Press "Enter" to skip to content

Eğitim, ahlak ve iktidar / Kemal İnal

Kayunga 01.10.2020

 

 

 

http://davidpisarra.com/paris-agreement-synopsis Eğitim, ahlak ve iktidar

Kemal İnal

Koyu, karanlık ve yağmurlu bir Almanya akşamında, kampüsteki kaldığım odadan Türkiye’ye bakarken, üzüntülere eşlik eden bir öfkenin bir şeyi görmesi gerektiğini düşünüyorum. HDP’ye yapılan siyasi operasyonları sadece kişilere, simgesel isimlere karşı gerçekleştirilen eylemler olarak görmemek gerekir. Popüler, simgesel ve güçlü aydınlardan sıradan aktivistlere değin her türlü operasyon aslında, o kişilerin şahsında kurumlara karşı girişilen eylemlerdir. Kurumlar, insanlar arasındaki örgütlü ilişkilerdir. Kız çocuğuyla evlenmekten tutun da aile reisinin türlü çeşitli rezilliklere karşı başkaldırmaması doğrultusunda verilen fetvaların hedefi, aynı zamanda seküler ve demokratik aile mefhumunu kurumsal anlamda yıkmaktır. Habermas, egemen “sistem”e (devlet, piyasa, şirketler) karşı aşağıdan kurulan “yaşam dünyası”nın (Lebenswelt) yukarıya doğru uzanmasını demokratik bir hareket olarak görmüştü. Farklı bir deyimle ancak bildiğimiz bir tür “grasstoots” (taban hareketi) meselesi bu; ne var ki, Habermas, liberal devlete o kadar bağlı ki, aşağıda(n) hayat bulan yaşam dünyalarının (onlardan biri de ailedir) içinde iletişimsel aklın ön aldığı müzakereler içinde diyaloglarla (veya konuşmalarla, conversation) insanların en güçlü (veya akılcı) argümanın peşinden gidip anlaşabileceğini yani uzlaşabileceğini yazmıştı. Açın bakın, her akşam Türkiye televizyonlarında sözde karşıt gruplardan kişiler konuşup dururlar; cep telefonlarından, sosyal medyadan, meydanlardan habire konuşurlar. Çoğu zaman uzlaşır gibi görünürler de, diyaloga da kapıları her zaman açıktır ancak neyi çözdükleri belli olmaz bir türlü. Konuşmanın şehvetine kapılıp müzakere yapmak adına girdikleri pazarlıklarda bile kişisel olarak kendilerini kamuoyunu bilinçlendirmek anlamında rahatlamış da hissederler. Bu derece konuştukça batan bir başka ülke daha var mıdır, bilmiyorum?

***

Türkiye’de egemen dil, hele resmi ise, sadece fiziki güç üzerinden çalışır. Teoride kalmaz. Otoriter, direktif ve yönlendiricidir. Foucault’yu çok eleştirdik ancak Türkiye’ye baktığınızda, iktidarın kendini tek tek insanlarda yeniden üretmesinde içselleştirilmiş güç iştihanın sıradan insanları bile mahvettiğini görürsünüz. Ahlak ve din dersinin zorunlu olduğu bir pedagojik sistemin tezgahından geçen milyonlarca çocuk ve gencin bu derslerde ne öğrendikleri bir muammadır (Ben hiçbir şey öğrenmediklerini düşünüyorum). Sistemi ahlaksız görenler, o sistemin yapısal-mantıksal işleyişini anlayamazlar. AKP’yi hiçbir şekilde din üzerinden analizlerle anlayamazsınız. Türkiyeli insanlar, gidin bakın, tek tek ahlaklıdır ancak sistemin suçlarına ortaklık edecek çıkar ilişkilerinin kendine uzanan boyutunu gördüğüklerinde, ahlakı evrensel niteliklerinden soyup kendi dar kimlik ahlaklarına kolayca uyarlayıverirler. Sistemin suç ortağı olmak o kadar da zor değil. Çıkarların nerede yattığını görmek yeterli. Din, Habermas’ın tasnifinde elbette yaşam dünyası içinde yer alır ancak en etkili kullanımı, bireylerin dinselliklerini aşağıdan yukarıya doğru kurmasında yatar. İnsanlar, yeterince güçlülerse, sistemi taşırlar; iyi taşıyıcıdırlar, hele failliklerini (agency) özne düzeyine çıkaracak güç elde ederlerse. Bu gücü elde ettiklerinde, tek tek simgesel, güçlü ve popüler insanlara karşı resmi operasyonların hedefi, şahsın kişiliğinde kurumdur. Bu açıdan eğitim kurumu dediğimiz örgütsel ağ, ilişki, işlev ve statüler toplamında dönüştürülen ilk şey, insanların eğitime bakışı olmuştur. Bugün en solcusundan sağcısına, kentlisinden köylüsüne, yoksulundan fakirine değin hemen her kesimde eğitim kurumuna ilişkin bir egemen imge söz konusudur. O da, eğitim(ciler)in insanı gerçekten yetiştirdiğine dair güçlü inançtır. O yüzden devletin zorunlu, mutlak ve kitlesel eğitimine gözü kapalı uyuyoruz. Uzaktan eğitimi bile okulun evin içine taşınması anlamında kullanıyoruz. Kendimizi evlerimizde uzaktan eğitime uyarlamak için pahalıya laptop alıyoruz, internet paketimizi artırıyoruz, yaşam seyrimizi derslerin seyrine göre ayarlıyoruz. Kısaca, evdeki yaşam dünyamızı yukarıdaki sistemin taleplerine kolayca uyarlayıveriyoruz. Kurumların mantığı yoktur; kurumsal mantık adına egemen güçlerin bireylerin zihin ve davranışlarında yeniden ürettikleri sistemik gereklilikler vardır. Öğretmenler eğitim kurumunu pedagojik sistem bazında deneyimlerler. Dersler, müfredatlar, materyaller, programlar vb. öğretmenlerin çalışmalarının temel konularıdır. En ilerici öğretmen bile kendisinin nitelikli eğitim vermesini engelleyen eylemleri, iktidarın hiçbir dayatmasına gerek olmadan kendince yerine getirir. Kurumlar böyle güçlenir ancak sistemler güçlüyse, kurumlar yaşarlar. Son yirmi yılda daha da düşen eğitimin niteliğinde öğretmenlerin eğiticiden (trainer) bir türlü eğitimciye (educator) terfi edememelerinin önemli payı vardır. İktidar, birikimseldir; çoğu zaman güç anlamında politikaları katlanarak evrilir çünkü o politikaları önceki kuşaklar iyi kötü içselleştirmişlerdir. İktidar yanlısı Eğitim-Bir Sen’e üye olma gereği duyan mini etekli öğretmen, bu içselleştirmenin bariz bir örneğidir. Bu tutumun ahlakla bir ilgisi de yoktur; ahlaksızlık, görecelidir. Kesin hüküm veremezsin, hele evrensel etik ilkeleri gibi bir derdiniz yoksa. Onca İmam-Hatip okulu, din dersi, ahlaki jargona rağmen Türkiye’de insanların eylemlerini olgusal değil de normatif ölçütlere (Ahlaklı mı? Dine uyuyor mu?) göre değerlendirdiğimizde, hiçbir şeyi çözemeyiz. AKP’li sendikaya üye olan liberal öğretmenin derdi, kendine yeni bir ahlak üretmek değildir. İnsanlar şaşılacak derecede gündelik eylemlerinde rasyonel davranmaya çalışırlar zira Durkheim’ın belirttiği gibi olguların toplumsal basıncı altındadırlar. Yoksa onları metafizik kaygılar vb. yönlendirmez. Hz. Nuh’un döneminde cep telefonu falan olduğunu söyleyen öğretim üyesinin bu saçmalığa inanması sorun değildir; motivasyonu da bir tez ortaya atmak değildir. O, içinde yer aldığı kurumsal ilişkilerin sistemik dünyasında o şekilde bir hayatın gereğini yerine getiriyor çünkü o şekilde konuştuğunda, o şekilde konuşmasına dikkat kesilecek epey bir insan olduğunun farkında. Arz-talep melesinin ötesinde kendisini üreten zihniyet dünyasında ancak o şekilde konuşursa, bir şeyleri, mesela bilim kurumunu (pozitivizme saldırmak adı altında) yıkacağını düşünür ve bilir.           

***

Aylardır uzaktan eğitimin dezavantajlı (yoksul, gariban, işsiz vb.) ailelerin çocukları için fırsat eşitsizliği yarattığını ileri süren kimi örgütlü öğretmenler ve sendikalarının fark etmediği bir şey var. Pandemide uzaktan eğitime erişim sorununu ortaya çıkaran hatalar (altyapı eksikliği, eksik programlar, işlemeyen senaryolar vb.) zaten belli ancak bizim yaptığımız bu eğitimle neden bir şeyleri bir türlü değiştiremediğimiz sorgulanmıyor. Her geçen gün daha da kötüye gidiyorsak, eğitimin, eğiticinin bunda payı yok mu? Öğretmenlerin iyi niyetinden, çalışkanlıklarından ve özverilerinden kuşkum yok; her türlü nesneleştirmeye özne olmaya çalışarak verecekleri bilgide hiç olmazda bir parça kendisinin katkısının olmasına çalışıyor. Ancak verdiği eğitimle giderek duvara toslayacağımızı neden göremiyorlar? Çoğu zaman eleştiri, diyalog gibi tehlikeli bir araç olabilir. Eleştirdiğinizde sorunu fark edip kendinizce bunu dile getirerek kamuoyunu bilgilendirerek bir parça hissettiğiniz ferahlığın sizi şimdilik uyuşturduğunu fark etmezsiniz bile. Yine TV’lerde AKP’li ve CHP’lilerin, liberallerin vb. tartışmalarında zaman zaman diyaloga aralanan kapıdan geçerek birbirlerine gevrek gevrek gülen (neredeyse) kadrolu televizyon tellallarının vardıkları uzlaşma, yaptıkları müzakere, girdikleri pazarlıklar zaten çoktan kabak tadı verdi. Habermas’ın kulakları çınlasın! Aynı şekilde yıllardır derslerine, kendine ait bir özerk ve özgürlük alanı olarak girdiği sınıfta yaptığı her etkinlikte öğretmeni rahatlatan, görevini yaptım duygusuna iten psikoloji de çok tehlikeli değil midir? Her seçim döneminde ‘vatandaşlık görevim’ diye sandıklara koşup oyunu atan yurttaş, akşam TV karşısına geçip oyunun bir işe yarayıp yaramadığını anlamaya çalışır. İşe yarasa bile yine de kaybeder. Ve bu, müzmin bir bireysel edimler çağında insanı güya etkin kılarken bir kurumun sistem bazında kendini yeniden ürettiğini görmez bile. Eğitimin, ahlakı değil iktidarı anlaması, ona göre davranması için önce eğitimcilerin iktidarın kendi bireysel varoluşlarında nasıl yeniden üretildiğini görmeleri lazım. Bu da, yukarıdaki sisteme değil, öncelikle kendi yaşam dünyalarına bakmalarını gerektirir.

 1,381 total views,  1 views today

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu