Press "Enter" to skip to content

Bir Burhan Altıntop Yazısı: Eğitim ve Sınıf Atlama / Bülent Avcı

Hornchurch 02.11.2020

 

 

Heerde
Bir Burhan Altıntop Yazısı: Eğitim ve Sınıf Atlama

Bülent Avcı

Klasik liberalizmin¹ adalet ve eşitlik anlayışında eğitim önemli bir yer tutar. Bu bakış açısına göre, herkese eşit imkanların sağlandığı ortamda, herkesin erişimine açık kamu eğitimi vasıtasıyla yoksul vatandaşların çocukları, eğitim-diploma edinerek, anne babalarından daha iyi bir yaşam standardına erişebilirler… Bu söylemleri içselleştirmiş bilmem kaç kuşak Anadolu’dan gelip büyük şehir üniversitelerinde okuyup diploma aldıktan sonra sınıf atlama-kent sosyetesine dahil olma hayalleri ile tüketti en güzel yıllarını… Doktor yada mühendis olmak insanın daha rahat karnını doyurabilmesini sağlar belki, ama sınıf atlamak biraz başka bir şey… Ne dersiniz?

2004 yılından başlayarak, yayında olduğu dönemde geniş toplum kesimlerinin ilgisini  çeken Avrupa Yakası dizisinde Burhan Altıntop Karakteri bu söylemin vücut bulmuş hali. Orta üst sınıftan gelen çalışanların olduğu bir moda dergisinde ‘üst düzey yönetici’ olduğunu gururla tekrarlayan Altıntop, kendisinin sürekli aşağılanıp dışlanmasına bir anlam veremez…

ben de Üniversite mezunuyum…

            ben de Nişantaşı çocuğuyum…

                        beni de alın yanınıza’

Her şeye rağmen rol yapmadan doğrudan ilişki kurabildiği iki karakter Gaffur ve Şesu (yanı Burhanın sınıf kardeşleri); ve Burhan ikisini de her fırsatta aşağılamaktan, hor görmekten geri durmuyor; onları aşağıladığı ölçüde üst sınıfa dahil olabileceği düşüncesiyle ikide bir ‘bir köylüye yüz vermeyeceksin birde çocuğa’ deyip durmakta. Aslında dizide Burhan Altıntop üzerinden aslında dalga geçilen şey sınıf atlama yanılgısının kedisidir. İtalyan düşünür Gramsci’nin dediği gibi ‘insan tarihin ürünüdür’… İnsan tüm geçmişinden bağımsız, kopuk bir düğmeyi diker gibi yeni bir hayata başlayamaz; öyle kıytırık bir diploma aldı diye Tokat’ın taşlı yollarından gelen bir köylüyü Nişantaşı sosyetesine almazlar… Bir üst sınıfa dahil olma umudu ile mevcut statüsünü kaybetme korkusu arasında gidip gelen zavallı bir tipin resmidir Altıntop. Bir Boğaziçi mezunun kaleminden çıkan senaryo aslında Türkiye burjuva sınıfının–eğer varsa böyle bir sınıf, toplumu algılama biçimi hakkında net fikirler sunar. Ve aynı şekilde, eğitim yoluyla toplamsal eşitlik ve adaletin sağlanabileceğini iddia eden  (neo)liberalizmin koca bir palavra olduğunu bir kez daha teyit eder.

Okan Bayülgen bir keresinde Radikal gazetesinde ‘bir üniversite diploması alıyor ve birkaç kitap okuyup ve benle aşık atabileceğini düşünüyor’ diye tarif etiği kişilik (ler) aslında Burhan Altıntop familyasından gelmekte. Benzer şekilde, Perihan Mağden kendisiyle kavgalı olduğu diğer bir gazeteciye, Ayşe Arman, White-Trash² diye hitap etmeyi uygun görmesi, kendilerini memleket aristokrasisi olarak görenlerin diğerlerini nasıl tasnif ettiğine ilişkin çarpıcı örnekler. Görüntüde farklı politik çevrelerdenmiş gibi davransalar da , özünde aynı sınıf karakteri gösteren söylemler bunlar.

Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Epey bir süredir yaşadığım Amerika’nın Seattle şehri Microsoft’un merkez kampüsünün olduğu yer (Redmond); dünyanın her yerinden, ve Türkiye’den, mühendisler çalışmakta burada. Aldıkları maaş itibarı ile üst sınıflara (upper-class) dahil olmaya ve beyaz Amerikalılar gibi yaşamaya çalışan arkadaşların durumu aslında Burhan Altıntoptan pek de farklı değil. Her ne kadar  pahalı bisiklet elbisesi ve aletlerini alıp hafta sonları, Seattle civarında beyaz Amerikalı edasıyla, turlara çıksalar da, üzerindeki gıcır takım elbiseyi taşıyamayan köylü görüntüsü vermenin ötesine geçememekteler. Sıradan bir Türkiyeli gibi (dolayısı ile ikinci sınıf Amerikalı) görünme korkusuyla Beyaz Amerikalılar gibi olma özlemi arasında gidip gelen “yüksek” maaşlı arkadaşlar bunlar³.

Öz itibarı ile dediğim şu. Eğitim yoluyla sınıf atlamak sağcı-liberal bir palavradır. Bu palavraya kananlar dünyanın neresinde olursa olsun Burhan Altıntop gibi gülünç durumlara düşmekten kurtulamazlar. Sınıflı toplumlarda özgürleştirici bir eğitimin insana kazandırabileceği en büyük yeti eleştirel bir vicdan ve okuryazarlık (critical literacy) ve dolayısıyla sınıf bilincidir (class counsciousness). Bu bilinçtir insanın kendini ve toplum içindeki yerini bilmesini sağlayan; ve yine bu bilinçtir ki insana toplumsal ve bireysel değişim ve gelişimin kapsam ve sınırlarını öğretir… Sınıf bilinci gelişmiş bir Burhan haddini bilir; dostunu düşmanını bilir; kendini küçük düşürecek durumlara sokmaz kendini… 

Burhan Altıntopların sınıf bilinci ve eleştirel vicdan edindikleri günlere olan istek ve özlemle 

 

Bülent Avcı

Seattle, WA
Kasım 2020

[1] Marksizm bu liberal görüşü şiddetle eleştirir: eşit imkan söyleminin kapitalist üretim tarzından kaynaklı adaletsizlikleri kamufle etmek için kullanıldığını iddia eder. Marksizm’in eğitim bağlamında liberalizm eleştirisi bir başka yazının konusu olsun. 

[2] Üst sınıf beyaz Amerikalılar yoksul beyazlara White-Trash (yani beyaz çöp) der; burada dikkat edilmesi gereken nokta şu, beyaz olamayanlar zaten altsınıf kenar mahalle çöpleridir o yüzden Black-Trash diye bir söylem kullanılmaz. O yüzden yoksul beyazlar çöp sınıfına dahil edilirken White önekinin kullanılması bu yüzen.

[3] Ebetteki istisnalar vardır; herkesi aynı kefeye koyan bir genelleme değil buradaki

 2,037 total views,  1 views today

Nedir bu: “Bir Başkadır” / Bülent Avcı

18.11.2020

 

 

 

Nedir bu: “Bir Başkadır”

Bülent Avcı

Nexflix’te yayınlanan sekiz bölümlük ‘Bir Başkadır’ dizisi İstanbul’da dikey ve yatay olarak kesişen hayatlar ve kimlikler üzerinden bir anlatı kurmaya-resim çekmeye çalışmış. Ama resim çekmek film yapmaya yetmez… 8. bölüm bittiğinde “Eee… Peki ne söylüyor bu dizi” diye sorarsanız…. Cevap  “hiçbir şey”…

Bastırılmış duygular, hoşgörü, empati vesaire derken, ezen-ezilen, kurban-mağdur arasındaki sorunlar hemencecik çözülüveriyor. Peki işin aslı böyle midir? İlk bakışta şehrin alt-orta sınıfına dahil muhafazakar-dindar kesimlerinin hayatını sıradan ama sahici gibi gösterip; anlamsız hayatlarının içinde debelenen şehrin tuzu kurularını tiye aldığı şeklinde bir görüntü olsa da, dizi ilerledikçe arka planda böyle bir niyet olmadığı belli oluyor.

Kürt ailede türbanlı ablanın okumuş ve başı açık kardeşi ile olan ilişkisi epeyce yapay ve zorlama. Ayrıcalıklı kent zenginlerini sadece başı açık kadınlarla saçı uzun erkeklerden ibaret sanmış dizi. Son 20 yıldır AKP iktidarının rantıyla rezidanslara taşınan mümin ve mümineler nerede? Meryem’in parayı bulmuş, İstanbul’da lüks arabalarla  gezen, Vakko’dan eşarp giyen ve mümine modasını yakından takip eden versiyonları nerede?  

Hemen söyleyeyim dizi samimiyetsizlik ve cahilliklerle dolu…

Resmi çekilen şey tamamen sınıfsal dinamiklere dayanıyor ama ortada sınıfsal bir analiz yok… Dizinin ilk bölümünde ezen-ezilen ilişkileri üzerinden bir okuma gerçekleşecek zannediyorsunuz; bölümler ilerledikçe güç ilişkilerini kimlikler üzerinden samimiyetsiz ve bir o kadar da amatörce okumaya  çalışan sahnelerle baş başa kalıyorsunuz…

Sınıf ve kimlikler üzerinden oluşan kutuplaşmayı işlemeye niyetlenen böylesine bir senaryonun çok iyi çalışılmış bir sosyolojik, psikolojik ve ideolojik  altyapısı olması gerekirdi. Maalesef dizi bundan yoksun. Bir metropol dokusu içinde dikey ve yatay kesişen hayatları filme çekmek için bütün bunlara bir arada ve aynı yerden bakabilecek, hayatı anlama ve bilme metodu olması gerekir. Dizileri ve filmleri (evrensel anlamda) başarılı kılan bu ana temanın ve perspektifin sağlamlığıdır. Dizinin yaratıcısı bu ülkede Gezi diye bir isyanın yaşandığından bihaber görünüyor ya da üç maymunu oynuyor… Son 20-25 yılda kent sosyetesine dahil olan türbanlılara ve de badem bıyıklılara hiç rastlamamış… Hayret, çünkü bu tipler her an her yerde karşınıza çıkabilir İstanbul’da. 

Toplumsal gerginlik ve kutuplaşma üzerinden yapılan bir analiz sınıf olgusuna yaslanmıyorsa, gerçekliği tüm yönleriyle kavrayamaz. Meryem aslında bir emekçidir; başının kapalı ya da açık olması ikincil bir durumdur. Birincil olan hasır altı edildiği için ikincil  olan üzerinden yapılan bir anlama eksik ve de eksik olan her şey de gibi yanlıştır. Ne yani, Robert mezunu doktor (Peri) Meryem’in başı açık olsaydı onu bağrına mı basacaktı…

Lüks rezidansında yaşayan bir Tokmak-Han üzerinden analiz yapmak kolay-ucuz; ama biraz cesareti ve tutarlılık gibi bir kaygısı olan senaryo son 25 yılda arka mahallelerden gelip rezidanslara kapak atan Vakko’dan türbanlı kadınları ve de badem bıyıklı-takunyalı muhafazakar zamparaları konu eder… Bir düşünün Meryem yine kendisi gibi türbanlı bir doktorla seans yapıyor… Veya Robert’li  doktorun iki türbanlı hastası olsun; biri Meryem öteki de  Vakko’dan eşarp giyip pahalı lüks arabalar süren bir mümine… Veyahut Meryem’in temizliğe gittiği ev son 20 yılda türemiş muhafazakar-dinci zamparaların lüks semtlerde kiraladığı garsoniyer evlerden biri olsa nasıl olurdu? 

Ama olmaz tabii… Dediğim gibi böylesi bir girişim cesaret, bilgelik ve en önemlisi de samimiyet ister.

Dizinin resmini çekmeye çalıştığı ama anlam veremediği gerçeklik şudur; kent varoşlarında yaşayan Meryemlerin hacıdan hocadan başka sığınacak bir yerleri-kimseleri yoktur. Elin pisini-kirini temizleyerek kazandıkları üç kuruş parayla psikiyatriste  falan da gidemezler. Bu tip seanslar daha çok Nişantaşı civarında eşi tarafından aldatılıp buhrana giren sosyetelerin yapabileceği bir şeydir. 

1980’lerden başlayarak sosyalist deneylerin başarısızlığa uğraması yoksulların ideolojilerini kaybetmesi ile sonuçlandı. Devlet hızla sosyal güvence alanlarından çekildi ve neoliberal politikalarla ulusal zenginlik bir kaç para babasının  elinde toplanmaya başladı… AKP iktidarı din sosuna bulanmış bir sadaka düzeni ile neoliberalizmin yıkıcı etkilerini kamufle etmeyi ve kent yoksullarını makarna ve kömür çuvalı etrafına dizmeyi başardı.

Bu arada paçayı yırtanlarda oldu bol miktarda: iktidarın rantıyla köşeyi dönen kenar mahalleden mümin ve mümineler tülbent ve sarıklarını bir yerlerde bırakıp zengin mahallerine taşındılar. Her şeyin paraya endekslendiği bir dünyada, tüm değerler ayağa düştü. Günümüz Türkiye’sinde  ahlaki çürüme ve kültürel yozlaşma tüm sosyal sınıf ve katmanlara yayılmış vaziyettedir. Rezidanslardaki içi boş ve anlamsız hayatların yoksul mahallerde ve gecekondularda başka bir versiyonu mevcuttur. Bu alt-üst oluş ve çürümenin bir ucu Nişantaşı-Bağdat caddesi ise diğer ucu da Sarıgazi’nin çamurlu sokaklarıdır. Birini ön plana çıkartıp diğerini gizlemeye çalışırsan faça kayarsın…

Dizinin yaratıcısının kafası en az dizideki karakterler kadar karışık. Nereye nerden ve nasıl bakacağını bilemediği için ortaya birbiriyle uyumsuz, gerçek hayatta bir karşılığı olmayan, bir sürü resim çıkmış ortaya.

Evet Türkiye’nin bir uzlaşıya ve barışa ihtiyacı var. Ama bu barış dizinin resmetmeye çalıştığı türden neo-liberal (sağcı) safsatalarla gelmeyecektir. Toplumsal çelişkiler ve kutuplaşmanın çözümü birbirine dargın iki arkadaşın, diyalog ve empati ile barışmasına benzemez. Toplumsal barış tarafların masaya oturmadan önce sahip oldukları somut araç ve güçler üzerinden inşa edilir. Ve böyle bir barış masası kurulacaksa, masanın bir ucunda kenar mahallenin türbanlı-türbansız tüm Meryemleri ve diğer ucunda sosyetenin türbanlıları ve mini eteklileri, saçını at kuyruğu yapan rezidans züppesi Sinan ve de bastırılmış cinselliklerini lüks semtlerde tuttukları garsoniyer evlerinde telafi etmeye çalışan muhafazakar zamparalar…
..
Er ya da geç o gün gelecek ve Meryemler bu diziyi bir kere daha çekecektir.

 

Bülent Avcı

Kasım 2020
Seattle, Washington

 2,031 total views,  2 views today

Kent Yoksulları ve Halk Eğitimi-Yereli Merkez Yapmak / Kemal İnal

02.11.2020

 

 

 

Kent Yoksulları ve Halk Eğitimi-Yereli Merkez Yapmak 

Kemal İnal

“Eski ölüyor, yeni doğmak için mücadele ediyor
-ve bu ara dönemde birçok hastalık belirtisi ortaya çıkıyor.”
                                                                                Gramsci

Yakın zamanda Türkçeye çevirdiğim “Gramsci ve Halk Eğitimi. Brezilya Deneyimi Üzerine Düşünceler” adlı kitabında halk eğitimi profesörü Timothy D. Ireland, halk eğitimini, ‘teknik tamamlayıcı eğitim’ veya ‘okuryazarlık meselesi’nden ziyade, politik aktörlerin (siyasal parti, politikacı, aktivist/militan, eğitimciler vd.) tarihsel gerçeklikler içinde oynadıkları sınıfsal rollere göre alabildiğine kapsamlı bir makro bakış açısı içinde analiz etmişti. Çünkü İtalya ile Brezilya’yı Gramsci’nin temel kavramları (hegemonya, organik aydın, parti, sağduyu, mevzi savaşı, pasif devrim vd.) üzerinden karşılaştırdığı çalışmasında halk(ın) eğitimi ile pek çok tarihsel gerçeklik/olayın (Kurtuluş Teolojisi, askeri darbe, sınıfsal mücadele, politik koalisyonlar, sosyalist/komünist partiler, sivil toplum, liberal görüşler/çevreler, köylülük, oligarşik unsurlar, ithal ikameci sanayileşme, kırdan kente göç, informal sektörde çalışma, kapitalist üretim biçimi, yoksulluk, halk tabakaları, Machismo vb.) iç içe geçtiğini iddia etmişti.

Ireland’a göre 1960’ların başları, Brezilya’da (ve diğer Latin Amerika ülkelerinde) “hem yükselen kentsel proletaryanın hem de kırsal kitlelerin siyasi faaliyetlere daha çok katıldıkları büyük bir türbülans ve siyasal etkinlik dönemiydi. Ekonomik krizin güçlü belirtilerinin kentsel işçi sınıfının hızla gelişen örgütlenmesiyle birleşmesi, sanayi burjuvazisinin hegemonyasını tehdit ederken, Köylü Birlikleri ve Kırsal Sendikalar gibi yeni hareket ve örgütlerin toprak talebiyle kırsal işçi sınıfları arasında yayılması da kırsal oligarşinin politikaları ve hegemonyasını tehdit etti. Bu türbülans daha ziyade, siyasi partiler, Roma Katolik Kilisesi’nin seksiyonları ve diğer grupların doğurduğu büyük ölçekli etkinliklerin, belirli bir eğitim niteliğine sahip olduğu ve büyük ölçüde yetişkin okumaz-yazmazlığına yöneldiği ülkenin Kuzeydoğu bölgesinde dikkat çekti” (Ireland, age, s. 44). Bu dönemde Paulo Freire, Brezilya’da yeni bir ulusal okuryazarlık kampanyasının müdürü olarak atandı. Ancak tam da bu arada, 1964’te Brezilya’da sağcı bir askeri darbe ile mevcut yönetim devrildi. İtalya’nın kalkınamamış Güney bölgesine benzer şekilde Brezilya’nın Kuzeydoğu bölgesi de iç sınıfsal dengelerin kurbanı olmuştu. Brezilya’da darbeyle birlikte üçlü bir yönetici sacayağı kurulmuştu: Sanayi burjuvazisi, geleneksel toprak sahipleri ve ordu. Askeri darbe kadroları, köylüleri daha önce ekilmemiş toprakları (arazileri) ekime açmak için teşvik etseler de, pek çok nedenden ötürü (yeterli kredi imkanının olmaması, zayıf altyapı, işgal edilen toprağın yasal mülkiyetinin olmaması vb.) süreç olumsuz sonuçlanmış ve köylüler, işgal ettikleri topraklardan kovulmuşlardı. Bu süreçte yoksul-topraksız halkın yanında sosyalistlerin-komünistlerin yanı sıra çeşitli din adamları da yer almıştı. Dolayısıyla Latin Amerika’da Kilisenin veya din adamlarının köylüler ve onların haklarını savunan solcularla dayanışmaya girmelerinin ardında korkunç bir yoksulluk döngüsü vardır. Kurtuluş Teolojisi, halkların acı, yoksulluk ve sefaletlerine inancın meşrulaştırılmasını çözüm olarak önermiştir. Ancak yoksulları kurtarmaya çalışırken hiyerarşik, resmi ve yerleşik kiliseyi de kurtarmaya çalışmıştır. Buna karşın Kurtuluş Teolojisi’nin çıkış noktası, kutsal kitaplardan devşirilen anlam, boyut ve gelenek değil, yoksulların hayatta kalma, toprağa sahip olma, temel hakları edinme gibi maddi varoluş için gereken ihtiyaçlarıydı. 

Latin Amerika’da yoksullaşmayı tetikleyen en önemli faktörlerden biri de Bağımlılık Okulu’nun ileri sürdüğü gibi, ülkenin kapitalist merkezi ülkeler tarafından belirli ürünler üzerinden üretime zorlanarak kalkınmada bir kısır döngünün içine girilmesidir. 20. yüzyılın başlarından itibaren tarımda hızlanan kapitalistleşme kırsal alanlarda çok sayıda köylü çiftçinin, ortakçının ve küçük üreticinin mülksüzleşmesine ve kırsal proletaryanın büyümesine yol açtı. İşsiz kalan proletarya, büyük kentlere akarak orada izbe gecekondularda yaşamaya ve informal sektörde çalışarak ayakta kalmaya çalıştı. Kasaba ve büyük kentlere akan proletaryanın bir mesleğinin olmaması, bir beceri gerektirmeyen informal sektörün büyümesine neden oldu. Bu proletarya aynı zamanda kapitalistlere emek örgütlenmesini kırmada işe yarayan yedek işgücü ordusunu istediği gibi kullanma imkanını da verdi. Sefil, sürekli yoksul, en temel hijyen imkanlarından yoksun, çöplerden bile geçinmeye çalışan, sağlıksız kent proletaryası, bir yandan Kurtuluş Teologlarının öte yandan halk eğitimcilerin temel ilgi odağı oldu.

Sürekli geçim ve hayatta kalma kaygısı, halk sınıflarının çoğunun en temel eğitimi bile alamadığı şartlar doğurdu. Devletlerin kamusal eğitimi yayma ve geliştirmede halkların taleplerini karşılayamaması, yanı sıra halk sınıflarının düşük sosyo-ekonomik düzeyleri, onları en temel eğitim hizmetleri almaktan alıkoymuştur. Bu, halkın, eğitimden dışlanması demektir. Bu yoksul halk sınıfları eğitimin yanı sıra politik ve ekonomik katılımdan, özerk örgütlenmeden, boş zaman kullanmadan da sürekli dışlanarak, refah ve konfora dayalı üst ve orta sınıf temelli kentsel bütünleşmenin dışında bırakılmışlardır. En temel düzeyde kamu eğitimi bile alamayan kır ve giderek kent yoksulları, Brezilya, Türkiye, Uzak Asya ve çeşitli Afrika ülkelerinin en önemli sorunlarından birini oluşturdu. Yediden yetmişe eğitim sorunu yaşayan bu yoksul halk kesimlerinin sorunlarına siyasal iktidarlar çoğu zaman basit bir “okula erişim” ve “yetişkin okuryazarlığı” sorunu olarak bakmışlardır.  

Latin Amerika’da (özelde Brezilya’da), Ireland’a göre, yoksul halk sınıflarının eğitim, bilgi ve beceri eksikliğine çözüm bulmak için üç genel yaklaşım geliştirildi: 1) “Kitle okuryazarlığı kampanyaları”: Yetişkin okumaz-yazmazlığına kitlesel okuryazarlık kampanyaları düzenlenerek çözüm bulunmaya çalışıldı. Ancak Latin Amerika’da bu kampanyalar çoğunlukla başarısızlıkla sonuçlandı; başarılı olanlar ise, devrim öncesi veya hemen sonrası, Küba ve Nikaragua gibi ülkelerde olan kampanyalar olmuştur. 2) “Toplum Kalkınması/Eğitim”: Sorunu sosyolojik bağlama hapseden bu yaklaşım konunun politik ve sınıfsal biçimde ele alınmasını engellemiştir (genelde modernleşmeci bir yaklaşım olarak kalmıştır). 3) “Tamamlayıcı/Telafi Edici Eğitim”: Bu da zamanında (çocukluk ve gençlik dönemlerinde) alınamayan formal eğitimi tamamlamaya/telafi etmeye yönelik ikinci şans eğitimidir. Latin Amerika’da tüm bu geleneksel yaklaşımlara karşı geliştirilen “Halk Eğitimi”, sorunu sadece bir eğitim değil, genelde sınıf meselesi olarak ele almıştır. Çeşitli haklardan mahrum bırakılma, erişim sorunu, bütünleşmenin eksik kalması gibi bilinen sorunların eğitimle bağlantısı, eğitimin sınıfsal perspektifte alınmasıyla çözülmeye çalışılmıştır. Zira egemen sınıfların onlara karşı olan düşünce ve tasarruflarıyla (ucuz emek, yedek işgücü ordusu, oy deposu vb.), yeterince eğitim alamayıp işgücü piyasalarında gereken bilgi, beceri ve donanımdan mahrum kalan kent yoksulları, yoksulluklarının kısır döngüye dönüşmesine neden olmaktadır. Halkın bu kent yoksulları sınıflarının bu kısır döngüden sadece eğitimle (telafi, ikinci şans, okuryazarlık vb.) çıkamayacağı bellidir. O yüzden Freire, eleştirel okuryazarlık yaklaşımını sınıfsal bilinçlenme temeline oturtan bir yaklaşım içinde formüle etmiştir. Sorun, basit bir halk eğitimi değil, sınıf sorunudur. Fakat sorunu eğitim bağlamında sınıf sorunu olarak nasıl ortaya koyacağız?

Sorun ne bir yaş (yetişkin eğitimi) ne de piyasaların talep ettiği bilgi ve becerilerin kazanılması (yaşam boyu öğrenme) ne de belli bir meslek edinme (mesleki eğitim) olarak formüle edilebilir. İşsizlik, kırdan kent göç, informal sektöre dahil olma, yoksulluk ve sefalet, temel hizmetlere erişememek, belli bir mesleki beceri edinememek gibi temel sorunu ortaya çıkaran sürecin çeşitli aşamaları, birbirine bağlı bir olaylar silsilesinden ziyade, kapitalizmin yedek işgücü talebini canlı tutmaya yönelik planlı bir girişimdir. AKP döneminde İSMEK, bu yönde çalıştırılmıştır. Yerel yönetimlere sinen bu bakış açısının kaynağı, merkezi devletin uygulamalarıdır. Ancak kent yoksullarının bilgi, beceri ve donanım açısından belli bir eğitime de ihtiyaç duyduğu ortada. İBB gibi bir kuruluşun ülke çapında başarılı ve yaygın bir yerel yönetimler bazında halk eğitim modeli yaratabilmesinin en önemli basamağı, kent yoksullarının marjinalleştirilmelerine çözüm bulacak “yerel demokratik katılım” modeli inşa etmektir; tıpkı Porto Alegre’de olduğu gibi. Bunun için şunlar adım adım yapılabilir: 1) “Yerel özne” yaratmak: Yereldeki halk eğitimi çalışmalarının başarıya ulaşabilmesi için, mutlaka ama mutlaka yerelden bulunacak lider kapasitesine sahip figürlerin söz-yetki-karar sahibi öznelere dönüştürülmesi gerekir. Yerel sorunu, yerelde yerel unsurlarla çözmek gerekir. Özneleşme, yerel düzeyde eleştirel bilinç edinimine dayalı yoğun bir eğitimi gerektirir. 2) “Sorunu özelleştirmek”: İstanbul gibi büyük bir metropolde sorunlar karmaşık biçimde iç içe geçmiştir. Örneğin uzak bir yerde çalışabilmek trafik, zaman ve yorgunluk nedeniyle mümkün olmayabilmektedir. Bir yereldeki sorun, o yörenin özeline (şartlar, mekân özellikleri, sakinlerinin durumu vb.) göre spesifikleştirilmelidir. Spesifikleştirme gerekirse, yerele göre daha özel modellerin kurulmasını gerektirir. İstanbul’un merkezinde diyelim kentsel dönüşüm kent yoksullarının aleyhine mutenalaştırma ve rant aktarmanın bir aracıyken, çeperdeki gecekondularda tapulu konut veya iş sahibi olmanın belki de gerekli bir politikası olabilir. 3) “Merkez-çevre diyalektiği”: Merkezi ile çevresel olan şeyler arasında hemen her zaman çatışma, çelişki ve mücadeleler yaşanabilir. Bunu antagonistik (uzlaşmaz çatışma) olarak değil de, verimli ve üretken bir diyalektik çelişki olarak görüp formüle etmek lazım. Merkez bilgili ve fakat çevre bilgisiz olabilir; bu kopmaya, üstten eğitmeye değil, farklılıkların demokratik alışverişine yol açmalıdır. Merkezdeki teknokratik, uzmanlığa dayalı bilginin işlenebilmesi, somut bir görünüme kavuşabilmesi için yerel bilgi, deneyim, beceri, tarih, ses ve kimliklerle harmanlanmalıdır. Freire, bu sorunu “kültür çemberleri” ile çözebilmişti. Öğreten ve öğrenen değil de iki kategorinin diyalojik ve diyalektik olarak iç içe geçtiği, sentezlendiği bir bağlam yaratılmalıdır. İBB-İSMEk böylesi kültür çemberlerini hayata geçirmeye çalışmalıdır; bunlar okuma-yazma ve meslek öğretmekle sınırlı kalmamalı, giderek “yurttaşlık okulu”nun temelini oluşturmalıdır. Yurttaş Okulu, Latin Amerika deneyiminden öğrenilebilecek en önemli dersleri içermektedir. Sınıf, eğitim ve ezilenlerin iç içe geçtiği bu proje, basit bir eğitim ve meslek sorunu olarak değil de, kentsel yurttaşlık bilincinin sınıfsal olarak formüle edildiği bir bağlamda ele alınmalıdır. 4) “Organik örgütlenme”: Köy Enstitüleri’nde Tonguç, sanayileşme ve makineleşmeyle birlikte aşırı işbölümü ve uzmanlaşmanın, insanları ruhsuzlaştırıp iş ve mesleği mekanik bir kazanç kapısına dönüştürdüğünün farkına varmıştı. Dolayısıyla ona göre gerek iş gerekse meslek, mekanik değil, yaratıcı olmalıydı. Bunun için de kişi, bir meslek öğrenip icra eder, işini yaparken bireyci değil, toplumcu biçimde düşünmeliydi. Meslek, basit bir gelir elde etme düzeyine indirgenmeden kişilik kazandırıcı mahiyette olmalıydı. Mesleğin, belli bir işin bilgi ve pratiği olmanın ötesinde, kişiyi güçlü bir toplumsal varlık, becerikli bir iş insanı ve bilinçli yurttaş yapacak düzeye getirebilmesi için yerel yönetimlerde örgütlenme organik biçimde olmalıdır. Basit bir ifadeyle: Bir bedenin organik işlemesi gibi değil de, Gramsci’nin “organik aydın” ifadesinde olduğu gibi, bir organ olarak halkın kendi uzantısı olan aydınlarını yetiştirmesi anlamında. Aksi takdirde sol İBB’nin, AKP İBB’sinden bir farkı olmaz. Latin Amerika’da olduğu gibi Türkiye’de de 1950’lerden bu yana kırdan zorunlu veya isteğe bağlı göçle gelen köylü kökenli ezilenlerin, kent proletaryasının, işçilerin, marjinalleştirilmiş insanların yurttaşlık (hak ve ödevler) temelinde sınıflarının politik özneleri olabilmeleri için onları eğitimle yerel yönetimlerde aktif kılacak politikalar ancak kendi içlerinden devşirilecek organik aydınlarla mümkün olabilir. İSMEK’te böylesi organik aydınların yetiştirilmesi için özel programlar oluşturulmalıdır. 

İstanbul’un en büyük sorunu ne trafik ne işsizlik ne de ranttır. En büyük sorun, aktif hale getirilip bu devasa sorunları çözmede söz-yetki-karar hakkı kazanacak ve devasa bir güç haline gelecek olan kent yoksullarının özneleştirilememesidir. Kent yoksullarına İSMEK’de elbette meslek de öğretilmeli iş de (mutlaka) bulunmalı. Ancak sorun koca ülkede acil bir demokrasi sorunuysa, kent yoksullarının yerelden merkeze yerleşmesini/taşınmasını (AKP bunu dışlanan Müslümanların merkezi ele geçirmesi olarak formüle eder hep) beklemek yerine, yereli merkeze (demokrasinin kaynağına) çevirmek gerekir. Porto Alegre bu şekilde model oldu, tüm ülkeyi esinledi. Değişim ancak dönüşümle mümkün olabilir.   

Sonuç olarak, yerelde halk eğitimi, yerel unsurların kendilerini demokratik biçimde eğitme sorunudur. Yerel yönetimler bunun için sadece gerekli biçimsel imkanları sağlamakla yetinmelidir. Yerelin organik aydınlarının süreç içinde oluşması, yereli tali, ikincil politik unsur olmaktan çıkaracaktır. Türkiye’de eğitim sorunlarını politikaya bulaşmadan çözmeyi düşünen safiyane kişiler varsa, dönüp bir AKP’ye bakmalarını öneririm. Latin Amerika’daki halk eğitimi geleneği, halkın eğitim sorunlarının çözümünde halkı, eğitilecek nesne değil de dönüştürecek özne konumuna sokarak yol almıştır. Nikaragua, Küba, Freire’nin Brezilya’sı, Porto Alegre bu konuda engin deneyimler sunmaktadır. Ben İBB’de İSMEK vb. bir yerde çalışıyor olsaydım, Latin Amerika deneyimini en ince ayrıntısına değin inceler, İstanbul ve diğer yereller için dersler çıkarırdım. Kısaca: Sorunu merkezden uzmanlarla değil, yerelde yetiştirilecek ve organik aydın haline getirilecek insanlarla çözebiliriz. Demokrasiyi ancak demokratik süreçlerle kurabiliriz. Merkezi yerel üzerinde otorite kılmak yerine, yereli merkeze çevirebilmek için yerel-merkez çatışması diyalektik çelişki mantığıyla çözülmelidir.   

 1,346 total views

Copyright © 2020 | Design & Development Serdar Kurtoğlu