Bu palavraya kananlar dünyanın neresinde olursa olsun Burhan Altıntop gibi gülünç durumlara düşmekten kurtulamazlar. Sınıflı toplumlarda özgürleştirici bir eğitimin insana kazandırabileceği en büyük yeti eleştirel bir vicdan ve okuryazarlık (critical literacy) ve dolayısıyla sınıf bilincidir (class counsciousness). Bu bilinçtir insanın kendini ve toplum içindeki yerini bilmesini sağlayan; ve yine bu bilinçtir ki insana toplumsal ve bireysel değişim ve gelişimin kapsam ve sınırlarını öğretir… Sınıf bilinci gelişmiş bir Burhan haddini bilir; dostunu düşmanını bilir; kendini küçük düşürecek durumlara sokmaz kendini… 

Burhan Altıntopların sınıf bilinci ve eleştirel vicdan edindikleri günlere olan istek ve özlemle 

 

Bülent Avcı

Seattle, WA
Kasım 2020

[1] Marksizm bu liberal görüşü şiddetle eleştirir: eşit imkan söyleminin kapitalist üretim tarzından kaynaklı adaletsizlikleri kamufle etmek için kullanıldığını iddia eder. Marksizm’in eğitim bağlamında liberalizm eleştirisi bir başka yazının konusu olsun. 

[2] Üst sınıf beyaz Amerikalılar yoksul beyazlara White-Trash (yani beyaz çöp) der; burada dikkat edilmesi gereken nokta şu, beyaz olamayanlar zaten altsınıf kenar mahalle çöpleridir o yüzden Black-Trash diye bir söylem kullanılmaz. O yüzden yoksul beyazlar çöp sınıfına dahil edilirken White önekinin kullanılması bu yüzen.

[3] Ebetteki istisnalar vardır; herkesi aynı kefeye koyan bir genelleme değil buradaki

 2,037 total views,  1 views today

Nedir bu: “Bir Başkadır” / Bülent Avcı

18.11.2020

 

 

 

Nedir bu: “Bir Başkadır”

Bülent Avcı

Nexflix’te yayınlanan sekiz bölümlük ‘Bir Başkadır’ dizisi İstanbul’da dikey ve yatay olarak kesişen hayatlar ve kimlikler üzerinden bir anlatı kurmaya-resim çekmeye çalışmış. Ama resim çekmek film yapmaya yetmez… 8. bölüm bittiğinde “Eee… Peki ne söylüyor bu dizi” diye sorarsanız…. Cevap  “hiçbir şey”…

Bastırılmış duygular, hoşgörü, empati vesaire derken, ezen-ezilen, kurban-mağdur arasındaki sorunlar hemencecik çözülüveriyor. Peki işin aslı böyle midir? İlk bakışta şehrin alt-orta sınıfına dahil muhafazakar-dindar kesimlerinin hayatını sıradan ama sahici gibi gösterip; anlamsız hayatlarının içinde debelenen şehrin tuzu kurularını tiye aldığı şeklinde bir görüntü olsa da, dizi ilerledikçe arka planda böyle bir niyet olmadığı belli oluyor.

Kürt ailede türbanlı ablanın okumuş ve başı açık kardeşi ile olan ilişkisi epeyce yapay ve zorlama. Ayrıcalıklı kent zenginlerini sadece başı açık kadınlarla saçı uzun erkeklerden ibaret sanmış dizi. Son 20 yıldır AKP iktidarının rantıyla rezidanslara taşınan mümin ve mümineler nerede? Meryem’in parayı bulmuş, İstanbul’da lüks arabalarla  gezen, Vakko’dan eşarp giyen ve mümine modasını yakından takip eden versiyonları nerede?  

Hemen söyleyeyim dizi samimiyetsizlik ve cahilliklerle dolu…

Resmi çekilen şey tamamen sınıfsal dinamiklere dayanıyor ama ortada sınıfsal bir analiz yok… Dizinin ilk bölümünde ezen-ezilen ilişkileri üzerinden bir okuma gerçekleşecek zannediyorsunuz; bölümler ilerledikçe güç ilişkilerini kimlikler üzerinden samimiyetsiz ve bir o kadar da amatörce okumaya  çalışan sahnelerle baş başa kalıyorsunuz…

Sınıf ve kimlikler üzerinden oluşan kutuplaşmayı işlemeye niyetlenen böylesine bir senaryonun çok iyi çalışılmış bir sosyolojik, psikolojik ve ideolojik  altyapısı olması gerekirdi. Maalesef dizi bundan yoksun. Bir metropol dokusu içinde dikey ve yatay kesişen hayatları filme çekmek için bütün bunlara bir arada ve aynı yerden bakabilecek, hayatı anlama ve bilme metodu olması gerekir. Dizileri ve filmleri (evrensel anlamda) başarılı kılan bu ana temanın ve perspektifin sağlamlığıdır. Dizinin yaratıcısı bu ülkede Gezi diye bir isyanın yaşandığından bihaber görünüyor ya da üç maymunu oynuyor… Son 20-25 yılda kent sosyetesine dahil olan türbanlılara ve de badem bıyıklılara hiç rastlamamış… Hayret, çünkü bu tipler her an her yerde karşınıza çıkabilir İstanbul’da. 

Toplumsal gerginlik ve kutuplaşma üzerinden yapılan bir analiz sınıf olgusuna yaslanmıyorsa, gerçekliği tüm yönleriyle kavrayamaz. Meryem aslında bir emekçidir; başının kapalı ya da açık olması ikincil bir durumdur. Birincil olan hasır altı edildiği için ikincil  olan üzerinden yapılan bir anlama eksik ve de eksik olan her şey de gibi yanlıştır. Ne yani, Robert mezunu doktor (Peri) Meryem’in başı açık olsaydı onu bağrına mı basacaktı…

Lüks rezidansında yaşayan bir Tokmak-Han üzerinden analiz yapmak kolay-ucuz; ama biraz cesareti ve tutarlılık gibi bir kaygısı olan senaryo son 25 yılda arka mahallelerden gelip rezidanslara kapak atan Vakko’dan türbanlı kadınları ve de badem bıyıklı-takunyalı muhafazakar zamparaları konu eder… Bir düşünün Meryem yine kendisi gibi türbanlı bir doktorla seans yapıyor… Veya Robert’li  doktorun iki türbanlı hastası olsun; biri Meryem öteki de  Vakko’dan eşarp giyip pahalı lüks arabalar süren bir mümine… Veyahut Meryem’in temizliğe gittiği ev son 20 yılda türemiş muhafazakar-dinci zamparaların lüks semtlerde kiraladığı garsoniyer evlerden biri olsa nasıl olurdu? 

Ama olmaz tabii… Dediğim gibi böylesi bir girişim cesaret, bilgelik ve en önemlisi de samimiyet ister.

Dizinin resmini çekmeye çalıştığı ama anlam veremediği gerçeklik şudur; kent varoşlarında yaşayan Meryemlerin hacıdan hocadan başka sığınacak bir yerleri-kimseleri yoktur. Elin pisini-kirini temizleyerek kazandıkları üç kuruş parayla psikiyatriste  falan da gidemezler. Bu tip seanslar daha çok Nişantaşı civarında eşi tarafından aldatılıp buhrana giren sosyetelerin yapabileceği bir şeydir. 

1980’lerden başlayarak sosyalist deneylerin başarısızlığa uğraması yoksulların ideolojilerini kaybetmesi ile sonuçlandı. Devlet hızla sosyal güvence alanlarından çekildi ve neoliberal politikalarla ulusal zenginlik bir kaç para babasının  elinde toplanmaya başladı… AKP iktidarı din sosuna bulanmış bir sadaka düzeni ile neoliberalizmin yıkıcı etkilerini kamufle etmeyi ve kent yoksullarını makarna ve kömür çuvalı etrafına dizmeyi başardı.

Bu arada paçayı yırtanlarda oldu bol miktarda: iktidarın rantıyla köşeyi dönen kenar mahalleden mümin ve mümineler tülbent ve sarıklarını bir yerlerde bırakıp zengin mahallerine taşındılar. Her şeyin paraya endekslendiği bir dünyada, tüm değerler ayağa düştü. Günümüz Türkiye’sinde  ahlaki çürüme ve kültürel yozlaşma tüm sosyal sınıf ve katmanlara yayılmış vaziyettedir. Rezidanslardaki içi boş ve anlamsız hayatların yoksul mahallerde ve gecekondularda başka bir versiyonu mevcuttur. Bu alt-üst oluş ve çürümenin bir ucu Nişantaşı-Bağdat caddesi ise diğer ucu da Sarıgazi’nin çamurlu sokaklarıdır. Birini ön plana çıkartıp diğerini gizlemeye çalışırsan faça kayarsın…

Dizinin yaratıcısının kafası en az dizideki karakterler kadar karışık. Nereye nerden ve nasıl bakacağını bilemediği için ortaya birbiriyle uyumsuz, gerçek hayatta bir karşılığı olmayan, bir sürü resim çıkmış ortaya.

Evet Türkiye’nin bir uzlaşıya ve barışa ihtiyacı var. Ama bu barış dizinin resmetmeye çalıştığı türden neo-liberal (sağcı) safsatalarla gelmeyecektir. Toplumsal çelişkiler ve kutuplaşmanın çözümü birbirine dargın iki arkadaşın, diyalog ve empati ile barışmasına benzemez. Toplumsal barış tarafların masaya oturmadan önce sahip oldukları somut araç ve güçler üzerinden inşa edilir. Ve böyle bir barış masası kurulacaksa, masanın bir ucunda kenar mahallenin türbanlı-türbansız tüm Meryemleri ve diğer ucunda sosyetenin türbanlıları ve mini eteklileri, saçını at kuyruğu yapan rezidans züppesi Sinan ve de bastırılmış cinselliklerini lüks semtlerde tuttukları garsoniyer evlerinde telafi etmeye çalışan muhafazakar zamparalar…
..
Er ya da geç o gün gelecek ve Meryemler bu diziyi bir kere daha çekecektir.

 

Bülent Avcı

Kasım 2020
Seattle, Washington

 2,031 total views,  2 views today

Yalnızlık, Çaresizlik ve Tarikat-Cemaat Mevzusu / Bülent Avcı

01.10.2020

 

 

 

Yalnızlık, Çaresizlik ve Tarikat-Cemaat Mevzusu

Bülent Avcı

Gün geçmiyor ki tarikat yurt ve okullarından yeni bir cinsel istismar haberi gelmesin. Sayıları ve etki alanlarını tam olarak bilen yok, ama ülkenin hemen her yerinde varlar ve giderek büyümekteler… Kamuoyunun olup bitenleri tartışma biçimi, kapı eşiğinde çekirdek yerken yapılan gırgır-şamatanın bile gerisinde (TV-tartışma programlarından sosyal medyaya kadar) ve olayın kendisinden daha tuhaf. En geniş laik çevreler bu tip örgütlenmelerin ya tamamen kapatılmasını yada yasal hale getirilip kayıt ve kontrol altına alınmasını öneriyor. Sağcı-dinci faşist cenahta ise, aman bütün cemaatleri zan altında bırakmayalım, türünden martavallar  sürüp gidiyor.

Burada oturduğum yerden bir martaval da ben sıkıp, ‘şöyle yapılsın böyle çözülsün’ diyecek değilim. Ben daha çok bu tip yapıları besleyen sosyokültürel, sosyoekonomik ve politik tarihsel-maddi koşullar ile ilgiliyim… Nasıl oluyor da, son on yılda ifşa olan onca cinsel istismar-tecavüz haberine rağmen, anne babalar çocuklarını böylesine yerlere ve kişilere emanet edebiliyor. Dahası, bu yapılar nasıl oluyor da ülkenin her tarafında kitlesel katılım sağlayabiliyor.

Bir ucundan tutup olup biteni anlamaya çalışırsak, çok eskilere gitmeden, 1980ler den başlayabiliriz. Bilindiği üzere, 12 Eylül dincilere-siyasal İslamcılara dokunmadı; onlar darbeyi hasarsız atlattı ve bunun kazandırdığı avantajlarla politik boşluğu doldurup geniş kitlelere ulaşacak imkanlara sahip oldu. Dış dengeler itibarı ile Amerika’nın yeşil kuşak projesi makro düzeyde bu oluşumlara yasal olmamalarına rağmen fiili bir meşrutiyet sağladı.  

Neoliberalizm’in modern yüzü Özal’ın 24 ocak kararlarıyla devlet sosyal güvence alanlarından hızla geri çekildi: Devlet parasız yatılı okulları ve devlet yurtlarının sayısı sistematik olarak azaltıldı. Devlet okullarındaki eğitimin kalitesi bilinçli olarak düşürüldü. Üniversite hazırlık dershaneleri yaygınlaştı. Kısaca eğitim büyük oranda özelleştirilip yoksul halk yığınları tarikat-cemaat yapılarının sunduğu ‘eğitim’ imkanlarına muhtaç edildi. 1980’li ve 90’lı yıllar hatırlanacak olursa; parası olan (en geniş anlamda modern) orta ve üst sınıflar çocuklarını MEF¹ gönderebilirken, Gülencilere ait olan FEM² dershanesi yoksul çocuklara yatılı-yatısız kapısını açıyordu…    

12 Eylül faşist darbesi kültürel ortamı çöle çevirdi. 1980-90 arasını yaşayanlar bilirler. Koca ülke küçük Emrah ‘şarkılarına-filmlerine’ esir edildi. İnsanların kolektif olarak düşünme ve hayal etme yetisi bu çoraklıkta kayboldu gitti… Sosyalist deneyler birbiri ardına çökerken, paranın imparatorluğu yavaştan ve inceden inşa edildi; insanların kalabalıkların içinde yalnızlaşması hız kazandı. Neoliberal (yeni-sağ) iktisadı uygulamalarla,  yeni zenginler yaratılırken toplumun alt sınıfları giderek yoksullaştı. Yalnız, güvencesiz ve yoksul insanlar sığınacak yer aradı… Yani yoksul vatandaşlar tarikat ve cemaatlere devlet eliyle teslim edildi.

Büyük şehrin varoşlarında yada Anadolu’nun bir kasabasında yoksul bir insan-aile düşünün: sivil örgütlenme diye bir şey kalmamış, dayanışma ağları yok, gelecekten beklenti yok, dünya nimetlerinden faydalanma şansı yok, yaşamın anlamı desen-çölleşmiş kültürel ortamda o da yok… Böylesi bir ortamda tarikat-cemaat tipi yapıların insanı çekmesi gayet normal: insan ait olmak, ‘anlamlı’ bir bütünün parçası olmak ister. Toplumsallığı ve kolektif olan her şeyi reddeden neoliberal (yeni-sağ) rejimin istatistiksel bir rakama indirgediği Anadolu’nun ve kent varoşlarının yoksulları bir paket makarna bir çuval kömür için belli partilerin tabanı olurken, bir yandan da bu tarikat-cemaat çevrelerine sığınarak teselli buldular ve halen bulmaktalar… Yoksul insan, büyük şehrin gökdelenleri arasında sadece ve sadece hiç kimsedir; ama tarikat-cemaat ona birisi olma duygusu verir. Ve bu sorgulanmamış aidiyet duygusuyla gider ailesini, çoluğunu çocuğunu badem bıyığıyla takunyası arasında bir ömür geçiren sapıklara emanet eder.   

Yanlış anlaşılmasın burada bahsettiğim neoliberal dünyanın yalnızlığı sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Dünyanın hemen hemen tüm metropolleri yalnızlar kulübüne dönüşmüş vaziyette. Avrupa ve Amerika’da pazar günleri kiliseleri dolduran kalabalıkların aslında ne İsa’yla bir işi vardır nede Musa’yla; oturup iki çift laf edecek insan aradıkları için gitmekteler kiliseye ve diğer ibadethanelere. Batı dünyasında insanın insana yabancılaşması Nirvana yapmış vaziyette…  

Şimdi başa dönersek, bu tarikat-cemaat meselesinin yol açtığı toplumsal bireysel sorunlar nasıl önlenebilir ?Bir, devlet sosyal sorumluluklarını yerine getirip ülkenin her köşesine bilimsel-kaliteli ve demokratik eğitim olanaklarını var edecek-ama önce vatandaş bunu talep edecek. İki, aileleri kırsal kesimde-köylerde yaşayan öğrenciler için okula gittikleri yerlerde modern-sağlıklı ve parasız yurt binaları inşa edilmeli ve bunlar her kasabada yeterli sayıda öğrenci barındırabilmelidir. Üç, tarikat-cemaat çevrelerine el altından para akıtan tüm kanallar kapanmalı. Dört, devlet ülkenin her yerinde yeterli sayıda modern kreş-anaokulları açmalı ve burada eğitim verebilecek kalitede eğitimciler yetiştirmeli. Beş, mantar gibi yayılan AVM’lerin yerine, devlet ülkenin her il ve ilçesine-büyük şehirlerde semt ve mahallerde geniş halk yığınlarının kültürel ihtiyacını karşılayacak (kitap, sinema, sergi, konser, forum, gösteri vesaire) modern ve çok amaçlı kütüphaneler açmalı. Altı, halk eğitim merkezleri modernleştirilip ülkenin her köşesine yayılmalı; sadece nakış-dikiş dersleri vermek için değil, sosyal üretim ve dayanışma ağları kurabilmek için. Yine ülkenin her yanına her yaştan insanın faydalanabileceği ücretsiz spor salonları inşa edilmeli…

Parayı ve kârlı olmayı her türlü değerin üstünde tutan neoliberal düzende böylesi talep ve beklentiler fantezi ötesine geçmez… Başka bir deyişle, neoliberal rejimin hegemonyası sürdüğü müddetçe cemaat-tarikat soruları ve sorunları hep olacaktır. Peki ne zamana kadar? Yoksul ve ezilenlerin daha adil, eşit ve özgür bir dünya için tekrar güneşin fethine çıkacakları güne kadar…

Seattle, Washington  

[1] Modern Eğitim Fen dershanesi-sol kesimde marka olmuş dershaneler gurubu
[2] Fırat Eğitim Merkezi-dershane sektörünün büyük oranda elinde bulunduran Gülencilerin dershaneleri.

 1,610 total views

Eğitim sistemimiz ‘Müslüman Özne’ mi üretiyor? / Kemal İnal

21.10.2020

 

 

 

Eğitim sistemimiz ‘Müslüman Özne mi üretiyor?

Kemal İnal

Modern özne dediğimiz bireyin ilk felsefi kurgusunu Descartes yaptı. Meşhur “düşünüyorum, o halde varım” cümlesi, kendini metodik olarak inceleme sonucu vardığı hükmün kendi varoluşunu özne olarak konumlandırdığı momente denk düşer. Özne, nesne karşısında kendini konumlandırarak yeni bir dikotomi (ikililiğe dayalı parçalanma) yaratır. Ne var ki Descartes, modern özneyi sadece felsefi olarak inşa etti. Bu öznenin bütün yönleriyle kuruluşunu Reformasyon ile birlikte Martin Luther’e, matbaanın icadına, Aydınlanma filozoflarına, burjuva kamusal alanın kuruluşuna, modern devrimci atılımlara, sanayileşme ve kentleşmeye, giderek sosyal hareketlere borçluyuz. Özne olmak, Batı’da pek çok belirlenmişliğe, belirleyici güçlere karşı verilen savaşımın bir sonucudur. Feodal dönemde de aktif insanlar vardı ancak özne değil, tebaa idiler. Kimi hakları verilmişti ancak özgürlük sahaları kısıtlıydı, düşünceleri de büyük ölçüde “durağan gelenek” temelliydi. Özgürce karar verme, haklarını savunma, kendini analiz etme (bu açıdan Rousseau ile başlayan “itiraf” geleneği önemlidir), formasyonunu/yönelimini oluşturma (“bildung”, eğitimle değişim yaratma, hak iddia etme, hedeflerinin peşinden koşma vb.) hep Batı’da geleneksel, mistik ve spiritüel güçlere karşı verilen bir “bireysel alan açma”nın önemli momentleridir. Batı, bireyi mücadeleyle üretti. İnsan, birey olurken aynı zamanda özne de oldu. Özne bir bakıma, bireyin özvarlığını kendi söz, yetki ve kararıyla oluşturması sürecidir. Aklını başkasının aklıyla ikame eden, kendisi için düşünemeyen, hep güçlüden medet uman, değişmezliği veri alan, düzenin ancak egemenlerin eliyle kurulduğuna inanan birinin özne olma şansı yoktur aksine nesnedir sadece; herkes bir biçimde faildir (agent) ancak eyleyen kişi anlamında özne (subject) olmak, pek çok söz, yetki ve kararın oluşturduğu sosyal bir sonuçtur. Özne, hakların belirli güçler tarafından verildiğine değil, kendi eylemiyle alındığına inanır. Bu inanç ve o yoldaki eylemler, bireyi özne yapar.

***

Yaygın inanca göre dinler, özne değil, kul üretir. Bu bir bakıma doğru, bir bakıma yanlıştır. Doğrudur zira dinlerde Tanrı’nın belirlediği alan içinde iyi bir kul olmak, sizin bu dünyadaki etik/ahlaki düşünce ve davranışlarınızın öte dünya için girilen sınavda başarılı olmanızda hedeflenen ön önemli şeydir. Yanlıştır zira dindar insanların tümüyle pasif, miskin ve ruhani yaşadıkları iddia edilemez; yani (semavi) dinler, inananlarına bu dünyanın bir sınav yeri olduğunu söyleyerek onların amellerini (yapıp ettiklerini) en iyi şekillerde yerine getirmelerini ister. Fakat son tahlilde din, bir “belirlenmişlik alanı” yaratır; o alan içinde kader gibi kaçı(nı)lamayacak şeyler, dindar insan üzerinde oyunun kural, sınır ve standartlarını belirler. Benimsenen dini düşünce, bireyin hareket sahası içinde ne derece özgür/serbest olduğunu takdir eder. Ancak belirlenmişlik içindeki hareket sahası, eylemsiz bir yer değildir çünkü Tanrı için bile olsa kişinin kul olma hedefi belli bir öznelliği ve özne olmayı gerektirir. Elbette dinsel açıdan özne olmakla, örneğin Gramsci’nin “organik aydın”ı, Sartre’ın “angaje entelektüel”i veya “modern birey” gibi kategorilerden bahsetmiyorum. Dinsel ritüel veya ayinler, sevap veya farz olan çeşitli davranışlar, ibadetten biat etmeye değin farklı eylemlerde dindar birey, amacını gerçekleştirmek için gerektiğinde analiz ve kritik etmekten tutun da türlü rasyonel eylemler (yorumlama, şerh düşme, reddetme, yeni açılımlar sergileme vb.) sergileyebilir, bilimi kullanır; örneğin dindar bir mühendis, bir bina yapımında bu bilim dalının gereklerini sonuna değin uygular. Dolayısıyla dindar biri, seküler hayatın bilimsel gereklerinden kaçamaz, kaçmaz da. Rasyonalite, her an, mekân ve koşulda bir biçimde hükmünü okur. Hayatını dinsel saha ile seküler yaşamın çakıştığı alanda türlü adacıklar (özel alan, cemaat yaşamı vb.) üzerine kurarak yaşar; politik iktidarı ele geçirdiğinde de o adacıkları koca bir ülkeye çevirir. Ancak bu konuda araçsal davranır. Bütün perspektifi dinidir. Semavi dinler kapsayıcıdır, bilhassa İslam, bütün sosyal hayatı düzenlemek ister. Toplumun bütün hücrelerine girmeye çalışır. Birey, bu düzenleme işinde görevleri olan biridir; ona din, görevlerini bildirmiş, haklarını vermiş ve kaderini çizmiştir. Dolayısıyla dünyanın daha dindar kılınması, tümüyle dinin perspektifi içinde düzenlenmesi için hemen her kurum bu yolda kullanılmalıdır. Elbette yeni düzenlemelerle birlikte (diyelim faiz günah ise, faizsiz bankacılık yapılmalıdır). Eğitim de yeniden düzenlenmesi gereken bir kurumdur.

***

Dindar da olsa öğrenci, yani talebe, hocasından/öğretmeninden bilgi, beceri ve değerler talep etmek anlamında özne olmaya doğru itilir. Dindar biri, en azından dini istemek anlamında özne olmaya meyillidir. Bu süreçte bilme ediminin sahası, sınırları ve ölçüleri genişletilebilir. Hatta bilim öğrenilir, fen tatbik edilir, sosyal bilgiler özümsenir, yurttaşlığın gereği olan hak ve ödevler içselleştirilir. Bu bakımdan dindar bir öğrenci, kendi yaşamını olabildiğince, Habermasçı anlamda, seküler dile tercüme etmeye çalışır zira seküler yaşam tarzı ve gerekleri, biteviye değişim talebiyle dindarlar üzerinde büyük bir baskı oluşturur; bu da dindar birinin sırtına, yine Habermasçı anlamda, seküler yurttaşların aksine çeşitli asimetrik bilişsel görevler yükler. Bilişsel görevler, tercüme yüklüdür. Örneğin dinler, genetik kodların değiştirilmesi, klonlama, kürtaj, eşcinsellik, organ nakli, intihar gibi çok tartışmalı konularda etik görüş beyan ederken sadece soyut normatif değerlendirmelerle (günah, haram vb.) yetinmez; sekülerizm ve bilimden etkilenerek bilimsel açıklama da getirmeye çalışır. Örneğin Harun Yahya mahlasını kullanan Adnan Oktar, kamusal mekanlarda Darwin’in Evrim Teorisi’ni çürütmek için yine evrime ve fakat kendince bilimsel bir dile müracaat ederek savaşmıştı. Söyledikleri saçmaydı ancak tam bir modern özne gibi davranmıştı: Pahalı kuşe kâğıda basılı kitaplar ve ansiklopediler yayınlamış, bunları dünyanın dört bir tarafına göndermiş, medyayı propagandif amaçlarla kullanmış, öğrenciler yetiştirmiş, modern/seküler okullara sızmıştır… Bu tam da bir tür dindar özne olmayı ifade ediyor ancak yönelimi itibariyle geriye doğru giden devrimci bir atılımı anlatıyordu. Muhammed peygamberi kendi dönemine göre devrimci ilan edenler için onun eylemleri, çağın ruhunu ve düzenini değiştirmek bakımından güçlü bir şekilde eyleyen bireyin edimleriydi. Fakat ileriye doğru olan bu edimler, bildiğimiz anlamda ilerici değildi. AKP’nin politikaları da ileriye doğrudur ama gerileten bir ilerlemedir bu. Nasıl Chantal Mouffe’un belirttiği “demokrasi paradoksu”, demokrasinin kendini yok edecek güçlere, demokrasinin kendini var etmesi anlamında temsil izni vererek ortaya çıkıyorsa, dindar bireylerin de eylemleri öyledir. Hitler de, bilimi, tıbbı ve askeri teknolojiyi modern anlamda en son sınırına değin kullanarak bu alanlarda muazzam ilerlemeler kaydetmişti ancak sonuç, insanlığın yıkımından başka bir şey değildi. Hitler ve askerleri de özneydi; öznelliklerini nesne (mevcut sistemler, var olan düşünceler vb.) karşısındaki değiştirici ve dönüştürücü biçimde kullanarak sergilemişlerdi.      

***

Türkiye eğitim sistemi nicedir giderek artan sayıda dindar özne üretiyor. Fakat bu özneyi sadece din derslerinin ürettiği söylenemez. “Müslüman özne” elbette Descartesçı anlamda çelişkili bir tanımlama; bir oksimoron gibi görülebilir ancak öyle değil. Artık tekke ve dergahlarda çile dolduran, tarikatlarda el-etek öpen, zamanını sürekli olarak dini mekanlarda ibadetle geçiren geleneksel bir kul anlayışı yok. Marx ve Weber’den modernleşme kuramlarına ve sekülerizme değin pek çok tez ve yaklaşıma göre din, gelişme ve ilerlemeler karşısında giderek arkaik bir kuruma dönüşüp etkisini kaybedecek, özel alana çekilecek ve sadece ibadet ve bir takım ulvi davranışlarla sınırlı kalacaktı. Öyle olmadı; dinler pek çok ülkede iktidar olma hedeflerinde aktif kurum haine geldiler. “Dindar politikacı” ve diğer dindar özneler, dini, seküler yaşamın içinde yeniden üretecek, kendileri açısından pek çok başarılı hamle yaptılar. Postmodernizmle başlayan dine alan açma hareketleri de, farklı bilme, doğrulama ve analiz biçimi olarak dinlerin argümanlarını yeniden ürettiler veya akademik/teorik anlamda/alanda güçlendirdiler. Küreselleşme döneminde dinler, bir takım değer değişim ve bunalımlarına karşı güvence sunan aidiyetler arayışı içine girerek krizi atlatmak isteyen yoksullar için çıkış kapısı oldu ve neoliberal kapitalizmin de gücünü arkasına alarak güçlendiler. Evanjelik Bushgiller ve Trump’un özne olmaklığı, din kaynaklı politikanın gücünü gösterir. Okul sıralarında din derslerinin çok fazla etkisi yok; dinler, güçlerini artık ibadethanelerden değil, parlamento, banka ve fabrika gibi seküler yönetim, iktisat ve üretim yerlerinden alıyorlar. AKP’yi iktidara tarikatlar değil, iş insanları, esnaf, yoksul işçi, köylü, esnaf ve işsizler taşıdılar. Modern okul kapsamı içinde dinlerin gücü, dinsel bilgilere değil, seküler hayatı ilgilendiren konuların (bilhassa kürtaj, intihar, klonlama, eşcinsellik, evrim gibi konuların) içine ne derece nüfuz ettiğine, bu tartışmalı alanlara ne ölçüde etkili çözümler getirdiğine göre ölçülmelidir. Laboratuvarda deney yapan, bir icat gerçekleştiren, teknolojik bir yenilik üreten kişinin dini aidiyeti, seküler hayatın üzerinde öznellik ve özne olmak anlamında bir baskı oluşturur. Zamanını sürekli ibadetle geçiren, camiden çıkmayan, arkaik dini mesellerle avunan eski geleneksel dindar tipi yerine küresel sınırları aşıp çeşitli yeni bilgi ve becerilerle (kaliteli diploma, yabancı dil, nüfuz edici ilişkiler vb.) devinen bu Müslüman özne, örneğin Avrupa ve Amerika’daki son derece modern okullarda yetişmektedir. Batı’da Habermas’ın postsekülerizm tezi çerçevesinde prosedürel bir sistem olan demokrasinin Yahudi-Hıristiyan geleneğinin ahlaki değerlerle temellendirilmesi ve güçlendirilmesi talebi, bir ölçüde gerçekleşmeye başladı. Fransa’nın Cumhuriyetçi geleneği, hangi dine mensup olursa olsun, bireyleri özgür yurttaşlar olarak almakta ve din karşısında liberal bir devlet olarak tarafsız ve fakat laik olarak tanımlamaktadır. Almanya ise dini cemaatleri meşru sorumlu örgütleri olarak görüp örneğin okullardaki dini eğitimi onların belirlemesine izin vermektedir. Ancak Fransa güçlü bir laik ülkeyken, Almanya da etkili bir seküler ülkedir. Her iki ülke de dine göre değil, akıl ve bilimin rehberlik ve öncülük ettiği politik kararlara göre yönetilmektedir. Peki, bize göre sorun nedir?

***

Sorun şu: Bu özne tipi bir türlü adalet, eşitlik ve özgürlük gibi siyasal değerlere yer vermiyor. Yani yurttaşlık dediğimiz bireyin en temel haklarını tanımıyor. Din derslerinde haklardan çok bahsedilir ancak insan hakları kabul edilmez zira İslam’da zaten dinin verdiği haklar vardır, “insan hakları rejimi”ne gerek yoktur. İslami sistemler örneğin eşit haklar için gerekeni yapmaz aksine hayır, zekât, sadaka, fitre gibi mekanizmalarla muhtaçlık yeniden üretilir, ortadan kaldırılmaz. Eğitim, Müslümanı özne olarak üretirken, onu bugünün teknik ve bilgisiyle geçmişin değerlerinin içine doğru gönderir. Türkiye’de yapılmaya çalışılan budur. Kuşkusuz geçmişin İslam’ının bugün, bin yıl önce yaşandığı gibi yaşandığı söylenemez ancak temel tez değişmemiştir. Müslüman özne üretimi, modern mantığı sonuna değin işletecek kapasiteden yoksundur, o kapasiteyi zaten kabul etmez de. Ancak kullanır. Modern, laik veya seküler eğitim sistemimiz (olduğu kadarıyla), Müslüman öznenin okul sıralarında yetiştirilmesine karşı bir şey yapamıyor. Bir İmam-Hatipli öğrencinin kimya gibi pozitif dersi/bilimi öğrenmesi, normal ve sıradandır; beklenen bir şeydir ancak öğrendiği pozitif bilgi, Müslüman öznede bir değişime yol açmakta mıdır? Belki. Ne var ki, İslami doktrin içinde kalarak kendi haklarını genişletmeye çalışan bir kız/kadın Müslüman öğrencinin elde ettiği pozitif bilgiler, son tahlilde araçsal olarak kullanılır. Rasyonalitenin tüm/tam hükmünü Müslüman öznede üretmesi mümkün değildir; akıl ve inanç, iki ayrı paradigmanın (sekülerizm ve din) varoluş nedenidir ancak ikisi arasında geçişler mümkündür (en azından Habermasçı anlamda, dinsel bilgi ve değerlerin seküler dile akıl üzerinden tercümesi anlamında). Ancak bu geçişlilik veya tercüme, dini bilginin seküler alanda/değerlerde eğreti olarak tutunmasından başka bir sonuca yol açmaz. Akıl, bilim ve teknolojinin gücünü arkasına alıp geliştikçe, din buna cevaplar vermek zorunda kalır (uçakta kıble nasıl ayarlanıp namaz kılınacak?) Geçmişte din, akla sınırlar koyar ve hareket sahasını belirlerken, bugün bunun tersi yaşanmaktadır. Bir İmam-Hatipli öğrenci, dua okunan fasulyenin dua okunmayan fasulyeden daha hızlı yetiştiğini bilimsel deneyle kanıtladığında (!), duanın gücünü gösterdiğine inanır; bu anlamda, Müslüman özne olmaklığın örneğini verir ancak dikkatli bakıldığında, rasyonalite burada ağır basar: laboratuvar, deney, gözlem, analiz yapmak ve sonuç çıkarmak gibi adımların hepsi de bilimsel alanda olduğumuzu bize hatırlatır. Dua gücüyle fasulyenin daha hızlı büyüdüğü tezi kolayca çürütülebilir. Bu da, Popper’ı hatırlayıp söylersek, bilimin ilerlemesinde doğrulama kadar yanlışlamanın da gücünü gösterir. İlerleme böyle sağlanır; dinsel paradigmanın belirleyiciliği böyle aşılır. Bilimin aşındırıcı gücü, kendinde (verili veya içkin) bir güç değildir; onu taşıyan ve anlamlandıran akıldır. Aklın, bilimsel ve pedagojik alanda ne tür özne üreteceği, büyük ölçüde o ülkede uygulanan sisteme bağlıdır.

 1,387 total views,  1 views today

Eğitimde “nitelik” sorunu / Kemal İnal

10.10.2020

 

 

 

Eğitimde “nitelik” sorunu

Kemal İnal

Zaman zaman “insan kalitesi”nden bahsederiz. O durumda kaliteyi aslında nitelik anlamında kullanırız. İşini iyi yapan, doğru hareket eden, kendini iyi yetiştirmiş, adil davranan gibi bir dolu nitelik sayarız buradaki kaliteyi ifade etmek için. Ancak kalite ile biz, daha çok ekonomik anlamda mal ve hizmetlerin niteliğini anlarız. Kaliteli mal/hizmet söz konusu olduğunda, diyelim masa için konuşursak, sağlamdır, iyi malzemeden yapılmıştır, işçiliği üst düzeydedir vb. Kaliteli araba, kaliteli ev, kaliteli oyuncak gibi bir dolu nesne ve şeyde öncelikle aradığımız iki şey, sağlamlık (kaliteli malzemenin ustaca kullanılması) ve pratik kullanışlılıktır. Ancak son tahlilde biz, kalite ile bir niteliği (sağlamlık, kullanışlılık, pratiklik, sağlığa zararlı olmayışı vb.) ifade ederiz. Bu nitelik, doğal değil, tasarımlama ve üretimle sonradan nesneye/şeye kazandırdığımız özelliktir. Nesneye içkin değil, atfedilmiştir bu özellik. O nedenle bir şey satın almaya kalktığımızda, üretilen ürünün öncelikle özelliklerine bakarız. Örneğin laptop bilgisayar alacağımız zaman bir dolu teknik ve pratik özellikle ilgileniriz: Bellek kapasitesi, ekranı, hızı, ağırlığı vb.

***

Aslında ürettiğimiz mal ve hizmetlerde aradığımız kalitenin bir benzerini eğitimde de bulmaya çalışırız. Ancak genelde “kaliteli eğitim”den değil, “nitelikli eğitim”den bahsederiz. Çünkü eğitimi, ekonomik bir mal gibi düşünmeyiz. Elbette çoğu insan, öncelikle “adam olmak” veya “yararlı insan olmak” için eğitim almaz ya da okula gitmez (eskiden bu amaçla okula giderdi). Daha ziyade bir konuda uzmanlık bilgisi elde edip o bilgileri kullanarak elde edeceği meslek ve iş ile müreffeh bir hayat sürmeyi tasarlar. Yani nitelikli eğitimle kaliteli ekonomik bir çıktı (mezuniyet sonrası işgücü, meslek, iş, gelir vb.) elde etmek ister. Bu, birey için son derece rasyonel bir düşüncedir. O yüzden nitelikli eğitim için, ekonomik yatırım gözüyle bakılan bir dolu para harcanır. İnsan, eğitimle kendini değerli bir sermayeye dönüştürmeye çalışır. Ne var ki, kaliteye ulaşmak nitelikten geçer. Bütün bu süreç, soyut olarak, sosyal koşullardan, sınıfsal yapılanmadan bağımsız olarak gelişmez. Orta sınıf aileler, bu kaliteyi pratik olarak anlamlandırıp bunun gereklerini yerine getirme konusunda alt ve üst sınıflara göre çok daha cevval, hatta saldırgan davranırlar. Alt sınıflar, bu yarışta umutsuz oldukları için fazla iddialı olmazlar; üst sınıfların da çocuklarını bu yarışa sokarak okutmak gibi derin bir dertleri olmaz. Parayı basıp çocuklarını Amerika’nın en iyi okullarında okuturlar. Bu yüzden Türkiye’de nitelikli eğitimi, gariptir, devlet değil, orta sınıflar tanımlar, çerçevelendirir; bu aileler, nitelikli eğitim verdiklerine inandıkları okulları hedefleyerek bu okulların gerçekten de, yoğun talep sonucu, zaman içinde yüksek nitelikler elde etmelerini sağlarlar. Sınav gibi acımasız eleme yarışmaları, niteliği her defasında yeniden tanımlar, sınırlandırır ve geliştirir. O yüzden, talep ile niteliğin tanımı arasında bir koşutluk kurmak veya örtüşme saptamak mümkün. Dolayısıyla Türkiye’de nitelikli eğitimin çerçevelenmesi, devletin sınıfsal araç olarak kullanılması suretiyle, orta sınıfların inanılmaz yoğun, sert mücadeleye meydan veren ve bireyci eylemleriyle mümkün olur. Peki, orta sınıflar, nasıl oluyor da eğitimde nitelik çıtasını, sınırını veya kapsamını kendi başına belirliyorlar? Aslında bu belirleme, orta sınıf ailelerin piyasa ve devlet ile girdikleri alışverişle, giderek işbirliğiyle mümkün oluyor. Orta sınıf aileler, devletin belirlediği eğitimin içeriği ve prosedürünü kabul ederek piyasaların (o piyasanın içinde devlet kadroları baş rolü oynuyor) talep ettiği nitelikleri çocuklarında eğitim üzerinden üretmeye ve yeniden üretmeye çalışırlar. O halde, eğitimde nitelik, sınıfsal olarak belirlenen bir şey olur. Peki ama, diyelim Robert Kolej veya Boğaziçi üniversitesinde nitelikli eğitim veriliyorsa, biz bu niteliği nasıl hemen tanıyabiliyoruz? Niteliği, maddi kriter olan ölçü(t)lere bakarak tayin ederiz: Boğaziçi üniversitesine yüzdelik kaç dilimle giriliyor? Merkezi sınavlarda ilk sıralarda yer alan kaç öğrenci bu okulu seçiyor? Bunların ardından okulun maddi özelliklerine bakıyoruz: Hocaların mezun oldukları okullar, yayınları, ödülleri; kütüphane, kampüste sunulan hizmetler; yabancı dil eğitimi vb. Fakat bütün bu maddi özelliklerle yetinmez orta sınıf bir aile. Çocuklarının en başarılılar listesinin tepesinde yer alanlarla aynı okulda okumanın yarattığı “akademik şövenizm”in tadını da çıkarmak isterler; o yüzden nitelik, sınıfsal-pedagojik anlamda bölücüdür. Bu şövenizm, tarihsel köklülük, iyi eğitim, kaliteli mezun, medyada yoğun biçimde yer alma gibi pek çok kriterle birlikte harmanlanarak örneğin “Mülkiyeli” veya “ODTÜ’lülük” gibi imajiner veya algısal kategoriler üretir. Biz, işte nitelikli eğitim dediğimizde, maddi göstergeleri ölçüt olarak kullanırken bilinçaltımızda bu şövenizmin yarattığı imajiner kaliteli malı satın almanın hazzını da yaşamak isteriz. İş piyasasında ODTÜ’lü ve Mülkiyelilerin birbirlerini tutması, kayırması, kollaması, az rastlanan bir şey değildir. Eğitim, bu şövenizmi yaratmaz, sadece aracı olur çünkü bu şövenizmin temeli sınıfsaldır. Bu algısal/imajiner şövenizmin sonul amacı, piyasadaki kalitenin satın alınmasında tekel oluşturmaktır.

***

Aslında niteliğin peşine düşmek, insan için son derece masum ve de rasyonel bir şeydir. Herkes, kaliteli denilen iyi, sağlam, muteber vb. şeylerin peşine düşer. Doğalcı düşünen biri için bu, eşyanın tabiatı gereğidir. Ancak insan, her zaman doğalcı düşünmez; piyasada kalite, eğitimde nitelik arayışının ardında sosyal nedenler ağırlıklı bir rol oynar. Yarışlarda öne geçmek isteyen, bunun kişisel hazzının yanı sıra toplumsal hedefini de (grubun adının duyulması, liglerde takım olarak üst sıralarda yer almak, ülke olarak gururlanmak vb.) önemser. Dolayısıyla, insanlık için niteliğe erişim konusunda bitmez-tükenmez bir yarış vardır. Sorun, bu yarışın adil bir rekabete dayanıp dayanmadığıdır. Boğaziçi’ne giren ortalama bir öğrenci, bu okula girebilmek için meritokratik sistemin (liyakat rejimi) gereklerini yerine getirerek bireysel bir başarı öyküsü yazdığını düşünür. Bu okula giren çok az öğrenci, elde ettiği niteliğin (bu okulda okumanın) kazanılmasında sosyal olarak düşünür. O yüzden nitelik ile bireysel çaba arasında sarsılmaz bir bağlantı kurar. Bu bireysel veya bireyci bağlantı, mezuniyet sonrasında okulunun sağladığı niteliğin başka platformlarda (örneğin iş dünyasında, devlet katında, mezunlar derneğinde) yeniden üretilmesinde giderek kendine yönelimli bir “topluluk şövenizmi” yaratır. Kendi kurumuyla sınırlı bir şövenizm. Bu şövenizm, niteliğin ülke genelinde sosyalleşmesini veya geniş kitlelere yayılmasını engeller. Nitelikli okullara giren bir avuç devrimci öğrenci dışında, diğer tüm mezunlar bu yönde çalışırlar. Örneğin neden Boğaziçi gibi daha birçok üniversite kurulmuyor? Halbuki kurulabilir. Bu aslında tekel anlayışıyla ilgili bir konudur. Mülkiye’de çalışan bir akademisyen, kendi fakültelerine benzeyen bir fakültenin daha kurulmasını ister mi, pek sanmam. Bu biraz, kalabalık caddede aynı giysiyi giymiş iki kişinin karşılaştıklarında kendilerini tuhaf hissetmelerindeki duyguyu andırıyor. Yani olay şu: Orta ve üst sınıflar, daha iyinin peşinde koştukça, alt sınıflarla aralarının kapanmasını istemezler. Yarış biteviyedir. Oturdukları semte alt sınıflardan birileri geldiklerinde, semt değiştirmek isteyen veya yeni gelenlerin, kendi düzenlerini bozduklarını söyleyerek homurdanan insanlara benziyor eğitimdeki durum. Ancak eğitimdeki nitelik sorunu bu düzeyde olup bitmez.

***

Nitelik, az bulunan şeylere atfedilen bir özelliktir. Eğitimde biz, niteliği az bulunan özelliğe bakarak ölçmekte pek de zorlanmayız. Yani maddi anlamda nitelik konusunda emin olduğumuz bir gerçektir. Boğaziçi’ni kazanmak, pedagojik anlamda niteliğe erişmenin bir sonucu gibi görünür. Bu okuldan mezun olan birinin nitelikli olduğunu söylediğimizde, ikili sınıflama yaparız: “Önsel nitelikler” ve “sonsal nitelikler”. Önsel nitelik, öğrencinin Boğaziçi’ne gelmeden önce zaten sahip olduğu özelliklerdir: Bireysel olarak akıllıdır, zekidir, çabuk kavrar, mücadelecidir, dünyaya açıktır, sosyal formasyonu zengindir vb. Bu özellikler sınav kazandırır. Ancak bu özellikler verili (öğrenciye içkin olabileceği) gibi sosyal şartların (öğrencinin ailesinin zengin ve eğitimli olması, oturduğu semt ve evin kaliteli olması, eğitimi için çok para harcanması vb.) sonucu olarak da gelişebilir. Sonsal nitelikler ise, Boğaziçi’nin bireye kattığı özelliklerdir (bilgi, uzmanlık, beceri, yeteneğin gelişmesi vb.). Bu iki nitelik demeti genellikle birbiriyle tutarlıdır (nitelik, niteliği çağırır ve iç içe geçer, birlikte çalışır), alışveriş halindedir ve birbirini yeniden üretir. Bu bir tür verimli kısır döngüdür. Kurumsal nitelik, bireysel niteliği alır kullanır ancak birey de bundan son tahlilde kazançlı çıkar. Bu, iki tür sermayenin (kurumsal ve bireysel) çakışmasıdır. Kurum ve birey, bu sermayenin (yüksek niteliği üreten kaynağın) olabildiğince az birey tarafından sahiplenilip üretilmesi ve de tekelleşmesi için bilerek veya bilinçsiz biçimde çalışır. Bunun için kapitalizmde marka yaratmak, imaj üretmek, PR yapmak, kendine özgü hale yaratmak gibi araçlar kullanılır. Neoliberal kapitalizm bu araç ve yolla, eğitimi yüksek nitelik arayışında olan piyasalara bağlar. Orta ve üst sınıflar, gerek kamu gerekse özel sektörün ne tür işgücü talep ettiğine bakarak niteliği eğitimde tanımlayıp çerçevelerler. Ancak niteliği verili değil, üretken (üretilmesi gereken) bir şey olarak görür, bu yolda çok para, zaman ve emek harcarlar. Türkiye’de nitelikli okullar için yaşanan yarışın bu derece sert geçmesinde, orta sınıf veli veya ebeveynlerin, çocukları için histerik duygular beslemeleri ve hedefler koymalarının azımsanmayacak bir yeri vardır. Ancak bu, son derece rasyonel bir davranıştır, sistem açısından bakıldığında tabii. Ancak son bir nokta aydınlığa kavuşturulmalı: Nitelik, gerçekte nedir?

***

Çok zeki, yüksek not alan, iyi bir karne getiren öğrenciden tüm hizmetleri veren bir kampüse değin, biz niteliği sanki daha ziyade maddi bir şey olarak algılamıyor muyuz? Mesela, köy okulundaki bir öğrencinin onca yoksunluğa karşın öğretmeninin kalbinde büyük bir sevgi kazanması, nitelikle ilgisiz, niteliksiz bir şey midir? Bunu nasıl ölçeceğiz; dahası, ölçmek zorunda mıyız? Bir yılın sonunda okumayı sökemeyen bir öğrencinin, okuma edimine göre niteliksiz değerlendirilecekse eğer, diğer niteliklerinin (mesela futbolu iyi oynuyordur, arkadaş canlısıdır, toprağı iyi tanıyordur vb.) eğitim sisteminde ille de temsili mi gerekiyor nitelikli sayılması için? İşte sorun da tam burada: Ölçülmeyen, temsil edilmeyen, puanlanmayan, giderek piyasalarda karşılığı olmadığı iddia edilen özellikleri biz eğitimde nitelik olarak kabul etmediğimizde, insanı tümel değil, tikel değerlendirmiş olmuyor muyuz? Maalesef durum bu: Nitelikten anladığımız öncelikle ve yoğunlukla, birtakım nicelikler. Yani, nicelik, niteliği belirliyor. Elbette bir öğrencinin öğretmenine gülüşü veya sıcak davranışını karnenin sol tarafında yer alan “Hal ve Gidiş” kısmında değerlendiriyoruz ancak sadece değerlendiriyoruz (değer veriyoruz ancak yazıyla- “pekiyi”, “iyi”, “orta”) ve hep pekiyiyi basıyoruz. Oysa biz, nitelikte, hep pozitif (bilim dersleri), sanatsal (beceri temelli (resim, müzik, beden vb.) ve normatif (ahlak, din vd.) alanlardaki performansları baz veya ölçü alıyoruz. Bu da nitelik konusunda bizim parçalı, kısmi ve çoğu zaman yanlış hareket etmemize yol açıyor. Eğitimde nitelik sorunu göründüğü kadar hiç de basit değil. Üzerinde çokça düşünülmeli.

 1,802 total views

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu