Press "Enter" to skip to content

Murat Belge’nin Hayatı ve Eserleri / Bülent Avcı

indeterminately 30.11.2022

Murat Belge’nin Hayatı ve Eserleri 

Kondopoga
Bülent Avcı

Murat Belge eskiden sadece sol çevrelerde bilinirdi, ama bugün sağcılar ve futbolcular arasında da epey bir popülerliği var. Kendisi İngiliz filolojisi eğitimi görmüş; iletişim yayınların kurucularından. Halen yayınlanan ve uzun yıllar editörlüğünü yaptığı Birikim dergisinin kurucusu. Yabancı dillerden yaptığı çevirilerle (Joyce, Faulkner, Dickens…), Türkçeye kazandırdığı kitaplarla da biliniyor. Uzun yıllar Bilgi Üniversitesinde karşılaştırmalı edebiyat dersleri verdi. Belge baba tarafından sağcı anne tarafından solcu bir ailenin tek çocuğu: O meşhur Yaban romanının yazarı, Yakup Kadri, Belge’nin dayısı olur. Babası Burhan Asaf Belge Adnan Menderes’in önemli danışmanlarından biriydi…

Şunu en başından belirtmeliyim ki bu yazının amacı ne Murat Belge’ye saygısızlık yapmak ne de kendisine övgüler düzmektir. Amaç Murat Belge üzerinden Türkiye’nin son kırk yılına bakıp soldaki düşünsel savrulmaları biraz daha iyi anlamaya çalışmaktır.

Bilindiği üzere Belge 12 Mart öncesi Dev-Genç hareketine-özellikle Mahir Çayan önderliğindeki THKP-C geleneğine sempati besliyordu. 12 Eylül öncesinde ise yine Çayan geleneğinden gelen, Türkiye’nin o dönemde en kitlesel ve en etkili hareketi olan, Dev-Yol çevresine yakın olduğu bilinir. Yani 1980 öncesi Belge sol içerisinde saygın bir yeri olan, söyledikleri-yazdıkları geniş çevrelerce dikkate alınan birisiydi…

1980-1990 arası Neoliberal rüzgarlar ve Özal’ın çikita muzları sadece sırdan insanları değil okumuş-yazmış birçok insanın da düşün ve inanç dünyasını altüst etmişti. Bu ‘düşünen’ insanlardan biri de Murat Belgey’di. Kendini halen sosyalist olarak tanımladığı halde, 1950 sonrası Şerif Mardin ve müritlerinin türettiği yeni-sağ söylemlerle konuşmaya başladığı zamanlardı…

Askeri Vesayete karşı demokrasiyi, merkezi oluşumlara karşı çevreyi, Cumhuriyet elitlerine karşı milleti savunur gibi duran bu ve benzeri karşıtlıklar üzerinden sağ söylemlere hafif bir sol makyaj yaparak meşruiyet kazandırıyordu üstat….

Yaşı müsait olanlar hatırlar, sağcı bir yayın müdürünün yönettiği solcu bir gazete vardı 1990’larda, Radikal gazetesi. Belge haftada iki kere köşe yazısı yazıyordu Radikal’de. Yazdıkları yazılardan, açıktan deklare etmese bile, Marksizm ile arasına mesafe koyduğu ve Neoliberalizm ile flört halinde olduğu belliydi. Böylesi bir savrulmayı anlamakta, solcu bir üniversite öğrencisi olarak, gerçekten zorlanıyordum. Bir anekdottan bahsetmeden geçemeyelim burada. Atilla İlhan bir röportajında

‘Biri Murat Belge’nin 30 sene önce yazdıklarını okusa ve uykuya dalsa…30 sene sonra uyansa    ve bugün yazdıklarını okusa gözlerine inanamaz’

Diyerek sol entelektüel çevrelerdeki savrulmaya gönderme yapmıştı.

O hafta yıllık iznini kullanmakta olan Belge’den bir ses gelmiyor bununla ilgili. Ama daha ilginç bir şey oluyor: o dönem Sabah’tan Radika’le transfer olan, CHP’nin Bebek temsilcisi, Hasan Bülent Kahraman Belge’nin imdadına yetişiyor: Kahraman’a göre Belge’nin solculuktan başlayıp sağcılığa yelken açan otuz yıllık yolculuğu son derece normaldi… Yıllık izninden dönen Belge özgür düşüncesinin kendisini götüreceği yerlerden hiç korkmadığını belirtiği yazısında Hasan Bülent Kahraman’a bir selam çakıp yoluna devam etmişti…

1990’lı yıllar; devlet üniversitelerine paralı gece bölümleri eklenmiş ve arkasından gündüz bölümleri de paralı hale getirilmeye çalışılıyordu. Özellikle büyük şehirlerde Üniversite öğrencileri sokaklara çıkıyor gözaltı, dayak, işkence ve hapis ihtimallerini göze alıp ve parasız eğitim talep ediyordu(k). Üniversite harçları dönemin popüler konusuydu. Televizyonlardaki tartışma programlarından gazetelere birçok mecrada öğrencilerin parasız eğitim talebi konuşuluyordu.

Murat hoca bu konudan da geride kalmayıp bir yazı döşenmişti Radikal’deki köşesinde.

Belge yazısında özetle, üniversite öğrencilerinin hemen hepsinin dershane süreçlerinden geçtiğini ve bu dershanelerin paralı olduğunu; dershane parası ödeyebilenlerin üniversite harç ücretlerini de pekâlâ ödeyebileceklerini ve mırın kırın yapmalarına gerek olmadığını söylüyordu…Üstat hızını alamayıp yoksul öğrenciler için, Amerika örneğini göstererek, bir burs sistemi kurulup sorunun gürültüsüz patırtısız çözülebileceğini de ekliyordu yazısına. Belli ki Amerikan burs sisteminin nasıl bir bataklığa dönüştüğünden haberi yoktu sayın Belge’nin.

Bu söylem o dönem sağcıların kullandığı bir numaralı argümandı. Ve Murat Belge hem solcu pozu veriyor hem de sıkılmadan neoliberallerin ağzıyla konuşabiliyordu. Ya da çoktan liberal olmuştu da kendi ağzıyla konuşuyordu. Burada öğrencilerin onca para verip dershanelere gitmesinde bir sorun görmüyor ve ‘dershaneye para veren üniversiteye de harç öder ne var bunda’ diyebiliyordu… adil olmayan fiili bir durumu referans gösterip diğer bir adaletsizliğe dayanak yapmıştı bir zamanların ‘sosyalist’ Murat Belge’si. Yazısını okuduktan sonraki şaşkınlığımı ve hayal kırıklığımı hiç unutmam…

Bunlar daha giriş taksimiydi; Belgenin faça kayma durumları 2007 de Taraf gazetesine köşe yazmaya başlamasıyla tavan yaptı: spor ayakkabı giydiği için kendisini ‘genç sivil’ zanneden kullanılışlı aptal Yıldıray Oğur ve minibüs muavini yardımcısı Rasim Ozan Kütahyalı gibi tiplerle yan yana olmaktan geri durmadı üstat. Yayın tarzı 1980 öncesi Aydınlık Gazetesi’ni andıran Taraf gazetesi Türkiye’de askeri vesayeti bitireceğiz sloganlarıyla şahlanıyordu…

Murat Belge Taraf gazetesinin Gülen’cilerin inisiyatifi ile oluştuğunu bilmeyecek kazar cahil değildi elbette. Türkiye’ye özgü geleneksel cami-kışla geriliminde hikmetleri kendinden menkul liberaller, Amerika’nın ılımlı İslam politikaları paralelinde, camiye oynuyorlardı epey bir zamandır. Belge’de bu eğilimi takip ederek Taraf gazetesindeki köşesinde AKP’ye övgüler düzmekle meşguldü. Belge’ye göre solcular-sosyalistler çuvallamışlardı; özgürlük ve demokrasi AKP’yle gelecekti memlekete. Arşivlerden belgenin yazılarına bakarsanız, üstadın ‘yürü be koçum kim tutar seni’ kıvamında olduğunu görürsünüz.

Sonrasında 2010 Anayasa Referandumuna, eskiden yakın arkadaş olduğu birçok devrimci sosyalistin uyarılarına rağmen, ‘yetmez ama evet’ cephesinde katılan Belge façaların en büyüğünü kaymıştır. Referandum sonrası kullanım süresi dolan Murat Belge ve onun liberal biraderleri kapı önüne konulmuşlardır. Kendisine bu konuda bir açıklama yapıp yapmayacağının sorulduğu bir TV programında Belge’nin söyledikleri insanı hüzünlendiren cinstendi ‘biz demokrasiyi New York’tan gelen insanlarla yapacak değiliz’… AKP’yi ve siyasi ortağı Gülen çevresini devrimci bilmişti üstat…

Geçenlerde bu konuda yazdığı yazı ise ilkinin daha bir akla zarar versiyonu: Belge Türkiye’nin bugün ki kötü durumunun 2010 referansı ile ilgisi olmadığını; aksine içinde bulunduğumuz kötü koşulların 2017 sonrası gelişmelerden kaynaklı olduğunu söylüyor…

Belge hızını alamamış olsa gerek Ergenekon davaları döneminde sosyalist hareketlerin önderlerinden bir kısmını Ergenekon üyesi ilan etti… Polisin sıktığı biber gazıyla hayatını kaybeden Metin hocaya Ergenekoncu diyebilecek kadar koordinatlarını kaybetmişti Belge.

Gülenciler ve AKP arasındaki çatışmanın yoğunlaştığı dönemlerde ve 2015 darbesi sonrası ortalıktan yok oldu bir süre. KHK’larla üniversitelerde 1980 sonrası yapılan akademisyen kıyımına benzer bir operasyon yapıldı. Binlerce eğitimcinin hayatı cehenneme döndü.

İşten atılan akademisyenlerin bir kısmı batı ülkelerinde iş bulabilmek için risk altındaki akademisyenler programına başvurdu. Çok azı bu imkanlardan faydalanabildi… bunları niye anlatıyorsun dediğinizi duyar gibiyim… Biz sonradan öğreniyoruz ki Murat Belge’de bu programa başvurmuş ve o çok değerli İngiliz dostlarını araya koyup 2018’den beri bu program kapsamında Oxford Üniversitesi’nde çalışıyormuş. Murat Belge gibi birçok solcunun desteğiyle ideolojik hegemonyasını kuran AKP’nin mağdur ettiği onca akdemiysen varken, Belge kendisini mağdur hissetmiş olmalı ki bu imkândan faydalanıyor olmaktan utanç duymamış. Yani her durumda Murat Belge kendisini haklı çıkartabilmiş.

Elbette ki insan değişir, hepimiz değişiyoruz. Düşüncelerimiz, duygularımız, bedenimiz, çevremiz vesaire durmadan değişiyor. Murat Belge ya da herhangi bir başkası düşüncelerinde radikal değişimler yaşayabilir.  Burada sorun Belge’nin halen solculuk oynaması; çıkıp açık olarak dese ki ‘ben artık solcu falan değilim’ eyvallah der geçeriz. Bu riski almıyor Belge; böylesi bir deklarasyonda epeyce müşteri kaybedeceğini çok iyi biliyor.

Daha geçenlerde yazdığı bir yazıda mealen şöyle diyor üstat: memleket giderek Kemalist ve dinci-muhafazakar kamplara bölünüyor ve kendisi her ne kadar Kemalist olmasa da bu ayrışmada Kemalist kampta yer alacakmış… İroni dedikleri böyle bir şey herhalde… Üstat AKP’nin gidici olduğunu anladı dümeni nereye kıracağını hesaplıyor…

Türkiye’de düzene soldan muhalif köklü bir devrimci-parti ve örgütlenme geleneği olmadığı için organik aydın diye tanımlanan şekliyle entelektüeller yetişmiyor-ya da çok az yetişiyor. Murat Belge sadece bir örnek ve belki de en masum olanı… azımsanmayacak sayıda insanın düşünce dünyasını etkilemiş; iletişim yayınları gibi prestijli bir yayınevini kurmuş; onca kitap yazmış; çeviriler yapmış; ve üniversitede dersler veren bir profesör; 12 Mart 12 Eylül görmüş ve 1960’lardan beri siyasetle ilgili… Ama gel gör ki bunların hiçbiri organik aydın olmaya yetmiyor… Sen git lise mezunu bir imamın liderliğindeki cemaatin kontrolündeki bir gazetede  askeri vesayete karşı mücadele ediyorum diye köşe yazıları yaz… Olmadı, üniversite diploması tartışmalı bir siyasetçinin dolduruşuna gelip yetmez ama evet diye bağırıp din soslu neoliberalizmin (yeni-sağ) hegemonya kurmasına katkıda bulun… Sonrada bu hegemonya sonucu oluşan baskıcı otoriter düzenden şikayet et ve kendini risk altındaki akademisyen diye pazarla ve kapağı Oxford’a at…

Ne diyelim… Murat Belge’nin hayatı ve eserleri.

Bülent Avcı 

Seattle, Kasım 2022 

 588 total views

Nereden nereye!… / Emin Toprak

25.12.2022

Nereden nereye!…

Ülkemizi 20 yıldan beridir “İtibardan tasarruf olmaz” diyen bir anlayış yönetiyor. Az gittik uz gittik bir de dönüp baktık ki, ülkemizde çalışan nüfusun ancak yarısı asgari ücret alabiliyor hem de ‘en asgari’ şartlarla yaşamaya çalışıyor.

Tabii ki her ülke ve yurttaşları itibarlı olmalı. Ancak itibarlı olması için o ülke halkı, öncelikle barış ve huzur içinde yaşamalı. Doğayı ve içindeki tüm canlılar ile kaynakları korumalı. Devletin ekonomik-sosyal hizmetleri de eşitlikçi bir anlayışla herkese ulaştırılmalı.

Bir ülke, ancak komşu ülkeleriyle ve uluslararası ilişkilerinde tarafsız ve barışçı bir dış politika izlediğinde güvenilir ve itibarlı olabilir.

Fakat ülkemiz yönetimindeki egemen anlayış itibarı: ‘gösteriş yapma’ olarak düşünmektedir. Bu düşünceyle: binlerce dönüm üzerine kurulu bilmem kaç odalı onlarca sarayda… Bu sarayların şatafatlı salonlarında kurulan sofralarda… Onlarca özel uçak, zırhlı makam aracıyla çıkılan gezilerde, trafiği altüst eden özel eskortlu koruma ordusuyla itibar aramaktadır bu anlayış.

Ve son örnek daha:

6 Aralık günü Katar’da ‘FIFA 2022 Dünya Kupası Finali’ Arjantin-Fransa arasında oynandı ve Arjantin şampiyon olmuştu!..

Ancak, Arjantin Devlet Başkanı bu önemli şampiyonluk karşılaşmasını evindeki TV’nin başında izlemişti!

“İtibardan tasarruf olmaz” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve heyeti ise: “İşte itibar budur” dercesine, lüks dev uçakları, zırhlı araçları ve güvenlik sağlayıcıları Katar’a giderek tribünde yerlerini almıştı.

Yani bu anlayış, ülke nüfusunun yarısının açlık sınırında ve ‘asgari’ şartlarda yaşadığını hiç düşünmüyor.

Yani bu anlayış yurdumuzda; “Bir tarafta açlığın, diğer tarafta lüksün hüküm sürdüğü bir düzen” kurmuştur…

***

Peki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünkü konuşmasını duydunuz mu?

Erdoğan; “Sırtımızda devletin küfesi var” diyerek, işçi temsilcilerinin kabul etmeyip imzalamadığı 2023 yılı asgari ücret tutarını belirledi ve ilan etti.

Ve bir de müjde verdi asgari ücretlilere…

Asgari ücretliler 2023 birinci ayından itibaren 8.500 lira alacaklarmış!

Yaşasın!

Çünkü, herkes asgari ücretlilerin çok zor koşullarda yaşadığını söylüyor!

Bu hem bir gerçek hem de doğru…

Fakat doğrunun daha doğrusu olduğu gibi, yoksulun da yoksulu var.

Yoksul ve daha yoksullar da 84 milyon nüfusumuzun yarısı kadar!

Yani, nüfusumuzun büyük bölümü henüz asgari ücret bile alamıyor!

Yani bu durumda, asgari ücretlileri daha da şanslı oluyor!

Keşke, bu müjde açlık sınırında yaşayan herkesi kapsasaydı.

Çünkü, ancak o zaman yarı-sosyal devlet olabilirdik.

Çünkü ülke nüfusunun yarısı, et yemez, süt içemez, faturaları icralık olmuş, çocukları aç, gençleri güvencesiz, işsiz, üniversiteli olanları barınak bulamıyor. …

Yakında yeni bir yıla gireceğiz o halde şimdi bu üzüntüleri bırakıp biraz da asgari ücretin verdiği/vereceği coşkuyla gülelim eğlenelim:

Asgari ücretli alacağı 8.500 lirayla (kur değişmezse), her ay: 455 Dolar!

Asgari ücretli alacağı 8.500 lirayla (kur değişmezse), her ay: 427 Euro!

Asgari ücretli toplam yıllık geliri ile (kur değişmezse): 5.460 Dolar!

Asgari ücretli toplam yıllık geliri ile (kur değişmezse): 5.100 Euro!

ALABİLECEK!..

Yaşasın!

Daha ne olsun ki!

Sırtımızda dert dolu bir küfe ile Nereden Nereye!…

Peki sizce, 20 yıllık bir iktidarın yurdumuzu böylesi bir toplumsal yaşama kavuşturması az bir şey mi?

Bazı münafıklar da Erdoğan’ın asgari ücret ilan ederken: “Bakanım ve TİSK’e teşekkür ederim.” demesini, fakat emekçiler ile temsilcilerini anmadan konuşmuş olmasını yadırgadılar!

Sanırım bunlar, Özal’ın: “Ben zenginleri severim!” dediğini unutmuş, o halde biz hatırlatıp ve soralım:

Erdoğan emekçilerden yana değil de onların ürettiği + değerlerle zengin olmuş olanlardan yani işverenler ve patronlardan yana olması neden yadırganıyor ki?

Erdoğan’ın bir de halkı gözleriyle etkileyen bir Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati var ki… O, “Kur Korumalı TL Vadeli Vadeli Mevduat” modelini bularak ülkemizi hak ettiği yere getirdi.

Bakınız, burası çok önemli: Nebati’nin, 20 Aralık 2021 gece yarısında apansızın bulmuş ve uygulamış olduğu o formülle hazinemiz boşalmıştı… Ve fakat, durum döviz zenginlerimizi ihya etmişti.

Daha ne istiyorsunuz ki?

Yetkiyi bir daha verin bu kardeşinize de olsun bitsin!

Emin Toprak – DOSTÇA

 471 total views

İnsanca yaşamaktan en az payı alanlar / Emin Toprak

19.12.2022

İnsanca yaşamaktan en az payı alanlar

22 Avrupa ülkesinin ‘asgari ücret’ alanlarını; nüfus içindeki oranlarına göre listeleyen bir araştırmada (yüzde 36’lık oranıyla) Türkiye açık ara birinci (yani asgari ücretlisi en çok ülke) olmuştur.

İkinci sırada da (%15.2)’lik orana sahip Slovenya bulunmaktadır. Listenin en sonunda yer alan ülkelerden Belçika (%0.9), İspanya ise (%0.8) puana sahiptir.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin, 9 Aralık 2022 günü bir müjde verircesine açıklamada bulundu:

“Türkiye’de çalışanların içerisinde asgari ücretlilerin oranının yüzde 60 değil, yüzde 38 civarında …”

Oh be asgari ücretli sayısı yüzde 60 değil yüzde 38 imiş!…

Ne mutlu bize!…

Asgari ücret, adı üstünde yaşamak için gerekli olan en az ücret demektir. Yani daha açıkçası insanca yaşamaktan en az pay almak demektir. Artık bu en az ücretle nasıl yaşanırsa ve böylesi yaşamaya ne denirse sizler düşünün.

Oysa bizim ülkemizin çok iklimli coğrafyası, verimli toprakları, çokça yeraltı-yerüstü zenginlikleri, büyük bir genç nüfusu var.

Peki ülkemiz neden yoksullukta birinci olmuş?

Bu soruya cevap olarak belki bir çok neden sayabiliriz ben sadece üç tanesini anımsatmak isterim.

Görün bakalım bu yoksulluk dedikleri şey kimleri kimleri besliyor:

BİR: Biliyorsunuz ki, yandaş bir azınlık kazansın diye yurdumuzun ‘ekmek teknesi’ sayılan fabrika, maden ve arazileri birer birer, adrese teslim ihalelerle ve yok pahasına satıldı. İşte oralarda ekmek parası kazanan insanlarımız şimdi işsiz kaldı.

İKİ: Aynı yandaş azınlık kazansın diye bu kez ülkenin geleceğine, 40-50 yıl süreli kapitülasyon şartlarıyla ve dolar garantili ipotekler koydular. Böylece, maliyetinin 5-10 katı fiyatlarla: tüneller, köprüler, yollar, hastaneler, havaalanları yaptırdılar. Ülke ipotekli, torunlarımız borçlu.

ÜÇ: Kürt sorunu ülkemizin en önemli toplumsal sorunudur. Ve bu sorun ancak eşit vatandaşlık hakları sağlanarak barışçı bir çözüme kavuşturulabilir. Ve bu demokratik çözümün hiçbir faturası yoktur. Ama bu barışçı çözüm yerine, zorla yani yok ederek çözüm istendiği için kırk yıldan beridir çatışmalar sürmektedir. Ve bu inat yüzünden ülke bütçesinin çok büyük kısmını bu çatışmalar tüketmektedir. Yani bütçemiz, ölüm makinaları için bomba, top ve mermi olmaktadır.

İşte bu yüzden yıllardan beridir gençlerimiz umutsuz, güvencesiz, işsiz, ana-babalar üzgün, çaresiz. Bu yoksul halk hem yokluk, üzüntü, sıkıntı çekiyor hem de vergi veriyor. Bu vergilerle yokluk yaratan ihalelerin bedelleri, müteahhitlerin ve ölüm araçlarının kabarık faturaları ödeniyor.

***

Takvimler 8 Mart 2019’u gösterdiğinde, ülkemizin gündemi, bugünkü ile tıpatıp aynıydı. Yine enflasyon, yine çarşı-pazarda pahalılık, yine işsizlik ve yine sınırlarımızda askeri operasyonlar vardı.

Yer: Sivas, kürsüde: AKP Genel Başkanı-Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan. Bilirsiniz Erdoğan, aynı zamanda da bir ekonomisttir. İşte bu kimliğinin ona verdiği özgüven içinde konuşuyor ve dolaylı anlatımlarla diyor ki:

“Ne diyorlar; domates, patlıcan, patates, sivri biber… Düşünün bir merminin fiyatı nedir, düşünün. Kalkıyor patates, soğan, domates, bunlarla konuşuyorlar. Bizi George, Hans bir yerlerden vurmak istiyor, bunlar da George Hans’a ön ayak oluyorlar…”

Takvimler 6 Aralık 2022’yi gösterdiğinde, ülkemizin gündeminde yine enflasyon yine çarşı-pazarda pahalılık yine işsizlik ve yine sınırlarımızda askeri operasyonlar vardı.

Yer, TBMM, kürsüde: AKP Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli vardı. Canikli de enflasyon, pahalılık, işsizlik ve askeri operasyonlara çare olsun diye hazırlanmış olan “2023 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi” hakkında açıklamalar yaparken şimdiye kadar halktan gizli tutulan çok çok önemli bilgilerin itirafçısı oluyor.

Nurettin Canikli 2023 bütçesini savunurken bakın neler anlatıyor:
“…Güvenlik harcamalarını da yapıyor arkadaşlar. Çok konuşulmuyor, çok gündeme gelmiyor ama bu toprakları savunmak için çok büyük paralar harcıyoruz. Türkiye 3 ülkede toprak bütünlüğünü sağlamak için bugün asker bulundurmak zorunda ve güvenlik için çok büyük paralar harcanıyor. F-16’lardan atılan akıllı mühimmatın tanesi 400 bin dolardan 1,2 milyon dolara kadar çıkıyor. En son yerli olarak geliştirdiğimiz nüfuz edici bombanın bir tanesinin maliyeti 1,2 milyon dolar. FIRTINA obüslerinden sık sık atılan, çok namlulu roketatarlardan atılan bir mühimmatın maliyeti 5 milyon dolar. En ufak bir operasyonda binlercesi atılıyor. Bunu şunun için söylüyorum: Yani bütün bu gelişmeler sağlanıyor, bütün bu harcamalar yapılıyor, 200 milyarlık enerji sübvansiyonu yapılıyor…” dedi.

Anlaşılsın diye tekrar etmek istiyorum:

“F-16’lardan atılan akıllı mühimmatın tanesi 400 bin dolardan 1,2 milyon dolara kadar çıkıyor. En son yerli olarak geliştirdiğimiz nüfuz edici bombanın bir tanesinin maliyeti 1,2 milyon dolar. FIRTINA obüslerinden sık sık atılan, çok namlulu roketatarlardan atılan bir mühimmatın maliyeti 5 milyon dolar. En ufak bir operasyonda binlercesi atılıyor…”

Duydunuz mu?

Şimdi merak edenler, önce çok basamaklı sayılarla işlem yapan çok fonksiyonlu bir hesap makinesi bulsun. Önce dolar, sonra da TL olarak bilmem kaç basamaklı sayıları sıralasın…

Şimdi anladınız mı?

Hani, ülkemizde hiç savaş yoktu?

Hani, barış isteyen hainler uydurmuştu savaşı?

Halâ savaş yok mu diyorsunuz?

Peki, Canikli’nin söylediği F-16, FIRTINA obüsü, çok namlulu roketatarlar ile ne yapılıyor? Bu uçak, bomba, mermi ve mühimmatlar, birer savaş aracı ya da ölüm makinesi değil mi?

Demek ki askerlerimiz, 3 komşu ülkenin topraklarında savaş araçları kullanıyor.

Şimdi daha da netleşti:

Ülkemizde acıların, pahalılığın, yoksulluğun, işsizliğin neden azalmadığı, enflasyonunun niçin üç hanelere çıktığı, ülke kaynaklarının nasıl peşkeş çekildiği, yandaşlardan alınan sembolik paraların da hangi karadeliklerce emildiği ve bu bütçenin kimlerin/nelerin bütçesi olduğu…

Hani, Erdoğan demişti ya: ‘Düşünün bir merminin fiyatı nedir, düşünün!

Ben çok düşündüm ve cevap veriyorum:

Evet, mermiler hem çok pahalı hem de öldürüyor. Oysa Barış bedava hem de yaşatıyor!

Kim bilir belki bugünlerde belki de uzak olmayan yarınlarda, Erdoğan ve Canikli gibi başka yetkililer de ortaya çıkar. O yetkililer de ölen canları, yanan-yıkılan köy ve kentlerin, yok edilen doğal yaşamları sıralamasını yapar ve faillerin listesini çıkarır.

Daha sonra da evlerinden çıkarılan Afrin halkının yerine yerleştirilenler ve ÖSO’nu kurmak, beslemek, maaşa bağlamak, savaştırmak için halkın vergilerinden toplanmış olan bilmem ne kadar milyon/milyar dolarları da açıklayıverirler.

Uzak değildir, elbet gün dönecek, ‘cezasızlık’ uygulanan suçlular tek tek bulunup, yaptıklarının hesabı bağımsız yargı tarafından sorulacaktır!

Emin Toprak – DOSTÇA

 493 total views,  1 views today

“Bingol Şewti Megrî-Megrî…” / Emin Toprak

11.12.2022

“Bingol Şewti Megrî-Megrî…”

Yaklaşan 2023 seçimine yatırım olsun diye, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan gezilerine başladı.

3 Aralık 2022 günü de Şanlıurfa’da gençlerle buluşması vardı. Bu toplantı için çevre illerden pek çok kişi taşındığı söylense de büyük bir katılım vardı.

Konuklar arasında olan İbrahim Tatlıses “Bingol Şewitî (Bingöl Yandı)’yı söylerken, başta Cumhurbaşkanı ve İçişleri Bakanı olmak üzere tüm izleyiciler ses ve alkışlarıyla katkıda bulundular.

Unutmuş olanlar için bir de hatırlatma yapayım: O zamanın Başbakanı Erdoğan, 16 Kasım 2013 Cumartesi günü Diyarbakır’da halkının büyük katılımıyla bir ‘toplu nikah’ töreni düzenlemişti.

Bu tören için yurtdışında ikamet etmekte olan ünlü Kürt sanatçı Şivan Perver gelmiş ve İbrahim Tatlıses ile “Bingol Şewti Megrî, megrî dayê megrî”, türküsünü ‘düet’ yaparak söylemişlerdi.

Bingol Şewitî, bir yaşanmışlığın ağıtıdır ve bunu daha çok dengbejler söyler. Pek çok Kürt de bu ağıtın hikayesini ve sözlerini ezberlemiştir. Ve ağıtı solo-koro söyleyen hemen herkes bu yaşanmışlığın acısını içinden hisseder.

Cumhurbaşkanı, İçişleri Bakanı ve Tatlıses birlikte söylediklerine göre…

Ve; “Eğer bu ağıtı söylemek onlar için bir haksa, bu ağıtın yaşandığı bölge insanı, hatta ağıta isim olmuş bir Bingöllü olarak, bana da acılı olayın hikayesini araştırıp anlatmak görevi düşer!” Dedim ve yazmaya başladım.

Ağıta konu olay, 12 Eylül 1980 faşistlerince coğrafyamızda işlenmiş binlerce insanlık suçundan sadece bir tanesidir. (Oysa aynı coğrafyada yaşayan bizler, böylesi suçlar ve benzerlerini, 20 yıllık iktidarda hep tek adamı olan şimdiki hem AKP Genel Başkanı hem Cumhurbaşkanı Erdoğan döneminde de çokça görüp, yaşamıştık. Peki, şimdi onun, üzgün bir yüz ifadesiyle bu ağıtın söyleyişine katkı vermesi, sizce de ilginç değil mi? Yoksa bu bir günah çıkarma mı? Ne dersiniz?)

Bu konu hakkında “google” araştırması yapınca pek çok bilgiye ulaştım. Sonra da bu bilgileri sizler için ‘kısaltıp/özetledim’. Sunuyorum:

Ağıt; 23 Ağustos 1981 günü, Bingöl’e yakın fakat Elazığ-Karakoçan’a bağlı Kürtçe ismi Qumık (Türkçeleştirilmiş ismi Yenikaya) köyünde Zeki Yıldız’ın öldürülmesini anlatır.

Zeki Yıldız, babasının erken ölümü üzerine yetim kalan altı kardeşin en büyüğüdür ve kardeşlerini koruma görevi vardır. Bingöl Sanat Lisesi, sonra 1971’de Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulunda okur. Burada, Devrimci Gençlik hareketlerine katıldığı için tutuklanır, bir yıl cezaevinde kalır. Ceza evinden çıktıktan sonra PKK hareketine katılır.

Daha sonra da kardeşlerine bakmak için köyüne döner ve akrabası Emoş ile evlenir. Aile büyüğü olarak hem evini kardeşlerini geçindirirken, hem de örgütünün yayın çalışmalarına katılır(‘Serxwebûn’ gazetesinin ilk sayısı bu evde basılmıştır.).

Ve 23 Ağustos 1981 gecesi Qumik’teki baba evinde iken, Bolu Dağ Komando askerleri köyü ve evi kuşatılır. Teslim olmaz, askerlere örgütsel amacını anlatarak onları ikna etmeye çalışır çıkan çatışma sonucu öldürülür.

Zeki Yıldız’ın hikayesi kısaca böyle.

Şimdi de sıra ağıtın Kürtçe ve Türkçe anlamlarına geldi:

“Bîngol şewitî, mij dûman e – Bingöl yandı, sisli ve dumanlıdır
Megrî, megrî dayê megrî – Ağlama ağlama anam ağlama

(Nakarat)

Esker ketin nav gundan e – Askerler girdi köylerin içine
Megrî, megrî dayê megrî – Ağlama ağlama anam ağlama
(Nakarat)

Va qomandan, bê îman e – Bu komutan imansızdır
Megrî, megrî, dayê megrî – Ağlama ağlama anam ağlama
(Nakarat)

Milet topkirin jopane – Köylüyü topladılar coplarla
Megrî, megrî, dayê megrî – Ağlama ağlama anam ağlama
(Nakarat)

Qumik şewtî bi mij dûman e – Qumik(köy adı) yandı sisli, dumanlı
Megrî, megrî, dayê megrî – Ağlama ağlama anam ağlama
(Nakarat)

Zekî kuştin ber malan e – Zeki’yi öldürdüler evlerin önünde
Megrî, megrî, dayê megrî – Ağlama ağlama anam ağlama

(Nakarat)

Emin Toprak – DOSTÇA

 514 total views,  1 views today

Kimin/kimlerin Bütçesi? / Emin Toprak

05.12.2022

Kimin/kimlerin Bütçesi?

Budizm, uzak doğunun en yaygın inanışıdır. Yaşamdaki acı ve ıstırapların kaynağını bulmayı ve gidermeyi amaçlar. Bu yüzden de ‘acının felsefesi’ olarak bilinir. Budizm’e göre, insan ve insanlık acılarından ancak, o acıları tanıyıp, tadarak ve çözümler buldukça arınabilir.

Ancak tarih boyunca acıdan kurtulma arayışları devam edegelse de zalim ‘egolar’ insanlığa ve doğaya hep tuzaklar kurarak acılar üretmiştir.

Bilimlerin her dalı acıları nedenleri ve nasıl giderilecekleri konusunda varsayımlarda bulunulmuş pek çok yol-yöntem-araç kullanılarak üretilen teknolojiler hizmete sunmuştur.

Böylece her devlet, kurum, aile ve birey gelecekte ‘daha iyi bir yaşamak’ için plan yapar olmuş. Ve amaçlanan hedefe ulaşmak için geçmişten esin alıp gelecekte gerekli olan yatırım-gelir-gider gibi maddi düzenlemeye de bütçe demişler.

Demek ki tüm bütçe hazırlayanların ortak bir amacı varmış o da:

“Planlanan zaman diliminde güven içinde verimli ve mutlu yaşamak!”

Fakat her bütçe hazırlayıcısının bir de kendine özel amacı vardır ki!
İşte bütçelerde asıl sorgulanması gereken de bu özel amaçlardır.

“Acaba bu bütçe kime/kimlere hizmet edecek?”

***

TBMM’de 21 Ekim gününden beri yokluk, şiddet ve acıların çokça yaşanmakta olan ülkemizin 2023 yılı bütçesi görüşülüyor.

9 Temmuz 2018’de kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Sistemi nedeniyle yürütme yetkisi tek kişinin eline geçmiştir. Bu yüzden de artık bütçe ve kanun tasarıları Bakanlar Kurulu’ yerine Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanmaktadır.

Bu sistem, TBMM’nin hem Bakanlar Kurulunu ve bakanları denetleme aracı olan ‘gensoru’ yetkisini hem de Cumhurbaşkanına soru sorma ve denetleme yetkisini kaldırmıştır.

Böylece TBMM eli kolu bağlı ve işlevsiz kalmıştır.

Oysa demokrasilerde devlet organları birbirlerini denetler ve gerektiği durumlarda da birbirlerini sınırlandırabilirler.

Yasama-Yürütme-Yargı arasında denge-denetim sağlanması durumuna: “Kuvvetler Ayrılığı İlkesi” denir.

Ki, bu ilke demokrasilerin teminatıdır!

Bu ilkenin işlemediği ülkelerde siyasi iktidarlar, bugün bizde olduğu gibi güç zehirlenmesine uğrar ve diktatörleşirler.

Çünkü, ülkemizde, yasama-yürütme-yargı arasındaki denge-denetim bitmiş, tüm güçler tek kişide toplanmış ve TBMM yetkisiz ve etkisiz bırakılmıştır.

İşte tam da böylesi bir ortamda TBMM, Cumhurbaşkanı (aynı zamanda AKP Genel Başkanı) tarafından hazırlanan bütçe görüşülüyor.

Tabii ki bu kimliklerce hazırlanan bütçe(verilen buyruklara uygun olarak), AKP-MHP vekillerin oy çokluğuyla nokta-virgül değişimi olmadan geçerek kabul edilecektir. Çünkü, onlara gelen buyruk büyük yerden ve kesindir!

Bu bütçe için “Acaba?” diyenler yanacak!

Bu gerçekleri bilen muhalefet partili vekiller ise boş durmuyorlar: 20 yıllık iktidarın, neden yine ‘güvenlikçi’ bir bütçe hazırladığını…, niçin ülkemize dost hiçbir komşu ülkenin kalmadığını…, yıllardan beri bitip tükenmeden süregelen çatışmaların neden sürdüğünü…, ihaleler için arka kapılarda oynan oyunları…, uyuşturucu ve kara para…, yoksul halkın geleceği için kurulmuş tuzakları belgeleriyle tek tek saymaktalar. Ve ayrıca bu konular mecliste araştırılsın diye önergeler vermekteler.

Ama yine de hiçbir şey değişmiyor!

İktidar ve destekçisi parti mensuplarının hamasi nutuklarından sonra, karanlık sayfalar yine örtük kalıyor, verilen önergeler yine ‘ret’ oluyor.

Bu oturumların çok azını izledim, fakat Cumhurbaşkanınca atananmış üç bakanın, halkın oylarıyla seçilmiş olan milletvekillerinin sorularına cevap, veremiyor ve anlatılan gerçeklere de bahane bulamıyorlardı. İşte o anda nasıl saldırganlaşarak bağırıp hakaret ettiklerini ekranlardan izledim. Çok üzüldüm ve o anları unutmadım.

Peki, kimlerdi bunlar?

Birincisi içişleri bakanı…

İkincisi savunma bakanı…

Bu iki bakan da ülke güvenliğinin baş sorumluları…

Ve her ikisi de yıllardan beridir müteahhitlerden arta kalan ülke gelirlerini ölüm araçları olan: tanka, topa, uçağa, tüfeğe, mermiye harcamakta…

Üçüncü bakan da “Vatandaşın cebinden beş kuruş çıkmayacak” diyerek köprüler, tüneller, havaalanları yaptırarak adeta müteahhit tedarikçisi gibi çalışan ulaştırma bakanının yerine gelen yeni bakan…

Evet, bu bakanlık sayesinde belki vatandaşın cebinden ‘beş kuruş’ bile çıkmadı!

Doğrudur, onların hazırladığı ihalelerle; köprüler, tüneller, şehir hastaneleri, havaalanları, … yapıldı.

Fakat adrese teslim her ihalenin de maliyeti, olması gerekenden 5-10 kat daha fazlasıyla yani milyarlarca dolarla sonuçlandırıldı.

Bu milyarlarca doların geri ödemesi için belirlenen yılık ödemeden eksik kalanını hazine ödeyecek, kalan borç ise dolar garantili olarak onlarca yıl süreyle ödenecektir.

Yani bize ne, ülke hazinesi her yıl sonunda bu ihale vurguncusu mağdur müteahhitlere çil çil dolarlar ödüyormuş!

Yani bize ne, torunlarımız bu borçları dolar granitli olarak otuz-kırk yıl ödesinler!

Biz, bize tüm bu kolaylıkları sağlayanları hiç unutur muyuz?

Bize, sadece bu kolaylıkları sağlayanları, alkışlamak düşer.

Hani, yukarıda her bütçe hazırlayıcısının kendine özel bir amacı vardır demiştim ya, şimdi de herkese soruyorum:

Acaba bu bütçe kimin/kimlerin bütçesi?

Emin Toprak – DOSTÇA

 485 total views,  1 views today

“Bir gece ansızın gelebilirim!..” / Emin Toprak

28.11.2022

“Bir gece ansızın gelebilirim!..”

“Bir gece ansızın gelebilirim” sözü, ünlü ozanımız Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bir şiirinin adıdır.

Bestelenen bu şiir; aşkı, sevgiyi ve tutkuyu çok güzel anlattığı için halkımızdan çokça beğeni almıştır.

İşte o şiir-şarkının ilk dörtlüğü:

“Bu kadar yürekten çağırma beni
Bir gece ansızın gelebilirim
Beni bekliyorsan, uyumamışsan
Sevinçten kapında ölebilirim…”

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bir gece ansızın gelebiliriz”, sözünü çok sevmiş olacak ki, çok sık kullanmaktadır.

Fakat, Erdoğan bu sözü, şiir ve şarkıdaki aşk-sevgi-tutku anlamında kullanmıyor!

Onun için bu söz; birilerini korkutmak-tehdit etmenin ya da apansız bir saldırı bir çatışma bir savaş başlatmanın meydan okumasıdır. Bilindiği gibi böylesi amaçlarla yola çıkanlar, sevgiden uzaktırlar, onlar sadece yıkar, yakar ve yok ederler.

Zaten Erdoğan bu anlayış ve amacını hiç gizlemez ki, işte iki mesajı:

13 Ekim 2017 günü: @RTErdogan Türkiye devlet görevlisi olarak açılan Twitter hesabında:

“Bir gece ansızın gelebiliriz” dedik ve bu gece Silahlı Kuvvetlerimiz Özgür Suriye Ordusu’yla birlikte İdlib operasyonunu başlattı.”

6 Eki 2022 günü Yunanistanlı bir gazeteci: “Bir gece ansızın gelebiliriz derken kastınız, saldırabiliriz mi?” diye sorunca:

“Doğru anlamışsınız.” diyor.

Erdoğan, aylardır çok sık tekrarladığı bu sloganı, eyleme dönüştürecek bir gerekçe arıyordu ve buldu:

13 Kasım 2022 saat 16.20’de İstanbul’un merkezi sayılan Taksim İstiklal Caddesi’nde bir patlama oldu.

Lanetlenmesi gereken bu hain saldırı sonucunda 6 kişi yaşamını yitirmiş, 2’si ağır 81 kişi yaralanmıştı…

(Böylesi eylemlerle örgütler; kendilerini tanıtır, isteklerini belirtir ve propaganda yaparlar. Bunun için her örgüt, yaptığı eylemi üstlenir ve “biz yaptık!” diyemeyeceği bir eylemi yapmaz/neden yapsın ki?)

Fakat iktidar, yukarıdaki olasılıkları yeterince düşünmeden, olayın faili olan karanlık güç olayı üstlenmeden, yakalanan failin ilişkileri açıklık kazanmadan ve yargısal bir karar beklemeden çok acele bir askeri operasyon kararı almıştır. (Yaygın görüşe göre bu acelecilik; günbegün halk desteğini kaybetmekte olan ‘Cumhur İttifakı’nın bir stratejisidir. Asıl amaçları da 2023’de yenilmemektir. Şimdi de “Amaca giden her yol mubahtır” diyerek ülke çapında tıpkı 5 Haziran – 1 Kasım 2015’de olduğu gibi bir korku iklimi oluşturmak istiyorlar.).

Ve, 20.11.2022 Pazar günü sabaha karşı “Pençe Kılıç” adı verilen hava harekatıyla 160 km’lik sınırımızın karşısındaki Irak- Suriye topraklarında, 89 hedefin vurulduğu açıklandı.

Ertesi gün 21.11.2022 Gaziantep’in Karkamış ilçesine yapılan roket-havan saldırısı sonucunda 22 yaşındaki öğretmen Ayşenur Alkan ve henüz 5 yaşındaki Hasan Karakaş yaşamını yitirdi.

Ve ülkece yine büyük bir acı yaşadık.

40 yıldır ülkemizde böylesi terör olayları oluyor ve sonrasında da askeri operasyonlar yapılıyor.

Peki, neden terör ve çatışmalar hiç bitmiyor?

Çünkü, bir gece ansızın yapılan saldırılar öldürerek, yok ederek, gelecek için öfke, kin, düşmanlık üretir, böler, parçalar ayrıştırır ve çözümsüz bırakır.

Çünkü, toplumsal sorunlar güvenlikçi yöntemlerle değil ancak karşılıklı görüşmelerle çözüme kavuşabilir.

Çünkü, ancak barış dili toplumsal sorunlara çözüm bulur, ancak barış içinde insanlar, insanlıkta buluşur.

Anlatılanlar günümüzde yaşandı ve daha da yaşanacak gibi görünüyor.

Ne yazık ki ülkemiz halkları pek çok acılar yaşamıştır. 85 yıl önce yaşanmış “Dersim Olayı” da onlardan birisidir. Bu olayların gerçekleri, yıllarca ne konuşulmuş ne de yazılmıştır. Bu olayları bilen tek tük kişiler de olup biteni ancak ev ortamında sessizce konuşabilmiştir.

Dersim olayı da tıpkı günümüzde olduğu gibi militarist- güvenlikçi bir anlayış, yani yok ederek çözülmek istemiştir. Fakat, çözüm olmadığı gibi torunlara 85 yıllık kapanmayan bir yara, miras bırakılmıştır.

Ben bu olayın çok kısa bir özetini, kendisini devlet yanlısı olarak tanıtan yerli ve milli olan bir kişiden dinledim.

Bu kişi, Murat Bardakçı idi ve ‘Teke Tek’te Fatih Altaylı’nın konuğu oldu.

Altaylı: Dersim nedir, niye oldu, ne oldu? sorusuyla söyleşiyi başlattı.

Soru, çok kolaydı.

Çünkü Murat Bardakçı, Kurtuluş savaşı yıllarında Ankara Emniyet Müdürü, sonra da Denizli, Elazığ, Çorum, Konya valiliği yapmış Cemal Bardakçı’nın torunuydu.

O, 26 yaşına kadar evinde, hem dedesi hem de dedesi gibi devlette çok önemli görevler yapmış kişilerle tanışmış, onların sohbetlerini dinlemiş, onlardan yazılmayan, sokakta konuşulmayan pek çok ‘sır’ bilgiler edinmiştir.

Altaylı: Peki, o isyanın gerekçesi ne? dediğinde de;

Sözü alan Bardakçı:

Şimdi ben burada tarafsız olamam, çünkü benim dedem Atatürk döneminin bir valisidir… diyorsa da (sanırım vicdan dürüsüyle) Dersim olayı hakkında kendi düşüncelerini, o günden beri bitmeyen çığlıkları ve dedesi gibi düşünen devlet adamlarının pişmanlıklarını özetledi:

“Dersime durup dururken bir operasyon yapıldı. Dersim halkı, devlet ve feodal güçlerce ezilen fakir bir halktır, çok acı şeyler yapıldı, çok fazla şeyler yapıldı, çok kötü şeyler yapılmıştır, orantısız güç de oldu. Doğru… Ama isyanların da konuşulması lazım. İsyanlar da yapmış. Köprü yıkılmış, karakol basılmış…

Haa, o isyanların karşılığı bu muydu?

Hayır!…

Zaten dedem ve onun görüşündeki devlet adamlarının hepsi, derdi ki:

Dersim konusunda hata yaptık.”

***

Operasyonlar birer güç gösterisidir, düşmanı yok etmeyi amaçlar. Bir ülkede diller susmuşsa, siyaset de iktidar uğruna çatışmaları, savaşları, terörü kendine seçim malzemesi yapmışsa…

Ve çatışmalarla coğrafyamız tahrip olmuş, ekonomimiz batmış, kaynaklarımız tükenmiş, halkımız ruhen bitik ve acılar içindeyse …

Muhalefet dile gelip, artık yeter demek yerine, bu gidişe izin veren yeni tezkerelere alkışlarla “Evet!” demekteyse…

Vay bizim halimize!

İktidarın zaten yolu bellidir ve bir gece ansızın gelebilirim diyor!

Fakat, eğer muhalefet halen “Yurtta Barış Dünyada Barış” diyebiliyorsa…

Bizim de muhalefete aşağıdaki hatırlatmaları yapma hakkımız vardır:

“Demokrasi, insanları özgür ve eşit kılar.

Barış ise, bireysel ve toplumsal mutluluğu yaşatan ilaçtır.

Demokrasi ve barış aynı iklimde oluşur.

Artık maskelerinizi çıkarın!

Eğer demokrasi ve barış istiyorsanız, ‘tezkerelere’ hayır deyiniz!”

Emin Toprak – DOSTÇA

 540 total views,  1 views today

Amerika’da ve Türkiye’de Gençler, Göçmenlik Ve Eğitim: / Bülent Avcı

04.09.2022

Amerika’da ve Türkiye’de Gençler, Göçmenlik Ve Eğitim:


Dr. Bülent Avcı

Hiç kimse, denizde olmak karada olmaktan daha güvenli olmadıkça, çocuğunu denizin ortasındaki bota koymaz

 Warsan Shire

Göçmenlik ve mülteci olma durumu tarihin her döneminde var olsa da günümüz dünyasında Amerika, Türkiye ve diğer birçok ülkelerin yakıcı bir sorun olmaya devam etmekte. İnsanlar bireysel ya da büyük guruplar halinde kendi ülkelerinden diğerine daha iyi bir yaşam kurma niyetiyle ve büyük oranda yasal yolları zorlamak suretiyle gitmeleri durumu göçmenlik olarak adlandırılıyor. Kendi istekleri dışında, vatanlarını terk etmek zorunda kalanlar ise mülteci veya sığınmacı olarak kategorize edilmekteler. Bu durum hem göçmenler-sığınmacılar hem de göç edilen ülke için bir sürü sorunu beraberinde getirir.

Kendini yetiştirmiş Türkiye vatandaşı bir yazılımcının İstanbul’dan Seattle’a Microsoft’da iş bulup göçmesi; ya da Hong Konglu zengin bir iş adamının vatandaşlık alma karşılığında Kanada’ya gelip lüks restoran açması gibi bir durum değil bu. Burada konu ettiğimiz şey sıradan insanların, çoğu zaman ailecek yolara düşmesi, nice zorluklar ve badireler atlatarak diğer bir ülkeye varıp yaşam savaşı vermesi durumu; yoksullukla, ayrımcılıkla, yabancı düşmanlığıyla ve kültürel uyum sorunlarıyla iç içe bir hayat…

Türkiye ve Amerika özeline dönersek. Türkiye güneyde Suriye’de ki iç savaş başladığından beri başta Suriye olmak üzere, Afganistan, Irak ve diğer bazı ülkelerden 10-13 milyon civarında bir göçmen-mülteciye ev sahipliği yaptığı söyleniyor. Devlet kurumları dahil olmak üzere kimse tam bir rakam veremiyor. El altından dolaşan rakamlar birbirini tutmuyor. Makro düzeyde ele alındığı zaman bu nüfusun yüzde onun üstüne tekabül ediyor; bu durum İstanbul’da Bahariye Caddesi sosyetesinin günlük yaşamını etkilediği gibi Karadeniz’de bir sahil kasabasında vatandaşların günlük hayatlarına dokunur vaziyette.

Merdiven altı denilen tarzda işletmelerde asgari ücretin altında çalıştırılarak iliklerine kadar sömürülen bu insanlar, aynı zamanda, yoksulluğun artması ve ekonominin çökme noktasına gelmiş olmasının da etkisiyle, ‘onlar yüzünden biz işsiz kaldık’ diye sızlanan lümpen yığınların açık ve yakın hedefi haline gelmiş vaziyette. Devlet, en yumuşak ifadeyle, bu insanların yaşadıkları bölgeye ve kültüre uyum sağlama ve entegre olama süreçlerini organize etme noktasında (eğitim, iş, yaşam, kültür) tamamen aciz kalmış vaziyette. Amiyane tabirle Saldım çayıra Mevlam kayıra mantığıyla bu insanlar sokağa terkedilmiş haldeler. Bu durum memlekette ırkçı-faşist söylem ve eylemlere uygun bir zemin hazırladığı gibi ülke demografisini epeyce değiştirmiş ve değiştirmeye devam edecektir.

Göçmen ve mültecilerin, özellikle büyük şehirlerde, kültürel uyum sorunu yaşadıklarının bariz örnekleri mevcut. Avrupa ülkelerinin kabul ettiği mülteciler çoğunlukla eğitimli-vasıflı olanlar. Türkiye’de kalanlar ise çıplak gözle gözlemlenebilecek ölçüde eğitimsiz ve alt sosyoekonomik guruplardan gelen insanlar. Topluma entegre olma sürecinde en önemli rolü oynayacak olan eğim zaten kendi içinde iflas etmiş vaziyette. Bu durum okul çağını geçmiş olanların uyum sorununu daha da karmaşık hale getirmekte. Kaldı ki okul çağındaki mültecilerin birçoğu okula gitmemektedir. Kamuya açık ortamlarda, görgü ve diğerine saygı temelinde, nasıl hareket edeceğini bilmemekten tutunda plajlarda denize iç çamaşırla girmeye, toplu halde dolaşıp ona buna sataşmaya varan durumlar yerli halkın şikayetlerinden bazıları.

Epey uzun bir süredir göç alan ülkelerden biri de Amerika Birleşik Devletleri. Başta güney sınırı olan Meksika’dan olmak üzere Dünyanın her yerinden göçmen ve mültecinin geldiği bir ülke; yasal veya illegal yolardan gelenler, vasıfsız olarak Amerika’ya sığınanlar ya da göç edenler, aynen Türkiye’de merdiven altı işyerlerinde sömürülen Suriyeli mülteciler gibi, masa altından asgari ücretin çok altında bir paraya çalıştırılmaktalar; benzin istasyonlarında gaz basarak, lokantalarda bulaşık yıkayarak, çiftliklerde sezonluk tarım işçisi olarak çalışarak, müstakil evlerin bahçe çimlerini keserek ve nalbur dükkanlarının önündeki amele pazarlarında kendilerine günlük iş verecek birini bekleyerek…. Ülkeye yasadışı yollardan gelmiş olsalar bile, çocukların devlet okullarında eğitim görme hakları var. Ayrıca, diğer yoksul öğrenciler gibi, bedava kahvaltı ve öğle yemeği hizmeti alabilmekteler.

Bu yazıda, sayılara, varsayımlara ve gereksiz polemiklere boğmadan, bu soruna lise çağında genç bir insanın gözünden bakmaya çalışacağım. Genç bir delikanlı. Bilmem kaç sene önce ailesi ile Suriye’deki savaştan kaçıp İstanbul’a gelmişler; Adı Yasin, babası savaşta ölmüş. Annesi ve iki küçük kardeşi ile Bağcılar’da bir bodrum katında yaşıyorlar. Lise ikinci sınıfa Yasin; her sabah yürüyerek okula gidiyor, yol üzerindeki bakkalın, otobüs duraklarında bekleyenlerin ve yolda yürüyen herkesin kendisine tiksinerek baktığını düşünüyor… Böyle durumlarda görünmez olmak istiyor Yasin… Görünmeden okula gidebilmek…. Ama okulda ayrı bir cehennem; kendisi gibi Suriyeli arkadaşları var Yasin’in okulda. Teneffüslerde onlarla sosyalleşiyor çoğu zaman ama bazen hiç çıkmıyor sınıftan. Sınıftaki öğrencilerin birçoğu aşağılayarak bakıyorlar Yasin’e; hiç kimseye bir kötülüğü olmamıştır Yasin’in… Sınıfın ön taraflarında oturan sarışın uzun saçlı kıza aşıktır Yasin. Rüyalarına girer bu devranı afet… hiçbir şeyden korkmadan-çekinmeden o kıza ‘senden hoşlanıyorum’ diyebileceği bir dünyayı düşlüyor rüyalarında…Arkası kuşlu aynasında tarayarak saçlarını o kızla okul yolundaki o pahalı kafede oturuyor rüyalarının en güzel yerinde… Elele yürüyor İstanbul’un meydanlara çıkan dar sokaklarında…  Yasin bazen akşamları televizyon izler. Hem Türkçesini geliştirmek için hem de etrafta ne olup bittiğinden haber olmak için… koca koca adamlar ve kadınlar Yasin gibilerin bu ülkenin başına bela olduğunu ve derhal geldikleri yere geri dönmeleri gerektiğini söylüyor… Her gece yatağa girdiğinde uyumadan önce, gözlerini tavana dikip ‘bugün de ölmedik… buna da şükür…’ gibisinden şeyler mırıldanarak uykuya dalıyor Yasin…

Yukarıdaki metin olayı dramatize etmek için yazılmadı. Sayıları 13 milyonu bulduğu söylenen mülteciler ülke nüfusunun onda birini çoktan geçmiş vaziyette. Milyonlarca Yasinler; delikanlılar, genç kızlar, çocuklar yaşlılar aramızda yaşıyorlar… Yasın okula gidebildiği için şanslı (çalışmak zorunda olduğu için okula gidemeyenlerin trajedisi apayrı bir konu zaten…). Normatif düşünürsek eğitim yeni bir ülkeye-kültüre uyum sağlamanın en etkili ve iyi yollarından biridir: dili öğrenirsin, kültürü ve toplamsal ortak paydaları kavrar ve kendi kültürel-bireysel geçmişinle bağ kurarsın… ama gerçeğin bu olmadığını hepimiz biliyoruz. Devlet kendi vatandaşlarına-halkına Türkçeyi öğretmekten aciz. Ana dili Türkçe olmayanlara Türkçe öğretilmesi noktasında eğitim bakanlığı donanımsızdır. Böylesi zor bir süreci başarıyla sürdürmek her şeyden önce bu alanda yetişmiş-pedagojik formasyonu yüksek öğretim kadrosu, özenle hazırlamış geleneksel ve dijital müfredat malzemeleri ve bunu teorik ve pratik olarak koordine edecek hem merkezden yerele hem de yerelden merkeze doğru çalışan hem resmi hem de sivil kurum ve organizasyonlara ihtiyaç vardır. Bu bileşenlerin büyük oranda mevcut olmadığını biliyoruz. Dahası ülkenin resmi eğitim sistemi toplumsal ortak paydaya oturmaktansa, ötekileştirme ve kutuplaştırma üzerine kurulmuş vaziyette. Dolaysıyla böylesi bir (eğitim) sisteminin Yasin gibi gençlerin ülkeye uyum sağlamaları noktasında etkili olabileceğini düşünmek safdillik olur.

Söz konusu mülteci sayısının haddinden fazla olması ve devletin düzenleme ve denetleme noktasında aciz kalması, bu insanları günah keçisi yapıyor. Medyanın pompalaması ve popülist politikacılarında yardımıyla halkın büyük çoğunluğu mültecilerin geldikleri ülkelere dönmeleri gerektiğini düşünür hale geldi. Bu geri dönüş çağrısını gerekçelendirirken ortaya atılan en önemli argümanlardan birisi şu: mülteci gençler yakın gelecekte kötü yollara düşecek, suça bulaşacak ve dahası radikal sağ ve sol örgütlere potansiyel üye-militan olacaklardır. Başka bir deyişle bu ülkenin başına bela olacaklardır. Bu, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir iddiadır.

Kamuoyunda bazı kanaat önderleri 10 milyonu aşkın bir mülteci topluluğunu geri gönderme talebinin somutta bir karşılığının olmadığını söylemekteler; en azından tarihte benzer bir geri dönüş hiç yaşanmadığı biliniyor. Buradan bakınca mültecilerin bir yere gideceği yok gibi görünüyor; barış içinde bir arada yaşamanın yollarını aramaktan başkada demokratik-insancıl bir seçenek de yok. Mülteciler içindeki genç nüfusun radikal örgütlere katılım potansiyeli, üzerine iyice düşünülerek ortaya atılmış bir argüman değil. Hem radikal sol örgütler hem de gerici-faşist yapılar son tahlilde bu ülkenin ve insanlarının iyiliğini amaçladıklarını iddia ederler; dolaysıyla militanların bu yapılara olan bağı bu ülkeye, ama öyle ama böyle, bir aidiyet duygusu içermekte. Yasin gibi gençlerin böylesi bir aidiyete sahip olmadıkları ve olmayacakları çok açık. Amerika’daki İtalyan göçmenler buna en iyi örnektir. Kendilerini dışlayan Amerikan toplumunda hayatta kalabilmek için mafya benzeri oluşumlara gitmişlerdir. Bu anlamda mülteciler Türkiye’de yakın ve orta dönemde bir soruna yol açacak olurlarsa bu ülke çapına yayılmış (mevcutlarından farklılıklar gösteren) mafya varı oluşumlar olacaktır.

Buradan Amerika’da ki göçmen-mülteci durumuna dönersek, Birleşik devletler bu problemin- kısmen de olsa üstesinden gelecek deneyim ve araçlara sahip. Devlet okullarında göçmen-mülteci çocuklara İngilizce öğretmek için araştırma-temelli müfredat malzemeleri mevcut; eğitim fakülteleri bu alana özel olarak pedagojik formasyon eğitimi vermekte. Yani normal İngilizce eğitimi ile ana dili İngilizce olmayanlar için İngilizce eğitimi tüm süreçlerde ayrı branşlar olarak ele alınıyor. Tüm eksikliklerine rağmen, mülteci-göçmen çocukların topluma uyum sağlamada en önemli rolü yine eğitim oynuyor. Ama her şey güllük gülistanlık değil tabii. Ne kadar uyum sağlarsa sağlasın, mülteci-göçmen çocukları kendilerini, Amerika’nın yerli yoksul ve dar gelirlilerinin yaşadığı, suç oranının oldukça yüksek olduğu kenar mahallerde, parasızlık, işsizlik, şiddet, ayrımcılık, uyuşturucu ve benzeri birçok sorunla boğuşurken bulmakta.

Böylesi bir ortamda büyüyen ister Meksikalı ister Asyalı fark etmeksizin, mülteci-göçmen çocuklarının yaşadıkları topluma bir aidiyet duygusu beslemeleri imkânsız değilse de çok zor.

Bunu tarihsel deneyimlerden çok iyi bilen Amerikan yönetici sınıfları yoksul mahallerdeki liseleri askerlik şubesi gibi kullanmakta. İyi bir gelecek kurma noktasında nerdeyse hiç şansı olmayan bu çocukları burs verme ve benzeri vaatlerle kandırıp orduya asker yazdırmaktadır. Bu liselerde askerlik seçmeli ders olarak okutulmakta ve okul içeresinde bazı askerlik bilgileri öğretilmekte. Yoksul bölgelerdeki bu okullarda tüfekle talim yapan ve liseden sonra muhtemelen asker olacak olan, kızlı-erkekli guruplara rastlayabilirsiniz.

İstisnaları bir tarafa bırakırsak, mülteci-göçmen bir ailenin çocuğu olarak büyümek-yaşamak, Türkiye’de, Amerika’da ya da dünyanın başka bir yerinde, acılarla örülmüş bir hayat demektir. Şu veya bu gerekçeyle hatırı sayılır insanın mutsuz olduğu bir ülkede, aslında kimse mutlu değildir. Elbette ki bu konuda devletin denetleyici ve kolaylaştırıcı rolü vardır; bu noktada siyasal iktidardan hesap sorulmalıdır. Ve fakat bu insanlarla (göçmen-mülteci) barış içinde bir arada yaşamanın yoları toplumun her katmanında aranmalıdır. Tüm olumsuzluk ve eksikliklere rağmen, öğretmenler göçmen-mülteci çocuklarla yakinen ilgilenmeli; onların yaşam dünyalarına dokunacak türden ilişkiler geliştirmelidir; o çocukların özne karakteri kazanmış, kişisel ve toplumsal problemlerine aktif ve eleştirel vatandaş olarak yaklaşabilen; duyarlı, sevebilen ve sevilebilen bireyler olarak büyümeleri için ellerinden geleni yapmalıdır.

Dr. Bülent Avcı
Seattle, WA
Eylül 2022

 565 total views

Meral Hanım El-insaf!.. / Emin Toprak

14.11.2022

Meral Hanım El-insaf!..

Ülkemizde hemen herkes Sn. Meral Akşener’i tanısa da ben de kısa bir anımsatma yapmak istiyorum.

Akşener, Doğru Yol Partisinde siyasete başlamış… 28 Şubat mağduru Başbakan Erbakan’ın hükümetinde içişleri bakanı olmuş… MHP’ye geçmiş… Sonra da İYİ Parti’nin kurucusu ve genel başkanı olmuştur.

Şimdilerde hem bu görevini sürdürüyor hem de ülkemizdeki 20 yıllık tek adam iktidarına muhalif olduğunu iddia eden ‘Millet İttifakı’nda gündem ve rotayı belirleyen en etkili kişi olmaya çalışıyor.

Sn. Akşener, tıpkı bir ‘sınıf başkanı’ gibi…

Ancak bu sınıf başkanının çok önemli bir sorunu var!

Çünkü onun, belirlemeye çalıştığı rotanın hedefi sapmış!

Çünkü o hedefin odağında(12); tek adam iktidarı, yani AKP ile MHP’nin “Cumhur İttifakı” yok!

Çünkü O, hedefin odağına(12’ye) tek adam iktidarına karşı olduğunu bildiren “Emek ve Özgürlük İttifakı” kurucusu HDP’yi koymuş!

Çünkü, O; HDP’li seçilmişlere, onların temsilcisi olduğu halklara, dillere, kültürlere, inançlara, özetle demokrasi ve toplumsal barışı için uzattıkları ellere karşı!

İşte bunun için de her gün esip gürlüyor.

Peki ne yapmış, hangi suçları işlemiş HDP?

Birkaçını sayalım bakalım:

HDP parlamentoda; demokratik, eşitlikçi ve çoğulcu bir anlayışı sağlamak, 40 yıldan beridir sürmekte olan çatışmaları bitirmek, karanlıkta kalmış haksızlıkları aydınlatmak için ‘meclis görüşmeleri’ istemiş, ‘yasa’ teklifleri hazırlamıştır. Ayrıca, ülkede akan kanı durdurmak, barışı sağlamak için devlet yetkililerince hazırlanan “çözüm süreci”nde aktif görev almış, çatışan taraflarla uzlaşı için görüşmeler yapmıştır.

Bu çabalar sonucu ülkemizde bir barış iklimi oluşmuş, halkımız güvenli, huzurlu, çatışmasız birkaç yıl yaşamıştır. (Ancak, tek adam egosuyla barış masası devrilince, yeniden başladı ölümler, çatışmalar ve kirli karanlık ilişkiler…).

HDP kurulduğundan beri hep demokrasi ve barış istedi, bu uğurda çok bedeller ödedi!

HDP belirlediği rotadan hiç sapmadı, aynı barışçı anlayışla yoluna devam ediyor.

***

Sayın Akşener, sizin ülkücü geçmişiniz, Turan sevdanız beni hiç ilgilendirmez. Fakat siz devlette önemli görevler almış birsiniz, bir vatandaş olarak benim bu alandaki sizden söz etme hakkım olduğu için yazıyorum.

*

Siz, 3 Kasım 1996’da, Balıkesir’in Susurluk ilçesinde meydana gelen kazanın hemen sonrasında istifa eden Mehmet Ağar’ın yerine bakan seçildiniz. Böylece Türkiye’nin en karanlık olaylarından birini aydınlatma görevi içişleri bakanı olarak size kalmıştı…

O araçta bulunan eski Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, Mehmet Özbay kimliğini taşıyan ve 1970 lerden bu yana bir dizi suçtan aranan ülkücü Abdullah Çatlı ile sevgilisi Gonca Us kazada ölmüş sadece dönemin DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yaralı kurtulmuştu…

Hani bu karanlık-kirli olayı protesto eden vatandaşlar için Erbakan: “Gulu gulu dansı yapıyorlar.” demişti ya…

İşte bu olay hala karanlık!

Fakat siz de 23 Eylül 2022 günü yani o karanlık olaydan 26 yıl sonra işte o Bucak’ın evine gidip onu çok mutlu ettiniz.

Ve Susurluk öznelerinden Bucak: “Eski siyaset ve dava arkadaşımız Meral Akşener bizi ziyaret etti.” dedi…

“Eski siyaset ve dava arkadaşınız Bucak’ın” olayı hala karanlık!

Siz, şimdi başkalarının dedikodusunu yapmayı bırakın da o ‘Karanlık Susurluk’ öznesi Bucak ile neler konuştunuz onları anlatınız bakalım!

Sahi, ne konuştunuz?

*

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi günü Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemleri düzenleyerek gözaltında kaybolan yakınlarının mezar ve kemiklerini arayan Cumartesi Anneleri…

1989-1999 yılları arasında ‘faili meçhul’ siyasal cinayetlerde yaşamını yitirmiş 1964 kişi olduğu… Ve bu vahşi cinayetlerden 187’sinin, sizin içişleri bakanı olduğunuz 1996-1997 arasında olduğunu…

*

Meral Hanım, bir zamanlar siz ve HDP eski eş başkanı Selahattin Demirtaş birer politik rakiptiniz. İkinizin de hiç benzeşmeyen-uyuşmayan birer dünya görüşü vardı. Demirtaş, bunu bile bile, yıllardır suçsuz yere tutulduğu cezaevinden size çok samimi bir mesaj göndermiş ve: “Başak ile birlikte Meral Hanım’ın kapısını çalar, kahvaltıya geldik” -diyebilmişti.

Bu mesaj, bir iletişim bir barış çağrısıydı!

Fakat siz bu barış çağrıya:
“Güneydoğu’da şöyle bir gelenek var: Kan davalınız bile olsa kapınızı çaldığı zaman içeri alırsınız” bir ‘töre cevabı’ verdiniz.

Ve demek istediniz ki:
“Misafirdir gelir çayını içer gider, evden çıktığı an düşmanlığımız devam eder!”

Siz böyle demekle demokrasiye göre değil de ilkel töreye inandığınızı kanıtladınız.

İşte bu mesajınız da bir savaş dilidir!

Bu savaş dili ve anlayışına o kadar inanmışsınız ki, hiçbir işi doğru yapmıyor dediğiniz iktidarın, tüm sınır ötesi harekat “teskere”lerini alkışlayarak imzalıyorsunuz. Çünkü siz, ölenlerin acısını, öldürenlerin geçirdiği bunalımları, ülkenin yok edilen kaynaklarını ve karartılan geleceği hiç mi hiç umursamıyorsunuz!

*

Ve şimdi size sormak istiyorum:

Acaba, ülkemize kin, öfke, kan, ölüm getiren, halkımıza büyük acılar ve yoksulluk yaşatan bu kötücül iklimde sizin hiç mi payınız olmadı?

Eğer olduysa özeleştiride bulunup halkımızdan özür dileyecek misiniz?

***

Şimdi de günümüze gelelim:
Tüm kamuoyu araştırmaları, ülkemizdeki tek adam saltanatının bitmesini isteyen çok önemli bir potansiyel oluştuğunu gösteriyor. Tüm olasılık ve istatistikler de HDP desteği almadan seçim başarısı kazanılmayacağını söylüyor.

HDP aylar öncesinde bugünkü tek adam iktidarına karşı olduğunu bildirerek, önümüzdeki seçimler için ilkelerini açıklamıştı. Demokrasiyi önceleyen bu ilkeler günlerce tartışıldı, hiç kimse karşı çıkmadığı gibi, çokça beğeni aldı.

Seçimler yaklaştığı için iyice sıkışan iktidar, düne kadar her ortamda terörist diyerek yaftaladığı HDP’nin peşi sıra İYİP’in kapısına da vardı.

Bunları bile bile Akşener susmadı, yine HDP’yi hedef alıp suçladı yine tribünlere seslenen ucuz konuşmalarına devam etti.

Dürüstlükten yoksun bu söz ve tavırları duyan/gören herkes: Meral Hanım el-insaf!…dedi…

Emin Toprak – DOSTÇA

 562 total views,  1 views today

Demokrasi / Emin Toprak

26.09.2022

Demokrasi

İstanbul’da yaşıyorum, fakat aylardır Beyoğlu ya da İstiklal Caddesine gidememiştim. Özlemişim.

’78’liler Girişimi’ ile ‘Karşı Sanat’ın düzediği ‘Panel-Forum’ için aldığım çağrıya uydum. 10 Eylül 2022 günü Saat 14.30 daki toplanma yerine vardım. 78’liler Girişimi Başkanı sevgili Celalettin Can, karşılarken simit ikram etti, alıp yedim ve dinleyiciler arasındaki yerimi aldım. 

Yer: İstiklal Cad. ‘Aznavur Pasajı’ Kat 6 

Konu: “12 Eylül ve Süreklileşen Darbeler”. 

Salon; 70’li 80’li yıllardan kalmış yaşlı tahta sandalyelerle donanmış. Dinleyicilerin hemen hepsi akran, çoğu tanıdık-bildik. Bedenleri yılların izlerini taşısa da herkesin yüzü gülüyor, gözleri ışıl ışıldı.

Delikanlı kız-erkekler, tek tüktü ve onların da bu coşkuda pek payı yoktu. Kimi anne-babası kimi de dede-ninesi için gelmişti (düşünülmesi gereken bir durum).

Konuşmacıların dördü de tanıdık-bildik kişiler. Kimi yıllar öncesinin yoldaşı, dostu, kimi medyanın tanıştırdığı…

Forumun yöneteni Feyyaz Yaman’ın davetiyle ‘saygı duruşu’ yapıldı.  Panelistler tanıtılarak, 15’er dakikalık söz verildi (fakat her konuşmacı en az 45 dakika konuştu, ki bence, doğal ve doğru olan da buydu).

Feyyaz Yaman: Sanat inisiyatifi, ‘Karşı Sanat’ın kurucusu, birçok yurtiçi ve yurtdışı etkinlilerde bulunmaktadır.

Gülizar Tuncer: Geçmişi-günümüzü hukuksal boyutlarıyla ele alan bir insan hakları savunucusu avukat.

Musa Piroğlu: Geçmişi-günümüzü sosyo-politik açıdan ele alan insan hakları savunucusu HDP milletvekili.

Mukkaddes Erdoğdu Çelik Dünün belleği, günümüz aktivisti ve insan hakları savunucusu yazar.

Dört panelistin buluşma noktası, dördünün de ülke demokrasi ve emekçi halk için kendi alanında mücadele etmesi, bu uğurda bedel ödemesi idi. Dördü de yaşanmışlıklarını ve ülkedeki insanlık dışı uygulamaları sıraladı ve özetle:

“Günümüzde 70’li-80’li yıllardaki gençlik, işçi, köylü ve hakların halklar için dayanışma kalmadığını. Nedeni de faşizmin daha yoğun baskıyla grup ve aileleri hedef almasıdır. Geçmişte emekçilere destek veren gençlerin, şimdilerde annelerinin: ‘Bak oğlum-kızım eğer sen yakalanıp tutuklanırsan, ‘terörist’ ilan edilirsin o zaman da çalışıp evimize ekmek parası getiren herkesin işine son verilir! Biz o zaman ne yaparız!?…” Feryatları duyduğu… Böylece faşizmin her hanede çaresizlik ve yılgınlık yarattığını… Bu sonuçta, dünün dar grupçu anlayışların, payı olduğunu, çünkü bu grupçukların ülkenin sorunlarını tahlil etmeden, devrimci mücadele önceliklerini belirlemeden, sadece kendi görüş, yöntem ve önderliklerini en doğru kabul edip kutsadılar…”  Benzeri konuşmalarla geçmişle yüzleşip eleştiri ve özeleştiriler yaptılar.

Demokrasi, hukuk ve eşitliğe uymayan uygulamaları anlatılırken doğal olarak ülkemizde insan hakları en çok gasp edilen Kürtler ile farklı inanç ve yaşam tarzı olanlar sıkça anıldı.

Biz dinleyiciler de içimizdeki çağrışımlarla bazı ‘an’lara ulaşıp olan biteni anımsarken, ‘neden-niçin-nasıl’ oldu diye kendimizi suçlayıp sorguladık, sarsılıp hüzünlendik…

Panelistlerin sunuşları bitince dinleyicilerin söz aldığı forum başladı.

 3-4 arkadaş kendileri veya ‘grupları’ adına konuşup sorular sordu.

Bazı dinleyiciler ayrıldığı için panelistlerin uzun konuşmaları eleştirildi.

İlk sözü alan bir arkadaş da eleştirilerini sıralayıp, panelistlere sordu (özetle):

Bize neden hep Kürtleri anlattınız, Türkler de zulüm altında…? 

Buna gerekli cevabı bir başka dinleyici verse bile olan olmuş, eski dar grupçu anlayış yüzünden salonda soğuk bir esinti olmuş ve toplantı son bulmuştu.

***

Ekonomi, terör, bilmem ne bilmem ne varken, baş sorunumuz neden Kürtler ve demokrasi olsun ki?  Diyor o arkadaş ve nice ülkemiz insanı.

Evet, ülkede çoğu kişinin işsiz kaldığı, emekçinin haklarını alamayıp geçim sıkıntısı çektiği, yolsuzlukla büyüyen bir azınlık oluştuğu, ekonominin çöktüğü, işsizlik, icra, iflasların arttığı, yönetim-yargı-güvenlik-eğitim-sağlık gibi alanlardan adil, eşit, yeterli  hizmet alınmadığı doğrudur. 

Evet, bu ortak sıkıntılar tüm ülke insanları içindir.  

Fakat yüzyıllardan beridir Kürtler ile birlikte farklı kimlik, inanç ve yaşam tarzı sahibi olanların ‘insani hakları’ yok sayılıyor. 

İşte o arkadaş ve nice ülke insanın unuttukları da budur.

İşte bu da bir demokrasi sorunudur. 

Eğer ülkemizde demokrasi egemen olsa: tüm kimlikler için hukuk, eşitlik, özgürlük olur, sömürü olmaz, işsizlik biter, silahlar susar, ülke kaynakları savaşın ölüm makinalarına dönüşmez, barış ve dayanışma içinde tüm sorunlar çözülürdü.

Farklılıkların barış, demokrasi ve uyumla Türkiyelileşmesi sağlansa, hiç sorun yaşanır mıydı? 

Her farklı kimliği Türkleştirmeye, her dili, her inancı, her yaşam tarzını kendininkine benzetmeye çalışmaktır asıl sorun.   

Bunun için ülkede demokrasi-hukuk-huzur-barış olmamış, her zaman çatışma-savaşlar olmuştur.

Düşünsenize, bir insana; kendi anadilinle değil, benim dilimle oku-konuş, benim mezhebimi ve inancımı kabul et, çocuklarına ve coğrafyana benim belirlediğim isimleri vereceksin! 

Demek …?! 

***

Ülkemizin demokrasiye dair bir karnesi var, işte o belge: 

Freedom House, her yıl 220 ülkenin demokrasi, siyasi özgürlük ve insan hakları hakkında araştırma yapan, bir bakıma ‘karne’ veren kuruluştur.

Siyasal katılım, seçim süreçleri, ifade özgürlüğü, örgütsel haklar ve hukukun üstünlüğü … konuları, sivil özgürlükler (60), siyasi haklar (40) alt başlık 100 puan üzerinden değerlendirilir.

Ülkeler: ‘Özgür’, ‘Kısmen Özgür’ ve ‘Özgür Olmayan’ olarak ayrılır.

Türkiye:  

2013’de 61 özgürlük puanı alarak ‘Yarı Özgür’ ülke sayılmış. 

2022’de ise (32) puanı ile ‘Özgür Olmayan’ ülkelere katılmıştır. 

Grupta; Pakistan (37), Uganda (34), Ürdün (33), puana almıştır.

Emin Toprak – DOSTÇA

 684 total views,  1 views today

1 Kasım 2015 Seçimi ve Öncesi / Emin Toprak

07.11.2022

1 Kasım 2015 Seçimi ve Öncesi

AKP ile CHP arasında günlerce süren: ‘İstikşafi Görüşmeler’i hatırlıyor musunuz?

İşte bu soruyla yazıya başlayacaktım birde baktım ki:

‘1 Kasım Dünya Kobane Günü!’

O halde söze bu önemli günü anarak başlamalıyım:

Peki, ne olmuştu, niçin Dünya Kobane Günü?

Çünkü, 2014’te Suriye’nin kuzeyindeki Kobane’ye saldıran insanlık düşmanı cihatçı IŞİD çeteleri bölge halklarına saldırarak bir vahşet sergilemişti. Bu saldırılara karşı direnen bölge halkı, 4 aylık bir savunmanın ardından çeteyi bölgelerinden çıkararak bir özgürlük destanı yazmıştı.

Dünyada hayranlık yaratan bu direniş destanın asıl kahraman ya da özneleri de tıpkı İran’ın Tebriz eyaletindeki Kürt kadın Mahsa Amini’nin ‘ahlak polisleri’nce zalimce katledilmesiyle başlayan (13 Eylül) ve güçlenerek günümüze ulaşan halk hareketinde olduğu gibi kadınlar olmuştur.

Dünya Kobanî Günü olması çağrısını; Nobel Barış Ödülü sahibi, insan hakları savunucusu Adolfo Perez Esquivel, Amerikalı filozof, dilbilimci Noam Chomsky ve farklı ülkelerden 130 akademisyen, yazar, gazeteci yapmıştı.

Ve daha Kobane kenti saldırı altındayken, “1 Kasım Dünya Kobane Günü” kabul edilmişti.

Bu özgürlükçü direnişi sevgi ve saygıyla anıyorum…

1 Kasım Dünya Kobane Günü Kutlu olsun!…

***

Şimdi de sıra size soracağım, fakat cevabınızı beklemeden cevaplamaya çalışacağım o soruya geldi:

“AKP ile CHP arasında günlerce süren: ‘İstikşafi Görüşmeler’i hatırlıyor musunuz?”

Ben unutmuşum!
(Çünkü insanın belleği sınırlıdır onun için de tüm yüklerini güncel tutamaz. Hele de kötülükleri çabucak unutmak ister. Ancak, bir uyarıcı aldıkça anımsar o kara günlerde olup bitenleri).

Hem size bu soruyu sormayı düşündüğümde, Ekim’in son günleriydi. Kasım geldiğinde zaten hatırlardım.

Fakat eski ‘AKP Grup Başkan Vekili’ Mahir Ünal’ın başlattığı tartışma, 1 Kasım 2015’i hatırlamamı hızlandırdı.

Şöyle ki:

Mahir Ünal, 21 Ekim günü, ‘Osmanlıcılara’ ‘selam’ olsun diye Cumhuriyet kazanımlarını hedef alarak: “… Cumhuriyet, bizim lügatımızı, alfabemizi, dilimizi hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir” demişti. Bu sözler AKP’de büyük çoğunluğun ürkek bir iç seslenişi olduğu için derin bir sessizliğe neden olmuştu.

Bahçeli’nin 25 Ekim’de: “Cumhuriyetin Türk kültürüne, diline ve düşünme setlerimize zarar verdiğini iddia edenler talihsiz, tarifsiz ve temelsiz yanlışın pençesindedirler” deyince de AKP’de bir fırtına koptu.

Ünal, 30 Ekim günü: “… Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bize bıraktığı Cumhuriyeti ‘her dem kendini yenileyen coşkun bir nehir’ olarak ele almak gerekir” dedikten sonra da: “Grup Başkan Vekilliği görevimden affımı talep ettim” demek zorunda kalmıştı. ‘Af talebi’ hızlıca kabul edilmiş ve yerine de bir benzeri olan Özlem Zengin getirilmişti.

Peki, bu olay üzerine ben niçin 1 Kasım 2015 ve ‘İstikşafi Görüşmeler’i anımsadım?

Anlatayım:
Erdoğan ‘tek adam’ olma egosuyla; ülkemizin demokrasisi ve Kürt sorununa çözüm bulmak amacıyla AKP ve HDP yetkililerince hazırlanıp imzalanan: “28 Şubat 2015 Dolmabahçe Mutabakatı”nı ‘yok’ saydı ve Haziran 2015 genel seçimine katıldı.

7 Haziran 2015 seçiminde aldıkları yenilgiyle ne AKP tek başına iktidar ne de Erdoğan ‘Tek Adam’ olabildi. Erdoğan, bu demokratik yenilgiyi kabullenemediği için artık onun için tek yol/tek amaç çözümsüzlük yaratıp yeni bir seçime gitmek olmuştu!

Öyle de yaptı!

7 Haziran seçiminin üzerinden 32 gün geçince, 63. Hükümeti kurma görevini Davutoğlu’na verdi.

AKP-CHP hükümetini kurma işi, çok uzun-trajikomik “İstikşafi Görüşmeler” ve ‘ipe un sermek’ denecek bahanelerle sonuçsuz kaldı, yasal süre bitti ve yeni bir seçimin 1 Kasım 2015 günü yapılmasına karar verildi.

İşte o zamandan beridir Bahçeli, bu sürecin bir öznesi ve sanki ‘AKP’nin de kayyumu olmuş durumda…

Ortak amaçları, ülke çapında bir korku iklimi yaratarak yapılacak yeni seçimi kazanmaktı.

İşte, o kanlı korku iklim sürecini (7 Haziran-1 Kasım 2015), hazırlayan birçok yaşanmışlıktan sadece üç tanesi:

5 Haziran 2015 Diyarbakır Katliamı…

20 Temmuz 2015 Suruç Katliamı…

10 Ekim 2015 Ankara Gar Katliamı…

Bunlar ve benzeri katliamlarla, nice canlara kıyılmış niceleri yaralı-sakat bırakılmış ve halkımıza nice acılar yaşatılmıştır.

Ve bu korku iklimi halkımızın çoğunluğuna; hipnoz hali, baş eğme ve kaderci bir çaresizlik duygularını miras bırakmıştır.

Hipnoz halindeki kişi/kişiler, neden-niçin sorgulaması yapamaz, sadece kimin egemenliği altında iseler onun dediklerin yaparlar. Artık bu kişi ve grupların belleklerindeki: komşuluk, tanışlık, dostluk, arkadaşlık … gibi duygular unutulmuş, yerini hipnoz edenin buyruk ve istekleri almıştır.

Bu hipnoz hali kalıcı değildir, zamanla geçer, geçer geçmesine de… Eğer kişi o süreçte kötülük ve zalimliklere alet olmuşsa; onlarla yüzleşir, utanır, içine kapanır, için için yanar. Birileri eğer dostça ona el uzatır, dokunur ve dinlerse, bir bir söyleyecektir olup biten her şeyi.

Fakat olan olmuş ölen ölmüş, derin toplumsal yaralar açılmış olduğu için ‘pişmanlık’ etkisiz kalmıştır.

Sonrasında da herkes büyük acılar çekip, kayıplar vermiş, öldürülen-öldüren gençler, dul kalmışlar, anasız-babasız çocuklar ve onların ahları, yaraları, acıları toplumun kalıcı kamburu olmuştur.

Peki bu olup-bitenlerin hiç mi kazananı olmamış?

Hiç olmaz mı, bunlar; çok çok kazanan, az sayıdaki silah tüccarları, uyuşturucu baronları, büyükbaş müteahhitler ve onların işbirlikçileri olan sömürücülerdir.

Halkımızın büyük çoğunluğu, bunların oyun ve algılarına inanıp onlara figüran oldu ve yenik düştü…

Ama biz yine de Bertolt Brecht’in isteğine uyup pes etmeyeceğiz:

“Bizce en iyisi kalkmak yeter artık demektir
vazgeçmemek için kırıntısından bile yaşamanın
karşı çıkmaktır var gücümüzle acıyı doğuranlara
yaşanır hale getirmektir dünyayı bütün insanlara.”
***Bertolt Brecht***

Emin Toprak – DOSTÇA

 582 total views,  1 views today

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu