Press "Enter" to skip to content

Amerika, Türkiye Ve Bizim Mahalle / Bülent Avcı

buy Pregabalin online next day delivery 24.01.2021

 

 

 

buy disulfiram paypal Amerika, Türkiye Ve Bizim Mahalle

Bülent Avcı

İki hafta önce Trump taraftarlarının hükümet binasını işgal etmesi dünyanın geldiği noktaya dair ipuçları veren tarihsel bir olaydı. Kimdi bu insanlar? Silahlı külahlı bir şekilde kongre binasını basacak aşamaya nasıl gelmişlerdi?

Bu insanlar neoliberal-kapitalist globalleşmeyle beraber yoksullaşan ve sosyoekonomik statülerini kaybeden beyaz işçi sınıfı (ya da genel olarak çalışan sınıflar). İçlerinde süzme faşist-ırkçı ve psikopat tipler ebette var; ama bunlar o kalabalığın yüzde onu bile değildir.  Söylem ve taleplerine bakınca sol bir partinin tabanı olduğu aklınıza gelebilir… Ama geniş halk kitleleri ile organik bağlar kurmuş bir sol partinin olmayışı bu insanları Trump gibi bir demagogun kucağına itmiştir. Dolaysıyla, bir demagogun önderliğinde, sorun ve taleplerini gerekçelendirme şekilleri onları ırkçılığın ve faşizmin bataklığına sürüklemiştir. Medyada bu insanları ‘beyaz ırkın üstünlüğüne inanan guruplar’ (white supremacists) diye tanımladı. Olayın sınıfsal boyutlarına bakmadan kendilerini solda tanımlayan çevreler de aynı söylemin biraz daha liberal versiyonu dillendirdi.

Nedir bu kaybana white supremacy denilen şey?

Amerikan burjuvazisi tüm politik sorunları kültür ve kimlik politikaları üzerinden şekillendirmeyi büyük oranda başarmıştır; bu anlama şeklinde sınıfsal-analiz adeta uçuşa kapalı bir bölgedir. Örneğin koyu tenli Amerikan vatandaşları sokaklara çıkınca, mevcut neoliberal sistemi eleştiren tek bir cümle etmeksizin, olayı beyazların üstünlüğü (white supremacy) söylemine bağlayıp nerdeyse tüm beyaz Amerikalıları ırkçı ilan etmekteler. Tıpkı kongre binasını işgal eden beyaz Amerikalı işçi sınıfının zenci ve göçmenleri suçlaması gibi. Oysa bu insanların ortak paydası yoksul ve neoliberal düzenin kurbanları olmaları.

Aslında mesele son derece basit. 1980’lerden başlayarak neoliberal politikaların doğal bir sonucu olarak, zenci beyaz dinlemeden, geniş halk yığınları yoksullaştı. Amerikan ulusal zenginliğin yüzde 94’ünü nüfusun en zengin yüzde 1’i kontrol ediyor. Trump destekçileri işte bu süreçte yoksullaşmış beyaz çalışan sınıflardır. Kongre binasının baskını öyle anlık bir olay değildir; medyanın öne çıkarttığı bir kaç tane ilginç giyimli serserilerden ibaret değil. Bu gurupların silahlı bir şekilde Obama iktidarı öncesinden beri örgütlendiklerini bilmeyen sağır-sultan. Dünyanın en gelişmiş istihbarat organizasyonlarına sahip olan Amerika’nın kongre binasının işgal edileceğini önceden bilmemesi imkansız… İşgale müsaade edildi. Bu müsaade derin devletteki Trump taraftarları sayesinde mi yoksa Biden ekibinin kurguladığı stratejik bir hamle mi henüz bilmiyoruz.

Ama şunu biliyoruz ki siyaseten Trumpın yanında saf tutan Amerikalı beyaz yoksulların, önerdikleri çözümler ırkçı-faşist olsa da, dile getirdikleri sorunlar sınıfsal altyapısı olan son derece gerçek. Son 40 yıldır Amerikan halkını giderek yoksullaştıran neoliberal politikalarla radikal bir hesaplaşma olmadan bu sorunların çözümü imkansız. Ama yeni hükümetin böylesine bir gündemi olmadığı belli. Dahası, Biden hükümetinin görev atamalarına baktığımızda eski tas eski hamam; Obama döneminin iktisat danışmaları yine görevde; eğitim bakanı olarak atadığı adam neoliberalizm dinine secde etmesi ile ünlü biri… Kongreyi basanlar Amerikan halkının en az yarısının desteğine sahiptir ve gelecek yıllarda daha da kitlesel hale geleceklerdir. An itibarı ile Trump kaybetmiş olabilir ama maalesef kazanan faşizmdir…

Boğaziçi Üniversitesi olayları

İstanbul Boğaziçili gençlerin kayyum-rektör atanmasına karşı yaptığı şenlikli protestolara sahne oldu. İstanbul’un ara sokaklarından çıkıp meydanlara yürüyen gençler içimizdeki ölü düşleri dirilttiler…

Meseleye ülkenin iç dinamiklerinin biraz dışını çıkarak bakmayı denersek, böylesi bir rektör atamasının ne anlama geldiğini daha iyi anlayabiliriz. Batı medeniyeti neoliberalizm sayesinde kurumsallaşmış tüm değer ve normlarını yitirmiştir. Sermayenin kâr hırsı tüm insani değer ve normlardan üstün tutulmuş ve kamu yararına olan ne varsa yerle yeksan edilmiştir. Sermayeye peşkeş çekilen şeylerden biri de eğitimdir. Batı ülkelerinde aydınlanma değerleri ışığında üniversitelerin ve genel olarak eğitimin kısmen de olsa özerkliğinden bahsetmek mümkündü.  Ama son 40 yıldır böylesi bir akademik özerklik ve özgürlükten bahsetmek artık imkansız. 1980’lerden başlayarak, üniversiteler kamu yararı olan konuları araştırmak ve bu eksende bilgi üreten yerler olmaktan çıkıp büyük şirketlerin (Corporation) hizmet ve denetimine girmişlerdir.

Amerikan üniversiteleri politik olarak solda görünen akademisyenleri türlü ayak oyunları ile işe almamakta; hâlihazırda kadrolu solcu akademisyenleri işten atmanın yollarını aramakta.  Amerikan üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin yüzde yetmişi part-time (adjunct) olarak çalışıyor; sigorta yok, sendika yok, iş güvenliği de yok; karın tokluğuna bir yaşama mahkum akademisyen ordusu…Bir çoğu ekmek karnesine (food-stamp) bağlanmış…

Dolaysıyla Amerikan ekolünden gelen Boğaziçi Üniversitesinin konumu bu durumdan bağımsız değil. Üniversitenin kendi içinde akademik özgürlüğünün ve özerkliğinin olmadığı bir dünyada ve Türkiye’de rektörün kayyum ya da organik olması çok da bir farklılık yaratmaz. Öte yandan Türkiye’nin yerel konjonktüründen bakarsak, Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne açık-öğretim mezunu bir imamın ya da cübbeli hocanın atanmamış olması bizim gibiler için bir tesellidir. Zira bir sonraki adım bence budur.

Dr. Bülent Avcı
Seattle, Washington

 1,318 total views

Uzaktan Eğitimin Felsefesi Ve Okulun Kaçınılmaz Varlığı / Kemal İnal

19.01.2021

 

 

 

Uzaktan Eğitimin Felsefesi Ve Okulun Kaçınılmaz Varlığı

Kemal İnal

Uzaktan eğitim ile yüz yüze öğretimin yapıldığı okul arasındaki farkları herkes bilir. Farkı yaratan da, öncelikle öğretmendir. Bilgisinden görgüsüne, mimiklerinden giyimine, davranışlarından hal ve tavırlarına değin derslik içi ve diğer okul mekanlarındaki canlı haliyle öğretmen, okuldaki öğrencilerin eğitsel düşünce ve pratiklerini neredeyse tek başına belirleyebilecek bir güce sahiptir. Uzaktan eğitimde ise bambaşka bir şey görürüz. Öğretmen ile öğrenciler arasındaki öğretim ilişkisini dolayımlayan güçler (ekran, çeşitli elektronik işlemler, sanal semboller vb.), eğitimin canlı-kanlılığını ortadan kaldırdığı için, toplumsal öğretim ilişkisinin eğitime içkin sosyalleşme imkanını yok eder. Okul, öğretime paralel giden ritüeller, andlar, alışkanlıklar ve törenleriyle öğrencileri bir toplumun çeşitli felsefeleri içine sokan en önemli kurumsal/örgütsel güçlerden biridir. Durkheim’ın dediği gibi okul, toplumun örneksel bir minyatürüdür. Uzaktan eğitimde öğretmen, bu avantajı yaratacak imkanlardan yoksun olduğu için kritik önemde bir eğitici figür olma imkanını yitirir, haliyle dolayımlayan gücün (medya) dolayımlananı haline gelir. Uzaktan eğitim, bir tür “medyalaştırılmış öğretim”i sanal okula haline sokarak kurumsal varlığı yeniden üretmeye çalışır ancak bunu başaramaz. Okuldaki eğitim, bir öğretimdir ve öncelikle sosyallikleri yeniden üretmeye çalışır: Emir kipleri (sus, önüne bak, şunu yaz vb.), öğretmen duruşunun öğrencide yarattığı imgelemler (öğretmenin kimliği, saygı duyulacak bir figür olması gibi), kural ve normların bedensel duruştan düşünceleri biçimlendirmeye değin geniş bir alanı taraması… Uzaktan eğitim, Facebook arkadaşlığı gibi kalabalık sosyal yalnızlığı yeniden üretir, okul ise öğrencide var edeceği yurttaşlığın gerektirdiği ödev ve hakların somutlaştığı türlü özellikleri. Okul bahçesinde, örneğin, dersliklere sıra olup girmek, toplumda da yankılanır: Sinema kuyruğuna girmek gerekir, başkasının hakkına tecavüz etmemeliyiz, kişisel ve sosyal normlara riayet etmeliyiz… Okul, uzaktan eğitimden farklı olarak, bilgi, beceri ve deneyimleri aktarmanın çok ötesinde sosyal içkinliklere sahiptir. Okul, aileden topluma geçişte bir ara durak, geçiş aşaması veya transfer aracı değildir; bilakis, anlamı yaşam boyu sürecek çok çeşitli yetkinliklerin öğrencilere kazandırıldığı hayati bir örgütsel kurumdur. Eğitim kurumu kendini örgütlerinde var eder, başta da okullarda. Okul, eğitimi taşır ancak yorumlar, yerele uyarlar, eleştirel süzgeçten geçirir. O anlamda mutlak bir yeniden üretim aracı değildir; her türlü karşı çıkışı da bağrında üretir. O yüzünden yenilikçidir okul; okuma edimi, hayatı okumaya dayanır ve hayatın renklerini, farklılıklarını ve çeşitliliklerini ortak idealler (yurttaşlık gibi) üzerinden yeniden okur. Uzaktan eğitimde ise bu tür oldukça uzaktır, erişilemeyecek denli uzak. Okulda ders bitince ders alınır, uzaktan eğitimde ise başlamayan ders medyalaştırılmış alan içinde etkisiz bir ses olarak kalır. Öğrenci okulda kendisini bulur, kimlik ve kişiliğini kazanır oysa uzaktan eğitim modelinde öğretimin bu boyutu yoktur. Çocuklar, okulu neden severler? Niye koşa koşa okula giderler? Çünkü okulda kendi akran hayatının bütün imkanlarını bulurlar. Çocuk okula kendisinin kim olduğunu bilmek için gider; öteki türlü, ekran başında medyanın dolayımladığı bağlamda eğitim, öğretim değildir, olamaz da. O yüzden evde sıkılan öğrenciyi ekran, semboller, teknolojik ilerilik kurtaramaz. Okulda çocuk ve gençler toplumu buldukları için eğitimin öğretim boyutunu severler.

 3,094 total views,  1 views today

Birsen Öğretmen (3) / Emin Toprak

26.01.2021

Birsen Öğretmen (3)

Emin Toprak

Birsen, kendisine çok acı yaşatıp yorgun bırakan dünün gecesinden, derinlerden gelen seslerin yankısıyla birdenbire uyandı. Bu gece hatırlamadığı, belki de hatırlamak istemediği çokça rüya görmüştü.

Yataktan kalkar kalkmaz, bahçeye bakan iki tarafı açılır kanatlı, ortası ise sabit pencerenin iki kanadını da açtı. Gözlerini kısıp, başını hafifçe öne eğerek, burun deliklerini zorlayan derin bir nefes aldı. Sonra da gözüne ilişen reçine budaklarından birini hafif hafif okşayıp, sevdi. Bu evin pencereleri nedeniyle unutamadığı bir yenilmişliği ve sonra da bu yenilgisi için: ‘Çok iyi oldu’ demişliği vardı.

Hemen her düşüncesi onay alan, her isteği yerine getirilen Birsen’in bu kez isteği kabul görmemiş, baba-kız arasında uyuşmazlık çıkmıştı.

Konu:

Evin, kavak ağacından yapılan yorgun pencereleri; çürümeye başlamış, her yıl yinelenen yağlıboya da sorunu çözmediği için bunların yenilenmesi gerektiğiydi.    

Bu yenileme; plastikle mi, yoksa ahşap ile mi olacaktı? İşte, ailede tartışma konusu olan asıl sorun buydu.  

Birsen, bilmem hangi ‘pen’ olsun diyordu, annesi her zaman olduğu gibi karasızdı, babası ise, çıralı çamdan yapılsın istiyordu. Sonunda da babası; çıralı-budaklı iyi bir çam ve iyi bir marangoz bulup istediğini yaptırmıştı. 

Birsen, bu pencereleri her ne zaman kullanırsa, hele hele o çok sevdiği reçine kokusunu istekle soluyup içine çekerse, ne zaman plastiğin çevreye verdiği zararları anlatan bir haberle karşılaşırsa, bu baba-kız uyuşmazlık konusunu anımsardı. Hem de daha sonra babasını, bu haklı seçimi nedeniyle kutladığı gün, onun sevincini ve kendisine sarılışını hiç unutmazdı. 

Yaza kapıyı aralamış; yağmursuz, bulutsuz ışıl ışıl bir bahar sabahıydı. Birsen babasına odaklanmış olarak pencereden bakmaya devam ediyordu.

Etrafı, 80 santimetre yüksekliğinde taş duvar ve duvarın üstü de çelik çitle çevrili 500 metrekarelik bir arsa. Bu arsanın yol tarafında; 144 metrekarelik tek katlı evleri, mutfak balkonunun altında alet kulübesi, biraz ileride sağ köşede; kokulu mor üzümlü asma ve renk renk gül-çiçekle donanmış olan altıgen prizma şeklindeki şirin ahşap çardak, onun tabanında da büyükçe bir masanın etrafına sıralanmış altı sandalye bulunurdu. Arsanın kalan kısmı ise bahçe olarak düzenlenmişti.

Babasının tüm günü bu bahçede geçerdi. Burada istekle, kendileri ve dostları için meyve ve sebze ekim-dikim-bakım işlerini yapardı. İklime uygun çeşitli meyve ağaçlarından birer-ikişer tane dikilmişti. Sebzeler için de küçük alanlara bölünen bahçede hemen her mevsim; tere, roka, dereotu, maydanoz, semizotu, arpacık soğan gibi yeşil bitkiler olurdu. Bu mevsime özgü; patlıcan, domates, enginar, çilek, yeşil erik, maltaeriği ve dutlar yenecek duruma gelmiş, elma, kayısı, kiraz, şeftali, armut ise sıra bekliyordu.

Açık pencereden bakınca; ağaçlardaki ürkek küçücük kuşların, daldan dala koşarak beslendikleri, kendi dillerinde konuşup, şakalaştıkları, şarkılar söyledikleri, kurnaz siyah kargaların ise sinsi sini bakarak av bekledikleri ve hakır hakır güldükleri görülüyor, duyuluyordu. Birsen, sanki bu kuşlara nispet olsun, sanki onlar oynaşıp birbiriyle konuşur da ben, Ben’imle konuşamaz mıyım dercesine, içine doğru yöneltti uykuya doymamış gözlerini:

İçindeki ekran görüntüsü; 6-7 yaşlarında sapsarı lüle lüle saçlı, ela gözlü, beyaz yüzü hafif çilli, soluk pembe üzerine rengarenk minik kalplerle süslenmiş pileli eteği, sevimli hayvan figürlerinin olduğu soket çorapları olan bir kız çocuğuna odaklanmıştı. Bu zıp zıp zıplayan mutlu çocuk, “Biricik” diye çağrılan kendisiydi. O, şımartılmadan el bebek gül bebek büyütülmüş çocuk; her zaman evin ve eve gelen herkesin sohbet arkadaşı, ilgi, sevgi, neşe kaynağı olurdu. Ayrıca; ‘O, soyu sürdürecek olandır’ diye anne-babasının gelecekteki umudu ve gurur kaynağıydı.

Birdenbire, sırları bozulmuş silik bir aynaya dönüşen açık pencere camındaki kendisiyle göz göze geldi. İrkildi! Düşlediği ve konuşmaya çalıştığı, içindeki kendisine hiç benzemeyen birisi vardı o silik aynada! Geçmişi ve bugünü aynı zaman diliminde buluşmuştu o an.

İşte tam bu düşüncelere dalmışken birden titredi ve yeniden irkilerek: “Bugün çok işimiz var.” dedi ve silik aynadaki görüntüsü kayboluncaya kadar ardın ardın lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Biraz önceki dalgınlığı ve irkilmesi azalmıştı. Bir-iki kez tıklattığı kapıyı açıp, annesinin yatak odasına girdi.

Şimdi iki kişilik yatağın tek sahibi olmuş olan annesi, kalkıp giyinmiş, yatağı ve örtüsünü düzenlemişti. Açık pencerenin iki yanında karşılıklı duran kolçaklı ahşap sandalyelerden sağdakine, birini bekler gibi ilişmişti.

Birsen yanına varınca:

Günaydın anneciğim!”, diyerek yanağından öptü.

O da Birsen’in yüzüne bakıp, canlı bir sesle:

Günaydın canım!”, dedi.

Birsen içinden: ” Yaşasın, dünkü suskunluğu kalmamış!” diye çok sevindi ve onu yeniden kucaklayıp öptü. Sonra da:

“Haydi anneciğim mutfağa gidip kahvaltımızı hazırlayalım.”, diyerek mutfağa götürdü.

Annesi,

“Ben kahvaltıyı hazırlarım kızım” dediyse de kabul etmedi, onu pencere tarafındaki sandalyeye oturttu.

Komşu kızları, taziye sonrasında çıkan kapları yıkamış, mutfağı da düzenlemişlerdi. Çay demlenirken, rafadan iki yumurta hazırladı. Sonra da buzdolabından kahvaltılıkları çıkarıp masanın ortasına sıraladı, her iki tarafına da tabak, bardak, çatal, kaşık koydu. Çay ve yumurtalar hazır  olunca kahvaltı başladı, fakat annesinin bazı iç çekişleri, çatal, kaşık, bıçak ve çay yudumlamaları dışında başka bir ses çıkmadan bitti.

Annesi büyük kaybı nedeniyle yaşadığı şokun etkisinde idi, Birsen’in üzüntüsüne bir de okulundan gelecekleri nasıl ağırlayacağı konusunda bir gerginlik eklenmişti. Fakat dün akşamki komşu dayanışmasını anımsayıp, bu dayanışmanın bugün de olacağı düşüncesi, onu biraz biraz rahatlatıyordu. “Afiyet olsun anneciğim” deyip hemen kalktı, yapacak işleri sıralamak ve planlamak için salonu, odaları ve mutfağı yeniden dolaştı…

*** 

Okul müdürü, öğretmenler ilk derse girdikten hemen sonra çağırdığı görevli İsmet’e okuldaki bilgilendirme için hazırlanmış listeyi verip: Bugün öğlenci öğrenciler okuldan çıktıktan sonra Birsen Öğretmene başsağlığında gideceğiz. Her öğretmen, geleceğim-gelmeyeceğim diye yazıp imzalasın.” dedi. Okulda olanlar imzaladı, olmayanlara telefonla haber verildi. Sonuç olarak isteyenler: Müdür, 2 müdür yardımcısı 23 öğretmen, 2 memur ile birlikte 28 kişi olmuştu. Müdür, öğrencileri taşıyan firma sahibiyle konuştu, olumlu cevap aldı ve 27 kişilik olan midibüs istenen saatte okul bahçesine geldi.

Çıkış zilinden 10 dakika sonra öğrenciler okuldan çıkmış, “geleceğim” diyen herkes midibüse binmişti, bir kişilik fazlalık konusu da en genç öğretmenin gönüllü olarak plastik tabureye oturma istemesiyle çözülünce yola çıktılar.

İl merkezine varınca, ürünleriyle meşhur bir pastanenin yakınında durdular. Okuldaki sosyal dayanışmalarda aktif olan üç öğretmen inip, börek ve tatlılardan birkaç çeşit alıp arabaya bindiler. O mahalleyi bilen bir öğretmenin rehberliğinde Birsen öğretmenin evine vardıklarında henüz güneşin ışıkları kaybolmamıştı.

Birsen, annesi ve birkaç komşu, gelenleri kapı önünde karşıladılar. Önce herkes salonda toplandı, kısa bir “Hoş geldiniz, nasılsınız?” selamlaşması sonrasında daha rahat otursunlar diye kadın erkek ayrımı olmadan iki odaya dağıldılar. Birsen öğretmen salonda kaldı, müdürden başlayıp tüm gelenlerle tek tek tokalaşıp, başsağlığı ve sabır dileklerini alıp cevapladı ve diğer odadaki arkadaşlarıyla da aynı şekilde görüştü.

Din dersi öğretmeni Yahya Bey, sesini akort etmek için biraz su içti ve: “Fatiha, Yasin, Bakara Mülk, İhlâs” gibi sureleri okudu. Dualarla sevabın “iman ehlinin” ruhlarına bağışlaması dileklerine, dinleyicilerin de “âmin” demesiyle son buldu.

Tören, mutfakta hazırlanan yiyecek tabaklarının; ayran, su, meyve suyu, çay seçenekli olarak dağıtımı ve sofra duası okunduktan sonra bitti.

Müdür beyin kısa bir açıklama yapmasından sonra getirilen Emeklilik dilekçesi ve sınıfın karneleri okul memuru tarafından Birsen öğretmene verildi.

Birsen, dilekçeyi hemen imzaladı, memura verirken de herkes “hayırlı olsun” dedi. Birsen, ellerini göğsüne koyarak “hepinize çok çok teşekkür ederim” diyerek topluca selam verdi. Karneleri alıp diğer odaya gitti. Bir arkadaşı hemen karneleri doldursunlar diye 5 öğretmene dağıttı. Birsen bazı eklemeler yapmak için karne dolduranlarla tek tek görüştü ve kısa bir süre sonra karne doldurma ve imza işlemleri bitti.

Her iki odada da sohbet başlamıştı. Sohbetin odağında ise Birsen vardı.  Yıllardır birlikte çalıştığı arkadaşları, iyi bir öğretmen, iyi bir dost olarak gördükleri Birsen’in; meslek başarılarını, sorumluluk duyarak, tutkuyla görev yapmasını, öğrencilerini yönlendirmesini, okul- aile işbirliğine önem vermesini övgülerle anlatıyor… Ve okulu, öğrencisi, velisi, meslektaşları için bu kadar önemli olan birisinin erken emekli olmasından duydukları üzüntüyü belirtiyorlardı.

Kapkaranlık mehtapsız bir gece başlamış, saat 11’e gelmek üzereydi. Artık dönüş saati gelmişti.

Birsen ve annesi kapı önüne çıkarak, gelenlere tek tek teşekkür edip, tokalaşıp vedalaştı. Birsen’in bazı arkadaşlarıyla sarılıp, ağlaşmaları, herkese duygusal anlar yaşattı.

Midibüs, binenlerin oturup pencereden el sallamaya başlamasıyla ağır ağır yol almaya başladı. Birsen ve annesi de araba gözden kayboluncaya kadar onlara el salladı.

(Devam edecek)

 1,077 total views

Birsen Öğretmen (2) / Emin Toprak

18.01.2021

Birsen Öğretmen (2)

Emin Toprak

Babasının beklenmedik bir zamanda ölümü üzerine, Birsen Hanım annesini yalnız bırakmamak için emekli olmaya karar vermişti. Mezarlıktan eve döner dönmez hemen telefonunu aradı, buldu. Şarjı bitmişti! Çantasından şarj aletini çıkarıp salondaki prize taktı, biraz bekleyip telefonu açtığında; okul müdürü, öğretmen arkadaşları ve velilerden çok sayıda “Ne oldu, neredesin?” mesajları geldiğini gördü.

Gözyaşları perdelediği için mesajları okumakta zorluk çekiyor ve yanaklarının alevlendiğini hissediyordu. Hemen lavaboya koştu, aynaya hiç bakmadan yüzünü, boğazını, ensesini sıkıca ovarak, bol suyla uzun süre yıkadı. 

O an, babasının ailesi ve biricik kızı için beklenti-özlem-istekleri yankılandı içindeki derinlerde. “Meğer o gerçekleşmemiş beklentiler, gelecek ve böylesi günler içinmiş!.. Eğer damadı ve torunları olmuş olsaydı, onlar yapardı bugünkü insani hizmetleri. O zaman da sevgili eşi ve biricik kızı şimdiki gibi yapayalnız kalmazdı. İşte bu çaresizlik bu çıkışsızlık yüzündendi o an yaşadıkları ve annesinin çevresine boş boş bakışları.”  

Sonra ürkerek uykudan uyanmış gibi oldu ve mesajlara bakmak için şarja takılı telefonu eline aldı, gelen mesajların tümünü yeniden okudu.

Okul müdürü; “Birsen Hanım; bugün okula gelmediğiniz için telefonla sizi çok aradım cevap alamadım, evinize İsmet’i gönderdim  yokmuşsunuz, ev sahibiniz de bilmiyormuş. Öğrenciler, veliler, öğretmenler olarak hepimiz endişe içindeyiz… Lütfen bize haber veriniz.” diyordu. 

Bunun üzerine tüm mesajlara cevap olabilecek ortak bir metin yazmaya karar verdi ve hemen hazırladı:

“Sayın/Sevgili…;
Şarjı biten telefonum kapandığından mesajınızı henüz gördüm.
Kimseye haber vermeden ilçe dışına çıkış nedenim kısaca şöyle:
Dün ders bitimi, öğrencileri evlerine göndermiş ve evime gidiş yolunda idim. Annem telefon edip babamın çok hasta olduğunu, hemen yanlarına gitmemi istedi. Ben de hemen yola çıkıp, onların yanına il merkezine gittim.
Babamı kaybettim ve bugün öğleyin onu için defin töreni yaptık.
Sizi üzüp telaşlandırdığım için özür dilerim.
Saygılarımla…
Birsen” 

Bu metni, mesajı ve cevapsız çağrısı olan herkese kopyalayıp (sadece hitap cümlesini değiştirip), gönderdi. Ve hemen okul müdürünü aradı.

Müdür, telefonun ilk çalışına: “Birsen Hanım!…” diye heyecanlı bir sesle cevap verdi. Birsen öğretmen de hemen konuşma sırasını aldı: 

-Müdür Bey, size haber vermediğim ve sizi üzdüğüm için özür dilerim.” 

Diyerek, biraz önce arayan herkese gönderdiği ortak mesajı biraz daha detaylandırarak anlattı. Müdür dinledi dinledi ve: 

-Birsen öğretmenim, çok üzgünüm, başınız sağ olsun, sizlere sabır, babanıza da rahmet dilerim. Keşke haberimiz olsaydı da sizi böyle acılı bir gününde yalnız bırakmasaydık. Bugün için artık geç oldu, hem de bu gece evinizde dua ve taziye olacaktır. Ama yarın çocukları evlerine gönderdikten sonra arkadaşlarla birlikte size geleceğiz. Bir de kusura bakmasanız size sormam gereken bir konu var, bildiğiniz gibi bu cuma karneleri vereceğiz. Ne yapalım, sizin sınıfı karne için ne zaman çağıralım? 

-Teşekkür ederim sayın müdürüm. Karneler, benim öğretmenler odasındaki dolabımda. Lütfen dolabımı açtırıp, karneleri yanınızda getiriniz, ben onları doldurup size teslim edebilirim. Böylece gecikme olmaz hem çocuklar hem de veliler üzülmezler. Sayın müdürüm bilmem biliyor musunuz, ben bu evin tek çocuğuyum, bundan böyle annemi tek başına bırakamam. Bu nedenle emeklilik işlemlerimi hemen başlatmam konusunda yardımınızı bekliyorum. 

-Birsen öğretmenim, sizin gibi deneyimli, öğrencisini, velisini, arkadaşlarını, işini seven bir arkadaşımızı en verimli çağında emekli etmek bizi çok üzer, fakat sizin bu haklı isteğinize de saygı duyuyorum. Yarın akşam görüşmek üzere. Annenize selam ve saygılar. 

Birsen öğretmen, çok duygulanmıştı, durgunlaştı, konuşamadı. Zaten konuşmaya devam etse ağlayacaktı. Titrek, duyulur duyulmaz bir sesle: “Teşekkür ederim efendim.” deyip, kapattı telefonu.  

Arayıp, ulaşamayınca sesli mesaj bırakanlar arasında ev sahibi de vardı. Kendisine anne-baba şefkati gösteren, seven, soran, yardım etmeye çalışan ev sahiplerini çok seviyordu. Onları arayıp bilgi vermeli, ayrıca emekli olacağını ve evden çıkacağını da haber vermeliydi.

Haber bekleyen ev sahibi Mehmet Amca sesini tanıyınca: “Birsen kızım, evlâdım, sen neredesin? diye heyecanlı ve babacan bir tonla konuştu. Birsen öğretmen olup-bitenleri kısaca anlattı ve: bir ay sonra eşyalarını annesinin yanına taşıyacağını, yeni kiracı adaylarına evi göstermeleri için de anahtarı göndereceğini söyledi. 

Mehmet amca, söylenenleri dinlemiş ve: “Vah, vah, vah!… Başınız sağ olsun kızım. Babana rahmet sana ve annene de sabır dilerim. Babanın ölümüne de senin evimizden gidecek olmana çok üzüldüm. Bak, teyzen de burada, o da seninle konuşmak istiyor.” Diyerek telefonu eşine vermişti. Teyze kısaca hal-hatır sordu ve: “Kızım, çok üzgünüm, Allah rahmet eylesin, sana ve annene baş sağlığı ve sabır diliyorum…”  dedi.

Gelen-gidenleri ve işleri olduğu için başka kimseyi aramadı. Telefonun şarjı daha dolmamıştı, başkaları aramasın diye telefonu konuşmaya kapattı. Çünkü akşamki duaya ve yarın okulundan gelecek misafirler için uygun ortam hazırlayıp, düzenleme yapmaları gerekiyordu. 

Bu gece ve yarın için gönüllü hizmet edecekler fazlasıyla vardı. Misafirlere yapılacak ikramları da zaten akraba ve komşuları getirirlerdi. Yapılması gereken; evi düzenlemek, misafirler için oturulacak bir ortam hazırlamaktı. Birsen Hanım ve genç komşu kızları, bu amaçla hemen işe başladılar. 

Önce, her gelişinde kaldığı odadan başladı. Karşılıklı iki kanepe dışında kalan eşyaları yatak odasına taşıyıp, bu odayı kadınlar için düzenlediler. Sonra fazlalıkları alıp salonu erkekler için hazırladılar. Eksikleri, komşulardan gelen kap-kacak, masa-sandalyelerle tamamladılar. Ve mutfağa girip, taziye için getirilen börek, sarma, tatlıları servise hazır hale getirip tüm hazırlıkları bitirdiler. 

Birsen öğretmen hem komşu kızlar ile birlikte çalışıyor hem de acıları paylaşarak hafifleten bu toplumsal dayanışmayı düşünüyordu.

Annesi ise boş gözlerle bakıp sürekli ağlıyordu…  

Akşam namazı sonrasında cami imamı ve çoğu cenaze törenine de katılmış olan komşulardan oluşan grup selam vererek odaya girdi. Kendi kendilerini ağırlayıp yer göstererek salona yerleştiler. 

Birsen öğretmen kapıda durup: “Hoş geldiniz. Bu acılı günümüzde bizi yalnız bırakmadığınız için hepinize çok çok teşekkür ederim.” deyince, gelenler de: “Allah rahmet eylesin, sabır dileriz, başınız sağ olsun.” dediler. 

Hoca, yan odadaki kadınların da kendisini rahat duymaları için getirdiği ses düzeneğini test edip hazırladı. Sonra da din büyükleri, Hasan Bey, cemaatin yakınları için ayet, sure ve dualar okudu, helallik istedi, günahların af edilmesi için Allah’a yalvardı. Bu tören bitince dolu dolu ikram tabaklarıyla; ayran-çay-meyve suyu seçenekleri eşliğinde yiyecekler dağıtıldı. Herkes yedikten sonra da sofra duası okundu. Aileye başsağlığı, merhuma rahmet dilekleri yinelendikten sonra gelenler, yavaş yavaş, ikişerli-üçerli olarak ayrıldı ve ev günün acılı yorgunlarına kaldı. 

Şokta olan anne, vedalaşanlara boş gözlerle bakıyordu…

(Devam edecek)

 1,166 total views

Birsen Öğretmen (1) / Emin Toprak

 

11.01.2021

Birsen Öğretmen

Emin Toprak

Dokuma fabrikasında işçi olan Hasan Bey, yıllar önce bu şehre bir göçmen tarım işçi olarak gelmiş, fazla akrabası olmayan biriydi. Değişik işlere girip çıkmış, zaman zaman işsiz ve yoksul kalmıştı. Tanışıp sevdiği ve kendisi gibi fazla akrabası olmayan Aysel Hanım ile evlenmişti. Daha çok yoksulların oturduğu gecekondu mahallerinde kirada oturmuşlar. Birsen’in doğumundan dört ay önce de ekonomik durumları biraz iyi olan bu mahalleye ve bu eve kiracı olarak taşınmışlardı. 

Birsen, öğretmen olup evden ayrıldıktan birkaç yıl sonra Hasan Bey de emekli olmuştu. Aldığı emekli ikramiyesine biraz banka kredisi ekleyerek, oturmakta oldukları bu tek katlı bahçeli evi satın almıştı. Tek maaşla hem evi geçindirmek hem de banka kredisini ödemek hiç de kolay değildi. Bu nedenle istemese de bazen Birsen’in katkı vermesini kabul etmek zorunda kalıyordu. Aslında, zengince olmasa da huzurlu ve mutlu bir aile yaşantıları vardı. 

Her günkü gibi kahvaltı için mutfağa yönelen Hasan Bey, birdenbire sırtına bir cismin saplandığını duyumsadı. Nedenini bilemediği bu korkunç ağrı ve sıkıştırma yüzünden nefes alamaz, konuşamaz olmuş ve aniden fışkıran soğuk terle tüm giysileri sırılsıklam olmuştu. 

Aysel hanımın attığı çığlık üzerine gelen komşularınca çağrılan cankurtaran hemen gelmişti. Hasan Bey, gelen görevlilerin kısa muayenesi sonunda, yarı canlı olarak cankurtarana bindirilmiş ve acılar çağrıştıran siren sesleri eşliğinde çabucak hastaneye yetiştirilmişti. 

Aysel Hanım, acil koridorunda ağlayıp, korku ve endişe içinde bekliyordu. Odadan çıkan doktor ona yaklaşıp selam verdi ve: “Hasan Bey ağır bir kalp krizi geçiriyordu, tüm çabalarımıza rağmen onu kurtaramadık. Üzgünüm. Başınız sağ olsun” demişti. Aysel Hanım, hiç beklemediği ya da hiç düşünmek istemediği bu ölüm haberi ile çok sarsılmış, kısa süreli bir titreme nöbeti geçirmiş ve sonrasında da bir çığlık atarak koridoru çınlatmıştı. 

Gerekli işlemler bitip cenaze morga kaldırıldığı zaman gün yarılanmıştı. Aysel Hanım: “Hasan’ı hastaneye sağ olarak kavuşturduğumuza göre, burada biraz yatar, tedavi görür ve birkaç güne sağlıklı olarak evimize döneriz” düşüncesi ile biricik kızı Birsen’e hemen haber verip onu üzmek istememişti, fakat beklediği gibi, istediği gibi olmamış sevgili Hasan’ı kaybetmişti… Telaşla: “Kızımı hemen aramalıyım” dedi ve aradı. 

***

Birsen Hanım, köy-şehir ilkokullarında yirmi sekizinci yılını çalışıyordu. Üçüncü sınıfta okuttuğu öğrencilerini mezun edip, 30. yılda emekli olmak istiyordu. İkili öğretim yapan okulda bu yıl sabahçıydı. Ders yılının bitmesi ve öğrencilerinin dördüncü sınıfa geçmesine sadece üç gün kalmıştı. 

Son dersten çıkış zili çalmış öğrenciler evlerine gitmiş, kendisi de evine tam varmak üzereyken telefonu çalmıştı. Annesi arıyordu. Neşeli bir sesle “Anneciğim!..” diyerek söze başlamıştı ki, annesi ona hiç alışık olmadığı bir ses tonuyla: “Baban çok hasta hemen gelmelisin.” demiş ve telefonu hemen kapatmıştı. Bir süre yolun orta yerinde donakalmış, sonra da yönünü değiştirip otogara doğru hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı.

Otogara vardığında bir otobüs yolcularını almış, hareket etmek üzereydi. “Binebilir miyim?” diye sorduğu şoförün başıyla selam verip “buyurun” demesi üzerine otobüse binmiş ve boş ikili koltuğun pencere tarafındakine oturmuştu. Yol ücretini muavine verirken de otobüs hareket etmişti.

Otogara gelirken ve otobüs yolculuğu sırasında kafasında sürekli olarak annesinin o ‘değişik’ sesi yankılanmış ve bu ses ona çok değişik senaryolar ürettirmişti: Bazen babasını ölümcül bir hastalığa yakalanmış, bazen de ölmüş olarak düşünürken, her defasında da tek başına kalacak olan annesi karşısına çıkıyor onu düşünüyordu. Yol boyunca bu olası kurgular yüzünden içten içe dayanılmaz acılar yaşamış, içten içe hıçkırıklarla sürekli ağlamış ve hem içerisine hem de dışarıya gözyaşı akıtmıştı. 

Birsen’in çalıştığı ilçe, anne ve babasının oturduğu il merkezine 66 kilometre uzaklıkta idi. Bu ev ana yola yakın ve şehrin girişindeki bir mahalledeydi. Otobüse bindiğinden beri sessizce ağlayışını dikiz aynasından gözleyen otobüs şoförü, muavini gönderip kendisine inmek istediği yeri sordurmuştu. Aldığı cevap üzerine de onu evlerine çok yakın, hem de “durmak yasaktır” denilen bir yerde indirmişti. 

Birsen’in, el çantası dışında bir yükü yoktu. Otobüsten iner inmez sağ tarafa saparak, tanıdık olmayan meraklı bakışlar onu izliyordu, o da yaşına uygun olmayan hızlı bir tempo ve telaşla koşmuş koşmuş evine ulaşmıştı. 

Böylesi zamanlar için hep kendisinde bulundurduğu yedek anahtar ile açtı evin kapısını… Küçücük hol onlarca ayakkabıyla doluydu. Ayakkabısını portmantoya koyduktan sonra ‘salon’ dedikleri odaya girdi. Bu küçük loş oda, kimi oturan, kimi ayakta olan komşu kadınlarla dolmuş ve oldukça havasız kalmıştı. 

Kalabalık içinde yığılmışçasına oturmuş olan ve sessizce ağlayan annesini görmüştü. Annesini yakalarcasına kucaklayıp kendisine doğru çekerken, hıçkırık ve yağmur damlası gözyaşları onunkilerle karışmıştı. Uzunca bir süre anne-kız kucak kucağa sarılı kalmış, sonra da suskun anne kızını öpücüklere boğup, dile gelmiş: 

Birsen’im, bir tanem bak sadece ikimiz kaldık. Bırakıp gitti bizi Hasan’ımız, gitti, gitti!…” demişti.

Sevdiğini kaybetme acısının neden olduğu bu ikili ağlayış, komşu kadınların katılımı ile bir çığlığa dönüşmüştü. 

Gelenektir; akraba ve komşular toplanıp ölü evine gelirler, onları evde yalnız bırakmazlar. Geç saatlere kadar komşulardan gelen ikramlar yenir, çaylar içilir, anılar anlatılır, bazen gülümseten sohbetler bile yapılır. Evlerinde küçük çocuk ve yaşlısı olup gitmesi gerekenler tek tek vedalaşıp giderler, kalanlar sabahlarlar. 

O gece de geleneklere aynı şekilde uyuldu. Birsen durup durup ağladı ve hep sarıldı annesine… Sabah olunca kahvaltı sofrası kuruldu… 

Cenaze için mezarlık yeri hazırlaması, morgdan alınıp gasil haneye taşınması, yıkanması, camideki musalla taşına yerleştirilmesi, cenaze namazı sonrası mezarlığa taşınması gibi resmi ve insani işlemleri erkek akrabaları işbölümü yaparak takip ediyorlardı.  

Morgdan alınan Hasan Bey’in cenazesi; gasil hanede yıkandıktan sonra cenaze arabasıyla evinin kapısına getirildi, hoca dualar okuyup, toplanan ev halkı ve komşulardan helallik istedi. Ve “helal olsun!” nidaları sonrasında omuzlarda taşınarak çok yakın olan caminin musalla taşına konuldu. Öğlen namazı sonrasında da akrabaların az komşuların daha çok olduğu cenaze namazı kılındı. 

Cenaze arabası ile taşınan cenaze, şehir mezarlığında yıllanmış bir meşe ağacının altında hazırlanan mezara iki akrabanın yardımıyla, ağlaşma sesleri ve defin töreni eşliğinde gömüldü. 

Defin töreni bitince Birsen, mezarlık numarası yazılıp, babasının başucuna saplanan tahta parçasını okşayarak ve kahverengi-kırmızı karışımı tümsek olmuş toprağına sarılmıştı. Yanına yaklaşan; 7-8 yaşlarında olan, fakat yüz çizgilerinin daha yaşlı gösterdiği, yüzü-elleri kirli, çelimsiz, çekingen bir çocuktan iki bidon su aldı (akrabalardan biri hemen çocuğun cebine miktarı bilinmeyen para koydu), o su ve gözyaşları ile suladı babasının toprak kokan mezarını. 

Sonra da mezardaki babasıyla konuşurcasına hem sessiz mırıltılarla ağıtlar söyledi hem de babasının bahçesinden topladığı mis kokulu ve her renkteki demet demet çiçeklerle mezarı süsledi.

Birsen Hanım, annesi ve akrabaları bir sıra oluşturdu, gelenler de tek tek tokalaşarak onlara başsağlığı ve sabır dilediler. Ve herkes geldiği araçlara binerek evlerine döndü.  

Şimdi babası yoktu, artık annesine can yoldaşı olmak ve evi geçindirmek Birsen’e kalmıştı. O anda karar verdi emekli olmaya, cenaze kaldırıldıktan hemen sonra müdürle konuşup emekli olmak için dilekçesini verecekti. 

(Devam edecek)

 1,258 total views

Eskiler Ve Yeniler / Emin Toprak

02.01.2021

Eskiler ve Yeniler

Emin Toprak

Peş peşe yinelenen yıllar; dünyadaki tüm varlıklara ve dünyaya en çok zarar veren insanların ömürlerine birer yıl katarak, yaşam için umutlar ve endişeleri de ekerek gelir-giderler.

İşte 2021’in ilk günleri: zaten yıllardır kardan adamı da kar topunu da unutmuştuk, şimdi soğuk hava bile kalmadı, sanki doğa belleğini yitirdi. 

Toprağında su kalmamış ağaçlar şaşırdı, dallarında tomurcuklar belirdi ve mimozalar açtı açacak. 

Bir endişedir sardı herkesi: acaba, musluklar suya hasret kalacak mı, susuz kalan toprak başak verecek mi, yoksa bereketsiz mi olacak tarlalar? 

Peki, daha daha sonrası!…

Zaten şimdilerde başımız bir illet virüs ile belada, bir de kuraklık ve kıtlık mı gelecek!

Zaten pek çok ekonomik-insani sorunlarımız vardı, üstüne bir de bu çevresel sorunlar eklendi. Şimdi herkes bu olası çevresel tehlikelerin farkında hem de hedefinde iken, yeni bir yıl geldi. Nedense her yeni yılda hep ‘umut’ galip gelir, bir anda olup bitenler de olacaklar unutulur, sevinç içinde bir coşku yaşamak ister herkes. 

Bellek, yaşantı yüklerimizi taşıyan bir koruyucumuzdur. Fakat o, her şeyi taşıyamaz, onun belli bir alanı ve sınırlı bir taşıma gücü vardır. Onun için de yükün asıl sahibine hiç sormadan kendince bir seçki yapıp hem yer açar hem de yükü hafifletir. Bu seçki sonunda; bazı öğrenme-alışkanlık, bazı dost-dostluk, bazı aşk-sevinç-acılar örtük kalıp unutulur… 

Bu unutuş; bazı yaşananları önemiz görmek, engellemek, yok saymak, onlardan uzaklaşmak, ben’i koruma istemidir aslında. Bazen insanın unutmak istemediği bazı yaşantıları da tekrarı olmadığı için unutulur. Çünkü içinizde saklı bir güç, size rağmen karar verir, bu, anlatımı da anlaması da çok zor duruma! İşte bundandır bir insanın, “acaba bana ne oldu” diye korku ve kuşkuyla kendisine bakması. 

Aslında insanın belleği; arşiv, müze, ören yeri gibi zamanın durdurulduğu bir yere benzer. Bu yüzden orada kaybolmaz anıların hiçbiri, unutulmuş olanlar da herkesin kendi derininde izleri durur. Onlar tıpkı bir tohum gibi yeniden canlanacak, depreşecek bir fısıltı, bir an, bir iklim beklerler. 

***

Kuşak Çatışması

Yaşamımıza etki eden her fizyolojik-biyolojik-sosyal olayda diyalektik vardır. Bu “neden-sonuç” ilişkisi sayesinde evrendeki küçücük dünyamızda bulunan tüm canlılar hareketlenir, şekil ve anlam kazanırlar. 

Kuşak Çatışması’ eskilerin, yenileri beğenmemesi, ya da büyüklerin geçmişte yaşananları: Ben…, Bir zamanlar…, Bizim gençliğimizde…, diye başlayan ‘ben’ merkezli abartılı cümleler kurarak yeni nesli hedef almasıdır. Ki bu anlayış ta antik çağdan beri süregelmektedir.  

Bu anlayışta olanlara göre; kendileri geçmişte hep iyi, erdemli, saygılı, başarılı olmuş, yeni nesil ise; kötü-saygısız-başarısız olmuştur. İşte bunun için o büyükler, geçmiş yıllara, geçmiş çağlara dair masalımsı yaşantılar anlatırlar. Psikoloji, kuşak çatışmasını kısaca; kişinin geçmiş dair özlem, pişmanlık, yenilgi, eziklik ve pişmanlıklar nedeniyle ben’ini korumak için başvurduğu bir ‘yansıtma’ olarak tanımlar. 

Eğer bu büyüklük tutkusu içindeki kişiler kendilerine bir ayna tutup yüzleşebilseler geçmişleriyle; yeniyetme ve ergen iken ana-baba-çevre ilişkilerinde yaşadıklarını hatırlayabilir. Şimdiki beklentilerinin kendi büyüklerinin beklentileri olduğunu, şimdi yakındığı davranış ve söylemlerin ise kendisince de yapıldığını görecek, anlayacaktır. 

Kuşkusuz, her insanın kendisini önemseyip öne çıkarma çabası içinde olması onun doğası gereği olduğu için ayıplanmaz. Bu herkeste var olan: beğenilme duygusu dediğimiz önemli bir genetik mirastır. Ancak bunların yaptığı başka bir şey… 

Bu genetik mirası söküp atmak mümkün olmadığına göre, onu abartıya kaçmadan, karşı tarafı ezmeden kullanmak gerekir. 

Çünkü yeni nesil diye hakir görülenler, bizim çocuklarımız, gençlerimiz ve onlar bizim gelecekte var olmamızı sağlayanlardır. Niçin onları hiç düşünmeden, ego yüzünden hakir görülsün ki?

Neden o çocuk ve yeniyetmelere kendi deneyimlerimizi anlatıp, onların teknolojilerinden pay almayı denemiyoruz? Niçin onları itmek gibi kolay bir yolu seçiyoruz. Peki, neden onlara sevgi ve saygıyla yaklaşıp, dayanışarak daha güçlü olmayı sorunlara ortak çözüm yolları aramıyoruz? Niçin?  

*

Günlük yaşamımızın bir parçası olan sosyal medyada ve TV ekranlarında sık sık karşılaştığımız güncel bir konu da: 

Bazı kişilerin kendi soyu, kendi inancı, kendi kültür ve yaşam tarzı için masal-efsane türü söz ve yazılarıdır. Atalarının neler neler yaptığını, inançları, kültürleri ve yaşam tarzlarının üstünlüklerini, erdem ve başarılarını söyler, yazarlar. 

Kendi üstünlüğünü(!) pekiştirmek, diğerlerini “düşman-hain-gavur” diye ayrıştırıp aşağılamak ve ırkçılık yapmak içindir bu çabaları.  

Bunlara bu abartılı söz ve paylaşımları yaptıran asıl güç onların derinlerindedir. Bunlar, psikolojide; ego, eziklik, kompleks ve doyumsuzluk olarak tanımlanır. Bir de bu sözlerin psikolojik temelini bilmeden cehaletleri yüzünden söyleyenler vardır ki, en çok da onlar tutturur, onlar saldırır, onlar bağırırlar.

Bunlar bu güzellemeleri ve hakaretleri yaparken hedeftekilerin; bu ülkede başka yaşam tarzı, başka inanç, başka kimlik sahibi olan kapı komşuları, arkadaşları olduklarını, onları önemsizleştirip, üzdüklerini hiç düşünmezler. 

Eğer böylesi abartılı bir psikoloji içinde olanlar için sağaltım önlemleri alınmazsa (ki bu, “insani değerler” kazandıracak bir eğitimdir); işte o zaman toplumda nice kişiye, gruba zarar verecek narsisizm ve ırkçılık salgını kaçınılmaz olur.

 1,208 total views

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu