Özgür irade kökleri çok eskilere dayanan ve farklı disiplinleri de kapsayan felsefi bir kavram ve tartışma konusu; bir yönüyle de her daim güncelliğini koruyan bir mevzu. Peki, nedir bu özgür irade dedikleri ve kimlere iradeli insanlar deriz? Dahası iradeli olmak öğrenilebilen-öğretilebilen bir şey midir?
Tarihsel olarak irade kavramı üzerine yapılan tartışmalar üç ana sonuca ulaşır. Birincisi geçmiş-şu an-ve geleceğin önsel olarak belirlendiği ve özgür iradenin mevcut olmadığı görüşü. İkinci görüşe göre, özgür irade vardır fakat sınırlıdır: evrende bir çok alan önceden belirlenmiş bir düzen ve kıstaslar üzerinden çalışır. Sonuncusu ise özgür iradenin varlığını kabul eder: insan irade sahibi bir varlıktır ve davranışları önceden kestirilemez.
Bana ikinci yaklaşım daha gerçekçi gibi geliyor. İnsan iradesi ancak değiştirilebilir şeyler ve bunlara ait birden çok seçeneğin mevcut olması durumunda anlaşılabilir-değerlendirilebilir. Örneğin, insan ne kadar iradeli olursa olsun oksijensiz bir ortamda yanma reaksiyonu gerçekleştiremez. Dolayısı ile iradenin sonuç getirmesi için ilgili aksiyonun eşyanın tabiatına uygun olması gerekir. Dolaysıyla iradenin bu anlamdaki sınırları bireysel olmak durumunda: eşyanın tabiatı gereği neyin mümkün olup neyin olmadığını ayırt etme yetisi kişinin kültürü, eğitimi, bilgisi ve ufkuyla ilgili bir sorundur. Aşağıda Hititlere ait olduğu söylenen duanın popüler olması belki de bu sebeptendir:
Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır ve ikisi arasındaki farkı anlayabilmek için de bilgelik ver.
İradeyi günlük hayat üzerinden okuyup bir tanım yapacak olsak, mevcut seçenekler arasından açık ve seçik olarak belirlenmiş amaçlar doğrultusunda, dışsal faktörlerin etkisine aldırmadan, kararlı, planlı, ve tutarlı bir şekilde çalışmaktır şeklinde bir ön tanımlama yapılabilir.
-Bir tepsi baklavayı olduğu gibi yiyebilecekken bir dilimle yetinmek
-Metroda yürüyen merdiven yerine normal merdivenleri kullanmak
-Kanepede yayılıp tembellik etmektense parkta yürüyüş yada spor salonunda egzersiz yapmayı tercih etmek…
Edebiyat dünyası İrade kavramını işleyen roman ve hikayelerle doludur.
İradeli olmak iyi bir şeydir. Peki irade doğuştan gelen bir özellik midir yoksa sonradan öğrenilebilecek bir yetenek midir? Yani irade geleneksel bir eğitim süreciyle kazanılabilecek bir şey midir? Bu sorunun herkesin üzerinde mutabık olduğu bir cevabı yok… Bence evet; irade okullarda disiplinler arası bir ders olarak okutulup öğretilebilir. Araştırma ve birlikte öğrenme yaklaşımıyla biçimlenecek müfredatta; matematik derslerinde toplumsal ve bireysel olayların neden sonuç ilişkileri olasılık kuramı üzerinden irdelenebilir; fen derslerinde ise genetik faktörlerin insan hayatı üzerindeki belirleyicilikleri gözden geçirilebilir; felsefe derslerinde özgür irade kavramının ahlaki boyutu çeşitli yönleri ile ele alınabilir; Edebiyat derslerinde klasik romanlardaki karakterlerin hayat hikayeleri irade kavramı üzerinden okunmaya çalışılabilir… Bütün bu çabalar her öğrenciyi çelik bir iradeye sahip bireyler haline getiremeyebilir, ama en azından kendilerini tanımalarına ve yön vermelerine vesile olabilir.
Fakat böylesi disiplinler-arası bir ders öğrencilerin insanı potansiyellerini keşfedip geliştirebilecekleri ortamları oluşturmaya odaklanmış bir eğitim sisteminde mümkün olabilir… Eğitimin ucuz iş gücü ve çırak yetiştirmeye odaklandığı neoliberal dünyada, irade ve benzeri konuları kapsayan eğitimim gereksiz zaman ve para israfı olarak algılanır.
Fakat unutulmamalıdır ki kamu eğitimi vatandaşın ödediği vergilerle finanse edilir. Dolaysıyla çocuklarımız için nasıl bir eğitim tartışmasında söz ve karar sahibi olmalıyız…. Çocuklarımızın eğitim kararını küresel sermayenin efendilerine ve onların yerli işbirlikçilerine bırakmamalıyız… Bu konuda iradeli olmak zorundayız.
Yıllar önce almış olduğum bir mekanik kurşunkalemim vardı. Vardı dememe bakmayın, aslında o yine var, fakat yaralı, yorgun ve yaşlı. Onu, dış mahallelerdeki bir okula giderken bir kırtasiye dükkanında görmüş, beğenmiş ve almıştım. Hangi ülkede üretildiği belliydi, ama yaşı kaçtı, hangi emekçi usta üretmişti gibi bazı bilinmezleri vardı.
Bu bir kurşunkalemdi, fakat kalem açacağıyla ucu açılıp her gün biraz biraz tükenenlerden değildi. Bunun, iş birliği içinde çalışan birkaç mekanik parçası, bir de yazmasını sağlayan ince uçları vardı. Onun besini olan bu ince uçlar; grafit ile kil karışımının 900° C’de fırınlanmasıyla oluşurmuş.
Zamanla ben ona, o bana alıştık, birer sahip-arkadaş olduk. O, güzel dostluklar kuran mektuplarımın yazanı, sırlarımın da ortağıydı.
Sonra çokça yeniliği birlikte görüp yaşadık: Herkesin birinci hamur kâğıda ulaşamadığını, ‘saman’ kâğıtları, karbon kâğıt çoğaltıcıları, daktiloyu, mumlu kâğıtları, teksir makinasını, fotokopi makinasını, bilgisayarı, dijital telefonu…Fakat o, hep kalbimin üstündeki cebimde benimle kaldı.
Kalemimi, üç parmağım arasına alışım, aramızda güvene dayalı bir bağ oluştururdu. İyi bir dinleyici olduğu için ona, cümleyi başlatacak bir duyguyu, bir düşünceyi fısıldamam yeterli gelirdi. Sonrasını o istediğim tarzda yazar, yazardı.
Bu, beni çok etkilemiş olacak ki: “Keşke çok önceleri, henüz çocukken; böyle halden anlayan, böyle hızlı yazan, bir kalemim olsaydı da ‘Gülizar Teyze’nin anlattığı o güzel masalları yazıp bugüne taşısaydım.” -deyip iç geçirdiğim de oldu.
Bazı yazdıklarını beğenmez, çizip silerdim, o, belli etmek istemese bile ben onun kızdığını anlardım. Haklıydı. Çünkü, yavaş yavaş tükenen onun parçaları, çizip sildiklerim de onun emeğiydi.
Aslında onun bilmediği, bilse çok kızacağı başka başka suçlarım da vardı benim (lütfen aramızda kalsın): Onun emeğiyle yazılan notları, önceleri daktilo tuşlarıyla, sonra da bilgisayar klavyesi yardımıyla kayıt altına alırken, ekleme-çıkarmalar yapar, sonra o kâğıdı parça parça edip sepete atardım.
İşte biz böyle iki arkadaş olmuş ve birlikte yaşlanmaya başlamıştık. Ben emekli olduğumda, o da yorgundu ve ona albeni kazandıran boya-cilaları dökülmeye başlamıştı. Bir gün yine onu üç parmağımın arasına almış heyecanla bir şeyler yazıyorduk ki birdenbire orta yerinden kırılıverdi! Çok üzüldüm! Bilmem hangi yapıştırıcıyla yapıştırdım, iki-üç gün sonra yine aynı yerden parçalandı. Bu kez yaralı yerini silikon yapıştırıcıyla birleştirdim.
Fakat olmadı, artık eski tutkusu, enerjisi kalmamıştı. Kim bilir belki de bu bana karşı: “Şuna bak hele! Kendisi emekli olduğu halde, daha benden hizmet istiyor!” -bir karşı duruştu!
Ben de bu olası düşünceye hak verdim ve onu özenle sarmalayıp, bir kutunun içinde dinlenmeye bıraktım. Ve ona göstermeden kendime yeni bir kalem aldım, şimdi onunla tanış olmaya çalışıyorum.
***
İnsanı diğer canlılardan farklı kılan özelliklerin başında, düşünme ve alet kullanması gelir. Benim en çok kullandığım alet kalemdir. Onunla yazar, çizer, düşünürüm. Bence yazı yazmak, yemek hazırlamak gibidir. Bir yemeğin tadı, tuzu, lezzeti, beğenisi nasıl isteniyorsa, yazı için de bunlar istenir. Kalemle beğeniye sunulan bir yazının; tadını, tuzunu, lezzetini de ancak sözcük ve imleri belirler.
Çocukluktan kalan bir tutkudur bendeki kalem sevgisi. 40 yıl eğitimcilik yaptım bu sürede, her öğrencinin kalem tutuşu, kalemin defterdeki izleri, eldeki, çantadaki kalem boyutları ilgimi çekmiş beni düşündürmüştür. Bu gözlemlerle ben, o öğrenci ve aldığı eğitim hakkında bilgi alırdım. Hem de 2-3 cm kalmış küçücük kurşunkalemle yazmaya çalışanı veya defteri olmayanları gördükçe içime kramplar girerdi.
Kim bilir; gerçek ve düş ürünü olan nice anı, şiir, öykü yazılmadıkları için toz olup uzayın derinliklerinde kaybolmuş. Ya da gerçeklikten uzaklaşıp söylenceye dönüşmüştür.
Eğer duygular, düşlenenler, yaşamda olup-bitenler not alınıp dile gelmese geleceğimiz söylencelerle çok fakir kalır.
*
Sevgili okurlarım-dostlarım; Yaz başladı, içeride-dışarıda ortalık alev alev. Çıkar-nefret için kurulan ortaklıkların kirli-kanıl dosyaları ‘cee!’ dercesine aralanıp, kapanıyor! Çıkarcılar, ‘bir-beraber olup’ yeni saflarda buluşuyor başka yangın ve kaoslu günlere hazırlık için.
Ama sanmayın ki kalıcı olacaklar, gidiciler, gidici! Kirleriyle birlikte!
Dostlarım, sevgili kalemim gibi ben de yoruldum… Yeni kalemlerime alışmak, biraz dinlenmek için yazılarıma bir süre ara veriyorum.
Şiir okumayı, dinlemeyi ve sonra imgeleri üzerinde düşünmeyi çok severim. İşte, Melih Cevdet Anday’ın beni çok etkileyen bir şiiri:
Telgrafhane
Uyumayacaksın Memleketinin hali Seni seslerle uyandıracak Oturup yazacaksın Çünkü sen artık o sen değilsin Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin Durmadan sesler alacak Sesler vereceksin… -diye devam eder.
Anday, bu şiiri 1952 yılında yazmış. O yıllarda insanlar arası iletişimi, iletken tellerdeki elektriğin elektromanyetik sinyalleri “tik-tak ve alo, alo” sesleriyle sağlardı. Bizleri, dünyanın her noktasıyla zaman-sınır-sırasız, sesli-görüntülü-belgeli olarak buluşturan, bazen de uykusuz bırakan dijital internet çok yeni.
***
3 Kasım 1996 günü akşam üstü saatleri, Balıkesir-Bursa arasındaki Susurluk ilçesinde, kimilerinin “Susurluk Kazası” kimileri de “Susurluk Skandalı” dediği bir trafik kazası oldu.
DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak‘a ait siyah mercedesin yolcuları, toplandıkları tatil beldesinden çıkmış, İstanbul’a dönüyorlardı. Çok hızla yol alırken birdenbire yakıt istasyonundan yakıt alıp ana yola çıkmakta olan bir kamyonla çarpışırlar. Sedat Bucak yaralı olarak kurtulmuş, diğer üç kişi ise ölmüştü.
Araçtaki oturma düzeni şöyleydi:
Direksiyonda: İstanbul Polis Okulunun Müdürü Hüseyin Kocadağ…
Hemen yanında: siyaset ve feodalite temsilcisi Sedat Bucak…
Önceliklilerin oturduğu arka koltukta ise ‘Mehmet Özbay‘ kimliği olan bir kişi ile sevgilisi vardı. Bu kişiye ait ‘silah taşıma belgesi’, dönemin en etkili isimlerinden biri olan İçişleri Bakanı Mehmet Ağar‘ın imzasını taşıyordu.
Aracın bagajı bir cephanelikti: Özel Harekât Daire Başkanlığı envanterine kayıtlı iken “kaybolduğu” söylenen suikast silahları ve mühimmat vardı. Ayrıca, bagajda olduğu halde “kaybolan” belgeler dolusu bir çanta…
Sonra, Mehmet Özbay kimlikli kişinin; karanlık ve çok kirli eylemleriyle ün almış bu nedenle de kırmızı bültenle aranan Abdullah Çatlı olduğu ortaya çıkmıştı.
Abdullah Çatlı, 1978’de Ankara Bahçelievler’de 7 TİP’li öğrenci ve Doç. Dr. Bedrettin Cömert’in katledilmesi olaylarının firari sanığı iken yurt dışına kaçmış, orada da uyuşturucu ticareti nedeniyle birçok kez tutuklanmıştı. 1990’da İsviçre’deki bir cezaevinden firar etmiş, kırmızı bültenle aranan biriydi.
Bu kaza sanki kirlilikleri ortaya çıkarmak için kurgulanmış bir senaryo idi.
Çünkü, devlet zırhı içinde güçlenip pek çok faili meçhul katliam yapan bir odak vardı. Bu odak vatandaşın-kamunun kaynaklarına el koyup korku salardı. Görünmez olduğu için derin devlet adını alan bu odak her zaman kirli, karanlık ve gizli kalmıştı.
İşte bu trafik kazası sonunda ‘Pandora’nın Kutusu’ açılmıştı. Böylece; gizli-saklı-kirli siyaset-polis-mafya ilişkileri apaçık ortaya çıkmıştı.
Kamuoyu bu olayla sarsılıp büyük bir tepki göstererek kaza ile ortaya çıkan devlet-siyaset-mafya ilişkilerinin ortaya çıkarılması için “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” ismi ile bir sivil toplum eylemi başlattı.
Ülke çapında büyük bir destek alan bu ışık kapatma eylemi tencere, tava, ıslık ve protesto sesleri eşliğinde büyük bir katımla günlerce sürmüştü.
Bu eylem sonunda:
Başbakanı Erbakan: “Gulu, Gulu Dansı” dedi.Mecliste komisyonlar kuruldu. Üç tane ‘Susurluk Raporu’ hazırlandı.
Ayhan Çarkın, faili meçhul cinayetlerin özel harekât polisleri tarafından Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin’in talimatıyla “devletin bilgisi dâhilinde” işlendiğini açıkladı. Savcılık, Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Korkut Eken, Yeşil Kod adlı Mahmut Yıldırım ve özel harekât polislerinin arasında olduğu 19 kişi hakkında 18 faili meçhul cinayetten dava açıldı.
İçişleri Bakanı Mehmet Ağar istifa etti ve hakkında ‘cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturmak’ suçundan 5 yıl hapis cezası verildi.
Ama, Susurluk, Yeşil, Jitem katliam dosyaları kirlerinden aklanmadan sırları ile birlikte karanlık raflarda yerini aldı.
Aradan 26 yıl geçti. Gökyüzünü yine kapkara bulutlar sarmış. Bulutlar arası hedefsiz şimşekler çarpışırken, yeryüzünü yıldırımlar hedef almış durumda.
Organize Suç Lideri Çakıcı ‘af’ ile hapisten çıkınca, o bilindik ‘yaşlı kurtlar’: Çakıcı-Ağar-Alan-Eken toplandı ve paylaşım paydaşlarını ‘fotoğraf’ ile duyurdular. Bu karede yer bulamayan Organize Suç Lideri Turancı Sedat Peker ‘dönüş sözü’ alarak yurtdışına çıkmıştı.
‘Söz’ tutulmayınca ‘racona’ uyan Peker, ‘Bir tripot, bir kamera” eşliğinde; gülerek, suçlayarak, tehdit ederek, faillerin bütün kirliliklerini tanık, belge, yer, zaman sıralamasıyla ortaya döküp, meydan okudu. Hem de eğer söyledikleri gerçek çıkmazsa, parmak ve bilek kesme sözü bile verdi.
Hedefinde: Soylu, Ağar, Ağar’ın ‘Bodrum Hatırası’ fotoğrafı, Pelikancılar, medya patronları ve yalaka gazeteciler var.
*
Orta yerde ülkenin gerçekleri:
Ülkemiz dünyada yapayalnız kalmış.
Maliye, Ticaret, İçişleri Bakanları hakkında çokça söylenti var.
Esnaf kepenk kapatmış, ticaret durmuş, iflas-intiharlar artmış.
Kolimbiya Savunma Bakanı, İzmir Limanına gidecek olan 4.900 kg. kokain yakalandığını söylemiş. Bizimkiler, ‘Kime?!’ diye soramaz olmuş.
Adalet, Hukuk, Yasama, Yargıya işlev kazandıran kuvvetler ayrılığı tek elde toplanınca: Meclis, yargıç-savcılar işlevsiz, akademi ve medya konuşamaz olmuş.
Yoksulluk-Yolsuzluk-Yasakları yok etme sözleri unutulmuştur. ‘3Y’; ihale yasaları ve kapitülasyon benzeri taahhütler imzalanarak ‘resmileşmiş’ daha kalıcı olarak sisteme eklenmiştir.
*
Mahsuni Şerif, yıllar önce olup bitenleri sıralayıp faillere: Yuh! Yuh! -çekerken, halkına da: Uykuda mısın? Uyan! Uyan! –demişti.
Evet, “öğrenilmiş çaresizlik” gereği bizler; 26 yıl önce sivil toplumun büyük bir katılımla yaptığı: “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” benzeri bir eylemi bile yapmıyoruz.
Bayram; dinsel ya da ulusal ögelerle toplumu bir araya getirmek için gerekli olan sinerjiyi sağlayacak ‘kutsal’ günlere verilen isimdir. Bayramlar, gösteri, tören ve eğlencelerle kutlanır.
Bugün bayram!
Çıkar savaşları son hızla devam ediyor!
Havalar çok çok sıcak, alaz alaz! Ortalık toz, duman!
Sermaye-Siyaset-Devlet-Çeteler; güç gösterisi ve çıkar peşindeler, susmuyorlar!
Hem de henüz “Susurluk” kirleri aklanmamışken!
Her gün listeye yepyeni karanlıklar ekleniyor.
Hani nerde, niçin suskun savcılar!
Bugün bayram!
İş, aş arayanlar, emekliler, doyamayan emekçiler, güvenli bir gelecek, daha sağlıklı bir çevre için Rize İkizdere Vadisinde, Kaz Dağlarında, maden ocaklarında talana karşı olanlar, içeride-dışarıda insan hakları ve özgürlükleri gasp edilenler için de bayram!
Bugün bayram!
Salgına dönüşen bir hastalık, bir buçuk yıldan beridir tüm dünyaya ölüm korkusu salmış durumda. İnsanlar şaşkın, endişeli korku içinde; maske takarak, fiziki mesafeli durarak, aşı olarak, işe gitmeyerek korunmaya çalışıyorlar.
Bugün bayram!
Herkes kepenk kapatıp, kısıtlı yaşarken, 40 yıl sonrası torunlarımıza bile dolar borcu bırakan beş ünlü müttehittin taksit ödemeleri devam ediyor.
İşte böyle bir bayram!
***
Bugün bayram!
Oruç tutmak, kurban kesmek ve bayramlar sadece İslam inancına ait değil ki. Bunlar, hemen her inancın ortak değerleri. Bu inançların çok çok öncelere dayanan, insanlık tarihiyle yaşıt bir geçmişleri var. Biraz da bu neden-niçin tarihine bakalım:
Dünyada yaşam başladığından beri olagelen; deprem, fırtına, yangın, su tufanı, yanardağ, salgın gibi insan fizik ve teknik gücüyle önlenemeyen, pek çok doğa olayı, olmuş daha da olacaktır.
Bu felaketler, sınır, kimlik farkı olmaksızın herkese zarar veriyor, çokça acı, korku, yılgınlık yaşatıyordu.
Bir de öte-dünyada olacaklar eklenmişti korkularına. Bu ruh haliyle insanlar kendilerini, yaşamda olup-biten tüm olumsuzlukların sorumlusu; günahkâr-suçlu-aciz-yetersiz biri olarak görüyordu.
Bu suçluluk içinde ‘İlahi’ güçlerden çaresiz ve savunmasız olarak korunma isteyen insan toplulukları vardı. Bunlar hangi güçten korkarsa ona tapıyordu. Güneşe, aya, yıldızlara, ruha, suya, havaya, toprağa, ateşe … tapmalar işte böyle başlamıştır. Böylece tapınaklar, yapılmış, aracılık yapacak ruhban sınıfı oluşmuştu.
Çok tanrılı ve tek tanrılı inanç sistemlerinde insanlar; yaşanan tüm iyilik, kötülük, sıkıntı ve felaketleri, Tanrısal güçten gelen birer “hayır ve şer” olarak görürdü. Bu varsayımdan hareketle de O yüce güce sığınılır, O’nun af etmesi, koruyup kollaması istenirdi. O, yüce güç ile aralarında oluşan fiziki-düşünsel mesafenin azalması için, Cennette gidip O’na daha yakın olmak için, O’nu mutlu etmek için ibadet ve dua edilirdi.
Oruç tutma; çok tanrılı ve tek tanrılı inanç sistemlerin hemen hepsinde vardır. Bireyin, mensubu olduğu inançça belirlenen kural, gün-saat sayısı kadar; yemek, içmek, yıkanmak, parfüm kullanmak, cinsel ilişki gibi ihtiyaçlarını ertelemesi veya yasaklamasıdır.
Amaç; bu dünyada rahat etmek öte-dünyada Cennette gitmektir. Bunun için kişi Yaradan’a; işlediği suç-günahlar-yanlışlar için pişman olduğunu, tövbe ettiğini söyleyerek af diler. Ayrıca, vicdan muhasebesi yaparak; başkalarına karşı hatalı davranışlar ve haksızlıkları için özür diler, dargın olduklarıyla barışıp helalleşir. Bu amaçlarla dua eder, dilekte bulunur, gücü oranında ihtiyaç sahiplerine yardım eder.
Bayram, kurallara uyarak oruç tutma süresinin bitiminde, belirlenen gün süresince akraba-komşu-dost ziyaretleri yapılarak kutlanır. Bayramlarda coşku ve kutlama; görevlerini yapıldığı ve günahlardan arındıkları varsayımıyla yapılır.
Böylece kişinin, içsel ve toplumsal alanda olup-bitenlerle yüzleşmesi, dayanışma içindeki bir sorumlu kişi olma farkındalığı kazandırılmak istenir.
***
Aradan yıllar yüzyıllar geçmiş, salgın, deprem, fırtına, yangın, su tufanı, yanardağ gibi yerden, havadan, sudan kaynaklı pek çok doğa olayları yine olmaktadır. İnancını kendince yaşayan ve bilime inanan toplumlar için artık bu doğa olayları bir ‘kader’ değildir. Bu olayların verebileceği can-mal kaybını bilimsel ve teknolojik önlemlerle azaltılması şansı elde edilmiştir.
Ancak şimdi de açgözlü insanlar, çıkarları için dağları, ormanları, suları, denizleri özetle doğadaki ekosistemi tahrip etmeye başladı. Korkunç olan da budur…
İnsanlık, yaşamın ortak uyuşma noktalarını bulmak, bencilliği yok etmek, yaşamı daha yaşanır kılma arayışı olarak başlayan ve insanların genlerine işlenerek ölümsüzleşen erdemler bütünlüğüdür.
Taocu düşünür Tao Tseu, bu diyalektik döngüyü anlatırken der ki:
‘Erdem insanla birlikte ölmez, yeni doğan bebekle geri döner.’
Bu tanımlamadan yola çıkıp şöyle bir çıkarımda bulunabilir ve:
Demek ki dünyamızda kötülüklerin azalması, barış ve uzlaşının olması, ancak ‘insanlık’ geni taşıyanların çoğalıp etkin olmalarıyla mümkündür diyebiliriz.
Fakat bu kez de şöyle bir soruyla karşılaşabiliriz:
Peki, o halde “insanlık değerleri” nedir ve nelerdir?
Eğer hemen: eşitlik, özgürlük, adalet, hukuk, barış, liyakat, nezaket, saygı, empati, dürüstlük gibi bir sıralama yaparsak çok da inandırıcı olmayabiliriz.
Çünkü başka başka ülkelerde yaşayan her kişi ve yönetim kendince böyle bir sıralama yapar. Fakat ne yazık ki bu sıralamayı yapan kişi ve yönetim; bağlı olduğu etnik kimlik, inanç, mezhep, yaşam tarzı gibi o kabileye, o gruba özgü değerleri önceleyerek, onlara özgü bir sosla bezeyip sunar.
Bu grupsal sosa batırılmış değerler, objektif değil sübjektiftir, yani bütünü değil, sadece o grubu temsil eder. Bunlara göre: “en doğru, en kutsal” değerler kendilerine aittir. Tabii ki, pek çok grup karşılıklı olarak bu önyargılara sahipse, o zaman bunların uzlaşması değil çatışması kaçınılmaz olur.
Çünkü onlar birer fanatiktir. Fanatikler; nesnel gerçekleri görmek, duymak, bilmek istemezler, sadece kendi grubunu kutsar, onun çıkarını düşünür, ‘öteki’ olanları ise ‘düşman’ ilan ederler.
Sosyoloji, bu tarafgirliği: “mahalle kültürü” olarak tanımlar.
Tarihte ve günümüzde çokça zalim, bu grupçu kültürle beslenip güç kazanmıştır. Mazlum halklara karşı sömürü, talan, zulüm, kötülük, acı, kıyım yaşatan savaşları da işte bu güçler başlatır.
O halde bu etnik kimlik, din, inanç, mezhep, yaşam tarzı gibi grupçu, çatışmacı değerler insanlığın ortak değerler değildir, olmamalı. Onlar insanı sadece kendi gözlükleri ile baktırır.
Oysa her ülke kendi farklılıklarını birer zenginlik sayıp, onları eşitlikçi bir anlayışla yani insanlık değerleri ile kucaklarsa, o zaman iç barışını sağlar ve evrenselleşir.
***
Herkes gibi ben de zaman zaman kendime: “Niçin dünyada açlık, yokluk, sömürü, savaşlar var? Niçin insanlar bana yetsin, bana dokunmasın yeter anlayışında? Niçin haklı çoğunluk, haksız zalimlerin yanında yer alır? …” Benzeri sorular sorar, kendimce cevaplarım.
Toplum ikiye ayrılmış:
Solda fakir bir çoğunluk, sağda şatafat içinde bir azınlık var!
Fakat ne yazık ki, bu denklemde bir tuhaflık bir yanlışlık var!
Çünkü, sağdakilerin hem güç kaynağı hem destekçileri hem de şakşakçıları, solda olması gereken fakir çoğunluktan!
Yani sorgulamayan yoksul çoğunluk; kendi yoksulluğuna neden ve sorgulamasına engel olan zengin azınlığın hizmetinde!
Hep birlikte insanca yaşamak için denklemi bozan bu güç kaynaklarına ulaşıp, onları esas saflarına çağırmak gerek.
Bernard Shaw: “Doğruyu her zaman söylemek bir erdemdir, ama doğruyu zamanında söylemekse erdemlerin erdemidir.” -der.
Zaman daralmadan doğruları söylemek, gerçeklerle yüzleşmek gerek.
***
Şimdi yeniden: eşitlik, özgürlük, adalet, hukuk, barış, liyakat, nezaket, saygı, empati, dürüstlük gibi evrensel değerlerimize dönelim. Bunların nasıl var edebileceğimiz düşünelim.
Barış içinde yaşamayı sağlayan bu değerler sık sık savaşlarla, bencillikle ve riyakarlıkla çiğnenir. Bu kara güçlerden ürken insanlar bu yüzden; acı, karmaşa, haksızlığı görünce sinip kaçmaya çalışırlar. Fakat kurtulamazlar, kendi iç sesine, vicdanına yakalanıp, sorgulanırlar.
Bu anlarda güçsüz ve çaresiz olduklarını kendilerine fısıltılarla söylerler. İşte yaşadıkları bu ikilemler yüzünden insanlar kendileriyle barışık olmaz stres-depresyon içinde yaşarlar. (Gerçi aşırıya kaçmayan gerginlikler de yaşamsal bir gerekliliktir. Çünkü, olup bitenlere duyarsız kalmak mutluluk değil, olsa olsa bir sığlık, bir durgunluk verir insana…).
Önemli olan kişi ve yönetimlerin bu evrensel değerleri; renk, dil, din, inanç, sınır, aidiyet gibi sınırlamaları yok sayarak insanlığı kucaklamasıdır. Erdemler, bireyden topluma, toplumdan bireye yansıyan güç kaynağı bir tohum olarak deneyimlenip yaşamı biçimlendirmeli.
Eğer bu değerler egemen olursa dünyamıza, o zaman gücü ele geçirenin zalimlerin iktidarı uzun ömürlü olamaz ve yaptığı zalimliklerinin hesabı da bir gün elbette sorulur.
Bu insanlık değerleri sayesinde sömürü, talan, zulüm, kötülük, acı ve kıyım yaşatan savaşlar son bulur dünya herkese yeter.
Bu değerler insanlığı değil tüm canlıları ve doğal çevreyi de korur.
Eğitime adanmış, yaşamımın birikimi olan deneyim ve tecrübelerimi aktarma sorumluğuyla bunu yazıyorum. Örneğin, bana hep şu sorulurdu; çocuklarımızın matematikte başarılı olmaları için ne yapmalıyız? Ben de onlara şunları söylüyordum; Onların yanında kitap okuyun. Onların da kitap okuduklarını göreceksiniz. Öykü, masal, şiir kitapları olsun çoğunlukla, bilgi içerikli kitapları kendileri isterlerse okusunlar, bu tür kitapları okumaları için siz zorlamayın. Yani daha çok onların konuşma ve yazma dilini geliştirebilecekleri kitapları verin onlara. Göreceksiniz tüm derslerinde başarılı olacaklardır. Çünkü, eğitim ve öğretimde en etkin araç dildir. Zihinde oluşturulan imgelerin aktarımı; sözlü ya da yazılı anlatımı için kullanılan araçtır dil. Duygular, düşünceler söz ve sözcüklere yüklenir, sözlü ya da yazılı olarak ifade edilir. Kısacası dil, düşünebilmenin ve iletişim kurmanın aracıdır. Matematik de düşünmenin dilidir. Soyut imgeleri anlatabilmek için, sözcüklerle birlikte bir takım semboller ve işaretler de kullanılır. Matematikte başarının temel koşulu, dili doğru kullanabilmektir. Kişi, okuduğunu ya da anlatılanı anlayabilmek ve de düşüncesini anlatabilmek için buna gereksinim duyar.
Onun için Matematikte başarılı olmasını istediğimiz çocuklarımıza; Türkülerimizi, Şarkılarımızı, Şiirlerimizi, Öykülerimizi, Masallarımızı öğretmeliyiz. Yani onlara konuşma ve yazı dillerini geliştirebilecekleri araçları verebilmeliyiz. Konuşma dili, yazı dilinden ve yazı dili de konuşma dilinden beslenir. Bilgiyi ezberletmek yerine, anlayabilmeyi ve düşünebilmeyi öğretmeliyiz. Düşünebilen kişi, gereksindiği bilgiyi öğrenmenin yollarını bulur.
İnsanca yaşamak için; iş aş arayanlara, Rize İkizdere Vadisinde ve Kaz Dağlarında güvenli gelecek için direnenlere, salgın şartlarında bile çalışanlara, 1 Mayıs’ın tüm emekçilerine sevgi ve saygıyla…
*
Dün gece, 50 yıl öncemi bugüne taşıyarak; beni üzen, düşündüren, biraz da utandırıp gerçekle yüzleştiren bir rüya gördüm. Sonra da bu rüyanın sadece beni değil herkesi ilgilendirebileceği düşüncesiyle paylaşmaya karar verdim.
Bu rüya, beni gitmeyi çok istediğim bir yere, 18 yaşında öğretmenliğe başladığım köye, 53 yıllık bir geçmişime götürmüştü. Fakat köy, okul, çevre ve toplanan çehreler çok değişmiş, hiç tanıdık gelmiyordu bana. Sonra sonra konuştukça beni tanıyan birileri çıkıp ismimi fısıldadı.
Bu yaşını başını almış saçlı sakallı, coşkusuz kişiler kimdi?
Sonra da: “Bellek her şeyi uzun süre taşıyamaz ki” -diyerek rüyada bile kendimi korumak istedim.
Fakat olmadı, ben, beni aklamaya yetmedim. Ve hemen o anda içimdeki afacan ben, hiç izin almadan ‘sen diliyle’ söze girip suçlamaya başladı:
“Eğer sen o günlerde köyün, öğrencilerin, velilerinle ilgili kısa kısa notlar alsaydın… Haydi onu yapmadın, bari listedeki her öğrencinin karşısına, onu anımsatacak birkaç sözcük, birkaç işaret koysaydın şimdi onları anımsar ve bu yenilgiyi yaşamazdın…” -diye sayıp, dökmeye devam edecekti.
Beni çok üzen ‘haklı’ sözlerin devamını duymamak için biraz sertçe: “Haklısın!” dedim. Sustu!
Haklıyı, haksızca susturmuş olsam da bu kez vicdanım susmadı: “Bu konuyu düşün!” -dedi. Ben de düşündüm:
O yıllarda, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinden bazı bölümleri okumuş, başta Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Fikret Otyam olmak üzere çokça yazar, gezer, çizeri de tutkuyla okuyup izliyordum.
Bu değerli insanlar toplumsal yaşamın acı, sevinç, başarı ve tıkanıklıklarını… Bazen yükselip sönen ve yeniden başlayan duygu ile düşlerin yaşattıklarını… Yazar, çizer, söyler bu emeklerini halka sunarlardı.
Böylece ‘kültür değeri’ olan bu sanat yapıtları, toplumsal bellekteki: söylence, hurafe, önyargı gibi cehalet karanlıklarına ışık tutar onları gün yüzüne çıkarır ve gerçeğin gelecekteki filizleri olurlardı.
Duyu, duygu ve yetilerin yaşama; harfle, sözcükle, çizgiyle, fırçayla, yontuyla, fotoğrafla, avazla, notayla, buluşla yüklediği özgün iz ve tohumlara sanat denir. Sanat sadece bugünün değil geleceğin de belleğidir.
Her birey ve toplum ancak bu değerlere sahip olduğu kadar güven içinde yol alabilir.
Günümüzde Birleşmiş Milletlere bağlı 194 ülke, o ülkelerde de kullanılan 7 binden fazla anadil var. Tüm sanatlar, anadille beslenir, onunla büyür, yücelir ve evrensel olur. Her sanat dalı, uygun bir ortam bulunca filizlenip dal budak salan değerleri taşıyan bir tohumdur.
Bu gerçekleri o yıllarda da az çok bilen birisiydim.
Peki, o zamanki tanıklıklarımı neden hiç not almamışım!.. Beni üzen de buydu.
Peki, bu tembelliğim için gerekçelerim var mı?
-İki olasılık var: Ya önemsememişim ya da belleğime güvenmişim! (Tıpkı, şimdi ülkemize dayatılan bilimi önemsemeyen ezberci eğitim sistemi gibi).
Ne yazık ki hem bu iki olasılık hem de bugün dayatılan eğitim sistemi yanlış, çok yanlış!
Demek ki ben, yaratıcılığımı, yetilerimi ve düş gücümü; bu doğa ve bu insanlarla etkileşim kurmak için kullanmamışım. İşin kolayına kaçmış, onlara dair bilgileri sadece ezberlemişim. Ezberin ömrü kısa olduğu için de unutmuş, unutulmuşum.
***
Sonra da yukarıdaki düşsel yorgunluk çıkarımlarımı, bugüne taşıyorum: Demek ki, bu bitek coğrafyadaki bolluk, sanatsal yokluk yüzünden bir kuraklığa dönüşmüş. O halde bu sistemsel büyük bir sorun! Bu öyle bir sistem ki; bireyin özgün yaratıcılığına, özgürce sorup-sorgulamasına, öğrendiğini deneyip içselleştirmesine engeldir.
Bu sistem bireyi, tek kişi, tek kaynağa bağımlı kılıyor. Eğer birey, o kişi ve o kaynağın; sözcük, bilgi ve kalıplarını aynen ezberleyip tekrarlıyorsa başarılı sayılıyor. Çünkü bu sistem düşünmeyen, sorup, sorgulamayan toplumların daha kolay yönetileceğini biliyor.
İşte bu seçeneksiz, renksiz bırakan tekçi anlayışları yüzünden ülkemiz hem kurak hem de sanatsız! Toplumsal yaşam da toprağa bağlanmış bitkisel yaşam gibidir.
Bir toplumda çeşitliliğin iz ve tohumları bulunmazsa, o, belleksiz olarak zaman tünelinde çakılıp kalır.
Peki, bu çakılıp kalmanın buyrukçulardan başka sorumlusu yok mu?
-Olmaz olur mu, hem de pek çok! Buyrukçuların hizmetkarları ve bu buyrukları dirençsiz uygulayan öğretmenler, öğrenciler, veliler yani hepimiz!
Ey, öğretmenler, öğrenciler veliler!
Laikliği kabul eden ülkede çocuklar, anaokulundan üniversiteye ‘zorunlu’ din dersi alıp, günah diye diye cehennem korkularıyla “dindar-kindar” oluyor. Bu bir insan hakkı engellemesi değil midir?
Bırakın çocuklar sevgiyle, coşkuyla büyüsün!
Neden çocuklarımızın ufuklarına perde çekecek olan bu inanç ve yaşam tarzı dayatmasına izin veriyoruz? Neden sessiziz?
Eğer en iyi en doğru olan inanç bizimkiyse; o zaman bırakalım çocuklarımız izleyerek, gözleyerek, yaşayarak bu değer ve erdemleri kazanarak büyüsünler. Sorumluluk sahibi ergen olunca da düşünerek, tartışarak, karşılaştırarak, özgür iradeleriyle kendi seçimlerini yapsınlar.
Eğer, çağlar öncesinden gelen bu dayatmacı tutumlar olmamış olsaydı:
O zaman daha güzel bir yaşam ve gelecek için çabalar artar, insanlar düşlerini kendine özgü birer ize dönüştürürdü.
Kim bilir o zaman ne çok şiir, öykü, roman, yontu, melodi ve buluşa sahip olurduk.
İzlerimizdir bizi diğer canlılardan farklı kılan.
Daha mutlu yarınlar için öğretmen, öğrenci, veli ve herkesin kendi yetilerine uygun izler bırakmasını diliyorum.
Eğitim bilime dayandırılmalıdır, dine değil. Yani eğitimin temelinde bilim olmalıdır. Dine dayalı eğitim, ilkel eğitimdir. Gerçekçi değildir, olayları akıl ve mantık dışı yollarla açıklar. Ölümden beslenir ve insanları hurafelerle korkutarak eğitmeye çalışır. Eğitiminde dini temel alan toplumların ekonomisi de bozulur, sağlığı da. Toplumsal bilinç oluşmadığından, çevrelerini koruyamazlar. Kişiler kendilerini toplumun bireyi olarak görmek yerine, dinin ya da tarikatın mensubu olarak görür ve ümmetçi zihniyetle hareket ederler. Bu da toplumun çökmesine ve toplumsal ahlakın çürümesine yol açar. Bilime dayalı eğitim, çağdaş eğitimdir.
Bilim gerçekçidir, olayları akıl ve mantıkla açıklar. Yaşamdan beslenir, insanları deney ve gözlem yoluyla eğitir.
Eğitiminde bilimi temel alan toplumların ekonomisi de düzelir, sağlığı da. Kişiler kendilerini toplumun bireyleri olarak görür ve bu bilinçle davranarak çevreye ve başkalarına zarar vermezler. Toplumsal bilinç ve ahlak geliştiğinden, toplumda huzur olur. Akılcı ve bilimsel düşünme yöntemlerini yaşamına katabilmiş, çağdaş toplum yaratmak gerekir. Toplumun ilerlemesinin önündeki engelleri kaldırarak, esaret zincirlerini kırmak gerekir.
Sorgulayan bireylerden oluşan bağımsız, modern ve çağdaş toplum yaratmak için başta eğitim olmak üzere diğer yaşam alanlarında da toplumu çağdaş uygarlık düzeyine taşımak gerekir. Bu da, eğitimin temeline din yerine bilimi koymakla olur.
Eğitim antropolojisi, adı üstünde, eğitime antropolojik kuram ve yöntemlerin uygulanmasından oluşuyor. Eğitim sosyolojisine göre daha az bilinen bu alanda sıklıkla bir ülkedeki etnik azınlığa ait öğrenciler konu ediliyor; kimi zamansa, başka ülkelerin çoğunluk kültürleri ele alınabiliyor. Bu yazıda, eğitim antropolojisine ilişkin çalışmalardan kimi örneklere yer veriyoruz.
Yerlilerin Eğitimi ve Yerli Dillerinin Canlandırılması
Yerlilerden eğitim adına öğreneceğimiz neler var? Barnhardt ve Oscar Kawagley (2005) bu soruyu Alaska yerlileri tikelinde yanıtlamaya çalışmış. Lipka (1991), Eskimo öğretmenlere ilişkin bir araştırmanın bulgularını paylaşıyor. Au (1980) ise Hawaili çocuklarla çalışmış; onların okuma dersini geleneksel törenlerle uyuşacak biçimde planlayıp bunun eğitim performansını arttırıp arttırmadığına bakmış. Benzer bir biçimde, Eder (2008), Navajo geleneksel anlatı geleneğini eğitime uyarlamış. McCarty ve ark. (1991), Navajo çocuklara uygulanan çift-dilli bir eğitim programının sunumunu yapıyor. Spolsky (2008) ise, İngilizce eğitim, din ve ticari yaşam gibi etmenler nedeniyle gerileyen Navajo dilinin yeniden uyanışı için neler yapılabileceği sorusunu masaya yatırıyor. Aynı dilsel uyanış tartışması, Hawai dili (Warner, 2008; Wong, 2008) ve Athabasca dilleri (Dementi-Leonard ve Gilmore, 1999) için de yapılıyor. Bir Navajo araştırmacı tarafından gerçekleştirilen bir başka çalışmada, kendi kaderini tayin hakkı ile anadilinde eğitim arasındaki kopmaz bağ ele alınıyor (Manuelito, 2008). Bir diğer Kızılderili dili olan Ojibwe kimi okullarda ek ders olarak veriliyor. Hermes (2005)’te bu durumun her derste anadilinde eğitim yararına eleştirildiğini, yetersiz bulunduğunu görüyoruz. Lipka & McCarty (1994)’te ise, Navajo ve Yup’ik dillerinde eğitim veren öğretmenlerin öğretim yöntemleri karşılaştırmalı bir biçimde inceleniyor.
Doğu Asyalı Öğrencilerin Eğitimi
Schneider ve Lee (1990), Doğu Asyalı ilkokul öğrencilerinin neden Anglo öğrencilerden genel olarak daha başarılı olduğu sorusunu yanıtlamaya çalışıyor; alan çalışmasında öğrenciler ve velilerin eğitime ilişkin beklentileri ve değerlerinde farklılıklara rastlıyor. Lee (1994), Doğu Asyalı lise öğrencilerindeki model öğrenci olma kalıpyargısı üstüne çalışıyor. Çinli-Amerikalı ailelerde çocuk-ebeveyn ilişkilerinde yabancılaşmanın yaygın olduğunu bulgulayan araştırmalar da söz konusu (Baolian Qin, 2006). Li (2003)’te model azınlık söyleminin bir mit olduğu alan çalışmasıyla gösteriliyor.
Latinolar ve Eğitim
Latinx (*) çocukları çalışan Cammarota (2004), baskı aracı olarak görülen okula karşı direnişi konu alıyor. Hornberger (2000) 3 And ülkesinde, Peru, Ekvator ve Bolivya’da çift-dilli öğretim siyasaları ve bunların ulus inşasına etkileri üstüne çalışıyor. Latina profesörler ise, Madina ve Luna (2008)’in konusu. Latinx’ler ABD’nin en büyük azınlığı ve hızlı büyüyen bir nüfus. Bu nedenle, bu tür çalışmaların daha da önem kazanması bekleniyor.
Çeşitli Ülkelerde Eğitim
Lave (1997)’de, Liberya’da aritmetiği geleneksel çıraklık bağlamında ele alan bir programa yer verilmiş. Lukens‐Bull (2001) Endonezya’nın Java eyaletinde İslami eğitimi ve bu eğitimin küreselleşmeyle karşılaşmalarını incelemiş. Zanten (1997), Fransa’da benzeştirici (asimile edici) etkileri olan göçmen eğitimine bakıyor. Froerer (2012) ise, Orta Hindistan’ın en tutucu bölgelerinden birinde kızların eğitimine odaklanıyor. Valentin (2012), Hindistan’daki Nepalli göçmenlerin eğitim durumlarını gözden geçiriyor. Woronow (2008), eğitim reformu bağlamında Çin’de 3 ilkokulda öğrencinin gözünden yaratıcılık kavramsallaştırmalarını ele alıyor. Harrison ve Papa (2005), Yeni Zelanda’da Maori öğrencilerin anadillerini ve etnik bilgilerini kazanmak için geliştirilen bir programı tanıtıyor.
Irkçılık
Eğitim antropolojisinde yaygın olarak çalışılan bir diğer konu, ırkçılık. Gillborn (1997), öğrenci başarısına etki eden bir değişken olarak öğretmen ırkçılığını ele alıyor. Okul başarısı(zlığı), kurumsallaşmış ırkçılığın bir sonucu olabiliyor (Spears, 1978). Castagno (2008), ırkçılık konusunda sessiz kalmanın Beyaz üstünlükçülerin yararına olduğunu belirtiyor. Eleştirel erkeklik araştırmaları için geçerli olduğu gibi, eleştirel beyazlık çalışmalarına gereksinim duyuluyor (bkz. Akom, 2008). Sorunun kökü daha da derinde. Irklar gerçekte yoklarken, kimi araştırmacılar bile hâlâ onların varlığına inanıyor (Lieberman, Stevenson ve Reynolds, 1989). (**) Oysa doğru kategori, etnisite. Örneğin, Latinx bir ırk değildir, Suriyeli de öyle. Bunlar etnik gruplardır.
Sonuç
Sonuç olarak, eğitim antropolojisinin sık işlediği izlekler olarak, yerlilerin eğitimi, yerli dillerinin canlandırılması, göçmenlerin eğitimi ve ırkçılığı anabiliriz. Elbette bu kapsamın dışında başka görgül çalışmalar da, kuramsal çalışmalar da yapılıyor.
Dipnotlar:
(*) Latinx, bir yandan Latinaları (kadın) bir yandan Latinoları (erkek) kapsayan, cinsiyet-bağımsız ifade. Görece yeni bir kullanım.
(**) Gerçi bu eski bir araştırma. Antropologlar arasında ırkın varlığına inananlar artık çok daha az; ama aynısını nüfusun geneli için söylemek zor.
Kaynakça
Akom, A. A. (2008). Black metropolis and mental life: Beyond the “burden of ‘acting white’” toward a third wave of critical racial studies. Anthropology & Education Quarterly, 39(3), 247-265.
Au, K. H. P. (1980). Participation structures in a reading lesson with Hawaiian children: Analysis of a culturally appropriate instructional event. Anthropology & Education Quarterly, 11(2), 91-115.
Baolian Qin, D. (2006). ” Our child doesn’t talk to us anymore”: Alienation in immigrant Chinese families. Anthropology & Education Quarterly, 37(2), 162-179.
Barnhardt, R., & Oscar Kawagley, A. (2005). Indigenous knowledge systems and Alaska Native ways of knowing. Anthropology & Education Quarterly, 36(1), 8-23.
Castagno, A. E. (2008). “I don’t want to hear that!”: Legitimating whiteness through silence in schools. Anthropology & Education Quarterly, 39(3), 314-333.
Dementi‐Leonard, B., & Gilmore, P. (1999). Language Revitalization and Identity in Social Context: A Community‐Based Athabascan Language Preservation Project in Western Interior Alaska. Anthropology & Education Quarterly, 30(1), 37-55.
Eder, D. J. (2007). Bringing Navajo storytelling practices into schools: The importance of maintaining cultural integrity. Anthropology & Education Quarterly, 38(3), 278-296.
Froerer, P. (2012). Learning, Livelihoods, and Social Mobility: Valuing Girls’ Education in Central I ndia. Anthropology & Education Quarterly, 43(4), 344-357.
Gillborn, D. (1997). Ethnicity and educational performance in the United Kingdom: Racism, ethnicity, and variability in achievement. Anthropology & Education Quarterly, 28(3), 375-393.
Harrison, B. & Papa, R. (2005). The development of an Indigenous knowledge program in a New Zealand Maori‐language immersion school. Anthropology & Education Quarterly, 36(1), 57-72.
Hermes, M. (2005). “Ma’iingan is just a misspelling of the word wolf”: A case for teaching culture through language. Anthropology & education quarterly, 36(1), 43-56.
Hornberger, N. H. (2000). Bilingual education policy and practice in the Andes: Ideological paradox and intercultural possibility. Anthropology & education quarterly, 31(2), 173-201.
Lave, J. (1977). Cognitive consequences of traditional apprenticeship training in West Africa. Anthropology & Education Quarterly, 8(3), 177-180.
Lee, S. J. (1994). Behind the model‐minority stereotype: Voices of high‐and low‐achieving Asian American students. Anthropology & Education Quarterly, 25(4), 413-429.
Li, G. (2003). Literacy, culture, and politics of schooling: Counternarratives of a Chinese Canadian family. Anthropology & Education Quarterly, 34(2), 182-204.
Lieberman, L., Stevenson, B. W., & Reynolds, L. T. (1989). Race and anthropology: A core concept without consensus. Anthropology & Education quarterly, 20(2), 67-73.
Lipka, J. (1991). Toward a culturally based pedagogy: A case study of one Yup’ik Eskimo teacher. Anthropology & Education Quarterly, 22(3), 203-223.
Lipka, J., & McCarty, T. L. (1994). Changing the culture of schooling: Navajo and Yup’ik cases. Anthropology & Education Quarterly, 25(3), 266-284.
Lukens‐Bull, R. A. (2001). Two sides of the same coin: Modernity and tradition in Islamic education in Indonesia. Anthropology & education quarterly, 32(3), 350-372.
Manuelito, K. (2005). The role of education in American Indian self‐determination: lessons from the Ramah Navajo Community School. Anthropology & Education Quarterly, 36(1), 73-87.
McCarty, T. L., Wallace, S., Lynch, R. H., & Benally, A. (1991). Classroom inquiry and Navajo learning styles: A call for reassessment. Anthropology & Education Quarterly, 22(1), 42-59.
Schneider, B., & Lee, Y. (1990). A model for academic success: The school and home environment of East Asian students. Anthropology & Education Quarterly, 21(4), 358-377.
Spears, A. K. (1978). Institutionalized racism and the education of Blacks. Anthropology & Education Quarterly, 9(2), 127-136.
Spolsky, B. (2002). Prospects for the survival of the Navajo language: A reconsideration. Anthropology & Education Quarterly, 33(2), 139-162.
Valentin, K. (2012). The Role of Education in Mobile Livelihoods: Social and Geographical Routes of Young Nepalese Migrants in India. Anthropology & Education Quarterly, 43(4), 429-442.
Warner, S. L. N. E. (1999). Kuleana: The right, responsibility, and authority of indigenous peoples to speak and make decisions for themselves in language and cultural revitalization. Anthropology & Education Quarterly, 30(1), 68-93.
Wong, L. (1999). Authenticity and the revitalization of Hawaiian. Anthropology & Education Quarterly, 30(1), 94-115.
Woronov, T. E. (2008). Raising quality, fostering “creativity”: Ideologies and practices of education reform in Beijing. Anthropology & Education Quarterly, 39(4), 401-422.